BİR SOLAK ARANIYOR

02 Ağustos/ 26 Eylüll 2007

ATMAMAKLA SAKLAMAK AYNI ŞEY DEĞİLDİR

Var oluşun başından beri arada bir tek tük duyulan “Yapmayın, geleceği yok ediyorsunuz…” seslerinden, “Galiba geleceğimizi yok ettik…” toplu haykırışları noktasına gelindi.

Yaşam tehditlerinin ciddiyetini gören insan her zamankinden daha çok sorgulamaya başladı çöp kavramını. TDK sözlüğünde çöp “Yararsız, pis veya zararlı olduğu için atılan ufak tefek şeylerin hepsi” olarak tanımlanıyor. İnsan ise alışageldiği çöp kavramını sorguluyor ve hem daha fazla yararlanmaya çalışıyor çöp dediklerinden, hem de ürettiği çöplerin zararlı etkilerine engel olmanın yollarını arıyor. Çünkü ürettiği çöplerin yaşamını kirlettiğini her zamankinden daha iyi kavradı. İnsanlar daha dikkatli tüketmesi gerektiğini fark ettikçe daha fazla sorgulayacaktır davranışlarını, alışkanlıklarını, sistemlerini…

Temizliğin ilk ve en önemli kuralı kirletmemektir. Kirletmeyen temizlemek zorunda değildir. İşe yarayacakken atılan her şey kirleticidir.

Bulaşık eldivenlerinin sağ teki soldakinden önce deliniyor, yırtılıyor. İkisini birden atmanın kime ne yararı var deyip yeni çiftin sağını eski solla birlikte kullanmaya başlamam yeni bir sorun çıkardı karşıma. Zira sağ her zaman soldan önce yırtıldığı için sol tekler birikmeye devam etmekte. “İşe yarar durumda, atmayayım…” derken, biriken sol eldivenleri ne yapacağım sorunsalı en önemli sorunsallarımdan biri olup çıktı? Şekilde görüldüğü gibi konuya toplumsal açıdan yaklaştığımı ve de sosyal içerikli bir durumsal olduğunu sergiler tavırlar göstermek için solsal ifadeler kullanmaya gayret ettiğimi özellikle vurgulamaktayım. Neyse, konudan sapmayayım… Şimdiden 5 tane sol tekim var ve artmaya devam edecekleri açık. Sağlam eldiveni atmak yanlış ama biriken sol eldivenlerin de yararı yok. Çare bir solak bulmakta yatıyor… Hemen ilan vermeli ve kendime bir sol eldiven hırpalayıcısı bulmalıyım. Bir solak aranıyor zekayiliğini yapmamın nedeni, sağlam bir eldiveni atmanın kime yararı var kirletmekten başka sorusunun kafama takılmasıydı. Şimdi ise biriken sol tekleri ne yapacağım içerikli nur topu gibi bir sorunsalım oldu.

Bir filmde vardı sağ bacağını savaşta kaybetmiş gazinin ayakkabı alırken bulduğu çözümle ilgili bir sahne. Gazete ilanıyla aynı numara giyen sol bacağı olmayan bir ortak buluyordu kendisine ve birlikte gidiyorlardı ayakkabı almaya, böylece iki kat para vermekten kurtuluyordu ikisi de…

İlanla solak birini buldum diyelim ne yapacağız? Ben mi göndereceğim sol tekleri ona, yoksa o mu yollayacak sağları bana. Al başına belayı, çık çıkabilirsen işin içinden. Artık gireriz birbirimize, boğazlaşır öyle çözeriz meseleyi. Artık hangimiz geriye kalırsak “Çok inatçıydı rahmetli, vermedi teklerini, boyladı taşın dibini” yazdırırız diğerinin başucuna.

Kendi izine düşmek deyimimiz de sağ sol kavramıyla ilgilidir. Karda, daha doğrusu görüş mesafesini yok eden tipide veya çölde yolunu kaybetmiş biri eğer çevresinde işaret olarak kabul edebileceği şeyler göremezse, elinde bir alet, tepede Güneş yoksa veya yıldızları okuma yeteneğinden yoksunsa, kestirdiği bir yöne doğru dümdüz yürümekten başka çare bulamaz… Eğer solaksa sol adımı güçlüdür, tersiyse sağ adımı daha büyüktür ve bu yüzden düz gittiğini düşünürken kıvrılır, geniş bir daire çizer. Daire çizdiğinden habersizce yürürken rastladığı ayak izlerini başkasının sanıp kurtulacağını düşünerek yetişmek için hızlanır, hızlanmasıyla birlikte çizdiği dairenin çapı küçülmeye ve ayak izlerinin sayısı artmaya başlar. Çizdiği daire küçüldükçe küçülür, iz bırakan ayakların sayısı arttıkça artar ve sonunda dairesinin merkezine ulaştığında ancak anlayabilir kendi izine düştüğünü. Kurtulduğunu düşünmek yüzünden iyice yorulmuş tükenmiş, dahası fazlasıyla çaresizleşmiştir. Olan gücünü bir yanlış algılama yüzünden bitirmiş, daha kötüsü kurtulma umudunu da tüketmiştir… Kendi izine düşmenin tehlike sayılması bu yüzdendir.

Geçen hafta Phoneix Uçuşu’nun yeniden çevriminin gösterileceğini öğrenince TV’nin karşısına kuruldum. Hollywood yine yapacağını yapmış o güzelim filmden berbattan da berbat bir yeni film çekmişti. Sahnelerin abartılması, aksiyon çılgınlıkları, insanlara dair o güzelim filmi insanüstü yaratıkların saçma sapanlıklarıyla dolu aptal bir filme dönüştürmüştü. İlk filmde, zekaalarını iradelerini ve güçlerini son kırıntısına kadar akıllıca kullanan insanlar, yere çakılıp uçamaz hale gelmiş bir uçaktan yeni bir uçak yapıyorlardı. Hurdayı yani çöpü yani hemen herkesin geride bırakacağı metal yığınını hazineye dönüştürüyorlardı…

Oysa bu yeni çevrimde, kurşun yağmurları patlamalar arasındaki insanüstü yaratıklar sürekli atlayıp zıplayarak nedeni belirsizce bağrışıp kapışarak, birbirlerine veya birilerine sert sert bakarak bir şeyler yapıyorlardı ama her yaptıkları belirsizdi anlamsızdı nedensizdi. Katlanılır gibi değildi bu berbat film, yine de arada bir açıp bakmadan edemedim… Çünkü ilk Phoneix Uçuşu en sevdiğim filmler arasındadır. Yere bindirip hurdaya dönmüş bir uçaktan yani hemen herkese göre artık çöp olmuş parçalardan yeni bir uçak yapıyor, uçurmayı başararak kurtuluyor, tekrar uygarlığa dönüyorlardı…

Biri artık şu Hollywood’dakileri uyarsın, insanüstü varlıklar diyarlarından tekrar insanlığa dönsünler. Baştan sona, zor seçilip anlaşılan karanlık sahnelerle, insanüstü varlıkların aksiyon akıl almazlıklarıyla, dayanaksız çılgınlıklarla saçmalıklarla örülü bu yeni filmler çekilir gibi değil.

İlk filmde, insani hallerle anlatılan kendi izine düşme sahnesi, yeniden çevrimde, insanüstü varlıklardan bilge izlenimi verme rolünü üstlenmişi, boğazını sıkıp öldürecekmiş gibi ters ters bakarken sıkı bir fırça çekercesine anlatıyordu, çölü aşacağını sanana bunu neden yapamayacağını, kendi izine düşmenin ne beter şey olduğunu.

İkiz gövdeli uçağın işe yaramaz tarafını atıp tek gövdeli yeni bir uçak yapıyorlardı Phoneix Uçuşu’nda. Epey kafa yormama rağmen bir türlü hatırlayamadım uçağın sağının mı yoksa solunun mu atıldığını. Zaten hiçbir önemi yok hangi tarafının çöpe gittiğinin… Hele de pilotun solak olup olmamasının zerre önemi yok ikiz gövdelerden hangisinin çöpe hangisinin uçup gittiği meselesinde. Arkalarında çölün yutamayacağı gövdelerden birini ve epeyce çöp bırakarak uçup kurtuluşa gidiyorlardı.

Tanıdık bir kaportacı “Arabaların sağ tarafları daha önce çürür, sağ rotil mafsallar burçlar rulmanlar falan daha çabuk bozulur…” dediğinde şaşırarak “Niye?” diye sormuştum. “Yollar kubbemsi ya, kenardaki su ve çamur birikintileri, çukurlar taşlar toz toprak, arabanın sağ tarafının canına okur” diyerek gidermişti şaşkınlığımı.

Eldiven kullanıcısı ortak arama fikri buraya uygulanabilir mi diye sormamak en doğrusu sanırım. Malum, aynı mantıkla hareket edildiğinde çözümlerden biri, kubbemsi değil düz veya her yeri bozuk çukurlarla tümseklerle dolu yollar yaparak arabaların sol tarafının da diğeriyle aynı sürede hasar görmesini sağlamaktır ki bunun müthiş eşsiz ve de her bir ödülü hak edecek emsalsiz bir fikir olduğu çok açıktır. Diğer çözüm ise, İngiltere Japonya gibi tersten gitmekte ısrarla ısrar eden ülkelerdeki aynı model arabaya sahip birileriyle irtibata geçerek “Sağlam sağ rotilin var mı? Bende temiz sol marşpiyel, bir de sol ön porye var…” türünden mesajlar çekmek gerekir ki, bu alternatif de kargocu esnafını zengin etmekten başka işe yaramaz. Şekilde görüldüğü gibi bu mevzudan ortak çıkmaz, araba tamirlerini ucuza getirmeye, sol eldivene sağ aranıyor fikriyatıyla çare üretilemez, iyisi mi marş marş sanayiye…

Ayrılmış çöp toplama sistemi olmaması yüzünden kağıtları plastikleri camları ayrı ayrı poşetlerde toplama fikri başta yararsız gibi gözüküyordu. Biraz düşününce fark ettim ki, hem geçimini çöpten sağlayanlara kolaylık sağlamış olacaktım ayrı poşetler kullanmakla, hem de diğer çöplerle karışıp birbirini kirletmelerine engel olacaktım. O günden sonra normal çöpün haricinde bir kağıt poşetim bir de plastik poşetim var ve kirlilik yaratmamaları koşuluyla ayırmaya dikkat ediyorum. Aynı çöp kamyonuna tıkıldıklarını biliyorum ama çöp toplayıcıların kolayca bulup alabileceklerini de biliyorum. Aynı şekilde şişeleri cam kavanozları da ayırmaya çalışıyorum.

Atmamakla saklamak aynı şey değildir. Saklama fikrine saplanıp kalanlar zaman içinde nur topu gibi bir çöp ev sahibi olurlar. Atmamak ise, işe yarar bir şeyi kullanmaya çalışmaktır. Atılmayan bir şey ne zaman ki yük olur ele ayağa dolaşır görsel veya fiziksel kirlilik yaratmaya başlar o zaman ondan kurtulma zamanı gelmiş demektir. Sehpanın üstünde duran eski bir dergi veya bir ajanda saklanmış olmuyor, sadece atılmıyor, orada duruyor işte… Ne zaman ki ele ayağa dolanır o zaman çaresine bakılacaktır. Oradan kaldırıp bir köşedeki yığının üzerine eklenirse saklanıyor, çöpü boyluyorsa atılıyor demektir.

Çöp nedir? Umutsuz, yararsız deyip kenara atılan şey çöp müdür? Yoksa işe yaramaz olan atan, yararını gören bakan mıdır?

Mercan’daki işyerlerinin büyük çoğunluğunun kapandığı saatlerde geçtiğim iyice tenhalaşmış sokaktaki bir çöp toplayıcısı, dükkanını henüz kapatmamış kapısının önünde dikilerek yorgunluk sigarası içen esnafın birine seslenip kağıtları doldurduğu büyük çuvalını göstererek “Şuna göz kulak ol bir zahmet, hemen geleceğim…” dediğini duyunca gülmeden edememiştim. Gerçekten komik bir durumdu. Çöpten topladıklarının çalınabileceğinden korkuyordu. Kiminin çöpü kiminin servetidir sözünün boşuna söylenmediği açık.

TV’ler diğer eşyalardan daha çok toz tutuyor. Nedeni elektriklenme… Çalışan televizyonların çalışmayanlardan daha çok tozlandığı dikkatimi çekince özellikle bilgisayar ekranlarının tanıtımlarındaki antistatik ifadesini daha bir yerli yerine oturtmuş oldum. Bu arada bir başka şey daha aklıma takıldı. Havada elektrik fazla olduğunda çok hızlı tozlanıyordu televizyonlar ki, bu çok doğal. Elektrik yüklenmiş toz zerrecikleri zıt kutupla yüklenmiş ekranlara mıknatısın çektiği gibi yapışıyor. Havanın elektrikli olduğu ise pek çok şekilde belli ediyor kendini. En başta saçlar bir şekilde hareketlendirildiklerinde adeta havada yüzer gibi uçuşuyor. Plastik kalem veya tarak bile gerekmiyor, elle birkaç kez taramak yetiyor saçların elektriklenmesine, mıknatıslanmış hallere bürünmesine… Diğer yandan depremsellik artıyor ve küçük depremlerin sayısı çoğalıyor. Özetle, saçlar elle dokunulduğunda bile elektrikleniyorsa, TV’ler her zamankinden daha fazla tozlanmışsa daha fazla veya daha şiddetli deprem olacak demektir. Ve sonunda çok vahim bir hata yaptım, temizlikçi kadına TV’lerdeki tozlanmanın arttığı günlerde daha çok deprem olduğunu söylemek gafletinde bulundum. Kadının “Manyağa bak ne diyor…” manasında bir sırıtışı vardı ki, o an “Ne yaptım ben, çöpe gidecek tozlardaki zenginlikle zenginleştireyim derken çöplük oldum” hayıflanmasıyla kala kaldım. Çöp olan düşüncem değil, kavrayamayacak olup bana çöp muamelesi yapacak olana anlatmaya kalkmamdı.

Oysa hazırlamıştım kendimi, neler neler anlatacak, bir bir peşi sıra sıralayacaktım. Beni çöp yapmasaydı devam edecek FM radyodan güneş patlamalarını öğrenmenin yolundan, buzdolabında yumurta pişirmekten söz edecektim. Hiçbirini anlatamadım, sustum…

Derdim ya da merakım güneş patlamalarını öğrenmek değil, şiddetli güneş patlamaları sırasında cızırtılarla berbat olan FM radyo dinlemenin eziyete dönüşmesi yüzünden dertlenmek benimkisi. Temizlikçi kadına bir de bunu anlatsam tam manasıyla çöplük olmuştum. Hazırlamıştım cümlemi: Şiddetli güneş patlamalarıyla uzaya saçılan radyasyondan Dünyamızın payına düşeni pek çok şeyi bozuyor zarar veriyor. Uydular, elektrik şebekeleri bozuluyor diyor uzmanlar ama beni daha çok ilgilendiren alıştığım FM kanalını dinlemenin keyif olmaktan çıkması, cızırtılarla dolan müziğin berbat bir hal alması. Neyimize gerekti Güneş patlamalarının neler ettiği… Sustum…

Üstüne, bir de buzdolabında yumurtanın nasıl piştiğinden söz etsem bitip gitmiştim. Bir kaç ay buzdolabında bırakılırsa bütün suyunun emilmesiyle katı pişmiş yumurta olacağını nasıl anlatabilirdim? Eşekten düşmüş karpuza dönmek deyiminin, buzdolabında katı pişmiş yumurta bulanlar için türetildiğine iyice inandım. Bir keresinde buzdolabından çıkartıp kırmaya çalıştığım yumurtanın katı pişmiş gibi olması yüzünden bir türlü kırılmadığını şaşkınlıkla fark ettiğimi, bu pişmiş yumurtanın buzdolabına nasıl girmiş olabileceğini günlerce düşündüğümü, en sonunda cevabı bulabildiğimi anlatsam tam manasıyla yanmıştım. Kime neydi yumurta pişirmenin veya sebze meyve kurutmanın bu ilginç yönteminden. Sustum…

Çalışan TV’lerin diğer eşyalardan daha çok tozlandığına, bu tozlanmanın havadaki elektriklenmenin artmasıyla arttığına dair işe yarar bir düşünceyi çöpe atmıştım… Neyse ki çöp muamelesi görmekle fikirler yok olmuyor, kirlenmiyor, kirletmiyor.


Eyüp Şeker