İLERİ DEMOKRASİ VE BEN

YURDUMDAKİ ÖZGÜR İNTERNET



En tepemizdeki güdücü New York’ta Columbia Üniversitesi’nde “Türkiye'de internet sansürü yok. Bazı internet sitelerine erişememe konusu vergi kanunlarının yetersizliğinden kaynaklanıyor” diye esip savurduğu sıralarda kullandığım Hotmail adreslerine erişim engeli konuluyordu.

Çok uğraştım kurtarma/geri alma işlemleriyle. Yaptığım her işlem engellendi, bütün girişimlerim sonuçsuz kaldı.


Özellikle ismime dayanan adresler engelleniyor ve erişilmez durumda. Diğer e-mail adresinde ise sorun yok ama çok açık ki onlara da sayfa açıp aynı tarzda kullandığımda engellenecekler. Çünkü açık bir adreste denedim ve hemen erişilmez hale geldi.


Daha önce karşılaştığım engellemeleri aşan bir direnç söz konusu. Gördüğüm kadarıyla Hotmail posta adresleriyle bunlara dayanan sayfaların serbestleşmeyecek. Nafile yere uğraşmanın manası yok deyip geri alma işlemlerine son verdim.


Bu durumda Hotmail adresleriyle tamamen ilişkiyi kesmem kaçınılmaz hale geldi. Aslında sadece Windows servislerini değil, Microsoft’u tamamen terk etme aşamasındayım.


Tabii ki hayal aleminde yaşamıyorum, tabii ki bilgisayarların ve internetin nasıl denetlenip kontrol edilebildiğinin fazlasıyla farkındayım. Hem de çok az kişinin farkında olduğu kadar…


Buradaki asıl mesele yasaklar ve engellemeler için Microsoft’un çocuk oyuncağıymış gibi kullanılması, akıllara estiğince sopaya dönüştürülmesidir. Engellemeler telefondaki uygulamaları çağrıştırıyor. Nasılsa soran eden, hatta buna kalkışabilecek kimse yok; pat küt, haşırt, işlem tamam… Bu kadar basit…

Bilmiyorum gelecekte nelerle karşılaşacağımızı ama içimden bir ses haykırarak bugünleri çok arayacağımızı söylüyor.

Şimdilik Microsoft’un internet servislerini kaldırsam da, bilgisayarları değiştirip Windows kullanmayan sisteme geçmemin de an meselesi olduğunu biliyorum.

Artık http://eyupskr.spaces.live.com/ sayfasına giriş yapamıyor, eyupskr@hotmail.com e-postasını da kullanamıyorum. Bunlarla ilgili olası işlemlerin benden habersizce benim dışımda gerçekleşeceği unutulmamalıdır. Aslında, yalnızca bu adreslerle değil, hiçbir Hotmail adresiyle ilgim kalmamıştır.

Bilinmez şey değil, ‘İmaj her şeydir, hatta her şeyden bile çok şeydir’ ilkesini fazlasıyla ilke haline getiren güdücülerimiz, her önemli adımdan önce, girişim sırasında ve sonrasında tam tersi görüntü oluşturmak için büyük çaba harcıyorlar.

Güdücülerimizin özgürlük ve demokrasiye boğdukları yurdumda Facebook’un da yasaklanmak üzere olduğu ve son anda vazgeçildiği ortaya çıktı. Hiç kuşku yok ki, ilgili girişimler sürecektir. Kısa süre sonra Atatürk’e hakaretler yağdırıldığı ışık hızında fark edilip derhal erişime kapatılacaktır Facebook. Bu kez olmadı denilip durulacağını sanan çıkmaz herhalde, sonuca varılıncaya kadar girişimlerin sürdürüleceği çok açık.

Büyüklerimiz bilir deyip geçemiyoruz şimdilik, fakat yakın zamanda tamamen "Güdücü büyüklerimiz bilir, biz bilmez güdülenlere mi kaldı güdücülerimizin işlerine akıl erdirmek!" aşamasına geleceğiz gibi gözüküyor.

Bu yüzden diyorum ki, ileri demokrasiyi sevelim sevdirelim.

Nasılsa sevdirilecek…


Eyüp ŞEKER

.

FORMULAZ





YARIM ASIRLIK PROBLEM

Geçen hafta gazetelerde ‘Formulaz Yarışları’ haberiyle karşılaşmam, anında çok eskilere götürüverdi beni.

Tahtadan arabaların çok önemli yeri vardır çocukluğumda. Aslında sadece çocukluğum demek pek doğru sayılamaz. Zira arabalar çocuklukta kalsa bile bunlarla ilgili bir problem uzun yıllar kafamı kurcalamıştı.

İlkokul yıllarında yazları Rize’ye giderdik. O günlerde görmüştüm tahtadan arabaları. Çok da yaygındı… Bizlerden beş on yaş büyüklerin kalkışabileceği işti böyle bir araba yapmak, biz küçükler sadece seyirciydik. Şanslıysak birinin arkasına binip yokuştan inmenin keyfini çıkartabilirdik en çoğu.

Bir keresinde gördüğüm arabaya çarpılmıştım. Yalnız ben mi, küçüğünden büyüğüne herkes büyülenmişçesine hayranlıkla seyretmişti arabayı. Nasıl büyülenmeyelim, rendelenmiş, zımparalanmış tahtalarla çok özenilerek yapılmıştı ama hepsinden önemlisi bir direksiyonu ve koltuk benzeri bir oturağı vardı. Tam usta işiydi ve bu ustalığının karşılığında sadece biz küçüklerin değil, yaşıtlarının, hatta büyüklerin bile hayranlık dolu övgülerini almıştı. Kıskançlıkları, hasetlikleri de... Gerçekten ustalık isteyen işti böyle bir araba yapmak.  

O güne kadar gördüğümüz arabalar çok basitlerdi. Yaklaşık 1 metre uzunluğunda kalın bir tahtanın arka tarafına dingil niyetine yarım metre boyunda bilek kalınlığında, uçları tekerlek deliklerinde uyacak kadar inceltilmiş bir dal çakılırdı. Aynı dingilden bir tane de ön taraf için hazırlanır ama bu çakılmaz, yarım metrelik dalın tam ortasına denk gelen yerden enlemesine delinir ve o delikten geçirilen kalın bir vida veya çiviyle ortadaki tahtaya bağlanırdı. Böylece sağa sola dönebilen direksiyon elde edilirdi.

Tekerlekler ise 15-20 santim çapında yuvarlaklığı muntazam bir ağaç gövdesinden yaklaşık 2 santim eninde dilimler kesilerek elde edilir, tam ortalarından matkapla delinerek hazır hale getirilirdi. Eğer ortadaki uzun kalas darsa, oturak niyetine geniş bir tahta çakılırdı arabanın arka kısmına.

En iyi tekerleklerin dişbudaktan yapıldığını unutmam mesela. Kazınmıştır belleğime… Dişbudak ağacı nasıldır bilmem, fakat tekerlek için birebir olduğunu bilirim. Demek ki sert sağlam bir ağaç dişbudak… Bir de çok bulunmadığından kıymetli sayıldığını hatırlıyorum... Geri kalan kısımlar dört bir yanda bolca bulunan kızılağaçtan yapılırdı.

Elektrikli matkap, testere falan ne gezer, bütün işler, pense, keser, kerpeten, el testeresi gibi basit aletlerle yapılırdı.

Bitirildiğinde, keyfini sürmek için uygun yokuş bulmak kalırdı geriye. Asfalt ne gezer, yollar topraktı. Daha beteri, aşırı yağmurlu iklim yüzünden sıkça çakıl dökülmesi gerektiğinden düz yüzeyli bir yokuş bulmak kolay değildi. Zaten yollara yeni çakıl dökülmüşse, arabaların, çakılları ezerek gömmesi için birkaç hafta geçmesi gerekirdi.

Yokuşun tepesinde arabaya oturulur, ayaklar öndeki direksiyon dingilinin sağına soluna yerleştirilir ve kaymaya başlanırdı. Bu arabaların kötü tarafı dönüşlerinin az olmasıydı. Çünkü öndeki dingile yerleştirilen ayaklar ortadaki kalasa dayandığından sağa sola fazla çevrilemezdi. İşte direksiyonlu o muhteşem araba sadece görünüşüyle göz kamaştırsın diye değil, aynı zamanda bu soruna çözüm getirsin diye düşünülmüştü.

Ama ama ama, onun da önemli bir sorunu vardı; bir tarafa daha az dönebiliyordu direksiyonu.
Güzelim arabayı yapan, direksiyonu çevirmek için ip kullanmıştı. Çok zekiceydi yaklaşımı fakat karşılaştığı dönme engeli problemine çözüm getirememişti. İşte bu problem benim de kafamı yıllarca meşgul edecekti. Boru değil, sözünü ettiğim 45 yıl önceki bir problem.

Sorun şuydu: Direksiyon miline sardığı iplerden biri sorunsuzca boşalıp dolanırken, diğeri öncekinin altında kaldığı için ancak birazcık açılabiliyor, arabanın bir tarafa yeterince dönmesini engelliyordu.


Açıklık getireyim: Beş altı santim çapındaki bir ağaç dalından mili olan direksiyon yapmıştı arabaya. Tekerlek dingilinin sağının solunun en uçlarına çiviyle sabitlediği ipleri getirip direksiyon miline birkaç tur sardıktan sonra çiviyle sabitlemişti. Düşünce basitti, direksiyon bir tarafa çevrildiğinde o taraftaki ip sarılırken diğer taraftan gelen ise boşalacaktı. Fikir güzeldi de uygulamada sorun çıkıyordu. Direksiyon miline aynı noktadan sarılınca bir taraftan gelenin diğerinin üstüne binmesi kaçınılmazdı. Direksiyon milinin farklı noktalarına, yani birini aşağı diğerini yukarı kısıma sarmak da işe yaramıyordu. Çünkü sarılma çapları farklılaştığından direksiyonda belli bir aşamadan sonra boşluk oluşuyordu.

Çözüm geliştiremeyince o güzelim fiyakalı arabanın direksiyonunu söküp atmak zorunda kalmıştı hatırladığım kadarıyla.     

İstanbul’a döndüğümüzde arkadaşlara anlata anlata bitirememiştim bu arabayı.

Bizler paten bilirdik. Paten dediysem ayaklara bağlananları kast ettiğim sanılmasın. Tahtadan yapıp rulman taktığımız, ayaklardan biri üstündeyken diğeriyle iterek gittiğimiz, yokuşlarda ise iyice keyfini çıkarttığımız çok gürültülü eğlenceliklerdi bunlar. Aslında şimdi de var bunların kaliteli silikon tekerlekli olanları, o zaman da vardı küçük şişme tekerleklileri ama bizim rulmanlılar bambaşkaydı ve asfaltta müthiş hızlı giderlerdi. O şişme tekerlekliler yanımıza bile yaklaşamazdı.

Rulmanlı araba yaptığımız da olurdu. Yokuşun tepesinde biner, ayakları yerleştirdiğimiz ön dingille kontrol ederek gidebildiğimiz kadar giderdik. Fakat araba sıkıntılıydı, ya birimiz biner diğeri iter ya da sırlanıp taşıyarak yokuşa gider, nihayetinde arabaya kurulup kayardık. İniş bittikten sonra sırtlanıp yukarı taşımak gerekiyordu. Yani sefası kısacık, eziyeti upuzundu rulmanlı arabaların. Oysa patenler hep taşırdı insanı, yokuş yukarı bile.

Basitçe anlatmak gerekirse: Tahta patenler alt tarafına iki çelik rulman takılmış tahtadan büyük bir L’ydi. Bu büyük L’nin dik kolunun en tepesine direksiyon niyetine bir çıta çakılır, ön dikmenin sağa sola dönebilmesi için de menteşe niyetine vidalanan 2 adet burgunun karşılığı olarak L’nin ayak konulacak alt bölümüne de 2 adet burgu takılır, bunları birleştirmek için de bir karış uzunluğunda ince demirden bir mil kullanılırdı. Al sana direksiyonlu paten…

Ataköy 1.Kısım’la 2.Kısım arasındaki iki yokuş keyif yerimizdi ama çevre sakinlerin illallah diyerek üzerimize gönderdiği kapıcılar başımızın belasıydılar. Haklıydı aslında şikayet edenler; çelik rulmanlar asfaltta felaket ses çıkartıyorlardı. Hele de sekiz on çocuk hep birden kaymaya görsün, ortalık inlerdi.


Bisiklet kadar, belki de daha çok severdik patenleri. Tabii büyüyünceye kadar… İlkokul çağının oyuncaklarıydı patenler. Ortaokulla birlikte bisiklet tek aracımız haline gelmişti. Boru mu, büyümüştük artık… Hayata bakışımız da değişmiş, brandadan kayıkla, büyük teneke kutulardan sal yapmak en büyük amacımız olup çıkmıştı. Ataköy plajına kaçak girmenin yollarının peşinden koştuk yıllarca, hatta kazık kadar oluncaya kadar. Kolay değildi plaja sızmak, sal veya kayık yaparak açıktan girmeyi planlıyorduk. Ve yaptık da…

Yuvarlak Vita Yağı tenekelerini ucuca ekleyip sal yapma projesini hiçbirimiz gerçekleştiremedik ama ben kendi payıma brandadan iki kayık yaptım. Çıtalardan yaptığımız kasnağın üzerini bakkaldan aldığımız şeker çuvallarıyla kaplar, su geçirmezliği sağlamak için de bezir yağı ve üstübeç karışımını fırçayla sürer, son olarak da bir iki kat yağlı boya çekerdik. Bütün bunları, diğer pek çok şey gibi ortaokuldaki Elişi dersinde öğrenmiştik. Belirtmeye gerek yok aslında, çoğumuzun en sevdiği dersti Elişi ve çarşıdaki Taş Okulun bodrum katındaki atölyeye ineceğimiz günü iple çekerdik.   

Şeker çuvalından kayık mevzuu başlı başına maceralarla dolu olduğundan oraya şimdi girmeyeyim.

Rulmanlı paten ve arabalarla fazlaca haşır neşirliğin kaçınılmaz sonucu, 3-4 kişi birden binebileceğimiz devasa bir araba yapmaya karar vermem olmuştu. Hem de direksiyonlu yapacaktım, kafaya koymuştum. Kolay mı, bir türlü aklımdan çıkmıyordu Rize'deki o araba.

Direksiyon faslına gelinceye kadar her şey iyiydi, arabayı bitirmiştim. Ne kadar uğraştıysam bulamamıştım çözümü, çaresizce söküp atmıştım direksiyonu ben de. Rize'de değil de o günlerde kazındı kafama sanırım bu problem. Cevabını kaç yıl sonra bulduğumu şimdi anımsamıyorum ama bir iki yıl değil uzun yıllar sonra çözdüğümden gayet eminim.

Bu öyle her an düşünüp durduğum bir şey değildi kesinlikle, sadece çağrıştırır bir şeylerle karşılaştığımda aklıma gelip duran bir problemdi. Harıl harıl cevabını aramıyordum yani, anımsadıkça "Nasıl çözülürdü" deyip birkaç saniye sonra bir dahaki anımsamaya kadar unutuverdiğim bir şeydi.

İşte böyle anlardan birinde gelmişti çözüm.

Basit bir çözümü vardı meselenin.

İpler direksiyon miline dar açıyla değil, tam dik şekilde geldiğinde sorun çözülüyordu. Dingilden gelen ipler doğrudan direksiyona bağlanmayıp yanlara yerleştirilmiş kollar üzerinden getirilmeliydi.

Dingilden uzaklaşıldıkça ipin sarım açısı daralıyor, bu da sarım çapını büyütüyordu. Bu yüzden direksiyon bir tarafa kırıldığında ip 10 santim sarılıyorsa, aksi taraftaki 10 santim boşalmak yerine 15 santim boşalıyor, bu da direksiyonda aşırı boşluk yaratıyordu. Sonuçta araba bir anda yoldan çıkıyor ya da bir yerlere bindiriyordu. Frensiz yokuş aşağı hızla inerken bir taraflara bindirmenin sonuçlarından söz etmek anlamsız herhalde.

Bunun için ön dingilden gelen ipleri dik açıyla direksiyon miline sarmak gerekiyordu. Direksiyon milinin iki yanına farklı uzunluklarda birer dikme yerleştirip ipleri önce bu dikmelerden geçirip sonra tam karşısından direksiyon miline sarmak yeterdi. Çözüm çok basitti ama çocukken bir türlü aklıma gelmeyeni bulmak için uzun yıllar geçmesi gerekmişti. Ne yapayım, makine mühendisi, fizikçi falan değilim ki anında çözüm getireyim. Zekadan nasibini almamışlığın kötü kaderi işte… Yıllarca uğraş dur, saç baş yol. Öffff ya, çekilir hayat mı benimkisi! Batsın bu hayat yani.

'FORMULAZ' fotoğraflarına baktığımda anıların canlanması kaçınılmazdı.

Arabalar müthiş. Çoğunda direksiyon meselesine kollu çözüm getirilmiş ve iyi fikir gibi gözüküyor. O günlerde yoktu kollu direksiyonlar. Görebildiğim kadarıyla tek bir tane de direksiyonlu araba var aralarında. Ya sırrı ortaya çıkmasın diye, ya da şakayla beslenen estetik güzellik adına önüne kaporta yapıldığından direksiyon tekniğini görmek mümkün değil. Acaba nasıl bir çözümü var diye merak etmemeden geçemiyorum. Bir şey daha dikkat çekiyor; katılanların çoğu torun torba sahibi, dede falan.
Benim gibi 40-45 senelik hatıralarından beslenip çocukluklarını yeniden yaşıyorlar belli ki.

Çocukluğumuzda istesek de yapamazdık biz bu Formulaz arabalarını; nereden bulacaktık o ağaç gövdelerini, dalları falan. Neyle yapardık tekerlekleri! Buralarda nereden bulacaktık dişbudak kütüğünü… Bulduk bir kütük yaptık diyelim, iki metre gitmeden darmadağın olurdu. Biz ancak inşaat tahtaları bulabiliyorduk patenler, arabalar için. Üzerlerindeki beton kalıntılarını temizledikten sonra yapmaya koyuluyorduk patenleri arabaları. Gidip marangozlardan cillop gibi temiz tahtalar alacak halimiz de yoktu, niyetimiz de… Yetip artıyordu çimentolu tahtalar…

Yaşasın 'Formulaz' diyelim en iyisi.

Umarım nice nice Fitibaldilaz'lar, Schumaerlaz'lar, Alonsolaz'lar, Massalaz'lar çıkar Rize'den. Ve de müthiş Ferralaz'lar, McLarenlaz'lar, Renaultlaz'lar, BMW Sauberlaz'lar… Hem de direksiyonlu…

Kim tutar yokuşta be…

Kim akıl ettiyse çok iyi etmiş. Görüntüler müthiş keyifli.

Yaşasın Formulaz.


NOT: Sonradan fark ettim, bir tane daha direksiyonlu araba varmış aralarında. Tasarımcısının nükleer fizikçi, roket mühendisi falan olmadığı belli, çözememiş yarım asırlık problemi ve de bir bir üzerine sarılan ipli direksiyon yapmış kendine. Bunu yapandan mühendis, otomobil tasarımcısı falan olmaz, boşuna heveslenmesin, gitsin torunlarıyla oynasın, onlarla vakit geçirsin, ne işi var Formulaz'la.


Eyüp Şeker

15 Eylül 2010