TUTUCULUK DİLİ BOĞMUYOR MU?
Engellenip engellenmemesi, korunup korunmaması fark etmiyor, her akıp giden şey gibi dil de kendi can suyunu ve yatağını buluyor. Akılcı ve bilimsel olmayan koruma çabaları ise dile zarar vermekle sonuçlanıyor. Tahribatları engellemek için önüne dikilen bentler, bilimsel ve akılcı değilse eğer, ne havzasında değerli sözcük birikmesini sağlıyor, ne de bentleri yerle bir edip kontrolsüzce her bir yana savrulup birikmişlerinin saçılmasını, gücünün heba olmasını engelleyebiliyor.
"Yalın da yalın, illa yalın Türkçe…" kasılıp kalmaları yaşanırken, konuşmalarının, yazılarının yarısını İngilizceyle doldurmayı iyi bir şey, hatta marifet sananların, nelerin cazibesine kapıldığı da nelerden bıkıp usandıkları da gözden kaçırılıyor veya önemsenmiyor.
Dilde sadeleşmeye gidilmesinin gerekçesi, halktan iyice uzaklaşmış idari ağırlıklı belli kesimin bu farklılaşmasına son vermek, dilde birliği sağlamak değil miydi? Halkın anlamadığı o ağdalı ağır Osmanlıca istense bile artık geri getirilemez. O dönem insanlarının çoğunluğunun anlamadığını günümüz insanının anlayıp kullanması mümkün değil. Hal böyleyken öz Türkçe kullanımını saplantı haline getirerek halen kullanılmakta olan birtakım sözcükleri ısrarla görmezden gelmek ne kadar doğru, ne derece yararlıdır?
Örneğin illa 'Olanak' kullanılsın diye günlük dilde yaygın şekilde kullanılmasına rağmen 'İmkan'ı ısrarla görmezden gelmeye çalışmak ne derece doğrudur?
'Tut-i mucize guyem'i zevkle dinleyip çok duygulanmamıza rağmen ne papağanlıklara ‘Tuti’ deriz bu saatten sonra, ne de ‘Guyem’li cümle kurarız. Osmanlıca sözlüğü açacak olsak ilk tepkimiz “Bu ne ya!”dan hafif olamaz. Birkaç örnek seçeyim dedim: ‘Gerdunvekar’ (Dünya kadar vakarı olan) ya da ‘Mücaveret’ (Komşuluk yakınlık), çok uzaktır artık kullanılan dile ve insanımıza. Dahası hiçbir çağrışım yapmamaktadırlar bizlere. Oysa farklı çağrışımlar vermeye başlasa da ‘Hakikat’ gerçek'le, ‘Tabiat’ doğa'yla birlikte yaşamaktadır.
Beynin çalışma sistemi çağrışım üzerine kurulu. Algılanan her yeni şey önceki kayıtlılarla karşılaştırılıp eşleşme bulunup bulunmadığı kontrol ediliyor. Bu eğilimimiz yüzünden doğadaki bulut, dağ, kaya, kumsal gibi kimi oluşumları kimi canlılara, belli sembollere benzetirmişiz.
Arada bir gidip bir iki duble içtiğim barın çalışanlarından biri için ‘Nereden tanıyorum?’ duygusuna kapıldığımda merakımı gidermem çok sürmedi. Oysa her zaman bu kadar kolay değildir ‘Gözüm nereden ısırıyor?’ sorusunun yanıtını bulmak. Hatta çok kere epeyce kafa patlatmamıza rağmen yanıtı bulamaz, sonunda aramaktan vazgeçeriz. Bu kere kolay olmuştu bulmam, çünkü televizyon seyrederken karşıma çıkıvermişti beynimin eşleştirdiği görüntüdeki ikinci kişi; Discovery kanalda ‘Time Warp’ isimli yüksek hızlı kamera çekimleri programının iki kahramanından biriydi barda karşılaştığımın benzeri. Tıpatıp değil, daha çok ağabey kardeş benzerliğiydi onlarınki.
Olabilir, insanın insana benzemesinin şaşılacak yanı yoktur. Asıl tuhaflık, aralarındaki benzerliğin fizikleriyle sınırlı kalmamasından kaynaklanıyordu. İnsan ister istemez şaşkınlığa sürükleniyor; mimikleri, özellikle de birini dinlerken veya şaşırdıklarında kaşlarını kaldırmaları ve yanlara açılan ayaklarıyla yaylana yaylana (Yoksa paytak paytak mı demeliyim) yürümeleri çok büyütüyordu ‘Gözüm nereden ısırıyor?’ duygusunu. Zaten şaşırtıcı olan da benzerliklerinin tavırlar boyutuydu.
Sonunda dayanamayıp kurduğum benzerliği paylaşmak istedim; anlatmayı beceremediğimden mi, yoksa o dinlemeyi başaramadığından mı “Beni dizi yıldızlarına benzetirler zaten...” dediğini duyunca hemen konuyu kapattım. Ünlü peşindeki yeniyetme gibi hissetmek kaldırabileceğim duygu değildi. Ayrıca düşüncemi paylaşmamın bana pek bir şey katmayacağı da ortadaydı.
Sebepsiz olmayan 'Gözüm nereden ısırıyor?' duygusunun boşlukta asılı kaldığı durumlarda çoğunlukla çok ilgisiz, ilişkisiz ortamlar veya en azından biriyle çok az karşılaşma söz konusudur. İkinciyle sıkça karşılaşırız ama öncekini nerede gördüğümüzü bir türlü çıkartamayız. Biri her gün gördüğümüz gazete bayiidir, çarşıdaki kırtasiyecidir, diğeri ise bir reklamdaki gölgede kalan yüzlerden biri veya bizde iz bırakmış bir filmin karakter oyuncularından biridir. Ünlü bir yıldızın oynadığı ana karakter olsa hiç zorlanmadan çıkartacağımız o yüzü, belki bir iki filmde daha, acımasız katil gibi küçük ama sarsıcı rollerde görmek yüzünden bir türlü hatırlayamayız. Tanınmış başrol oyuncusuna benzettiğimizde hemen gidip gazete satıcısına “Siz ne kadar benziyorsunuz...” deriz zaten ve çoğunlukla “Evet, herkes benzetir...” karşılığını alırız. Yanıtı bulamadığımızda işimiz zordur; yine de dayanamayıp “Sizi nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamıyorum” diye başlayıp derlediğimiz olası birkaç yeri sayarız. Sonuçsuzdur tabii; bağlantı kurmamızın pek mümkün olmadığı bir yerdedir benzeri, ilişkilendirmeyi başaramayız. Çünkü sınırlı ölçüdeki fiziksel benzerlikleri dışında hiçbir ortak noktaları ve bağlantıları yoktur.
Dil konusunda katı tutuculuğun zenginliğe engel olduğunu, dili boğduğunu düşünmek için epeyce neden olduğu açık. Oysa pek çok kişi gibi ben de Türkçe kullanımında titizlenilmesinde, hatta tutucu olmak için çaba harcanmasından yanaydım. Düşüncemdeki bu değişimin nedeni, zaman içinde kelimelerin farklı anlamlar kazanmaya başladığını görmemdir.
Şöyle ki:
Aynı anlama gelmeleri ve ikisinin de kurgu olması fark etmiyor; hikâye ve öykü aynı şeyleri çağrıştırmıyor bende. ‘Hikâye’ masalsı bir vurgu yaparken, ‘Öykü’ gerçeğe dayanmayı çağrıştırıyor.
Doğa ve tabiat için de geçerli aynı durum; ‘Doğa’ yaşayan çevreyi işaret ederken, ‘Tabiat’ yaratılıştan gelenleri anlatıyor...
Hayat ve yaşam da öyle; ‘Hayat’ ömre dair çağrışımlar yaparken, ‘Yaşam’ günceli işaret ediyor…
Ya 'Kelime'mize ne demeli? Yazıya dair olan 'Kelime'leşirken konuşmalarımızdaki 'Sözcük'leşmedi mi?
Beynimdeki görüntüler böyle. Çağrışım mantığıyla çalışan beynim yarattı bu anlam farklılıklarını. Bilemiyorum, belki de renk körlüğü gibidir durumum, ya da yalnız değilimdir, pek çok kişi benim gibi algılıyordur. Neden böyle farklı algılamalar oluştu tam bilemiyorum. Büyük ihtimalle elli yılı aşkın yaşamımda eski ve yeni sözcüklerin sürekli kullanılmasına tanık olmanın sonucudur.
Nedenini örnekle açıklamaya çalışayım:
'Hayat', yaşlı nesil kullandığından uzun geçmişi çağrıştırır hale gelirken, 'Yaşam', eğitim ve gelişme dönemimdeki neslin kullanmasıyla 'Yaşanan günler' izlenimi vermeye başlayınca bu eğilim gelişmiş olabilir bende. Bizler, yalın Türkçenin yerleştiği ve kanıksandığı dönemde yetişip eğitim görüyor, yadırgamıyor, normal sayıyorduk ama büyüklerimiz ve yaşlılar eski kelimeleri kullanmayı sürdürüyorlardı. Bu yüzden ‘Hayat’ ve ‘Yaşam’ın iki farklı duruma göre şekillenmesi kaçınılmazdı sanırım.
Ve artık bir geriye gidiş değil büyük bir zenginleşme olarak görmeye başladım bu farklı algılamaları. Ayrıca, bu eğilimde yalnız olduğumu da sanmıyorum.
Sizce yaklaşımım yanlış mı?
Hayat, yaşam.
Hikâye, öykü.
Doğa, tabiat.
Kelime, sözcük.
Aynı gibiler ama değiller. Çünkü evrim dilde de çalışıyor. Ve farklılaştırdı...
Galleria Bowling salonunu bilenler bilir; tuvaletler salonun yan tarafında diptedir ve hemen hemen lobutların dizildiği kısmın hizasına denk gelir. Haniyse lobutlar devrildiğinde çıkan ses salondan daha iyi duyulur tuvaletlerden. Daha doğrusu salondaki yüksek volümlü müzik, insanların patırtıları perdelemektedir devrilen lobutların çıkarttıklarını. Oysa tuvaletlerin epeyce sessizleşmiş ortamında duvarların ardından gelmektedir devrilen lobutların sesi. Ne zaman tuvalete gitsem “Arka tarafta bir oduncu mu var?” diye geçiririm içimden. Devrilip duran lobutların sesi olduğunu bilmem sonucu değiştirmez, tuvaletin orada duyduklarım dökülen odunların sesidir benim için hep.
Semtten çoktan kaybolmuş ve yitip gitmekte olan oduncu ile Galleria nasıl mı bir araya geliyor beynimde? Çağrışım yüzünden.
Bana göre bunun açıklaması o sesin belleğimdeki en eski ve derin kaydında yatmaktadır. Çocukluk günlerimde at arabalarının taşımacılıktaki yeri epeyce fazlaydı. Çoğu şey gibi odunlar da çoğunlukla at arabasıyla taşınırdı. Arabacı odunu dökeceği yere yanaşır, o yandaki kapağı çıkartır, atı aksi tarafa çekerek terste kalan ön tekerleği arabanın kasasının altından uzaklaştırırdı. Sonra arabanın altına girer, kasayı omuzlayıp kaldırarak odunların dökülmesini sağlardı. Atı çekip o taraftaki tekeri arabanın altından uzaklaştırmasa, piston görevini kendisinin yüklendiği o damperi çalıştıramazdı arabacı. Zira eğilip omuzladığında, kasanın alt tarafının tekerleğe değmesi yüzünden kaldıramaz, dolayısıyla odunları dökemezdi pistonlaşan arabacı.
Hep “Nasıl kaldırabiliyor!” şaşkınlığınla izlediğim bu görüntü kazınmıştır belleğime.
İşte arabadan dökülen odunların o sesi bu yüzden yanıltıp durmaktadır beni bowling salonunda. Çünkü lobutlardan çok önce odunların sesi vardı hayatımda. Bu yüzden nerede olduğumu ne kadar bilirsem bileyim, devrilenler lobut değil hep odun olacaktır benim için. Çağrışım üzerine çalışan beynim böyle eşleştirmeye devam edecektir. Ve sanırım çok daha derin iz bırakacak bir görüntü, at arabasının yerini almadığı sürece de lobutlar odun muamelesi görmeye devam edecektir bende.
Dökülen odunları hiç duymamış, daha da önemlisi bir nedenle belleğine kazımamışlar için asla odun sesi olmayacaktır lobutların çıkarttıkları.
Çağrışım üzerine çalışan beyin yeni algıladığı bir şeyi kayıtlarında hiç olmayanla eşleştiremez. Ne ‘Gerdunvekar’ ne de ‘Tuti’, ne yaşamımda ne de genetik belleğimde var oldu. Bu yüzden bir metinde karşılaştığım Osmanlıca terimleri okurken de anlamamaktan veya “Tuti mucizei guyem”i dinlerken de duygulanmaktan başka etkisi olamıyor bende. Çünkü hayatımda yok bunlar, hiç olmadılar. Oysa ‘Tabiat’ da, ‘Misal’ de, ‘Hakikat’ da hep vardı ve bunlara ‘Guyem’, ‘Gerdunvekar’ gibi yaklaşıp görmezden gelmeyi sürdürmenin ne anlamı var diye soruyorum şimdi.
Zaten asıl tehdidin, cazibesi kalmamış geçmişten değil, teknolojiyi ve yaşamı yönlendirip biçimlendiren, yüksek çekimli cazibe merkezlerinin lideri durumundaki İngilizceden geldiği bilinirken, ‘Misal’i, ‘Hakikat’i tanımazmış gibi davransak ne olur davranmasak ne olur?
Bir yandan altyazı enteresanlığıyla egemenleştirilen filmlerle ve TV’lerle yapılan bombardıman, diğer yandan uyduların ve internetin küçücükleştirdiği Dünyada başını bilgisayar ve cep telefonlarının çektiği teknolojik aletler nedeniyle özellikle İngilizce çok yoğun şekilde var yaşamımızda. Bunun doğal sonucu da İngilizce sözcüklerin hızla Dil’e girmesi.
Bu noktada şu soruyu soruyorum kendime: “Türkçe kökenli sözcük konusunda aşırı tutucu olmak doğru mu?”
İkinci bir soru daha soruyorum; "Cezbedicilikten uzak katı tutuculuklar her geçen gün daha da yaygınlaşan İngilizce eğiliminde artışa sebep oluyor mu?"
Bir soru daha soruyorum; "Çok büyük hızla genişleyen teknolojik ortamlardaki dil kullanımından uzak, hatta habersizce yorum yapmak ve karar vermek doğru mu?"
Sıkça verilen, benim de hep sarıldığım örnektir bilgisayar için türetilmiş sözcükler ve aslında hepsi de müthiş güzel olmuştur. Peki, zamanında türetilen bu sözcükler günümüz yaygın kullanım ortamında, özellikle de internet varken yapılabilir miydi? Bugün imkânsızdır o sözcükleri oturtmak. Zira teknoloji öyle hızlı gelişiyor ve o kadar hızlı kullanılıyor, öyle hızlı tüketiliyor ki, insanların türetilecek sözcüklerle uğraşmaları da, türetilenlere alışmaları da mümkün değil. Kimse nafile yere kandırmasın kendini, hızlı gelişen ve yaşama giren teknolojilere isim türetmek çok ama çok zordur.
Diğer deyişle, bilgisayar internetle birlikte ve fazla sayıda, son yıllardaki hızıyla girseydi yaşamımıza, emekle türetilmiş o güzelim “Bilgisayar, ekran, donanım, yazılım” gibi sözcüklerin hiçbiri tutunamayacaktı belki de. Fare ve yazıcı gibi sözcükler için aynı iddiada bulunmanın zor olduğunu belirtmek gerekir, zira tam ve iyi karşılayan, sıcak, sevimli tanımlamalar bunlar. Özetle, bilgisayar yaşamımıza yoğun ve hızlı şekilde girseydi türetilen o sözcüklerin çok azı tutacak, hatta belki de hiçbiri tutmayacak, kalıcı olmayacaktı demeye çalışıyorum. Bu sözcükler yerleşip kalıcılaşabilmelerini, türetildikleri o ortamda kişisel bilgisayar kullanıcılığının henüz söz konusu olmadığı, dev kuruluşlarla, bilimsel ve resmi çevreyle sınırlı kullanıma borçlular. Koca ülkede hani neredeyse parmak hesabıyla sayılabilecek kadar bilgisayar varken kök salabildi “Bilgisayar, ekran, donanım, yazılım”.
Zaten teknoloji o kadar hızlı gelişiyor ki, kimsenin de aklına pek gelmiyor artık karşılık türetmek. Birilerinin aklına gelse dahi çoğunlukla fırsat da kalmıyor kullanılıp yayılmasına. Ürünlerin bir an önce pazara sunulması bu şansı tamamen ortadan kaldırıyor. Bu sözlerimle, yeni sözcük aramak yarasızdır, türetilmemelidir demek istemediğimi söylememe bile gerek yok. Hep türetilmelidir, hep çaba harcanmalıdır, çünkü doğru olan budur fakat tutmadığı görülünce ısrarın anlamı kalmıyor demek istiyorum.
Her zaman denenmesi gerektiğini gösteren pek çok örnek mevcut: Bilgisayarların çeşitlenmesiyle ortaya çıkanlar için türetilmiş 'Masaüstü' ve 'Dizüstü' örneğin... Yerinde ve müthiş güzel karşılayan sözcükler olarak yerlerini sessiz sedasız, tartışmasız, patırtısız gürültüsüz aldılar. Eminim kimse de farkında değildir bu karşılıkları kimin türettiğinin. Tarayıcı da iyi bir örnektir; web tarayıcı (Web browser) ya da belge tarayıcı (Scanner) teknolojinin gelişiyle birlikte yaşamımızdaki yerlerini aldı. Şimdi ise tablet bilgisayarlar, e-kitap ve e-gazete var sırada. Örnekler çoğaltılabilir…
Yeni karşılıkların türetilmesini ve kanıksanmasını sağlayan da yine o ilk karşılıkların, o güzelim bilgisayar'ın, yazılım'ın, donanım'ın türetilmesine borçluyuz aslında. O gün o duyarlılık gösterilmesiydi, büyük ihtimalle bugün kompüter, hardver, softver kullanıyorduk. Kimse de fare'yi, tarayıcı'yı, ekran kartı'nı türetmekle uğraşmayacaktı ve insan zekasına hakaret edercesine yapışacaktı dilimize brovsır, skenner, maus. Kısacası bütün bu güzellikleri, daha yolun başında 'Bilgisayar' için bu kapıyı açan ve aynı doğrultudaki çabalarını hiç vazgeçmeksizin sürdüren Prof. Dr. Aydın Köksal'a borçluyuz. (Bkz. http://www.inovasyon.org/getfile.asp?file=AYK.CBTD293.pdf )
Yine tam karşılamasa da bilgisayar yerine 'Bilgisunar' denemeleri var son dönemde ama mantıklı gibi gözükse de tutma şansı hiç yok. Çünkü çok fazla ve hızlı şekilde kullanılıyor bilgisayar, kimse tanımlama değişiklikleriyle, yeni isimlerle uğraşmayacak, ilgilenmeyecektir artık. Ayrıca bilgisayar tamamen benimsendi ve yerleşti.
Farkındaysanız ben de birlikte kullanıyorum eski ve yeni sözcüklerin bazılarını. Bunu aldırmazlıkla değil, bilinçli şekilde yapıyorum. Hatta kimi zaman, bütün bilgisizliğime ve yanlışa düşmeme rağmen Osmanlıcadan örneklere bile sarılıyorum. Ses uyumu, vurgu veya çağrışım amaçladığımda kalkışıyorum buna.
Diğer yandan beliren ihtiyaçların karşılanmasına dair şiddetli bir açlık var.
Dilin zenginleşmesi gerekmiyor mu, gerekiyor. Gereksiz sayılabilecek aşırı tutuculuklarla kasılmanın dili boğduğunu düşünmek için pek çok neden var. Biraz olsun soluk almasına izin vermek gerekiyor. Aşırıya kaçan tutuculuklar, dilin yaşayan bir canlı olduğu gerçeğini görmezden gelmek değildir midir? Nefes almasına, beslenmesine izin vermek gerekir. Besleyemiyor, soluklandıramıyorsan, boğuyorsun demektir. Tıpkı o öyküdeki, kendilerini arayan hasımlar sesini duymasın diye bebeğinin ağzını eliyle kapatıp soluksuz bırakarak ölümüne sebep olan, koruyayım derken öldüren anne gibi.
Beslemek, soluklandırmak gerek… Ve zaten ne yapılırsa yapılsın soluklanacak, beslenecek yerleri buluyor dil. Burada yapılması gereken seçim, bu beslenmenin bilinçli, bilimsel, akılcı olması gerektiğine karar vermek değil midir?
Örneğin e-mail; e-posta’yı tercih eden de var, e-mail'i kullanan da… Bunlara karşı olduğunu göstermek için el-mek’i öneren de… Elektronik’in e’si yerine el’i, posta yerine mektup'un mek'i kullanılarak türetilmiş anladığım kadarıyla; karşılamak bir yana kulak tırmalıyor el-mek. Yanıltılmıyorsam mektup Arapça, elektronik ise Fransızca kökenli... Türetilen el-mek sözcüğünün dayandırılanlar da zaten yabancı kökenli. Bir de yerleşmiş gözüken yaygınca kullandığımız e-posta var. Posta da İtalyanca kökenliymiş.
Sözlüğe, imla kılavuzuna bakmadan bunların bende yaptığı çağrışıma gelince:
Mektup, gönderilip gönderilmemesi veya nasıl ulaştırıldığı fark etmeksizin bir kişiye/kuruma yazmak, posta ise gönderi amaçlı türlü evrak çağrışımı yapıyor bende. Büyük hacimli veya ağır gönderi anlamındaki kargo ise çoktan yerleşti gitti. Üç farklı tip gönderi için 3 farklı isim dile zarar mı vermiştir yoksa zenginleştirmiş midir?
Bu nedenle yerleşmiş olan e-posta'yı kullanmama rağmen e-mail'i kullanma eğilimine giriyorum. Yabancı sözcük sevdasına kapıldığımdan değil, teknolojik gelişmelerle gelen tanımlamalarda tutuculukla kasılıp kalmanın işe yararlığını sorguladığım için yapıyorum bunu ve diyorum ki, bu tür kabullenişler dili bozmaz aksine zenginleştirebilir.
Olsun veya olmalı demiyorum; e-posta kurum içi yazışmalar için kullanılabilir, e-mail ise genel elektronik yazışmaları tanımlayabilirdi. Veya tersi, ya da kurum içi yazışmalar için e-not, e-evrak gibi yeni bir sözcük türetilebilir… Bu zenginleştirmez mi dili?
Hem zenginlik getirebileceği göz ardı ediliyor, hem de kavram çok hızlı şekilde yaşamdaki yerini alıp kök salarken ismi şu olsun, bu olsun tartışmalarının hiçbir önemi kalmayabileceği, yararı olamayacağı görülemiyor…
Yaşam "Ben işin felsefesiyle uğraşmam, becerir giderim…" diyen o horoz gibidir, pek aldırmaz tartışmalara, çok iplemez kuralları. Çünkü akmak zorundadır, akacaktır, durdurulmaktan haz etmez.
Peki, dünyanın çok büyük bölümünün kabul edip kullandığı simgeleşmiş tanımlamaları kullanmamanın dayanağı kalıyor mu?
Zaten kullanıla gelen sözcükler varken yabancı dildeki karşılıklarına yapışılmasıdır yanlış olan ve mücadele edilmesi gereken asıl yer burasıdır. Yaşamımıza giren yepyeni kavramlarla sürekli boğuşmanın ne anlamı ne de yararı vardır. Denemeler işe yaramamışsa daha fazla enerji tüketmemek gerekir onlar için.
Dil de akan bir nehir gibi yatağını oluşturuyor ve karışan kirli veya temiz yeni sularla büyüyor.
'Hey Corç versene borç' gibi saçmalamalar zaten boyluyor boylaması gereken yeri ama bu tür saçmalamalar, konuşma içinde 'Playboy' gibi bir tanımlama kullanmayı zorlamama engel olmalı mı sorusunu sorduruyor bana. Playboy'u örnek olarak veriyorum, yoksa kullanma ısrarım falan yok. Sadece çok gerekiyorsa veya engel olma şansı kalmamışsa "Neden olmasın, olabilmeli…" demek istiyorum.
Görüyoruz işte, kimin türettiğini, nereden çıktığını bile anlayamadığımız 'İkoncan' yerleşiverdi dilimize. Bizi geçtim, gidişata bakılırsa çoktan başka dillere bile uzanmaya başlamış. Ne demek ikoncan bilmiyorum aslında. Gün boyunca güneşlenen, 80 kere mayo, giysi değiştirip stil ve moda yaratmakla ünlenen, güzel, çekici kadın diye açıklamalar yapmakla kim uğraşır elimizin altında 'İkoncan' varken. Son günlerde medyada "Neden hayatımızdalar? Ünlü oldukları için ünlüler…" yaklaşımıyla sorgulanan 'İkoncan' deyiminin dili zenginleştirdiğini düşünmek yerine şiddetle reddetmek ne kadar doğrudur?
Ya o 'Konuşlanma'ya ne demeli? Daha önce kullanılıp kullanılmadığının farkında değilim; öyle sanıyorum ilk Körfez Harekatı sırasında bir simültane çevirmenin kullanmasıyla aniden yerleşiverdi dilimize. Hem de öyle yerleşti ki, sanki yüzyıllardır var. Oysa 'Konumlanma' daha uygun kastedilen için. Hatalı olmasına rağmen yerleşiverdi dilimize, düzeltemeye çalışmak da işe yaramıyor gibi.
Bir de çokluğun yarattığı rahatsızlık var: 'Olasılık' yerine 'İhtimal'i kullanmak istiyorum artık. Çünkü 'Olmak' kökenli o kadar çok sözcük kullandığımı düşünüyorum ki, rahatsız etmeye başladı, mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyorum 'Ol' tabanlı sözcüklerden.
Yaygın kullanım kıstaslardan biridir sanırım; 'İhtimal'i, 'İmkan'ı yeniden değerlendirmeye tabi tutmak gerekmez mi? Yaygın şekilde yaşıyordu bu sözcükler ve yaşamayı sürdürdüler; öldürmeye çalışmak nafile bir çaba, anlamsız bir savaş değil midir?
Takıldığım diğer konu:
'Kaale almak' çoktan ‘Galatı meşhur’luğu hak etmedi mi? 'Kale almak' bana 'Kaale almak' vurgusunu yapmıyor. “Kaale almak’ı kabul etmek Dil’i zenginleştirmek anlamına mı gelir yoksa Dil’i bozmak anlamına mı?" sorusunun sorulması gerekmiyor mu? Aslında TDK’nın görevidir bu ama nedense bunlarla uğraştığını duymayız. TDK’nın yapmadığı bu görevi yüklenmesi gereken edebiyat çevreleri öz Türkçe saplantısı tutuculuğuyla kasılıp kalmaya ve Dil’i boğup kıstırmaya devam mı edecek diye sormadan edemiyorum. Üniversite çevreleri desen üzerlerine serilen "İngilizce şart…" şalının altında pek ses çıkartmaksızın yatmakta... Sesleri çıktığında ya duyulmuyor ya da kulak veren olmuyor…
Son hikaayemde ‘playboy’ sözcüğünü konuşma içinde kullanıp kullanmamayı epeyce düşündüm, uzun uzun tartıştım kendimle. Konuşma içinde kullanırken bile kasılıp kalmanın, doğruluğunu yanlışlığını tartışmanın çok yorması yüzünden yazmaya karar vermiştim bu yazıyı ve bir türlü bitirilemeyenler arasında kaldı.
Amacım Dil konusunda ahkam kesmek değil. Hadim değil zaten… Kendimi bu konuda asla yetkin görmüyorum, sadece her zamanki gibi düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Epeyce kafa patlatmıştım nasıl yazacağımı bile bilemediğim 'playboy/pleyboy' sözcüğü üzerine. "Ne saçmalık…" diye parlayanları duyar gibi olsam da yine de düşüncemi paylaşacağım: Zampara, zengin zampara, hovarda mirasyedi, hiçbir şekilde karşılamıyor 'playboy'u. Hepsi kadınlarla veya sorumsuzca para yiyenleri çağrıştırmıyor mu? Türkçede olmayan ve en azından belli çevrelerde sıkça kullanılan ‘playboy’ sizlere ne ifade ediyor bilemiyorum ama bana, zengin yakışıklı, çekici, popüler ama parası olup olmadığı tam belli olmayan birini anlatıyor.
Pek çoğunuzun "Şart mı tek sözcükte anlatmak, küçük bir tanımlama yapılır böyle durumlarda… Her tanımlama için yabancı sözcük alacak olsak Dil iki günde çıfıt çarşısına döner, mahvolup gider" dediğinizden eminim. Aslında ben de böyle düşünüyorum. 'Playboy' örneğini vermem bu düşüncemi değiştirmiyor. Fakat kimse açıklamalı metinlerle konuşmaz, derdini en kısa şekilde anlatır herkes. 'Playboy' örneğiyle yeni tanımlamalara ihtiyaç duyulabileceğini ve bir şekilde karşılanması gerektiğini söylemeye çalışıyorum.
Aslında, konuşma veya yazılarının arasına yabancı sözcükler sıkıştırmayı kompleksli, özentili ve rahatsız edici buluyorum. Turşusal perhizlerde, yani çelişki içinde değilim; dilin zenginleştirilmesi ve tanımlayıcı sözcük ihtiyacının bir şekilde karşılanması gerekebileceğini vurgulamaya çalışıyorum. Bilimsel, akılcı denetimlerin yokluğunun yabancı sözcük özentiliği gibi zarar verici yönelimleri hızlandıracağını düşünmek için uzman olmak gerekir mi?
Diğer yandan uzun yıllardır dilimize katılmış doğru dürüst Türkçe kökenli yeni sözcük anımsayamıyorum. Nedenleri ayrı konu; denemeler var fakat çoğunlukla kabul görmüyor, yerleşemiyor, kalıcılaşamıyor.
Zaten bildiğiniz, hatta çok açık ki pek çoğunuzun benden daha iyi bildiği bütün bunları anlatmaktaki amacım, beni çok aşan Dil konusunda ahkam kesmek değil kesinlikle. Sadece, özel sözcüklere zaman zaman ihtiyaç duyulabileceği ve kimi zaman da engel olunamaz şekilde yaşamımıza girebileceklerini vurgulamak istediğim için anlattım bütün bunları.
Bir de, Dilde sadeleşme çabalarının öngörülmemiş bir başka sonucunun daha, yani, eski ve yeninin farklı çağrışımlarının ortaya çıktığıyla ilgili düşüncemi paylaşmak istedim.
Yaşayan Dil akıyor ve evrimleşiyor, farklılaşıyor, farklılaştırıyor. Kabul edilip yaygınlaşan kök salıyor, bütünün parçası oluyor, köksüzlerle beslenemeyenler ise savruluyor, yitip gidiyor.
Dilin korunması ve üzerine titizlenilmesi gerekiyor, ancak boğup kısırlaştırmanın zarar vereceği unutulabilir mi? Çok tutucu yaklaşmak Dil'i boğmuyor mu? Ahkaam kesmek bana düşmez ama bence boğuyor, hem de fena boğuyor. Tabii bununla ölçüsüzce her şeye kapılıp gitmeyi, her önüne gelenin her bulduğunu kullanmasını kast etmediğimi söylememe gerek bile yok.
Aslında yüzüme gözüme bulaştırma tehlikesini göze alarak Newton'un prizma deneyini uygulamaya çalıştım.
Newton'un güneş ışığının 7 renkten oluştuğunu kanıtlamak için bulduğu yöntem dehasının büyüklüğünü gösterir. Önce bir prizmayla Güneş ışığının 7 rengini duvara yansıtır. Bu zaten bilinmektedir ve 7 renk oluşumunun ışıktan değil prizmadan kaynaklandığına inanılmaktadır o günlerde. İkinci adımda duvarda 7 renkten sadece birinin geçmesine izin verecek büyüklükte bir delik açar ve duvarın arkasına geçip delikten geçen bu tek renk ışığa ikinci bir prizmayı tutar. Sonuç tam beklediği gibidir; prizmadan sadece yine o tek renk çıkmaktadır. Eğer tersi olsaydı, yani 7 renk, ışıktan gelmeyip prizmadan kaynaklanan bir özellik olsaydı, ikinci prizma tutulan o tek rengin yeniden beyaza dönüşmesi gerekirdi. Fakat dönüşmedi, kırmızıysa kırmızı, maviyse mavi kaldı.
İki kez prizmadan geçen 'Tabiat'ın, 'hakikat'ın aynı olmadığını gördüm.
Bu yüzden diyorum ki, yerle bir olmuş duvarların dayanamayışının nedenlerini ve istilacıları anlamak yerine, küçücük kalmış kapılarda dikilip "Dur…" deyip durmak nafiledir.
Eyüp ŞEKER
09.12.2009 / 26.27.30.03.2010