ÇİÇEK ZAMANI MI?



MALTA ERİĞİ BU AYLARDA ÇİÇEK AÇAR MI?

Az önce çektiğim bu fotoğraf dört beş hafta önce meyvelerini yediğimiz bahçedeki malta eriğine ait. Peki, bu çiçekler neyin nesi?


Eyüp Şeker
30 Ekim 2008

BİLGİSAYARDAN ÇAKMAMAKTA DİRETMEK

KENDİ FRENİNE BASARAK BAŞKALARINI DURDURAMAZ HİÇ KİMSE


Her işi tabakhane yöntemiyle halletmekle yükümlü hiperaktife bir de panik atak ikramiyesi denk geldiğinde öyle eşsiz durumlar ortaya çıkar ki, görenlerin külliyatlı miktarı ya sıkılı tek cıvatası kalmayıncaya kadar geberircesine güler, ya da “Bu geri zekalı ayakkabısını bağlamayı becerebiliyor mudur?” gibi eşsiz düşünceler üretir. Geri kalanlar ise olan biteni anlamadığı için ifadesizce bakakalır.

Yani tabakhane yöntemi tutsaklığındaki hiperaktif bir de panik atak krizine yakalanırsa seyreyleyin cümbüşü. Sorulsa adını bilemez, en basit, hatta en iyi bildiği işleri bile yüzüne gözüne bulaştırır, her şeyi berbat eder, bozar kırar döker.

Örneğin, iki sokak ötedeki mağaza yerine neden Adana’dan bilgisayar satın aldığımı kimse anlayamaz. Ben de anlayamam...

Uzun yıllardır bu huyumu bildiğimden ciddiyet gerektiren veya önemsediğim bir işe başlarken “Hesabını kitabını birkaç kez yap, dikkatli ölç biç, hataya düşme” telkinleriyle hesapta titizlenirim. Sonuç mu, yine önemli hatalar çıkar ortaya.

Buna en iyi örnek mutfak dolabı yapma maceralarımdır. Maceralar diyorum, çünkü birden fazla mutfağa dolap yaptım ve her birinde de hata yapmaktan kurtulamadım. Üstelik defalarca ölçüp biçmeme, kılı kırk yararcasına hesap üstüne hesap yapmama rağmen. Ya dolap kapakları veya raflardan biri dar veya geniş çıkar, ya da eksik veya fazla sayıda kestiririm. Sonuçta kesip biçmekten veya yeni malzeme almaya gitmekten bitap düşerim.

Bir değil iki değil, dört beş kez menteşe yanlış alınır mı? Ben alırım... Kapakların dışta veya içte olmasına göre işlevi olan menteşeleri kaç kere ters aldım; ya düz yerine deveboynu alıp kapakların gerektiği şekilde kapanmaları için altlarına parça koymakla cebelleşirim, ya da düzünden alıp kapakları kesmekle gidip yeni menteşe almak ikilemiyle karşı karşıya kalırım. Titizlenmelerimin eseri yanlışlarım yüzünden birkaç takım menteşe öylece durmaktadır atölyemde.

Beni çağrıştırdığı için unutamadığım iki olay dinlemiştim ayak üstü denilebilecek bir yerde genç bir kadından.

Otomobille yeni yeni tanıştığı günlerde epeyce panikliyor kullanırken. En büyük kabusu ise yokuşta dur kalk. Acemi zaten, düz yolda sürerken bile zorlanıyor, kolayca panikleyip eli ayağına dolaşıyor, yetmezmiş gibi dik bir yokuşu çıkarken yakalanmaz mı dur kalk trafiğe. Üç sıra otomobil yokuşu santim santim tırmanıyor neredeyse. Bu ise ortadaki sıradan dahil olmuş otomobil dizisine. Birkaç saniyede bir ilerlemesi gerektiğini ve daha yokuşun düz sayılacak başında olduğunu düşündükçe ödü patlıyor. Bir müddet ilerliyor, yokuş meyillendikçe paniği dehşete doğru meyletmeye başlıyor.

Dehşet içinde “Ben şimdi ne yapacağım!” düşüncesiyle kıvranırken iki eliyle direksiyona sımsıkı yapışmış vaziyette frene basıyor. Aslında basmış demek hafif kalır, koltuktan güç aldığı bacağıyla tam manasıyla abanmış fren pedalına.

İçinden tekrarlayıp durduğu “Bu dik yokuşta nasıl kalkış yapacağım, ben şimdi ne yapacağım, nasıl kalkış yapacağım? Ya kaydırırsam?”dan başka şey yok aklında. Vites birde, sol ayağı debriyajda, diğeriyle frene abanmış şekilde bekliyor ve “Kaydırmadan nasıl kalkış yapacağım...” diye kıvranıyor.

Aslında baştaki o birkaç saniye içinde dehşete dönüşmüş paniği.

Birden arabasının geri geri kaymaya başladığını fark edip ellerini morartırcasına sıktığı direksiyondan ve koltuğundan güç alarak frene daha da yükleniyor ama durduramıyor, geriye kaymaya devam ediyor araba... Hızla uzaklaşıyor önündeki, sol ve sağındaki sıralardaki araçlar. Kan ter içinde arabasını durdurmaya çalışırken korna sesleri duyar gibi oluyor.

Önündeki arabalardan epey uzaklaşmış, sağındaki solundaki sıranın araçlarının birer birer yanından geçişi sürüyor. Dehşet içinde, alnından süzülüp görüşünü bozan terleri tersiyle silmek için olsun direksiyondan kaldıramadığı sağ elini “El frenini çekmeliyim, el frenini çekmeliyim” telkinlerinden aldığı güçle kaldırıp kola uzanırken korna seslerine biraz daha kulak verebiliyor. “Peki, kim çalıyor bu kornaları” düşüncesinin dürtmesiyle aynaya baktığında “Geri geri bu kadar kaydım, neden arkadakine çarpmadım!” sorusuyla ayılmaya başlayan bilinci bu tuhaflığı çözmeye doğru itiyor onu.

Arkasındakilerin, “İlerlesene, neden gitmiyorsun” diye bağırıp çağırırken kornaya basıp durmalarına önce anlam veremiyor, öylece bakıyor epeyce bir süre. Kafası iyice karışıyor...

“Ne saçmalıyor bunlar, ne gitmesi, geri geri kaymıyor muydum ben!” sorularını hızla aklından geçirirken aklı başına gelmeye başlıyor.

Geriye kaydığı falan yoktu, sadece önündeki ve yan sıralardaki araçlar aynı anda hareket edip ilerlemeye başlamış, “Arabayı geri kaydırmadan nasıl kaldıracağım!” paniğindeki bizimkisi ise geri geri kaydığını zannedip frene abanmaya başlamıştı.

Öyle büyük bir dehşet yaşamış ki, bu kez kendine gülememiş...

Ne kadar basarsa bassın diğer araçlardan uzaklaşmaya engel olamamıştı, çünkü bastığı kendi freniydi, gidenlerin değil.

Gülmemiz dinmemişti ki diğer macerasını anlatmaya başlamıştı.

Akşam havaalanına gitmesi gerekiyormuş. Sözünü ettiği günü “Bayan telaşe”liğine yakışır şekilde koşturmacayla geçirmiş, “Uçağa yetişemeyeceğim” kaygısı aklına takılıyken yapması gereken işlere yetişememek düşüncesiyle kıvranıp durmuş.

İşten zar zor çıkıp koşa koşa eve gelmiş, çantasını ve kendisini hazırlamak için telaşla hareket ediyormuş. Arada bir gözü saate kayıyor ve ilerleyen dakikalar kafasına daha çok takılırken paniği de artmaya başlamış. “Yetişemicem, yetişemicem...” diye tekrarlayıp dururken sonunda kendini dışarı atabilmiş. Taksi için koşturup bir tanesine binmeyi başardığı anda saatine bakmak istediğinde, o aceleyle takmayı unuttuğunu görüp şoföre sormuş saati. O andan itibaren de birkaç dakikada bir saati sormayı tam anlamıyla otomatiğe bağlamış.

Tekrarlayıp durduğu “Yetişemicem, yetişemicem...” nakaratı her dur kalkta, her kavşakta daha sıklaşırken, şoförün sergilemeye başladığı bıkkınlık belirtilerini görmezden gelerek sormaya devam ediyormuş saati. Ağır akan trafiğe rağmen sonunda geliyorlar havaalanına ama kalan sayılı dakikaların zirve yaptırdığı paniği yakasını bırakmıyor. Gerçekleşen tek değişiklik ise tekrarlatıp durduğu “Yetişemicem” sözcüğünün “Yetişebilecek miyim, yetişebilecek miyim...” halini alması oluyor. Aklı saatte, kafası geç kaldığına kilitlenmiş...

Birkaç metre ileride ineceği için “Vakit kaybetmeyim, inmeden ödeyeyim” düşüncesiyle cüzdanına uzanıp şoföre bakarak “Saat kaç?” diye soruyor. Farkında bile değil ücreti sormadığının...

Bakışları iyice “Deli midir nedir? Çattık ya...” halini almış şoför “Dokuz kırk altı” karşılığını veriyor.

Sesli şekilde “Dokuz kırk altı, dokuz kırk altı...” diye tekrarlayarak cüzdanını karıştırıp parayı denklemeye çalışırken bir türlü bulamamanın telaşlı sıkıntısıyla “Dokuz kırk altı demiştiniz di mi?” diye sormuş.

Sabrının sınırlarına gelmiş şoför daha fazla dayanamayıp öfkeli bir sesle “Hanfendi saati sordunuz, taksi ücretini değil...” dediğini duyunca para aramayı kesip öylece kala kalmış.

Paraların bol sıfırlı olduğu, ekmeğe, bir şişe suya milyon ödendiği o günlerde hangi akla hizmet dokuz kırk altı gibi tuhaf tutardaki parayı aradığını kesinlikle düşünmediği çok açıktı.

Neden sonra kendine gelerek kahkahayla gülmeye başladığında, şoförün “Deli midir nedir! Çattık belaya” içerikli bakışlarının daha da şiddetlendiğini fark edip apar topar inmiş taksiden, koşarak terminale atmış kendini.

Aslında, koştura koştura yeni maceralara koşturdu demek daha doğru olacaktır.

İşte hiperaktivite, yani kendini gösterdiği şekliyle dikkat eksikliği böylesine tedbirli yapar insanı ve de huyunu bilip tedbirli davrandığı için böylesine eşsiz durumlara düşürür tedbir üstüne tedbir alanı.

Kahkahalarla güler insan kendine, hem de çok sık...

Ve çoğunlukla “Ne anlarım” ruh hali egemen olur böylelerine, fakat karakterinde birazcık inatçılık olanlar üzerine giderek üstesinden gelmeye çalışırlar bu kusurlarının ve “Neden anlamayayım!” düşüncesiyle diklenmeye çalışırlar başlarının belası dikkat eksikliğinin büyütüp devasalaştırdıklarına.

Tıpkı “Dahi dedem” isimli kitabın başkarakteri gibi: Müthiş şekilde deniz tutmaktadır adamcağızı. Deniz de felaket dalgalıdır. Bir kaşık yemeğe kalksa hemen çıkartmaktadır. Pes etmez, bir kaşık yer koşar güverteye, kusar... Döner yemek salonuna bir kaşık daha yutar, atar kendini dışarı, zor yetişir kenara, yuttuğundan fazlasını püskürtür denize. Vazgeçmez, döner masasına bir kaşık daha yutmaya...

Servistekilere inat gidip daha yeni A6000VM modelini aldığım ASUS’un sorunu spy/casus yazılımlarıyla ilgiliydi ama bunu uzunca bir süre bilemeyecektim. Normal şekilde internette dolaştıktan sonra akşam bilgisayarı kapatıp sabah yeniden açtıktan bir müddet sonra monitörün sol üstünde 3x4 cm ebadında bir mesaj penceresi belirip yanıp sönmeye başlıyordu. Ne bir tarafa kaydırılabiliyor, ne de kapatılabiliyor ve küçültülebiliyor (minimize) edilebiliyor, mavi mavi çakıp duruyor, saç baş yolduruyordu insana. Yanıp sönen ve bütün pencerelerin üstünde kalıp görüntüye engel olan bu illetten kurtulmanın tek yolu ise görev yöneticisini açıp orada ATK programcığını bularak görevini sonlandırmaktı. Böylece idare ediyordum vaziyeti... Kesin çözüm ise asla düşünmediğim ve haalaa ilişkisini bilmediğim/bilemeyeceğim bir yerden geldi:

Her kullanıcı gibi benim başım da spy/casus’larla belada. Bu illetlerden kurtulmak için program aramaktan, bulduğumu çalıştırıp bilgisayarı temizlemeye çalışmaktan usanmıştım. Neden sonra bir spyware programlarının aslında pek işe yaramadığından kuşkulanıp Explorer’ın İnternet Seçenekleri’nde geçici internet dosyalarını ve geçmişi silmenin en iyi yol olduğunu fark ettim. Bilgisayarı kapatmadan önce geçici internet dosyalarını sildiğimde başımın belası ATK programcığının başıma musallat olmadığını fark etmem de çok sürmedi.

İki baş belamın çözümü de neredeyse kendiliğinden gelmişti.

Anladığım kadarıyla Spy’lar yani casus yazılımları site ziyaretleri sırasında yerleştiği bilgisayarı taramaya hemen başlamıyor, bilgisayarın gün boyu kullanılmasını, yani ziyaret edilen sitelere dair bilgiyle dolmasını ve bilgisayarın kapatılıp açılmasını bekliyor ki, kullanıcının eğilimlerine, düşkünlüklerine, yatkınlıklarına dair toplayıp derlediği ve efendisine bildireceği bilgiler etli butlu olsun.

Bu yüzden sonraki gün bilgisayar açıldıktan bir süre sonra spy, yani casus yazılımı çalışmaya başlayıp internet ziyaretlerine dair bilgileri derlerken bilgisayarın kendi programcıklarından biriyle, yani ATK ile çakışıyor. Çakışınca da ATK sapıtıp amaçlanmamış ve istenmeyecek şekilde çalışarak yanıp sönmeye ve de kullanıcının, yani benim tepemi attırmaya başlıyor.

Şimdi tam hatırlamıyorum, yanılmıyorsam bataryayla ilgili bir yazılımdı ATK. Neyse, ATK’nın ne olduğu o kadar önemli değil zaten. Birdenbire ekranda ve her şeyin üstünde belirip bir türlü gitmek bilmeyen baş belası bir mesajdı yanıp sönen ATK ve kurtulmanın en emin yolu, bilgisayarı kapatmadan önce geçmişi silmekten geçiyordu. Hem böylece tam olarak ne işe yaradıkları belli olmayan AntiSpyWare programlarını da gereksiz yere yüklemekten ve bunları çalıştırıp bilgisayarı spy/casus’lardan temizlemelerini kırk saat beklemekten kurtulmuş oluyordu insan.

Bana göre spy’ların başa bela olmasını engellemenin en garantili, en temiz, en pratik yolu, bilgisayarı kapatmadan önce İnternet geçmişini silmektir. Ve bu bütün bilgisayarlarda geçerlidir. Kapatmadan sil geçmişi, kurtul spy’lardan. ASUS A6000VM’de de yapışıp kalan ATK’den...

Merak eden olursa diye söyleyeyim, artık bir ASUS’um yok.

Ve son ASUS’un hiçbir sorunu için servisi asla aramadığımı özellikle belirtmeliyim.

Epeydir Hp masaüstü kullanıyorum.

Pek çok kişi farkındadır marka bilgisayar firmalarının, Windows’la veya bilgisayarın üzerindeki başka markalara ait donanımla ilgili bilgi vermediğinin. Sadece bilgisayarı kullanmaya dair şeyler anlatıyorlar verdikleri kullanma kılavuzlarında falan. TV, disk çalar, DVD oynatıcı veya müzik seti gibi görülüyor artık bilgisayarlar da ve düğmesine bas aç, kullanmaya başla deniyor ama bilgisayarların TV veya müzik seti olmaktan çok uzak olduğu ve zırt pırt sorun yarattığı, kullanıcıların yapısal bilgilere sıkça ihtiyaç duyduğu fena halde göz ardı ediliyor.

Başta mantıklı ve doğru gibi gözüken “Windows veya kullandığımız diğer ürünler bizim üretimimiz değil, bu nedenle haklarında bilgi vermek bize düşmez” anlamındaki bu bakış açısı öylesine basit şeylerde öylesine içinden çıkılmaz durumlar yaratabiliyor ki, insan sık sık saç baş yolabiliyor. Belki de asıl sorun, bu bakış açısını çok ileri götürüp işi hiçbir bilgi vermemeye vardırmakla ilgilidir. Bir TV alır yıllarca kullanırsın, modelini bilmez, asla merak etmezsin, değiştirip yenisini satın alırken duyarsın modelleri falan ama onu da tez zamanda unutur gidersin. Televizyonu için gecenin bir yarısı teknik destek servisin aramış kimse yoktur dünya yüzünde, oysa her gün sayısız telefon edilir bilgisayar dertleri için.

Hp masaüstünü aldıktan kısa süre sonra faks için lazım oldu diye çevirmeli modem kartı alıp takayım dedim. Alışılmıştan daha küçük bir kasası var bilgisayarın, Hp’yi arayıp nasıl bir modem kartı takabileceğimi sorayım dedim. Görüştüğüm kişi “Modeli nedir?” diye sorduğunda başladı büyük arayış. Kasanın üzerinde Hp Pavilion Slimline dan başka şey yazılı değil. Ne var bunda demeyin hemen; bin tane Hp Pavilion Slimline var, hem de hem masaüstü hem de dizüstü olmak üzere... Gel gör ki benimkinin hangi Hp Pavilion Slimline olduğu hiçbir yerinde yazılı değil. Sonunda telefondaki görevli “Faturada yazılıdır, oraya bakın” dedi de gidip bulup getirdim de öyle öğrendik modelini.

Yok, yazmamışlar hiçbir yerine; hesapta TV ya, DVD oynatıcı ya, modelini belirtmeye gerek yok demişler herhalde. Kısacası “Siz kullanıcısınız, bir şey yapılacaksa servise getirmeniz gerekir, zaten dokunamazsınız, açarsanız garantisi bozulur” falan diyorlar. İyi de şehrin bu hengamesinde çok basit işler için kim taşır bilgisayarı servise ve günlerce işin yapılmasını bekler, sonra da almaya gider? Olacak şey değil.

Daha sonra RAM’i yükseltmek istedim ve derdin katmerlisiyle tanıştım.

Ne kutusundan çıkan tomarla kılavuzda belgede yazılıydı RAM bilgileri ne de internet sitesinde. Kullanma kılavuzlarında sayfalar dolusu, açma düğmesine nasıl basılır, mp3 nasıl çalınır, DVD nasıl seyredilir gibi bana göre anlamsız yığınla bilgi vardı ama anakart’ın markası modeli, kaç Mb RAM’i desteklediği hiçbir yerde belirtilmemişti. İnternetten bakayım dedim “Ekran şu büyüklükte, hardisk bu kapasitede, bellek şu kadar, DVD çift taraflı...” gibi birkaç kaba bilgiden fazlasını bulamadım. Teknik destek telefonunu aramak ise ayrı bir işkence. İşin yoksa şuna bas, buna bas diyen otomatik sese adım uydur, dakikalarca tekrarlanıp duran müziği dinle dur. Gözüm kesmedi, yine de riske girmeyip başta aklımdan geçirdiğim gibi 2 adet 2 Gb RAM yerine 2 adet 1 Gb alıp belleği iki katına çıkardım. Bilgisayarı rahatlatıp kısmen hızlandırdım ama haalaa bilmiyorum anakartın kaç mb RAM’i desteklediğini, dolayısıyla da bilgisayarı ne kadar daha hızlandırabileceğimi.

Terslik benim göbek adım. O beni bulmazsa ben arayıp onu bulurum.

Bilgisayardan çakıp çakmamak konuyla ilgili dertlerin eksik kalacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Son günlerdeki belam ADSL hattının ikide bir kopması. Özellikle hafta sonları tıpkı grev günlerindeki gibi daha bir azıyor arızalar. Arıyorum ttnet arızayı/teknik desteği, karşıma çıkan görevli kendisine öğretildiği şekilde kurulmuş makine gibi “Modem hattınıza bağlı telsiz telefon, faks hatta ikinci bir telefon var mı?” diye sıralıyor. Daha önce aradığımda söylemiştiniz, hepsini söktüm, artık yok, yine kopup duruyor bağlantı dediğimde bu kez “Hatlarımızda sorun yok. Ev içindeki telefon kablosunun kopuk olup olmadığına baktırın” tavsiyesinde bulunuyor, “O da tamam, önceki arayışımda söylemiştiniz, hepsini gözden geçirip yeniledim”

“Peki, arıza kaydınızı alıyorum. Görevliler ilgilenecektir”

Hattımı kontrol edip “Baktık, hiçbir sorun yok” demek için arayan teknisyen modemi yenilememi tavsiye edince gidip yeni bir tane aldım. Değişen bir şey olmadı, yine kopmalar devam etti ve artık aslanlar gibi 2 adet modemim var. Özellikle de hafta sonlarında çıldırtıyor hat kopmaları, video gibi büyük kapasiteli dosyaları indirmek imkansızlaşıyor, insanı zıvanadan çıkartıyor.

İşe yaramayacağını düşünsem de çaresizce yine arıyordum ttnet arızayı.

Hatta bir keresinde; aynı hat telefon amacıyla kullanıldığında modemin berbat cızırtılarını yok edip telefon görüşmesini mümkün kılmak için gerekli olan spliteri sökmemi bile söyledi karşıma çıkan görevli.

“Sizi doğru mu anladım? Spliteri sökersem telefonu nasıl kullanacağım” şaşkınlığıyla sorduğumda:

“İnternet bağlantısının kopmasının nedeni spliter olabilir. Onu sökün” diye diretti.

“Nasıl sökerim, telefonu kullanamam o zaman. Hem modem ve spliteri yeni aldım, daha birkaç günlük, niye bozuk olsun?

“Bozuk olamaz mı yani!” diye diklenmez mi, ne diyeceğimi bilemedim.

Baktım bir yere varamıyorum bari kapasiteyi yükselteyim dedim. Bir üst limite geçersem belki orada bu sorunla karşılaşmam gibi bir gerekçe uydurdum kendime.

İnternet çok hızlandı fakat bağlantı kopmaları aynı şekilde devam ediyordu.

Ve bir hafta sonunda 200’lük ortalamadaki yeni download hızı eski hız olan 100’e düşüverdi. Neden acaba, ondan mı şundan mı demenin yararı yoktu, Teknik servisi arayıp arıza kaydı yaptırdım. Ne ilginç tesadüf, yine hafta sonunda peydahlanıvermişti bu arızamsı arıza. Görüştüklerim hatlarda hiçbir sorun olmadığını ısrarla belirttiler ama ben hafta sonunu eski hıza düşmüş şekilde geçirdim. Pazartesi ise hız normale, yani yenisi olan 200’e dönüverdi. Kısacası hafta sonu sendromu kesintilerine/kopmalarına hızın yarı yarıya düşmesi eklenmişti.

Kesintiler illallah dedirtiyordu ve teknik servisi aramak olağan hale gelmişti benim için. Arıyordum çaresizce, telefona cevap veren otomatiğe bağlanmış şekilde sıralıyordu:

“Hattınıza bağlı telsiz telefon, faks veya paralel telefon var mı?”

“Yok, hepsini söktüm.”

“Evin içindeki telefon hattını kontrol ettirin, kopukluk olabilir”

“Onu da geçen gün baştan aşağı yeniledim. Bende hiçbir sorun yok, şu anda sizde, yani ttnet’in santrallerinde, hatlarında, sistemlerinde falan bir arıza var mı?”

“Evet var, giderilmeye çalışılıyor”

Neden baştan söylemiyorsunuz da modemdi hattı diye sayıp duruyorsunuz. Arızayı gidermek için neredeyse evi yıkıp yeniden yapacağım ama siz tttnet hatlarında arıza olduğunu söyleyemiyor, benim modemimi telefon kablomu sorgulayıp duruyorsunuz. İnsaf...” deyip telefonu kapattım.

Bir diğer seferinde ise daha farklı bir gerçekle karşılaşacaktım. Aradığımda karşıma çıkan görevliye “Sizi ararken modem kopuktu ve hat olmadığına dair ışık yanıp sönüyordu, tam şu anda hat geldi ve bağlantı düzeldi. Bu durum daha önce de birkaç kez dikkatimi çekmişti...” dediğimde:

“Evet, hat koptuğunda telefon edilirse modem tekrar aktif hale geçebiliyor” yanıtını verdi.

Öğrenmiştim artık. Bağlantı kesildiğinde bir numara çevirirsem, hatta bir numara çevirmeme bile gerek yoktu, ahizeyi kaldırıp bir kaç kere tıklamak bile yetiyordu birkaç saniye sonra modem aktif hale geçirmeye, bağlantıyı sağlamaya. Tabi bir teknik arıza yoksa.

Haftalardır cebelleştiğim arızaları tuş etmenin yolu numara çevirmekte, birkaç tıklamada yatıyordu. “Vay be...” demeyeyim de kim desin?

Mesele aydınlanmaya başlamıştı. Apaçık ortadaydı, kapasitesi yetersiz kalıyordu ttnet’in. Karşılayamıyordu ihtiyacı. Bir türlü düşmek bilmeyen jetonlarım birer birer düşmeye başlamıştı artık. Aylar önce bir ttnet yetkilisinin yaptığı “İnsanlar interneti kullanmadıklarında modemlerini kapatmıyorlar. Kapatılsa hatlar rahatlayacak...” içerikli açıklamayı da hatırladım.

Her şey öylesine açıktı ki, özellikle hafta sonları internete yükleniliyor, ttnet’in sistemleri ise talebi karşılayamıyor, kullanıcıların bağlantılarında kopmalara sebep oluyordu. Büyük ihtimalle de birkaç dakika veri alıp göndermeyen kullanıcının modemi santral bilgisayarı tarafından otomatik olarak devre dışı bırakılıyor, bu kullanıcıya sunulmuş kapasite sırada bekleyen başkasına veriliyordu. Örneğin birkaç sayfalık bir metni okuma esnasında veri akışı gerçekleşmediğinden bağlantın uçabiliyordu. Hızı iki kata çıkarttırdıktan sonraki hafta sonunda hızın yarıya düşmesi de bu durumla ilgiliydi. Benim 200’den tırtıklanan 100, kurdeşen olan başkalarını sevindirmekte kullanılmıştı.

Saç baş yolduran hafta sonu kesintileri bir de, çok önemli bir devlet konuğunun ziyareti sırasında veya Dünya boyutunda çok sarsıcı bir olay meydana geldiğinde peydahlanıveriyor. Haber ve bilgi alışverişi zirve yapınca çuvallıyor ttnet. Kullanıcılardan telefon yağmaya başlayınca “Modemleri, tesisatı, paralel cihazları kontrol ettirin” talimatları veriliyor hemen görevli personele. Kullanıcılara da duvarları tırmalamak kalıyor.

Haftalardır ilk kez bu hafta sonu hat kopmuyor. Umarım kalıcı ve sevindirici bir haberdir bu. Diğer anlamıyla, dileyelim de ttnet ilave kapasite donanımlarını bağlayarak yetersizlik durumunu ortadan kaldırmış ve hatları rahatlatmış olsun.

Terslik benim göbek adım, o beni bulmazsa ben onu bulurum demiştim.

Yeni sorunsal durumsalım ise bozuk digitürk Plus decoder’ı, yani kod çözücüsü.

Özellikle çok sevenim özellikle çok olduğundan mı kullanmak zorunda bırakılıyorum bozuk decoder’ları, yoksa digitürk’te olağan ve sık karşılaşılan bir durum mudur henüz kestirebilmiş değilim. Çünkü taze aboneyim ve ikinci bozuk decoder’a katlanma ve son getirilen bozuk decoder için bile 60 küsur kayme faturayla karşılaşma ve eğer lütufta bulunup bu bozuk decoder’ı değiştirmek için gelirlerse teknik servise 20.- YTL bayılma durumunda kalıp “Bu seferlik sizden servis ücret almayalım” diyen iyiliksever personelin yüce gönüllüğünü yaşama aşamasındayım.

Taze üyeyim, iki aydır paraları bayılmama, sayısız görüşme yapmama, pek çok sıkıntıya katlanmama rağmen sağlam çalışan bir digitürk Plus’a sahip olmayı başaramadım.

Ben bahtiyar olmayayım da kim olsun? Çalışmayan bir sistem kuruyorlar, sonra arızalı kod çözücü’yü değiştirip yerine daha arızalı bir kod çözücü takıyorlar ve bozuk olanın yerine getirilen daha bozuk olan için 64.- YTL tahsil ediyorlar. Biter mi hiç, haalaa çalıştırmayı başaramadıkları sistemi düzeltmek için tekrar gelirlerse servis ücreti isteyeceklerini üzerine basa basa belirtiliyorlar. Eminim değiştirecek olsalar yeni bozuk kod çözücü için de bir 64.- YTL’yi daha büyük rahatlıkla isteyeceklerdir. Ben sonsuz bahtiyar olmayayım da kim olsun di mi?

Bu yüzden:

TEŞEKKÜR: Sabah 10:00 civarında arayıp adres tarifi aldıktan sonra “15-20 dakika sonra sizdeyim...” deyip yığınla telefon görüşmesinden ve “1 saat sonra” veya “5-6 civarında gibi” sözler almama rağmen 3 gün sonra hiç beklemediğim anda çat kapı karşıma dikildiklerinde, “Günlerce beklettiniz, gelmeden önce niye aramıyorsunuz” tepkisi vermem üzerine “İstemiyorsanız geri gidelim” deme büyüklüğünü gösterebilen ve eskisi sadece durup dururken reset’leyerek dakikalarca yeniden yüklenmesi için bekletmek ve de “Kabloyu taktığınızdan emin misiniz içerikli E 52” arıza mesajı verip yayını ne sihirdir ne keramet yaparak uçururken, günlerdir değiştirilmesini beklediğim getirdikleri şimdiki decoder da durup dururken reset’lemek ve dakikalarca bekletmek ve de “Kabloyu taktığınızdan emin misiniz içerikli E 52” mesajı vermekle kalmayıp tamamen ekranı karartarak öylece beklettiği ve decoderi kapatıp açmadıkça görüntüyü geri getirmediği için digitürk’e ve buradaki teknik servisine sonsuz teşekkürler etmek insanlık borcumdur.

Terslik benim göbek adım ya, yaşamayı becerebilmeliyim tersliklerimle.

Yeni bozuk kod çözücüye katlandım birkaç gün. Çekilir gibi değildi; çözücünün üstündeki ışıklara falan bakılırsa her şey normal ama TV ekranı kapkara, görüntü mörüntü yok. Kod çözücüyü açıp kapayınca görüntü geri geliyor, o arada da kaçan kaçıyor. Hele de ihtiyaç molaları için beklemeye (Pouse) alınıp birkaç dakikalık kayıt yapılmışsa beter oluyor, filmin o kısmı tamamen uçup gidiyor. Aynı durum baş belası kod çözücüler kendini reset’lediğinde de ortaya çıkıyor. Film milm kalmamış, kalk gidelim olmuş...

İlk bozuk decoder/çözücü sadece reset’liyordu, bu ise katmerli arıza sunuyor hizmet olarak. Hem reset’liyor, hem de ekranı karartıyor. Yeme de yanında yat. Daha ne ister insan di mi!

Perşembe aradığımda yarın kesinlikle size gelecekler sözü almama rağmen kimseler gelmeyip aramayınca Pazar akşamı tekrar arıza bildiriminde bulunayım dedim. Yine söz verildi “Pazartesi kesinlikle gelmeleri sağlanacak” diye. Bütün gün ne gelen oldu ne de arayan. Akşam 17:30’da bir telefon. Efendim bilmem kim ustanın işi uzamış da bugün gelemeyeceğini bildirmek için aramışmış telefondaki kızcağız. Gelmediğini bildirmek için aramak nasıl bir zekanın ürünüdür anlayan varsa bir adım öne çıksın lütfen. Özür falan dinlense bir nebze anlayabilir insan, sadece bugün gelemedik demek için arıyor zeka küpleri. Gelmediğin ortada, bunun bildirilmesi mi olur! Bu yaşanandan sonra “Resmen kafa buluyorlar” diye düşünmemek imkansız değilse nedir?

Eksik kalsın, başlamayayım digisine, iptal ettireceğim üyeliği deyip kapattım ve merkez’i arayıp “Bakın böyleyken böyle oldu, bütün gün ağaç ettiler beni ve alay eder gibi bugün gelemedi usta demek için telefon ettiler, bıktım artık, buna daha fazla katlanmak istemiyorum” diye durumu açıklamaya çalışarak üyelik iptali için başvuru yaptım. Bir iki saat sonra Merkez’den bir kızcağız arayıp “Üyeliğinizi iptal edilmesini istemişsiniz, oysa arıza giderilmiş...” demez mi, zaten öfkem burnumda. “Ne giderilmesi, ne gelen oldu ne de giden. Decoder’ın değişmesi gerektiğini sizin teknik birim söylüyor söylemesine de ne gelen oldu ne de kutu getiren, nasıl giderilmiş arıza?” diye öfkeyle konuşmamı karşılıksız bırakmayan telefondaki kızcağız:

“Kampanyadan yararlandığınız için üyelikten çıkarsanız ceza ödemek zorunda kalırsınız!” demez mi?

Ya duymamışlar dünyanın en zengin adamı olduğumu, ya da ciddiye almamışlar duyduklarını; çoktan hazırlamışım kendimi birkaç yüzlüğe. “Ne kadarmış bu ceza” diye diklenip 25.- YTL’yi duyunca epeyce rahatlayarak:

“Canı cehenneme 25,- YTL’nin, bu da benden olsun digitürk’e. Zaten bozuk decoder’ı değiştirip yerine yeni bozuk decoder taktığınızda 64,- YTL fatura etmiştiniz, bunu da öderiz digi’ye, olur biter”

Telefonu kapattım fakat içim rahat değildi. Hem bozuk cihazı kullanmaya mecbur ediliyorum hem de sağlammış gibi kayıtlar oluşturuluyordu. Merkez’i yeniden arayıp hiçbir servis yetkilisinin gelmediğini, arızalı çözücünün kesinlikle değiştirilmediğinin kayıtlara geçilmesini istedim ve üyelik iptali istediğimi tekrar belirttim.

Artık digitürk’ü unutmaya hazırlanıyordum ki Cuma sabahı kapı ziliyle uyandım. Karşımda bir servis elemanı. Öfkelenmemeye ve üyelik iptalini unutmaya çalışarak “Madem gelmiş, düzeltsin bari sorunu” diye düşündüm önce, ancak bir baktım yanında sadece alet çantası var.
Şaşkınlıkla:

“Niye geldiniz? Decoder nerede, getirmediniz mi?”

Elindeki forma bakıp: “Decoder değişeceği belirtilmemiş, yayın bozukmuş. Öyle yazıyor burada” demez mi?

Pazartesi ağaç edip Cuma günü çat kapı geliyor ve dünya yüzünde bilmeyenin kalmadığı arızalı kod çözücü’den bihaber olduğunu söylüyor.

“Çekilin gidin başımdan, sizinle mi uğraşacağım” deyip kapıyı yüzüne kapattım.

Akıllanmıştım artık, merkezi arayıp decoder’sız bir servis yetkilisinin geldiğini ve decoder değişiminin kendilerine bildirilmediğini iddia ettiğini söyledim.

“Nasıl olur, biz onlara bildirmişiz decoder’ın değişeceğini. Ve arızanın giderildiğini birkaç dakika önce bize bildirmişler” yanıtını duymak hiç şaşırtmadı beni.

“Hayır, bu kesinlikle doğru değil, ne decoder getirmişti ne de herhangi bir işlem yaptı. İçeri bile girmedi, nasıl gidermiş arızayı? Neyse, ben sizi arızanın giderilmediğini söylemek için arıyorum. Yine yalan söyleyeceklerini, yanlış bildirimde bulunacaklarını düşündüğüm için haksızlıkla karşılaşma durumuna engel olmak istedim”

Akşam üstü yetikli servisten bir kız aradı “Elemanımızı kapıdan kovmuşsunuz...”

“Yine yalan ve yanlış bildirimde bulunup arıza giderildi demişsiniz merkez’e. Ayrıca kovmadım arkadaşınızı, üyelik iptali istememe rağmen, mademki gelmiş arızalı decoder değiştirilsin bari deyip içeri davet edecektim ki elinde kutu falan görmeyince, niye geldiniz diye sordum. ‘Yayın bozukmuş’ boş laflarıyla uğraşmanın yararsız olduğunu düşünerek ‘Çekilin gidin başımdan, sizinle uğraşamam’ deyip kapıyı kapattım.”

“Arızayı tespit edecekti”

“Laf ebeliği yapmayın. Ne arızasını tespit edecek! Neredeyse dünya yüzünde bilmeyen kalmadı decoder’ın bozuk olduğunu ama sizin elemanınızın haberi yok. Olur, günlerce ağaç ettiniz, lütfedip geldiniz bozuk decoder’ın arızalı olduğunu tespit etmek için, bir de tespit ettiğiniz bozuk decoder’ı değiştirmeniz için yüzyıl daha beklerim. Başka işim yok sizinle mi uğraşacağım”

“Arabada Decoder vardır, gidip alırdı”

“Gelen arkadaşın dili yok mu, o niye söylemedi arabada decoder’ın olduğunu, gidip alabileceğini?”

Konuşmanın tartışmanın kesinlikle yararı yoktu. Tekrar merkezi arayıp abonelik iptali istediğimi tekrar ve üzerine basa basa belirttim.

Son olarak geçen hafta arayan bir bayan “Arızanız giderildi mi?” diye sormaz mı?

“Ne giderilmesi, burnumdan getirdiler!”

“Hemen ilgileneceğim...”

“Hayır hanfendi, kesinlikle ilgilenmeyin. Üyeliğimi iptal edin ve beni rahatsız etmeye son verin. Başlatmayın digitürk’üne...”

Kapattı... O günden sonra arayan falan olmadı, umarım da olmaz.

Ve defalarca “Ben digitürk satın aldım, bilmem hangi ustanın veya teknik servisin hizmetini değil. Muhatabım digitürk’tür, falanca usta, filanca servis beni ne ilgilendirir” diye çıkışmam hiç kimseye kesinlikle hiçbir şey ifade etmedi, birkaç cılız “Haklısınız”dan fazlasıyla karşılaşmadım.

“Benim burada böyleyken böyledir, sizin oralarda digitürk+Plus durumları nasıldır?” diye de soramadım şimdiye dek kimselere.

Bilgisayardan çakmamakta diretmekten başka seçeneğim yoktur.


19 ‎Ağustos ‎/ 27 Ekim 2008

Eyüp Şeker