34 DAKİKA BİLE FAZLA
İngiliz gazeteci, yazar, analist.
1989’dan beri İstanbul’da yaşıyor. Üniversitede antik Yunanca ve
Latince okudu. The Sunday Times, Jane(se yayınlarına ve kimi düşünce
kuruluşlarına yazılar yazıyor. The Economist Intelligence Unit’e birkaç rapor
hazırladı. Uzmanlık alanları sivil-asker ilişkileri, siyasi İslam ve
terörle mücadele. “Türk Silahlı Kuvvetleri ve Siyaset” ve “Türkiye’de Siyasi
İslam: Batı’ya Koşarken Yönünü Doğu’ya mı Çeviriyor?” isimli kitapları var.
“Gerçekle Düş Arasında Ergenekon Davası” başlıklı ünlü raporun yazarı.
Ünlü
Ergenekon raporunun yazarı İngiliz gazeteci Gareth Jenkins’le konuşuyoruz.
Ergenekon kararlarını değerlendirirken öyle şeyler anlatıyor ki neredeyse
dudaklarım uçukluyor. Bu söyleşiyi okuduğunuzda dehşete kapılacağınızdan hiç
kuşkum yok.
- Siz baştan beri Ergenekon
davasının adil bir dava olmadığını ileri sürdünüz. Hatta, Ergenekon
iddianamesini satır satır okuduktan sonra “Düşle Gerçek Arasında” başlıklı bir
de rapor yazdınız. Şimdi Ergenekon kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben böyle kararlar bekliyordum, ama bu kadar ağır cezalar
beklemiyordum. Yani 117 yıl ceza nasıl olur? Tamam, Ergenekon davasında
sanıkların mahkeme tarafından suçlu bulunacakları konusunda en ufak bir şüphem
yoktu. Ama demin de dediğim gibi bu kadar uzun cezalar beklemiyordum.
- Örneğin Mustafa
Balbay’ın 34 yıl 6 aya mahkûm edilmesini nasıl karşıladınız?
Olaya mantık açısından baktığınız zaman Balbay’ın 34 dakikaya bile
çarptırılmaması gerekir. İddianameyi, Balbay’a atfen yazılan sözleri okudum.
Adam, her gazetecinin yaptığı gibi toplantılarda notlar tutmuş. Yani herhangi
bir suç işlediğine, bir terörist örgüt üyesi olduğuna dair en küçük bir kanıt
bile yok.
Balbay’ı hiçbir suç kanıtı olmadan beş yıldır cezaevinde tutuklu olarak
hapsettiklerine göre zaten baştan ona ağır bir ceza vermeye kararlı oldukları
belliydi. Aksi durumda zaten onu çok önceden tahliye etmeleri ve tutuksuz
olarak yargılamaları gerekirdi. Ona verilen ceza beni şaşırtmadı. Ne daha uzun
ne de daha kısa bir ceza alacağını tahmin ediyordum.
- Bir de önceki Genelkurmay
başkanlarından emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a verilen ömür boyu hapis cezası
var. Başbuğ, Başbakan’ın kendisi tarafından onaylanan bir kararla Genelkurmay
Başkanlığı’na atanmış ve iki yıl boyunca Başbakan’la birlikte çalışmıştı. Bu
süre içinde Başbakan’ın Başbuğ’un bir terör örgütü lideri oluşundan hiçbir
şekilde şüphelenmemesi biraz garip bir durum değil mi?
Bu sorunun sorulması gerekir. Olaya tarafsız bir gözle baktığınız zaman bu
cezanın Tayyip Erdoğan için ciddi biçimde rahatsızlık uyandırmış olması
gerekir. Burada iki varsayım var. Birincisi, Erdoğan’ın da Ergenekon üyesi
olduğu, ikincisi de Erdoğan öyle bir akıl tutulmasına uğramış olmalı ki iki yıl
boyunca bütün devlet sırlarını bir terör örgütü başıyla paylaşmış.
Ergenekon davasına baktığınız zaman bu insanların birileriyle kurdukları
temasları temel aldığı görülüyor. Üstelik, aralarındaki kimilerinin kötü
insanlar olduklarını bildiğimiz halde bu görüşmelerde hiçbir suç delili de yok.
Dolayısıyla, eğer bu dava birilerinin birileriyle temasları ve görüşmelerinden
yola çıkılarak açılmışsa bugün Tayyip Erdoğan’ın da hapiste olması gerekirdi.
Tabii bu durum kendisi için çok ciddi rahatsızlık unsuru olmalıdır. Ama bu
sözlerimden sakın Erdoğan’ın terör örgütü üyesi olduğunu düşündüğüm gibi bir
anlam çıkarılmasın. Tabii ki böyle bir şeye inanamam. Ben sadece işin
mantığından ya da mantıksızlığından ve varsayımlardan söz ettim.
- Yani siz Ergenekon denilen
bir terör örgütünün varlığını kabul etmiyor musunuz?
Etmiyorum. Yani mahkemenin tanımladığı gibi bir örgütün varlığını kabul
etmiyorum. Ergenekon önceden hazırlanmış bir plandı.
- Peki, bu planı kim hazırlamış
olabilir?
Bunu tahmin etmek zor. Dava 2007’nin yazında Ümraniye’deki bir evde el
bombaları bulunması üzerine açıldı. Derken savcı Zekeriya Öz yine aynı yıl
emniyet müdürlüğüne geçmişteki bütün siyasi ve ırkçı cinayetlerin dosyaları
için başvuruda bulundu.
Daha sonra tutuklanan kişilere baktığınızda bunların öbür cinayetlerle uzaktan
yakından ilişkilerini gösterecek en küçük bir delil bile olmadığını
görüyorsunuz. Demek ki Zekeriya Öz, çok önceden kafasında böyle bir örgütün
varlığını tasarlamıştı.
- İyi de Zekeriya Öz bu işi tek
başına yapmış olabilir mi?
Olamaz. Benim şüphem Zekeriya Öz, böyle bir örgüt olduğunu düşünen ya da böyle
bir örgüt olduğu izlenimini kamuoyuna vermek isteyen bir grup insandan
birisidir. Aslında Türk milleti kendisine söylenenlere inanır. Ben akılsızlar
demiyorum. Sakın yanlış anlamayın. Ama insanlara güveniyorlar. Kendilerine
söylenenlere inanırlar. Bunlar da milletin bu söylenenlere inanma eğilimine
güvendiler.
- Davanın tam ortasında Zekeriya
Öz’ün ortadan kaybolması size garip gelmiyor mu?
Gelmez olur mu? Bakın Egrenekon, Balyoz ya da İzmir’deki askeri casusluk
davalarını incelediğinizde hepsine de hem yargıda hem de poliste aynı
insanların baktığını fark ediyoruz.
- Üç yıl kadar önce sizinle
yaptığımız ilk söyleşide Gülen cemaatinin bu davaların tetikçisi olduğunu
söylemiştiniz. Hâlâ aynı kanıda mısınız?
Bu konuda kafamda hiçbir kuşku yok. Kimi insanlar Fethullah Gülen cemaatini
hizmetleri için destekliyor. Sanıyorum bu insanların birçoğu Ergenekon
davasında olan bitenlerden habersiz. Birçoğu bu davaların doğru verilere
dayandığına inanıyor.
Ama, medyada da boy gösteren cemaat içinde küçük bir grup bu davalarda çok
önemli roller oynadılar. Örneğin, iddianameyi okurken bunun içinde yer alan
iddialarla cemaat yayın organları olan Zaman, Today’s Zaman gazetelerinde çıkan
haberlerdeki iddiaların birebir örtüştüğünü görmek beni şoke etmişti.
Ben Ergenekon’la ilgili raporumu yayımladığımda da bana saldıranlar bu Gülen
medyasının şahsiyetleriydi. Ahmet Şık, Hanefi Avcı neden hapse atıldılar? Çünkü
Fethullah Gülen ve cemaati aleyhinde kitap yazmışlardı. Ya da Nedim Şener...
- Siz tam Ergenekon kararları
açıklandığında BBC’nin Türkçe servisine bir demeç verdiniz. Orada
söylediklerinizi tekrarlar mısınız?
Tutuklananlarının hepsinin ortak yanlarına baktığınız zaman tamamının Gülen
cemaatinin çıkarları aleyhine faaliyet gösterdiklerini görüyorsunuz, dedim.
Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyasının üyeleri, Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği yöneticilerinin hepsi bu nedenle gözaltına alınıp
tutuklandılar.
Bu insanlar okul çocuklarına Gülen cemaatinin yaptığı gibi burs veriyordu. Yani
Gülen cemaatinin eğitim alanına onlara göre tecavüz ediyorlardı. Çağdaş Yaşamı
Destekleme Derneği’nden burs alan öğrenciler, PKK üyesi olmakla suçlandılar.
Yani Gülen cemaati sadece kendilerine düşman değil, çıkarlarına zarar veren
rakipler olarak gördükleri insanları da cezalandırma ve öç alma yoluna gitti.
Hatta laik askerleri de Fethullah Gülen’in ABD’ye kaçmasına zorlayan kişiler
olarak damgaladılar. Bir başka olay da gazetenizin başyazarı İlhan Selçuk’a
yaptıkları inanılmaz muameleydi.
Şimdi, bütün bu suçlanan kişilerin kimliklerine baktığınızda hepsinin bir
şekilde Gülen cemaati aleyhinde faaliyet göstermiş şahsiyetler olduklarını fark
ediyorsunuz. Demin Gülen cemaatinin düşmanlar, rakipler ve öç alma gibi üç
unsurdan yola çıkarak bu davalarda hedef aldıkları insanları cezalandırma
yoluna gittiğini söyledim. Bir unsur daha var. Cemaat güç ve iktidar elde etme hırsı
içinde. Gündemlerinin tamamıyla dine dayalı olduğunu hiç düşünmüyorum. Tabii
bir bölümü öyle. Ama geri kalanı iktidar ve güç hırsından kaynaklanıyor.
Çıkarlarına halel getiren kim varsa üstüne gidiyorlar.
- Başbakan Erdoğan’a MİT
Müsteşarı Hakan Fidan üzerinden yapmak istedikleri gibi mi?
- Evet.
- Sizin de üzerinize
gelmediler mi? Bana sizi yazdığınız rapor yüzünden çok ciddi biçimde tehdit
ettiklerini söylemiştiniz. Hâlâ böyle tehditler alıyor musunuz?
Özellikle medyalarında ağır karalama kampanyasına girişmişlerdi. Sadece onlar
da değil. Bugün de yapabilirler. Ama ne yapabilirler? Ancak ya tutuklatırlar ya
da beni sınır dışına gönderirler.
- Nasıl tutuklatırlar? Siz
İngiliz vatandaşı değil misiniz?
Mantıken böyle bir şey yapamamaları lazım. Ama burada mantık yok ki. Mantık
olsaydı bu dava böyle sonuçlanmazdı. Hatta olmazdı. Bunca insan bu kadar uzun
süreli tutuklanmazdı. Eğer bu ülkenin haberalma örgütünün en tepesindeki isim
PKK’ye yardım ve yataklık etmekten sorgulanmak istendiyse ya da “Baba Beni
Okula Gönder” kampanyasının, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin merkezlerine
baskın düzenlendiyse burada mantık aramamak lazım. Bütün bu mantıksızlıklara
karşı doğru bildiğimi her zaman söyleyeceğim.
- Siz uluslararası
platformlarda Ergenekon davasının ne olup ne olmadığını anlatmak için
konferanslar verdiniz. Aldığınız tepkileri ya da değerlendirmeleri söyler
misiniz?
Verdiğim konferanslar ve katıldığım panellerde anlattıklarımın uluslararası
alanda insanların Ergenekon’la ilgili düşüncelerini muazzam ölçüde
değiştirdiğini söyleyebilirim.
Ergenekon’la ilgili ilk yazım Ocak 2008’deydi. O sırada Veli Küçük, Muzaffer
Tekin tutuklanmıştı. O ilk yazımda Türkiye’nin sonunda karanlık geçmişiyle
yüzleşmekte olduğunu yazmıştım. Çünkü Veli Küçük’ün ya da Muzaffer Tekin’in
geçmişte pek çok karanlık olaya bulaşmış olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ama o yazıda da bir soru işareti vardı. Çünkü neyin olup bittiğinden tam olarak
emin değildim. Aradan iki üç ay geçtikten sonra işin böyle olmadığını arkadan
gelen tutuklama dalgalarından sonra anladım. Öte yandan konuştuğum insanlar
benim yanıldığımı, Türkiye’nin geçmişini temizlemekte olduğunu, derin devletle
hesaplaşmanın başladığını söylüyorlardı.
Hatta ben Ergenekon raporunu yazıp Washington’da sunumunu yaptığım sırada da bu
insanlar derin devletle hesaplaşma fikrini sıkı sıkı savunuyorlardı.
Uluslararası alanda da böyleydi. Hatta AB’nin 2009’daki İlerleme Raporu’nda da
davanın doğru yönde ilerlediği görüşü vardı. Derken yine uluslararası alanda
yavaş yavaş ne olup bittiği anlaşılmaya başlandı. İki yıl önce de artık hiç
kimse bu davaların doğruluğuna inanmamaya başlamıştı. Artık düşünceler 180
derece değişti. Hiç kimse Ergenekon diye bir örgütün varlığına inanmıyor.
Herkes sözde kanıtların birileri tarafından oluşturulduğunu ve evlere kimi
polisler tarafından yerleştirildiğini, uluslararası ve Türk hukukunun bu
davayla ayaklar altında çiğnendiğini biliyor.
- Peki, Gezi olaylarının
Başbakan tarafından uluslararası komplo olarak nitelenmesine ne diyorsunuz?
Başbakan, dünyada kendilerini kıskandıklarını söyledi. Bu olaylar Başbakan’a
göre, hükümeti kıskananlar tarafından tezgâhlanmış. Aslını ararsanız hiç kimse
kıskanmadığı gibi gülüyorlar, sarakaya alıyorlar.
Son iki yıldır Türkiye dışında kime bu davaları anlatsam bunları ortaoyununa
benzetiyorlar. Onlara iddianamenin bir bölümünü okuduğum zaman insanlar
gülmekten katılıyordu. Söylemek istediğim davayla ilgili uluslararası algının
muazzam ölçüde değiştiğidir. Türkiye’de de böyle. Kimileri hâlâ bu davanın
gerçekliğine inanıyor.
- Siz bütün Ergenekon davası
süresince eski Genelkurmay başkanları Hilmi Özkök ve Yaşar Büyükanıt’ın ciddi
biçimde sorgulanmamasına ne diyorsunuz? Oysa Büyükanıt 28 Nisan e-muhtırasını
bizzat yazdığını itiraf eden kişi değil miydi?
Bir kere Özkök’e dokunmazlar çünkü cemaat onu seviyor. Büyükanıt’a neden
dokunmadıklarını tam olarak bilmiyoruz. Ama Dolmabahçe’deki görüşmede bir
anlaşmaya varıldığı söyleniyor. Büyükanıt’ın, kendisiyle ilgili söylentiler
nedeniyle kamuoyunun diline düşmek istemediğini biliyoruz.
Son on yılda askerin siyasete müdahale edip etmediğine bakıyoruz. Orada bunu
doğrulayacak tek bir gelişme var. O da 2007’deki e-muhtıra. Türk hukukunu
bilmiyorum, ama uluslararası hukuka göre bu e-muhtıra siyasete müdahaledir ve
cezalandırılması gereken suçtur. Ergenekon sanıklarına baktığınız zaman
Büyükanıt’ın da onlar içinde olması gerekirdi. Çünkü hem siyasete müdahale
etmişti hem de laikliği savunuyordu. Ama tabii e-muhtıra sonunda hükümetin
işine yaradı ve ilk seçimde oylarını katladı.
Büyükanıt ve Balbay’ın yaptıklarına baktığınız zaman ortada bir suç varsa o
suçu açıkça Büyükanıt işlemiştir. Balbay’ı görevini yaptığı ve karışmadığı
birtakım olaylar nedeniyle suçluyorsunuz, ama hükümete muhtıra veren
Büyükanıt’a dokunmuyorsunuz. Bu mantıksızlığın daniskasıdır.
- Bütün bu konuştuklarımızdan
sonra Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu söyleyebilir misiniz?
Sadece bu dava değil, başka davalara da baktığımızda bunu söyleyemeyiz. Türkiye
bu haliyle hukuk devleti değil, sadece bir kaba kuvvet devleti (power order).
Güç kimin eline geçerse o ne yapacağına karar veriyor.
- Önceki söyleşimizde Türk
Silahlı Kuvvetleri’nin neredeyse bütün komutanlarının tutuklanmasının Türk
ordusunda çok ciddi psikolojik sıkıntılar yaratmasının yanı sıra NATO’nun
askeri gücü için de bir tehdit olduğunu söylemiştiniz. Hâlâ bu görüşte misiniz?
Evet, hâlâ bu görüşteyim. Yapılmaması gereken iki önemli şey var. Birisi
siyasetin askerileştirilmemesi, ikincisi de askerin siyasete
bulaştırılmamasıdır. Bu son YAŞ toplantısından sonra askerin siyasete
bulaştırıldığını açıkça gördük.
Asker liyakat çerçevesinde görev yapmalıdır. Siyasinin beğendiği asker
atanacak, beğenmediği ise emekliye sevk edilecek diye bir durum olamaz. Asker
liyakat çerçevesinde askerliğini yapar. Liyakat sahibi olmayan bir askeri sırf
siyasetçiyle iyi geçindi diye yüksek rütbeli komutanlığa atarsanız o zaman
orduyu yıpratırsınız. Türk ordusu NATO’nun ikinci büyük ordusu. Hele de
Ortadoğu’nun bu çalkantılı döneminde Türk ordusunu harekât kabiliyetinin yıpratılması
NATO’nun askeri kanadına da zarar verir.
11 Ağustos 2013