KAYIŞI KOPARMAK

 07.07.2005

 

         KAYIŞI KOPARMAK

 

         “Bu o manyak değil mi?”

         “Hangisi…”

         “Kapıdan giren…”

         “Bu manyak o manyak işte. Çağırayım şunu, dalgamızı geçip neşemizi bulalım.”

         “Çağırma şu kayışı sıyırmışı… Yok evren, yok genler, yok evrim diye manyak manyak konuşmaya başlarmış. Hiç çekemem şimdi…”

         “Daha ne istersin, çok komik ya… Muhabbeti sen bana bırak… Komik hikayeleri çok sever, bir iki tane patlattım mı kabak çiçeği gibi açılır, ondan sonra seyret neşene neşe kat.”

         “Sanki neşemiz eksik! Bırak, çağırma şu manyağı.”

         “Ne olacak ya, muhabbet açar, bir iki kafa buluruz... Baktık saçmalıklarla canımızı sıkıyor damarına basarız, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış it gibi gider. Sen dur hele… Naabeer, gelsene…”

         “Sen yok musun, tuttun çağırdın manyağı.”

         “Sen hiç karışma, hiç sesini çıkarma, sadece dinle… Gör bak bu kayışı sıyırmış manyakla ne muhabbet oluyor.”

         “İyi bakalım, görelim şu kayışı sıyırmışı… Şışt, geliyor…”

         “Naabeer, nerelerdesin? Ne zamandır uğramıyorsun, karabatak misali görünmez oldun yine.”

         “İyidir, biraz karaciğeri dinlendireyim dedim.”

         “Duyan da bir şey içtiğini sanır. İki duble rakıyla akşamdan sabahı edersin, karaciğerden dem vurursun. İşgal ettiğin yer kadar içmiyorsun diye bardan içeri almayacaklar seni. Söylemedi deme…”

         “Alem adamsın, nerden bulursun böyle esprileri.”

         “Şaka mı sandın… Bundan böyle, adam gibi içenler yer bulamayıp geri dönmesinler diye az içip kalabalık yapanları almayacaklarmış. Listenin başında da sen varsın.”

         “Ne bileyim işte, içemiyorum.”

         “Ben içerim arkadaş, ne zaman nerde olursa olsun içerim. Bir keresinde hanım tutturdu gündüz içmeyeceksin, eğer içersen boşarım seni diye. Tatildeyiz, içmeyeceğim ha? Sıkı mı engel olsun...”

         “Ne yaptın, içtin mi?”

“İçmez olur muyum… Ağzım kokmasın diye bir şişe cin aldım akşamdan,  bir de kamış, kum girmesin diye kağıttan bir tapa…  Sabah,  motel kalabalık şezlong kapmak için havlu bırakayım bahanesiyle sahile indim. Şişeyi kuma gömdüm, havlunun ucuyla üzerini örttüm. Kahvaltıdan sonra yerleştik şezlonglara, arada bir kafamı çevirip bir fırt çekiyorum, keyfim keka… Hanım sözünü dinlettiği için mest durumda, ben de kafayı buldukça mest oluyorum. İşemeye bile kalkmıyorum ki, gidip bir yerlerde iki tek attığımı düşünmesin. Bizimki uslandım sanıp mutlu mesut kitabını okuyor. Ne zaman öğle yemeği için kalktık o zaman fark etti kafayı bulduğumu. ‘Lanet herif sen sarhoşsun. Nereden buldun o zıkkımı...?’ diye üzerime yürüdü, arandı tarandı suç aletini bulamadı. İyice kudurdu…”

“Ne oldu peki, şimdi evli misin?”

“Evet.”

“Aynı kadınla mı?”

“Hayır”

“Ne zamandır böyle gülmemiştim. Alem adamsın, nereden bulursun böyle neşeli hikayeleri.”

“Bende yalnız neşeli değil, ürkütücü hikayeler de var. Geçen ay geldi başımıza bu iğrenç olay. Bahar gelince Anadolu Kavağı’na gidip balık yiyelim dedik. Salaş yerleri severiz ya, girdik yamaçtaki gecekondu  kılıklı yere, söyledik balıkları, getirttik rakıyı. Altı kişiyiz, muhabbet hemen koyulaştı. Keyifler keka, ne Boğaz’ın farkındayız ne de kimsenin, öyle kaptırmışız kendimizi muhabbete… Geç saatlere doğru rakımda ve suda çöpler yüzdüğüne görünce, hep beraber az da olsa kafa yorduk, fakat ‘Bu ne ya…’dan fazlasına ulaşamadık. Döktüm, yenilerini doldurdum, çöp möp göremeyince muhabbete döndüm. Çok geçmedi bir başkasının kadehlerinde çöp bulması. Onunkiler de döküldü, yenileri dolduruldu. Yenileri temiz demeye kalmadı diğer arkadaşımızın kadehinde aynı çöplerden çıkınca iyice aptallaştık. Çöpler de çöp hani, öyle ufak falan sanmayın, üç beş santim boyunda kapkara incecik çubuklar. ‘Ne oluyor, ya, nerden geliyor bu çöpler!’ diye söylenirken onun kadehlerine buz koymak istedim, buz azaldığından kovayı elime almam gerekti, içine göz attığımda apışıp kaldım. Masadakiler, bir elde maşa bir elde buz kovası kalakaldığımı görünce ‘Ne oldu ya, cin çarpmış gibisin… Ne gördün?’ derken olan biteni anlamaya çalışıyorlardı. Neden sonra kendimi toparlayıp ‘Kovanın dibi hamamböceği kalıntılarıyla dolu, bardaklardaki çöp  sandıklarımız da hamamböceği bacağı’ diyebildim, ama hiçbiri inanmadı. ‘Alın kendiniz bakın’ diye kovayı uzattım. Kadınlar ‘İğrenç…’le başlayan çığlıklar atmaya, erkekler ne yapacağını bilmez şekilde homurdanmaya başladılar. Hamamböceklerinin her biri başparmağım kadar, bacaklarını siz tahmin edin artık. Canlı olsa üzerine binsen Boğaz turu attırır  adama. Dev gibiydiler ya… O kadar büyüklerini hiç görmemiştim.”

“Nee… Korku filminden bir sahne gibi.”

“İyi salladın, biz de inandık sanki…”

“Ne sallaması, olayın kahramanlarından biri aha orada, köşedeki masada oturuyor, git sor bakalım sallıyor muyum sallamıyor muyum! Niye rakı içmeyi bıraktı sanıyorsun. O günden beri viskiye takılıyor…”

“Yapma ya… Ne yani, kovayı yıkamadan mı buz doldurmuşlar? İçine de mi bakmamışlar.”

“Yok, öyle değil… Rakıya suya buz atıldığında çöp möp olmuyordu. Buzlar eriyince çöple doluyordu bardaklar. Çünkü buzların içindeydiler… Buz makinesinin dibindeki son buzlar gecenin ilerleyen saatlerinde bizim kovaya kısmet olmuş. Kısmetin böylesine… Salaş yer, hem neşeli hem de hesaplı olur diye gittik, ama heriflerin, sezon açılışında buz makinesini temizlemeden çalıştırabilecek kadar pis olduğunu düşünemedik. Buz küplerinin ölü hamamböcekleriyle, özellikle de çöpe benzeyen bacaklarla donacağı kimin aklına gelir ya. Hamamböcekli rakıları bir güzel midelere indirdik…”

“Rezil bir şaka sanki…”

“Nee… Buzların içinde hamamböceği mi! İnanılmaz…  İyi hazırlanmış bir komplo gibi. Bütün ilginç hikayeler de sende… İnanılmaz…”

“Senin gibi bilimle yatıp kalkamıyoruz… Ne yapalım, biz de böyle hikâyelerle dolduruyoruz kafamızı. Eee, bilim senden sorulur, anlat bakalım, ne gelişmeler var?”

“Kaç gündür anlatacak kimse bulamadım, seninle karşılaşmak için sabırsızlanıp duruyordum. İyi oldu seni gördüğüm. Geçen cumartesi sabaha yakın buradan dönerken Venüs’e takıldı gözüm. Öylesine parlak ki görmemek mümkün değil. O gün 3 duble içmiştim, kafam dumanlı…”

“Dünyada inanmam, sen kim 3 duble içmek kim! Venüs ha… Hangisi, tenisçi olan mı? Güzel yavrudur ya…”

“Ne!!! Yok, gezegen Venüs… Anladım, şaka yapıyorsun… Doğru söylüyorum, 3 duble… Kafam dumanlı yorgun uykusuz olsam da üşenmedim kurdum teleskopu. İlk baktığımda gözlerime inanamadım, tekrar tekrar bakınca şüphem kalmadı.”

“Ne gördün, yoksa UFO mu? İçindeki yeşil yeşil yavruları görebildin mi bari?”

“!!..!!.. En çok UFO sanılan gök cismi Venüs diye benim de aynı yanlışın parçası olduğumu düşünmekte haklısın, ama beni şaşırtan Venüs’ün hilal şeklinde olmasıydı. O yüzden gözlerime inanamıyordum. Bilgisayarı açıp haritaya baktım bu hilal görüntüsüne hangi gök cisminin sebep olduğunu anlamak için.”

“Kurabiye canavarı gidip ham yapmıştır Venüs’ü.”

“Nee..!!..!!”

“Salla gitsin, Ay’a kaşar tekeri, hilal haline de ısırılmış kaşar derler ya, ondan dedim… Salla gitsin…”

“Anladım… Ne diyordum… Bendeki harita çok yetersiz kaldığından hilale sebep olan o gök cismini bulamadım. O günden beri aklımı kurcalıyor, anlatacak konuşacak kimseyi de bulamadım, ilk sana anlatıyorum. Ne dersin Venüs’ü hilal yapan ne olabilir?”

“Nerden bileyim… Bilim aşığı sen bilemedikten sonra ben nerden bileceğim! Hem kimin umurunda… Yani senin gibi bilim sevdalılarının dışında demek istiyorum… Ya yanlış görmüşsen! İki dubleye alışkınsın, üç duble çarpmış olmasın?”

“Yok, yanılmadığımdan eminim. Öyle çok sarhoş değildim. Yanlış dedin de aklıma geldi. Sürekli sergilenen bir yanlış akılımı kurcalıyor son günlerde.”

“Neymiş o…”

“Evrenin yaşı.”

“Ne varmış Evrenin yaşında? Çok mu ihtiyarladı garip!”

“Nee…!!..!! Malum, arada bir medyada Evrenin yaşı şu kadar bu kadar diye haberler çıkar. Aslında, yeni bir galaksinin keşfine dayandırarak sözünü ettikleri Evrenin yaşı değildir. Konuyla yakından ilgili bilginlerin böyle düşündüğünü sanmıyorum.”

“Bilgin ne ya..? Bilim adamının köküne kıran mı indirdin?”

“Bu da bir başka mesele. Bilgin güzel ve yerinde bir tanımlama. Bilgini çocukça bulmaya mı başladık da terk ettik, yoksa salgına dönüşmüş yabancı hayranlığı yüzünden mi önce bilim adamını, sonra eşitlik dertlenmesiyle bilim kadınını ekledik, en sonunda da bilim insanını yerleştirmeye koyulduk. Veya bilimle uğraşanlara saygı göstermek için mi bilim adamı demeye başladık bilemiyorum. Eğer öyleyse çok yanlış olacaktır. Çünkü eklenecek veya bulunacak yeni sözcüklerle saygınlık kazandırılamaz bilimle uğraşanlara, ancak insanlık için iyi işler yaparlarsa kazanırlar saygınlığı. İşlerini iyi yapmıyorlarsa ne denirse densin boşuna olacaktır. Bilginin nesi var? Bilge derken sorun yok, neden bilgini beğenmez olduk anlamıyorum. Pek çok benzeri var bu durumun. Örneğin hela.”

“İçine ettin zaten. Hela ha…”

“Helayı kaba bulduk, önce tuvaleti aldık adamlardan, sonra sıfır sıfırı, yani adamların numarasız dediğini yanlış anlayıp yüznumara yapıp aldık. Bunları da kaba bulmaya mı başladık nedir, şimdi de wc’yi dolamaya başladık dilimize. Bilginin nesi var?”

“Bırak şu kenef muhabbetini, sıçarım ayakyoluna…”

“Nee… Neye… Anlamadım… !!!..!!!.. Ne diyordum? Malum, uzaya bakmak için optik yöntemleri kullanıyoruz. Bir de yüksek frekans algılayıcı antenlerden yararlanıyor bilim. Optik teleskoplar görüntüleri büyütüyor, radyo teleskoplar ise uzayda gerçekleşen olayların yaydığı çeşitli sinyalleri tespit etmemize yarıyor. Her ikisi de ışık hızında ilerleyen sinyalleri alıyor.”

“Teleskopla sinyalle bozdun gidiyorsun. Evrenin yaşı demiştin... Ne diye anlatıyorsun bunları?”  

“Ona geliyorum. Uzayla ilgili bildiklerimizin hepsi, bize ulaşabilen görüntülerden ve sinyallerden çıkartabildiklerimizden ibaret… Yani henüz bize ulaşmayan görüntüler varsa bilemiyoruz. Bu demek değildir ki oranın ötesinde bir şey yok. Hayır, sadece bilmiyoruz, çünkü görüntüsü bize ulaşmadı.  Aynı şey gibi; keşfedilmeden önce de Amerika oradaydı, ancak bilinmiyordu. İşte onun gibi… Keşfedilen en uzaktaki her yeni galaksi haberini medya Evrenin yaşı tanımlamasını kullanarak veriyor. İşte bu doğru değil. 15,7 milyar uzakta yeni bir galaksi tespit edildi diye Evrenin yaşı 15,7 milyar yıldır denemez, çünkü bilimsel yanı yok. Bu yanlış bakışla yaklaşacak olursak; gördüğümüz o galaksiye bir milyar ışık yılı yaklaşacak teknolojimiz olsaydı, o zaman Evrenin yaşı 14,7 milyara düşecekti. Şurası açık ki, o galaksiye bir milyar ışık yılı yaklaşmamızı sağlayacak sıçrama olanağımız olsaydı yine 15,7 milyar yaşındaki Evreni görecektik. Çünkü şu anki teknolojiyle bulunduğumuz zaman diliminde görebildiğimiz en uç noktaların oluşturduğu 15,7 milyar yıllık bir kürenin merkezindeyiz. Oysa pek çok en uzak galaksi son yıllarda tespit edildi. Yani Evren birkaç yıl içinde birkaç milyar yıl yaşlanmadı, sadece daha güçlü teleskoplar yapıldığı için o kadar uzaktaki cisimler görülebildi. Sürekli olarak da yeni ve daha güçlü teleskoplar antenler yapılıyor. Bu da, yakın zamanda yapılacak keşiflerle görsel küremizin büyüyeceği, medyanın yaklaşımına göre ise Evrenimizin hızla yaşlanacağı anlamına gelir.”

“Bir arkadaşı gördüm, bana müsaade…”

“Hela muhabbetin daha iyiydi. Kafamıza ettin Evren galaksi muhabbetiyle. Adam gidiyor… Nereye ya, daha muhabbet başlamadı bile.”

“Siz devam edin, yolcudur Abbas, bağlasan durmaz. Hadi bana eyvallah.”

“..!!!..!! Arkadaşın bilime senin gibi ilgi duymuyor galiba!”

“Adam uçtu gitti… İyi bildin, o hoşlanmaz böyle muhabbetlerden. Evren ha… Demek bildiğimizden ihtiyarmış bu Evren!”

“Evet, bulunduğumuz yerden ancak genişlemesini sürdüren Evrenin bir bölümünü görebiliyoruz. . Evren şu anda genişliyor mu, yoksa çoktan bitmiş olan genişlemenin tanık olduğumuz kadarını mı algılayabiliyoruz bilinmiyor. Evrenin ışık hızında genişlediği söyleniyor. Bu sadece Evrenin ışık hızında genişlediği anlamına gelmez, en uçtaki yeni görüntülerin ışık hızında yol alarak bize ulaştığı anlamına da gelir.  Evren ışık hızında büyüyor mu, yoksa bizler görüntünün ulaşmasını büyüme olarak mı algılıyoruz belli değil. Evren genişliyor diyenler iç kısımdaki galaksilerin de saniyede 300 km hızla birbirinden uzaklaşmasını buna dayanak gösteriyorlar. Oysa Evren saniyede 300,000 km olan ışık hızında genişliyor ki bu aynı zamanda görüntünün bize ulaşma hızı. Uzaydaki cisimler birbirinden uzaklaşıyor, Evren de ışık hızında büyüyor, o zaman Evren genişliyor demektir. Burada yanlış yok, yalnızca çok yetersiz bilginin sonuçlarından ortaya konulanlar var. Özetle, görebildiğimiz Evrenin bütününde anlamını netleştiremediğimiz bir genişleme çok açık şekilde görülüyor. Yine de, gözlemleyebildiğimiz bu bölümdeki açılma hareketinin Evrenin bütününde de geçerli olduğunu söylemek çok dayanaklı olmayacaktır. Çünkü Evren düşündüğümüzden çok büyük olabilir ve bizler bulunduğumuz zaman dilimindeki bu noktadan, çoktan genişlemesini bitirmiş, belki de büzülmeye başlamış Evrenin geçmişte kalmış bir hareketine tanıklık ediyor olabiliriz. Evrenin ışık hızında genişlediğini düşünüyoruz, ama aslında bizler bütünü hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz bu oluşumun çok minik bir an’ına tanıklık ediyoruz yalnızca, hepsi bu işte. Evrenin algıladığımız bu an’ının, yani görsel küremizdeki bu hareketin bütünündeki genişleme olduğunu kimse iddia edemez. Büyük patlamanın bir an’ına tanıklıktan başka bir şey olmayabilir bu genişleme dediğimiz oluşum. Çoktan sona ermiş olduğunu bilemediğimiz gibi, küçülme/büzülme gibi başka bir hareketin çoktan başlamış olduğunu da bilemeyiz. Bulunduğumuz noktadan birkaç milyar yıl sonra algılanabilecek bir hareketi çözmemiz mümkün değilken, Evrenin yaşı konusunda söyleneceklerin hiçbiri sağlam zemine oturmayacaktır. Eğer büzülme başlamışsa bunu gözlemleyemeyebiliriz. Çünkü dıştan içe doğru olacak bir hareketi bulunduğumuz konumdan algılamaya milyarlarca yıl olabilir. Şu anda ne Evrenin gerçek boyutunu, ne de hangi hareketi sürdürmekte olduğunu bilmeme noktasındayız. Bunca bilinmezin ortasındayken, bulunduğumuz konumdan Evrenin en açık hali görülemeden, öngörülen genişleme veya büzülme hareketinin tespit edilemeyebileceği unutulmamalıdır. Genişlemesi tamamlanmış en açık hali görülemeden merkeze doğru kayma başlayabileceğinden bu durum söz konusu olacaktır. İçinde bulunduğumuz büyük alan içe doğru kaymaya başlarken, bize yeni ulaşan görüntüler yüzünden ve gözlemleyebildiğimiz galaksiler gittikçe yavaşlayarak da olsa birbirlerinden uzaklaşmayı sürdürdüklerinden biz Evrenin büyüdüğünü düşünebiliriz. Şu anda gözlemlenen galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızının Evrenin genişleme hızına, yani ışık hızına eşit olması durumunda bu düşünce geçersizleşecektir. Böyle olmadığı, galaksilerin birbirinden uzaklaşma hızının saniyede 300 km ölçülmesi yüzünden iyi biliniyor ve bu durum Evren merkezine yakınlaştıkça uzaklaşma hızının azaldığıyla açıklanıyor. Sahip olunan bilimsel ve teknik düzey bunların yanıtını veremez, yalnızca zamanın sunacağı olanaklar verebilir... Milyarlarca yıl bekle ve gör... Eğer 14 milyar ışık yılı uzakta olsaydık veya 14 milyar yıl yaşayabilseydik, oluşumunu tamamlamış yapıyı, yani 1,7 milyar ötedeki Evrenin sınırını görebilecek miydik? Burası belirsiz işte… Çünkü bilmiyoruz, çünkü göremiyoruz. Tek görebildiğimiz görsel küremizin sınırındaki, netleşmemiş yani tamamı bize ulaşmamış görüntüler izlenimi veren bir radyasyon perdesi. Sonrası bilinmezlik. 15,7 milyar ışık yılı uzaklıkta keşfedilen galaksi medyanın dediği gibi Evrenin yaşı değildir. Yapacakları doğru tanımlama ‘Evren 15,7 milyar yaşından daha küçük değil’ olabilir.”

“14 milyar yıl yaşamak ha...  Bunlara kafa yormaya devam edersen bir iki yılda boylarsın öte tarafı. Ya da sırtında kaşağı gezdirilecek yeri…”

“Ne..! Kaşağı mı? O ne demek şimdi? Bu söylediklerimin atları tımar etmekle ne ilgisi var?”

“Öylesine konuştum, salla gitsin. Senin gibi bilimden konuşamayınca bir laf ettim işte. Evrenin şekli biliniyor mu bari?”

“Haritası çıkartılıyor. Henüz başlarda olsa da yavaş yavaş belirecektir şekli. Eğer Evren gördüğümüzden daha büyükse ki, öyle görünüyor, şekli ne olursa olsun bizim yalnızca bütüne göre küçük bir küre görüp algılayacağımız açıktır. Sonuçta elde edilen harita küre şeklinde olacaktır. Kimse bulunduğumuz yeri Evrenin merkezi olarak göstermese de bu durum algıladığımızdan daha fazlasını hesaplamamıza yardım edecektir. Evrenin olası merkezi olarak gösterilen sistem yoğunluğunun en fazla olduğu noktadan bulunduğumuz yere olan uzaklığa, tam aksi istikametteki görebildiğimiz en uç noktanın uzaklığı eklendiğinde Evrenin yaşıyla ilgili daha dayanaklı bir sonuca ulaşılır ki, bu aynı zamanda daha büyük bir yarıçap olacaktır ve gördüğümüzden daha büyük bir Evrenimiz olduğunu ortaya koyacaktır. Sanırım yaş hesabıyla uğraşanlar bunu göz önünde bulunduruyorlardır.”

“Bu keşfinle Nobel’i Oscar’ı, bütün ödülleri süpürürsün artık.”

“Anlamadım, ne ödülü? Oscar’ın ne ilgisi var..! Kimsenin, daha doğrusu hiçbir kurumun, yayının haberi yok ki bunlardan. Anlattığım birkaç kişiden birisin. Bunlar benim düşüncelerim, bir şey ispatlamaya çalışmıyorum. Sadece üzerinde düşünüyorum ve senin gibi ilgilenen birini görürsem de anlatıyorum. Astronomlar astrofizikçiler biliyorlardır bunları. İşin beni ilgilendiren kısmı, başkalarından öğrenmeden bu sonuçlara varmış olmamdır. Tabi, bunların astrofizikçilerce doğrulanması bana gurur verecektir. Hepsi bu.”

“Keşiflerini ilk duyanlardan biriyim ha.  Başkalarına anlatmamda bir sakınca var mı?”

“Ne sakıncası olacak!”

“Biri tutar fikrini çalarsa ne yapacaksın? Ya Nobel’i kaptırırsan? Hiç vakit kaybetmeden bir notere git kayıt altına al bunları. Tanıdığım bir noter var, telefonunu vereyim istersen. Hem, muhabbet seven biridir, sen anlatırsın, o anlatır… Sonra gelir bize anlatır…”

“Noter mi! Söylemiştim bir şey ispatlamaya çalışmadığımı. Sadece merak edip kendi kendime sorular soruyorum. Bir de anlatıyorum meraklı birini bulursam.. .”

“Yarıçap ha… Muhabbete bak ya… Kalıbımı basarım sen oturup hesaplamışsındır. Kaç yaşında?”

“Ne kaç yaşında?”

“Evren…”

“Yok, ben hesaplamadım, ama geçenlerde iki bilginin Evrenin yaşını 50 milyar olarak hesapladıklarını okudum. Hesaplarken nasıl bir yöntem kullandıkları belirtilmemişti haberde. Doğruluğu belirsizliğini korusa bile daha dayanaklı bir sayı olduğu açık. Eğer benim yaklaşımımla hareket ettilerse olası Evren merkezi olarak aldıkları yerin Evrenin merkezi olduğu belli değil. Çünkü sistem yoğunluğunun fazla olması tek başına yeterli değil orasının Evrenin merkezi olduğunu göstermeye. Çünkü bütününü bilmiyor göremiyoruz.”

“Bak işte, çaldırmışsın buluşunu. Niye gitmedin notere! Kafanı duvarlara vurmanın ne faydası var şimdi? Gitseydin notere adamlara kaptırmazdın Nobel’i.”

 “..!!!..!!!. Şaka yapıyorsun herhalde. Bunda Nobellik bir durum yok ki! Böyle bir durum varsa bile benim fikrimi çaldıklarını göstermez, aynı fikri geliştirdikleri anlamına da gelir.”

“Uzayı çok mu merak ediyorsun? Nerden sardın bu işe?”

“Evet, çok merak ediyorum. Sorular soruyorum ve her soru yeni soruları getiriyor. Akıl almaz bu boyutun ne kadarını öğrenecek kadar yaşayabileceğimi çok merak ediyorum. İşte son günlerde en çok bu takılıyor aklıma. Bulunduğumuz noktada var oluşun en önemli nedeni gibiyiz. Bir hiç bile olmadığımızı bilirken çok önemli olmamız korkunç bir çelişki. Evrendeki yerimize baktığımızda, bir balinanın tek hücresindeki protein zerrelerinden biri bile sayılmayız. Akıl almaz... Neden varız? Bu akıl almazlıktaki soruları yanıtlamak, bilinmezleri bilinir yapmak için... Nasıl var olduğumuzu öğrenmek yetmiyor bize, neden’in peşinden gitmemiz gerekiyor. On milyar yıl önce var olsaydık göreceğimiz Evren farklı olacak mıydı? Ya on milyar yıl sonra var olsak farklı neler göreceğiz? Sonuçta, bulunduğumuz zaman diliminde ışığın aldığı yolun hangi noktasındaysak o kadarını göreceğiz. Farklı zamanda farklı yerde olmamız hep aynı boyutu göreceğimiz anlamına mı gelir? On milyar yıl önce var olsaydık 5,7 milyar uzaklıktaki radyasyon perdesini mi görecektik, yoksa yine 15,7 milyar yıl ötesini mi? Kozmos ne kadar büyük? Bizimkinden başka Evren var mı? Varsa kaç tane? Oluşumun başına tanık olmadığımızı biliyoruz. Sonuna da... Peki, sonuna tanık olmak ne kadar rahatlatır veya kaygılandırırdı bizi? Kendimizi daha güçlü ve güvende mi hissederdik, yoksa çaresizlikle kıvranır mıydık? Bizden daha zeki ve daha üst nitelikli canlılar var mı, yoksa yalnızca en zeki olarak bildiğimiz bizim türümüz mü arıyor yanıtları? Kozmos’da bize, bizim şempanzelere baktığımız gibi bakacak canlılar var mı? Eğer varsa, özellikleri nasıl olacaktır? Bildiğimiz en gelişkin canlıyız ve en üst özelliğimiz konuşma. Bize şempanzeye bakar gibi bakan o canlı var olsaydı, en üst yeteneği ne olurdu? Konuşmanın üstünde ne olabilir? Düşünceyle anlaşabilme mi? Yani, ses çıkartmadan konuşabilme yeteneği mi?”

“Düşünce okuma, şempanze muamelesi..? Sen iyice aşmışsın… Bu soruları bir kerede mi buldun? Yoksa yavaş yavaş mı geliyor?”

“Anlamadım…”

“Anla işte… Sen buralarda harcanıyorsun demeye getiriyorum. Seni NASA’ya göndermek, daha iyisi Hubble teleskopuna yerleştirmek lazım...”

“Anlamadım… Hubble çıplak bir teleskop... Aldığı görüntüleri Dünyadaki merkezlere gönderiyor. Orada yaşanmaz ki!”

“İyi ya ben de o yüzden diyorum. Senin gibi bir bilim sevdalısının yeri orası olmalı. Aldığı görüntüleri ilk sen görmelisin..? Önce elbise, sonra araç, yallah…”

“!!!...!!!”

“Bakma öyle avel avel…”

“Avel mi? Anlamadım, avel ne demek?”

“Senin gibi bilim sevdalısı olayım dedim, aval yerine avel dersem senden aşağı kalmamış olurum diye düşündüm.”

“..!!!..!! Anlamadım…”

“Salla gitsin… Neden top Evren armut olabilir mi?”

“Gözümüzü uzaya çevirip nereye bakarsak hep geçmişi gördüğümüzü biliyor, ama Evrenin tamamını gördüğümüze inanır gibi davranıyoruz. Şu an’a kadar öğrendiklerimizin tamamı Evrenin geçmişine ait… Uzaktaki o galaksinin 15,7 milyar yıl önceki halini görüyoruz. Yani Dünyamız bile var olmadan 12 milyar yıl öncesine ait o görüntüler. Şu an’ını ancak 15,7 milyar yıl sonra görebiliriz ki, o zaman da 15,7 milyar yıl daha ileride olacaktır o galaksi. Geçtik geleceği, orasının şu anda ne halde olduğu hakkında hiçbir fikrimiz yok. Aslında Evrenin haritası çıkartılmakta, ancak bu çalışma daha çok başlarda. Diğer yandan, Büyük Patlamanın düzgün ve simetrik olmayan bir Evren oluşturmasına engel olacak tek şey yanı başındaki bir yapıdır. Böylesi bir düzensizliği yaratacak kütle kendisine yakın bir yoğunlukta olmalıdır.  Algılayacak teknolojiyi geliştirdiğimizi varsayarsak, bu durumda sorulması gereken soru ‘Evrenimizin simetrisini bozan diğer evreni neden göremiyoruz?’ olmalıdır ki teknolojimiz bu tespiti yapmaya müsaitken böylesine muazzam bir oluşumu görmememiz algılamamamız imkansızdır. Düşüncelerimin bilimsel bir teori sayılamayacağını biliyorum. Çünkü sıradan bir astronomi meraklısı bile sayılamayacak bir bilimsel düzeyim var, ama yine de bana büyük çelişkiler olarak gözüken bu düşünceleri dillendirmeden edemiyorum.”

“Paralel Evren muhabbeti ha… Bizimkini çözdün sıra diğerlerinde… Yakındır, giydirirler kayışlı giysiyi, bindirirler araca, götürürler …”

“Anlamadım… Kayışlı giysi mi? Ne aracı?”

“Anla işte, uzay aracı, uzay giysisi diyorum… Senin gibi bilim aşığı olmadığımdan iyi anlatamıyorum derdimi.”

“Kayışlı giysi mi? Astronot elbisesinde kayış mı var?”

“Anla işte, sıkı elbise demek istiyorum. Onu giydiğinde etrafla irtibatın kesilir, kendi dünyana kavuşursun. Şey demiyorlar mı elbise için; kişiye özel uzay aracı. Sence ne zaman gidilecek 15 milyar ışık yılı uzaktaki o galaksiye? Koşa koşa gidersin artık!”

“!!!...!!! Evren'e bakıldığında karşılaştığımız muazzam ölçüler bir şeyi bize kesin olarak gösterir; o da, bir gün insanın ışık hızının katlarında yolculuk yapabileceğidir. Eğer bu imkansızsa Evren de anlamsız olacaktır ki, böylesine muazzam bir anlamsızlık yaradılışa uymadığı gibi imkansızdır da. Evren varsa insan içinde dolaşabilecektir ki minik adımlarla da olsa çoktan dolaşmaya başladı bile. Ancak bu hızlar olası değilse Evren yok demektir. Işık hızının katlarına ulaşmanın şart olmaması tek durumda geçerlidir; o da, insanın uzayda nesiller boyu yaşayabilme olanaklarını geliştirmesiyle mümkündür.  Bu şartlar ancak Dünyadakine yakın olduğunda yaradılışa ters düşülmemiş olacaktır ki bu durum ışığın katlarına ulaşmaktan daha zor hatta imkansız gözükmektedir. Ayrıca, uzayda binlerce yıl yaşayabilmek bile Evren için yetersiz görünmektedir. Büyük olasılıkla ışığın katlarında yolculuk yapmak itme sistemleriyle değil, uzay ve zamanı eğip bükme tekniklerinin geliştirilmesiyle mümkün olacaktır. Pek çoğunun işaret ettiği gibi belki de kara deliklerde gizlidir ışığın katlarında yolculuk yapmanın sırrı. Ayrıca, ışığın birkaç katı hıza ulaşmak bile Evren için yetersizdir. Mesela ışığın dört katı hızla gidilecek olsa o galaksiye dört milyar yılda ulaşılabilecektir. Ne kadar yetersiz olduğu açık değil mi?”

         “Sen çoktan aşmışsın… Fazlasıyla hak ediyorsun kayışlı elbiseyi…”

         “Anlamadım, uzay giysilerinde kayış mı var?

         “Yoksa bile seninkinde kayışlar olacaktır.”

         “!!!...!!!...!!!!!!!!!!”

         “Anla işte, sen çok özel olduğundan, sıkıca sarsın, tehlike oluşmasın diye kayışlı, hem de öküz gönünden sağlam kayışlı olacaktır seninkisi.”

         “!!!!...!!!!”

         “Bakma öyle avel avel… Eee, söyle bakalım başka galaksilere yolculuk ne zaman?”

“En yakın galaksiye gitmek bile imkânsız şu an insanlık için. Yakın olmayan bir gelecekte bizim galaksimizdeki en yakın yıldız sistemlerine gidecek teknolojiler geliştirilecektir. Unutulmaması gereken ise, sahip olunandan çok hızlı roket sistemlerinin tek başına yeterli olmayacağıdır. Çünkü insanın ulaştığı en ölümcül ve yaşanmaz ortamdır uzay. Canlı türlerini taşımaktan geçtik, birkaç insanı yaşanabilir bir gezegene göndermeyi hayal bile edemeyecek teknolojik düzeyimiz var. En yakın yıldız sistemine 170 bin yılda gidecek hıza ulaşılabildi ancak. Eğer, Güneşimiz boyutunda bir yakıt tankı yapılabilirse o zaman 50 yılda gidilebilirmiş. Malum uzaya gönderilen roketler kısa süreler ateşlenerek kazanılan ivmeyle yol alıyorlar. Hızı sürekli artırmanın yolu daha çok yakıt taşımaktan geçiyor ki böylece ışığın onda biri hızlarına ulaşılabilirmiş. Oturup hesaplamışlar en yakın yıldız sistemine gitmek için ne gerekli diye, ortaya Güneş büyüklüğünde yakıt tankı çıkmış. Yani imkânsız sözü bile bu durumu açıklamakta çok yetersiz kalır… Yıldızlara gitmenin uzak bir hayal oluşunu, 37 metrelik ilk motorlu uçuşun gerçekleştirildiği uçakla Ay’a gitmeye benzetebiliriz. Diğer galaksiler imkânsızdan da öte, galaksimizdeki en yakın yıldızlar ise hayal edilebilir uzaklıkta insanlık için. Olası en yüksek hızın ise ışık/uzay yelkenleriyle sağlanabileceği düşünülüyor ki, ışık hızına yaklaşmak söz konusu olabilirmiş.”

“Yelkenli mi! Sen aşmışsın…. Giderken de tayfalarına ‘Yelkenler fora, sancak alabanda’ diye emirler yağdırır durursun artık. Geminin kıçından da ‘Rast gele…’ diye sallarsın oltayı, çekersin kofanayı, en baba toriği. Gel keyfim gel… Yelkenli ha…”

“Evet yelken… Yoksa duymadın mı? Çoktan deneyleri bile yapılmaya başlandı. Işığın da bir basıncı var ve uzayda atmosfer olmadığından sürtünme yok. Yakıt olarak ışığın basıncını kullandığından devasa yakıt tankı taşıması gerekmiyor. Güneşimizin ışığını kullanmayı, uzaklaşıldığında yetersiz kalması durumunda ise lazerlerden yararlanmayı düşünüyorlar. Malum, şu anda uzaya gönderilen araçların ağırlığının yüzde doksanını yakıt oluşturuyor. Özetle, roketlerin en önemli sorunudur kendi yakıtını taşımak. Bu nedenlerle çok taraftar buluyor uzay yelkenlisi fikri. Geliştirilmeye çalışılan iyon motoru gibi sistemler de var, ancak sonuçlar için zamana ihtiyaç var. Neyse, roketlerle uzaya çıkartılacak, uzay yelkenlisi ve çekeceği uzay gemisi orada kurulacak. Işığın yaptığı basıncı kullanacak ve gittikçe hızlanarak ışık hızına yaklaşacak çektiği uzay aracı. Teoride mümkün olan bu hızı yakalayabilmek için gerekli ışık ve yelken sağlansa bile, insanın bugüne kadar ulaştığı en yaşanmaz ortam olan uzay, sayısız sorun ve tehlikelerle dolu. Bütün bu sorun ve tehlikeleri aşarak, böyle bir yolculuğu gerçekleştirecek düzeye çok uzak gözüküyoruz. Oysa makinelerin suya havaya yiyeceğe ihtiyaçları yok, radyasyonu iplemez, sıcağı soğuğu umursamaz, yerçekimsizliğe de aldırmazlar. Uslu uslu otururlar kendilerine görev verilinceye kadar. Ne delirir ne de depresyona girmekten dertlenirler. Özetle, uzaya, özellikle de yüzlerce hatta binlerce yıllık görevlere çok daha kolay gönderilebilirler. Kendi gezegenlerimize bile gidemedik daha, ama pek çok robot gönderildi, bazılarının yüzeylerine bile indirildiler. Bu noktada şu soru geliyor akla: Başka sistemlere gitme şansımız olmadığı çok açıkken, yaşam kaynaklarımızın tükenmesine az kaldığı netleştiğinde ne yapılabilir? En pratik ve akılcı yol A, C, G, T’yi taşımak olacaktır ve bunu gerçekleştirecek makineleri yapacak düzeydeyiz.”

“Ne, nee..? A,C,G,T’de kimin nesi? Yoksa sen misin? Kimi nereye gönderiyorsun? Sen aşmışsın, hem de fena halde aşmışsın. Kayışlı giysi, yallah araca… Adama bak ya.”

“Anlamadım… !!!!!...!!!!... A,C,G,T, bizim ve tüm canlıların genlerini oluşturan proteinlerdir.”

“Öyle desene… Bilmeden kestim muhabbeti. Aşmışsın sen aşmışsın… Demek başka gezegenlere protein göndereceksin. Pes yani, insan gönderemedin, bari kasaptan et alıp göndereyim diyorsun ha.”

 “Anlamadım, et gönderilecek demedim ki! Lafımın sonunu beklesen nereye getireceğimi göreceksin. Dört temel proteinle doldurulmuş variller ve işlemi gerçekleştirecek robotlar, ulaştıkları yerde belleklerindeki genetik kod dizinlerini teker teker oluşturup hücre içine yerleştirecekler ki bunun için, içlerine mürekkep yerine, Adenin, Citozin, Guanin, Timin doldurulmuş 4 adet kartuşu olan mürekkep püskürtmeli bilgisayar yazıcısı mantığıyla çalışan sistemi devreye sokmak gibi basit bir işlemi yapacaklar. Bütün bu işlemleri insanlardan çok daha kolay ve hatasız gerçekleştirecekleri de açık. Hücrelere DNA’ları yerleştirmek ve döllenmeyi sağlamak mümkün, doğumlarını gerçekleştirmek de... Hatta bebekliklerini sağlıklı şekilde tamamlamak da... Bu aşamadaki tek sorun ana baba kavramı olacaktır... Düşünsene, bilgisayara ya da bir robota ana baba diye sarılıp sokulanı? Ya da bu kavramları hiç bilmemelerini... Bence sorun bebeklik çocukluk sonrasında...”

“Esprinin alasını yapan sensin, bir de bana dersin… Aşmışsın sen aşmış… Her şeyi hallettin, geriye ana babalığı kim yapacak mevzuu kaldı ha. Varillerin yanına birer tane ana baba koy gitsin. Dert ettiğin şeye bak ya! Koyarım ana baba, sülale…”

“Ne..!!!..!!!! Ne ilgisi var! Böyle yapılmalıdır, yapılabilir dediğim yok ki! Şu an insanlığın sahip olduğu teknoloji çok yetersiz, Dünya yaşanmaz hale gelecek olsa yapabileceği hiçbir şey yok çaresizce sonunu beklemekten başka. Ancak böyle sıra dışı çözümlerle soyunu gönderebilir veya uzayda saklayabilir demek için bu örneği veriyordum. Ne diyordum..? ..!!..!! Evet, başta insan olmak üzere, yapılandırılmış canlıların doğayla baş eder düzeye gelmesini sağlamak işin en zor kısmı olacaktır ki, hangi bilgisayar, hangi robot bunu başarabilir? İşte en önemli soru bu! Aslında çok daha önemli bir sorun var! O da, gidilecek olası gezegenin mikro organizma yapısının bize uygun olup olmadığıdır. Kısacası, bakterilerin ve virüslerin yaşamımızı sürdürmeye izin verip vermeyeceği en temel sorun olarak duruyor karşımızda. Bakteriler ve virüsler olmasa bizler yaşayamayız, oysa bizler olmadan onlar gül gibi geçinir giderler. Onlarla da onlarsız da yapamayız, ancak yaşamamıza uygun mikro organizma yapısı olursa yaşam sürebilir. Önce mikro canlı yapısının uygunluğu denetlenmeli, değilse uygun mikro ortam sağlanmalıdır ki bu yapılmadan gitmek yaşam şansının hiç olmaması anlamına gelebilir.”

“Bak ya, niye antibiyotik almıyorlar yanlarına? Bilim aşığısın, bunu niye akıl edemiyorsun?”

“Keşke o kadar basit olsa… Bakterilerin ilaçlara karşı sürekli direnç kazandıklarını biliyoruz, bu yüzden yeni antibiyotikler geliştirilip duruyor. Kırk elli yıl önce ilk antibiyotiklerin geliştirilmesiyle bakterilerin sonu geldi diye düşünüldü. Geçen zamanla böyle olmadığı çok iyi anlaşıldı.  Bakteriler öylesine dirençliler öylesine akıl edilmez ortamlarda yaşayabiliyorlar ki her keşif iyice şaşkına çeviriyor araştırmacıları. 110 santigrat sıcaklıktaki kaynak suyunda ve yapılan sondajlarda yeraltındaki sıkışmış kayaların içinde bile bakteriler bulundu. Bir diğer şaşırtıcı olay Ay seyahatleri sürecinde yaşanmış. Uçuşlardan birinde Ay yüzeyine bırakılan kamera sonraki uçuşla geri getirildiğinde merceğinde bakterilere rastlanmış. İncelendiğinde o bakterilerin Dünyadan kamerayla birlikte gittiği ve onca zaman Ay’ın yaşanmaz ortamında canlı kalmayı başardığı anlaşılmış. Hangi antibiyotiğin hangi bakteriye çözüm olacağı ve sağlıklı ortam sağlayacağı söylenebilir. Virüs konusuna hiç girmiyorum bile. Hadi diyelim bu tehdit görmezden gelindi ve A, C, G, T gönderildi, canlılar oluşturuldu, nasıl yaşatılacaklar? Aslında, içlerine kromozomların yerleştirileceği hücreler yoksa bu fikrin anlamı kalmaz.  Hücre yapamayıp proteinleri taşıdıktan sonra DNA zincirlerini oluşturacak makine sistemlerinin ne anlamı kalır! Hücre taşındıktan sonra ne gerek kalır 4 varil proteine, onca makineye! O zaman, burada hazırlanıp uzay gemisine yerleştirilmiş yumurtalar, varış noktasına gelindiğinde derin dondurucudan çıkartılıp çoğalma sürecine sokulur. Bu yöntem iki şekilde yapılabilir: İlki, normal yollarla döllemek ki doğru olan budur. İkincisi, laboratuarda hazırlanmış kromozomlarla döllenmiş yumurtalar. Bu fikir beni çok heyecanlandırdığı için üzerinde düşünmeyi seviyorum.. Fikrin bu aşamasına geldiğimde bir soru çok fazla meşgul ediyor beynimi. Bu durumda, laboratuar ortamında oluşturulmuş A,C,G,T moleküllerinden yapılandırılmış kromozomlar, fiziksel özellik dışındaki bilgileri taşıyacak mı?  İçgüdüleri olacak mı? Eğer genlerde yalnızca fiziksel özellik bilgileri varsa deney tüpünde oluşan genlerde de yalnızca fiziksel yapıyı meydana getirecek bilgiler olacaktır. Eğer doğal döllenmelerde sonraki nesle kültürel bilgi aktarılıyorsa, laboratuarda hazırlanmış kromozomlarda yaşam bilgisi olmayacaktır. Kısacası bunu öğrenmenin yolu laboratuarda A,C,G,T moleküllerini bir araya getirip kromozom oluşturmaktan geçiyor. Fiziksel yapıyla birlikte kültürel bilgi de aktarılıyorsa eğer, bu yapay organizmanın yaşamsal bilgileri ve içgüdüleri olmayacaktır. Amerika’ya götürülmüş Japon makaklar daha öce bilmemelerine rağmen kısa sürede çıngıraklı yılan tehlikesini öğrenip alarm geliştirmişler. Ortalıkta yılan yokken teypten yayınlanan kendi seslerini duyduklarında bile alarma geçiyorlarmış. Aynı ses Japonya’daki makaklara dinletildiğinde hiçbiri tepki görülmemiş. Bu ve benzer durumlardan kültürel aktarım testi için yararlanılabilir. Ne bileyim, Amerika’daki makakların döllenmiş yumurtası Japonya’dakilerden birine yerleştirilip doğan makakın tepkileri araştırılabilir. Doğduğu andan itibaren ebeveynlerinin tepkileriyle yetişecek olması yüzünden çıngıraklı yılan alarmını hatırlaması pek olası gözükmese de denenebilir. Tabi bu bilginin tek nesilde genetik belleğe yerleşmesinin pek mümkün olmadığını da unutmamak lazım. Bir de çok ilgimi çeken meyve sinekleri deneyi var. Elektrik verilen koridorlarda farklı, yiyecek yani ödül olan koridorlarda farklı koku kullanan bilginler, daha önce cezalandırılmış sineklerin o kokunun olduğu koridordan uzak durduklarını tespit etmiş. Yani, böceklerin beyni yok, ama öğrenebiliyorlar. Neyse buna sonra geleceğim. Koku/ceza, koku/ödül eğitiminden geçirilen meyve sineklerinin bu bilgileri sonraki nesillere aktarıp aktarmadığını öğrenmeyi çok isterdim. Ebeveynleri koku deneyini yaşamış, ama kendisi hiç yaşamamış yeni bir meyve sineği, deneyimliler olmadan koku testine sokulduğunda tepkisi ne olur çok merak ediyorum. Bu bilginin genlere yerleşmesi için tek nesil yeterli olmayacaktır düşüncesindeyim. Ceza/ödül bilgisinin kültürel bilgi olarak DNA’ya yerleşmesi için kaç neslin bu testle yetiştirilmesi gerektiğini öğrenmeyi çok isterdim. Hiç yaşamadığı halde ceza kokusundan uzak duran o sineği gözümün önüne getirebiliyorum ve yüzümü kocaman bir gülümseme kaplıyor. Kültürel bilginin aktarılıp aktarılmadığı bu yöntemle öğrenilebilir. Çok heyecan verici buluyorum bunu ve deneyde yer almayı öyle çok isterim ki! Bunlardan yola çıktığımda, laboratuarda oluşturulmuş DNA  ile üretilmiş meyve sineğinin içgüdüleri olur mu sorusu hemen yerleşiyor beynimin baş köşesine? Mesela, yiyecek bulmasına yarayan herhangi bir koku kavramı olacak mı? Aç mı kalacak? Kokuları, yani yiyecek bulmayı öğrenecek mi? Eğer öğrenme süreci yaşayacaksa bu ne kadar sürecek? Yoksa hiçbir şey öğrenemeyip açlıktan ölecek mi? Yiyeceğe ulaşmayı içgüdülerinden değil de diğerlerinden öğreniyorlarsa, hem normal hem yapay sinek tek başına olduğunda ne yapacaktır? Bunları düşünmek öyle heyecanlandırıyor ki beni…”

“Sen çok fena aşmışsın… İçgüdü ha..! Sinek ufaktır ama mide bulandırır diye boşuna dememiş atalarımız. Uzayda fink attığın yetmedi, şimdi de sineklerin efendisi mi olacaksın!”

“Ne… Anlamadım..!!..!!.. Evet, ne diyordum. İçgüdü o kadar önemli bir kavram ki, netleştirildiğinde kültürel bilginin genlerle taşındığının en önemli delili olacak, böylece de sayısız soru ve kavramın cevaplarının yepyeni bir yolu açılacaktır. Özellikle psikiyatride sarsıcı ve köklü değişiklikler olacaktır. Mesela, çok kişiliklilik kavramı… Bu kişiliklerin her biri farklı atalarından kalma genetik kimlikler olabilir mi? Baskın kişilik olmadığında diğerlerinin etkili olmaya başlaması pek de akıl dışı gözükmüyor. Pek çok konuda yaklaşımlar temelden değişmeye başlayacaktır. İçgüdü hep geçiştiriliyor, adeta görmezden geliniyor?  Kültürel kalıtım bilgilerinin en baskın ve etkin olanları, yani yaşamsal önemi en yüksek olan tepkilerin sonraki nesillere aktarılmasıyla ortaya çıkan davranışları içgüdü olarak tanımlamak doğru olacaktır? Bu bilgiler hangi yolla geçiyor nesilden nesile? Görünen o ki, açıklayamadığımız davranışlara içgüdü diyor, gerisini merak etmiyor kurcalamıyoruz.”

“Benim fena halde içgüdüm geliyor. Hayatta kalma içgüdüm dürtüp duruyor ikide bir. Zor tutuyorum kendimi, ha sıçtım ha sıçacağım…”

“!!..!!!!!.. Anlamadım… Ne oldu, sorun nedir?”

“Öyle bir muhabbetin var ki, neredeyse çatlayacak duruma geldim, sıkıp duruyorum...”

“!!!!...!!! Neyi?”

“Anla işte, burada sıçıp sıvamamak için wc’ye pardon helaya gitmem lazım. Gördün mü bak nasıl öğrendim yeniden hela demeyi. Hiçbir zaman hela dememiş olsam da sayende öğreniyorum yani…Gidip biraz rahatlayayım, geliyorum…”

“Anladım.”

/……./

“Ne çabuk geldin? Kendime rakı söyledim, seninkini de tazelettim.”

“Biraz soluklanmak yetti… Çatlayacaktım neredeyse… Kedi olalı bir fare tuttun… Sağ ol rakı için…”

“!!..!! Buradan giden arkadaşının masasındakiler neden bu tarafa bakıp bakıp gülüyor?”

“Salla gitsin… Anlamazlar bilim muhabbetinden, ondan…”

“!!...!!!! Komik buldukları nedir peki!”

“Salla gitsin dedim ya… Bana gülüyorlar… Benim bu kadar bilim aşığı olmamla eğleniyorlar… Bilim muhabbetinden anlamadıklarından kıskanıyorlar. Salla gitsin… Epey rahatladım,  sen devam et...”

“DNA konusunda heyecan verici ve ürpertici gelişmeler oluyor. Yakında insanlar, tabii ki gen taraması yaptırmış olanlar, kişisel bilgisayarlarıyla kolayca öğrenecekler genetik akrabalarını. Hiç akıllarından geçmeyen yerlerde karşılarına çıkabilecek hiç düşünemeyecekleri akrabaları… İnternette herhangi bir bilgiyi aramaktan farkı olmayacak yapacaklarının. Tabi karşılaşılan pek çok sürpriz yaşamları sarsacak. Bir de, kendisini üstün insan sayan ırkçılar, taşıdığı genlerin nerelerden geldiğini görünce allak bullak olabilecek. Öte yandan kötü amaçlara alet edilebilecek bu gelişmeler. Mesela, çapraz eşleşmenin az olduğu ada gibi yerlerdeki insanlar, kötü amaçlıların geliştirdiği bir virüsle yok edilmenin tehdidiyle karşı karşıya gelebilecekler. Tarih boyunca göç almış bölgelerdeki insanların genetik çeşitliliğinin çokluğu kitlesel yok edilmelere engel oluşturacak. Yapılacak iş çok basit; belli bir bölgedeki insanların ortak genine saldıran bir virüs geliştirmek. Hepsi hepsi bu… İnsanlığı bekleyen dehşetlerin başında bu geliyor. Söylediklerim bilim kurgu değil, uzun yıllardır pek çok merkezde üzerinde çalışılan ve çok fazla önemsenen bir konu bu. Yoksa, ortada bir sebep gözükmezken niye ilgilensin binlerce kilometre ötedekiler, hiç ticari potansiyel yaratmayacak bölgelerdekilerin kanlarıyla? Virüs geliştirmeyecek olsalar bile, genetik dağılımı, diğer anlamıyla ortak zaaf noktalarını biliyor olacaklar. Olayda şüphe uyandırıcı pek çok nokta bulunduğu fark edilse bile hiçbir kişi ve kurumun konunun üzerine gitmesine izin verilmeyecek, üzeri örtülmeye çalışılacaktır. Çünkü en üst konumlardan, merkezlerden şiddetli baskı gelecektir. Böyle bir olayda kobaylıktan, ticari hesaplardan daha farklı bir boyut hedeflendiği o kadar açıktır ki, görmek için kaba bir bakış atmak bile yeterli olacaktır. Bir bölgedeki belli bir geni taşıyanlar kırılırken, diğer bölgelerdeki o gene sahip olmayanlar etkilenmeyeceklerdir var olan veya geliştirilmiş hastalıklardan.”

“Yapma ya, sen aşmışsın… Fabrikada virüs imal edilecek ha..! Sen aşmışsın aşmış… Komplo ha..!”

“Niye şaşırıyorsun? Kanserli hücrelere saldırıp yok ederken sağlıklı hücrelere zarar vermeyen virüs geliştirildiğini duymadın mı? Bilim, insanlığın yararına da kullanılmıştır, kirli ve rezil hesaplar için de. Bugün geçmişe bakıp I. Dünya Savaşında zehirli gaz kullanıldı, hatta rüzgarın ters dönmesiyle kendileri bile zehirlendiler, ne vahşet diyebiliyorsun, ama o kafanın her daim hüküm sürdüğünü süreceğini aklına getirmiyorsun. Gaz dehşetini ve nicelerini yaratanlar Marslı değildi. Yaratacak olanlar da Marstan gelmeyecek… Ne diyordum? Evet, Bir bölge hastalıktan kırılırken ellerindeki aşıyla kurtarıcı melekler olarak çıkıp gelecekler. Rezil hegemonya hesapları yoksa bile ‘Hastalık yap, aşı sat…’ iğrenç kurnazlığıyla çıkılabilecektir insanlığın karşısına. Bu kadarının olamayacağını düşündüğümde hemen aklıma en bilinen, çiçek virüsüne bağışıklığı olmayan yerlileri yok etmek için hastalıklı battaniye dağıtma rezilliği geliyor. O battaniyeleri dağıtanlar da Marstan gelmedi. ”

“Bak ya… Bilim âşıklığından komplo uzmanlığına geçiş yaptın şimdi de! Hem de küt diye…”

“Ne ilgisi var? Ne zamandır DNA’larla oynanıyor, gen eklenip gen çıkartılıyor. Olandan fazla uzuvlu fareler, karnıyla kuyruğu yer değiştirmiş sinekler yapılıp duruyor. Bu çalışmalar gerekli ve önemli sistemi öğrenmek açısından. Peki, iğrenç emellere alet edilme ihtimali insanı dehşete düşürmez mi, düşürmemeli mi? Memelinin fiziksel yapısını değiştirebilenler virüsünkini mi değiştiremeyecekler? Bundan tedirgin olmanın neresindedir paranoya?”

“!!!...!!!”

“Bunlar olasıyken en sarsıcı gelişmenin, genlerde yalnızca fiziksel yapının kayıtlı olmadığı, yaşamda öğrenilenlerin de kaydedildiğinin belirlenmesiyle ortaya çıkacağını düşünüyorum.”

“Yapma ya… Sen aşmışsın, aşmış… Ne yaşıyorsak teyp gibi kaydediyoruz ha! Sen aşmışsın, hakkındır en sağlamından kayışlı giysi.”

“Anlamadım..!!..!!! Genlerle ne ilgisi var astronot elbisesinin?”

“Anla işte… Senin gibi bilim aşığı olmadığımdan kolay söyleyemiyorum. Öyle laboratuarlarda çalışanlar da özel elbiseler giymiyorlar mı? Anla işte… Peki ne oluyor kaydettiklerimiz, bizimle mezara mı gidiyor?”

“Hem evet, hem hayır… Çocuğun olmazsa seninle mezara gidiyor, veya bir organını başkasına vermemişsen.”

“Sen çok fena aşmışsın… Demek böbreğimi verirsem anılarım başkasının eline geçecek ha! Arnavutciğerini çok severim, o yüzden yeşil çayırları görünce yayılmak geliyor içimden. Daha da koyunlaşmak istemiyorsam sakatattan uzak durmalıyım. İyi ki söyledin… Sen aşmışsın aşmış… Kayışlı giysi, yallah araca…”

“Ne ilgisi var? Anladım, şaka yapıyorsun yine. Söylemek istediğim; özellikle önemli organ nakillerinden sonra ortaya çıkan davranış değişiklikleri. Organ nakli sonrasının zor bir süreç olması ve yeni organın kabulü için çeşitli ilaçlar kullanılması yüzünden bu davranış değişikliklerine yeterince dikkat edilmemişti bugüne kadar. Konuyla ilgilenip araştıranlar çok şaşırtıcı sonuçlara ulaşmış. Klasik müzikle en küçük ilgisi olmayan hastanın organ naklinden sonra, radyodan duyduğu müziği ıslıkla çalmaya başlaması ve sanki hep klasik müzikle yatıp kalkmış gibi birdenbire bu müzik türünün meraklısı kesilmesi ilginç vakalardan biri. Uzmanların, uyum için kullanılan ilaçların yan etkileridir diye açıklamaya, daha doğrusu geçiştirmeye çalıştığı nakil sonrası yaşanan gariplikler, görmezden gelinerek değil, üzerine ciddi şekilde eğilenlerin çalışmalarıyla sağlam bir zemine oturtulacaktır. Hem, hangi ilacın hangi etkisi insanı klasik müzik düşkünü biri yapabilir! Konunun içinde olanlar farkında bu garipliklerin, ama şimdilik iyi bir yanıt yok. Bir diğer olayda; orta yaştaki kadın, nakil sonrasında hiç alışkanlığı olmamasına rağmen birdenbire tavuk kanadı düşkünü olmuş ve yemeye başlamış. Açıklamakta zorlandığı bu değişimin nakil sonrasında ortaya çıkması, onu, bunun nedenini araştırmaya itmiş. Verici kimliğinin açıklanmaması engelini aşıp aileye ulaştığında öğrendikleri şaşkına çevirmiş kadını. Motosiklet kazasında ölen verici gencin en düşkün olduğu şeymiş tavuk kanadı.”

“Kadın aşeriyordur ya…”

“Anlamadım… Ne ilgisi var aşermekle?”

“Benzetme yaptım, anla işte… Organ nakillerinde nekahet devresi zor geçer ya… Hem sonra, bir ömür hep aynı şey yenmez, zamanla başka tatlar arar, hatta düşkünü olur insan. Sen aşmışsın aşmış… Kayışlı elbise, yallah araca… Bir iki rastlantı yüzünden kişiliği başkasına naklettin ya, senden korkulur…” 

“!!!...!!!! Anlıyorum, şakaya vuruyorsun… Bunları sana kabul ettirmek için anlatmıyorum. Gelmeye çalıştığım noktayla önemli bir ilişkisi olduğunu düşünmem yüzünden verdim bu örnekleri. Evet, ne diyordum… Diyelim ki yaşam deneyimlerimiz de kaydediliyor. Bu noktada çok önemli bir soru çıkıyor insanın karşısına; o da, ‘Nereye kaydediliyor’ sorusudur. Evet nereye kaydediliyor kültürel bilgiler? Böceklerde beyin olmamasına rağmen öğrendiklerini ve hatırladıklarını biliyoruz. Buna getirilen açıklama; sinir sisteminin beyin görevi yaptığıdır. Bunda bir şey yok, ama önemli bir noktaya ulaşılabilir buradan. Demek ki, sinir hücrelerine kaydediliyor bu bilgi. Şimdi sorulması gereken soru; beynimizin bütününün oluşturduğu devasa mekanizma  mı bellek görevi yapıyor, yoksa tek tek hücreler, yani DNA’lar mı? Organ nakliyle ilgili o örnekleri bu nedenle anlattım.  Organ nakliyle kültür aktarılıyorsa, o zaman belleğin yalnızca beyinde olmadığı sonucuna ulaşırız. Özetle, yaşam bilgisi bütün hücrelere yazılıyor. Genlerin tanımlanması işlemi bitirildi, ama her bir genin görevinin ne olduğunun ortaya çıkartılması epey zaman alacak. Genlerimizin yüzde doksandan fazlasının işlevsiz olduğu söyleniyor. Yani çıkartıldığında organizmada eksiklik oluşmuyor. Acaba oluşmuyor mu? Fiziksel yapıda eksiklik oluşturmayan genler kültürel bellekte eksilme yaratıyor olmasın? Özetle, soru halen daha cevabını bekliyor. Hiçbir işe yaramayan gen mi, yoksa ne işe yaradığı bilinmeyen gen mi? Bir şey daha eklemem gerekiyor; nakilde reddedilmeyen tek organ beyinmiş. Nakil sonrasında uyumsuzluk yaratmayan tek organın beyin olduğu doğruysa, bu reddedilmeyişin nedeni, beynin vücudun bütün hücrelerindeki DNA'ları yeniden programlaması veya başka deyişle diğer organlara ‘Yeni patron bendeki DNA'lardır’ komutu göndermesi olabilir mi? Evet, yanlış duymadın, genlerimize yazılıyor yaşadıklarımız diyorum.”

         “Yapma ya… Bu kadar da aşılmaz ki, çok fena aşmışsın sen… Yakında senin yüzünden En Fazla Aşma Ödülü koyarlar artık.”

         “!!!!...!!!! Sözümü unutmak istemiyorum, evet, ne diyordum? Yaşananlar genlere kaydediliyorsa eğer, genlerin düşünülenden çok daha karmaşık bir yapısı olmalıdır. Buna kafa yorduğumda, proteinlerin içinde ayrı bir kodlama sistemi olmalı sonucuna ulaşıyorum ve bu akla yatkın gözüküyor. Evet, genetik belleğin olması durumunda organ nakillerindeki uyuşmazlık nedenlerine kişilik özellikleri de eklenmiş olmayacak mıdır? Düşünce ve davranışların genlere kaydedilmesi durumunda, bir organ, farklı düşünce ve karakter yapısındaki bir başkasına nakledildiğinde uyum sorunu ortaya çıkmayacak mıdır? Doku uyumu şartına karakter uyumunun da dahil edilmesi kaçınılmaz gibi gözüküyor. Eğer genetik bellek var ise organ nakli  yerini tamamen kök hücre çözümlerine bırakacaktır, ki bu kaçınılmazdır. Etkin organların daha zor uyum sağlamasının nedeni karakter uyuşmazlığı olabilir mi? Ne dersin?”

         “Ne diyeyim ya, ne diyeyim… Artık diyecek söz bulamıyorum… Bir sinekten nereye getirdin lafı.”

         “Anlattıklarımla büyük ilişkisi olduğunu düşündüğümden konuyu reenkarnasyona getirmeliyim.”

         “Yapma ya… Bir daha mı doğacaksın… Bu kadarı fazla gelir, ortalığı duman attırırsın. Aman ha…”

“!!!...!!!.. Evet, ne diyordum… Reenkarnasyon konusu epeyce ilgi görüyor. Sanırım bunun en önemli nedeni, yeniden doğma düşüncesinin içinde sakladığı romantizmdir. Bunu kenara bırakalım…  Bir de, önceki yaşamımda Sezar’dım, Kleopatra’ydım gibi zırvaları uzak tutalım konuşmamızdan. Reenkarnasyona örnek verilen olaylardakiler ya aynı ailenin bireyleri ya da aynı coğrafyadalar veya bir şekilde aynı yerde bulunmuşlar. Araştırmacıların ilk yapması gerekenden hiç söz edilmemesi kabul edilebilir mi? Neden genetik inceleme yapmak akıllara hiç gelmiyor? Bunu anlamak mümkün değil. Görmek istediklerini görmek veya görmek istediklerinin peşinden gitmek kendini kandırmaktan başka şey değilken ‘İşte reenkarnasyon’ demelerinin anlaşılır yanı olabilir mi? Daha da düşündürücü olan hiçbir bilimsel yanı olmayan pek çok araştırmayı yapanların bilim kökenli olmalarıdır. Reenkarnasyonla ilgilenenlerin öncelikle içgüdü nedir sorusunu netleştirmeleri gerekmez mi? İçgüdüyü anlamadan yola çıkmak hemen mistik düşüncelere gömülmekten başka işe yaramayacaktır.  Örnek verilen bütün olaylarda fiziksel temas olasıyken ve bu durum genetik incelemeyle kesin olarak tespit edilebilecekken yapılmıyor, hiç akla gelmiyor. Bu önemli ve kesin belirleyici olasılık göz ardı  edilerek sağlıklı sonuçlara ulaşılması mümkün mü? İhanet ve kaçamağın gizli kapaklı yapılıyor olması nedeniyle söz konusu kişilerin ketumluğu anlaşılır, ama bilimin bu engeli aşması zor olamaz. Gizli bir ilişki söz konusu değilse, ebeveynlerde çok derin izler bırakmış olaylar titizlikle araştırılmalıdır.  Genetik kültürel bilginin sonraki nesillerde ortaya çıkması, bir anlamda reenkarnasyon, yani yeniden doğuş değil midir? Kötü bir kişinin genetik belleğinde kötülükler, iyi birinin kayıtlarında iyilikler çoğunlukta, yani baskın olmayacak mıdır? Genetik belleğini aktardığı sonraki yaşamın iyi veya kötü olmasını, uygun şartların oluşmasının da yardımıyla bu genetik bellek belirlemeyecek midir? Özetle, genetik belleğin etkin şekilde belirleyici olduğu, iyi ya da kötü mizaçlı sonraki bir yaşam reenkarnasyon değilse nedir. Ne dersin?”

         “!!!!!!....!!!!!..”

         “Dedelerimizin ‘Alın yazısı’ dediklerine, Uzak Asya’da reenkarnasyon deniyor saptaması yanlış olmayacaktır. Evet, düşüncemde bu aşamaya geldiğimde karşıma çıkan soru; bilgi, dokular canlı kaldığı sürece mi saklanıyor, yoksa DNA’nın kimyasal yapısına mı yazılıyor. Yani, canlı süreç içindeki elektrik faaliyeti mi saklıyor bilgiyi, yoksa genlerin durağan hali mi?  Bu önemli bir soru. Organizmanın ölmesi durumunda yok olan elektrikle birlikte bilgi de silinecek, veya genlerin kimyasal yapısına kaydedildiği için canlılığa ihtiyaç duyulmadan saklanacaktır ki bu durumda tarihi kalıntılar bile hiç olmadığı kadar çok şey anlatmaya başlayacaktır. Özetle, hiç akla gelmeyecek ufuklar açılacaktır insanlığın önünde, ama kimyasal kayıt seçeneğine pek ihtimal vermiyorum.”

         “!!!!!!.....!!!! Pes…”

         “Ne diyordum… Diğerini anlatacaktım, yani elektriksel belleği… Bilmiyorum hiç başından geçti mi? Ben iki kez yaşadım…  Ölüme yaklaşıldığında hayatın bir film şeridi gibi gözümüzün önünden akmasından söz ediyorum. Bütün yaşadıkların çok hızlı şekilde tersine doğru büyük bir hızla geçer gözünün önünden. Sayacın sıfırlanmasını çağrıştıran, zembereğin boşalması gibi hızla başa dönme olayıdır yaşanan. Ölüm tehlikesi yaşarken gerçekleşir bu olay ve tehdit ortadan kalktığında, yani hayatta kalındığında hatırlarız. Bu olay çok ilgimi çeker.  Genetik bellekle ilgili anlattıklarımla bu olayı bir araya getirdiğimde, bellek için elektriğin, yani canlılığın şart olduğu sonucuna varıyorum. Nakil sırasında organların canlılığını koruması da bunu destekliyor. Yaşam koşullarının getirdikleriyle beraber az sayıda da olsa genlerimizde kayıtlı olanları da yaşadığımıza inanıyorum. Bunu ‘Aynı benim başımdan geçen gibi’ düşüncesiyle bizden çok ebeveynlerimizin anlaması gerekirken değişen yaşam şartları nedeniyle dikkatlerinden kaçıyor. Aslında bunun doğru tanımlamasını ‘Kader, alın yazısı’ diyerek atalarımız yapmış. Ve böylece, neden bazı şeylere engel olamayıp bile bile içine yuvarlandığımız da anlam kazanmaz mı? Basiretin bağlanması deyip geçmek yerine ‘Neden?’ sorusunu daha yoğun şekilde ve yayarak sormak gerekmez mi?  Bu noktada, kader ve alın yazısının bir tutam olduğunu görmeyip tüm bir yaşama yaymak yanılgıların büyüğü olacaktır. Ebeveyn genlerinin rastlantısal yarılarının alıyor oluşumuz ve geriye doğru ilk atalarımızdan itibaren hangi genlerin bize ulaştığının bilinmez oluşu, kayıtlı yaşamı neredeyse tamamen belirsizleştirip kavranmazlaştıracaktır. Hangi atamızdan hangi olayı aldığımızı bilmemiz ancak genlerdeki kayıtları çözmeyi başardığımızda mümkün olabilecektir. Teknolojinin son ürünü elektronik aletlerdeki bellek kartlarını okur gibi okuyabilirsek genleri, o zaman çözebileceğiz geçmişi ve geleceği. Kahinlik bilimselleşecektir genler okunduğunda ve pozitif bilimler içindeki yerine sağlam şekilde oturacaktır.  Ne hazindir ki -yoksa talih mi demeliyim- genç sayılacak yaşlara kadar öğrendiklerimizi aktarabiliyoruz genlerimizle. Oysa çocuk sahibi olduktan çok sonra öğrenebiliyoruz var oluşa hayata dair pek çok şeyi. O yaşlarda taşı sıksak suyunu çıkartırız, ama yanı başımızda olan bitenin farkında bile değilizdir. Törpülenmemiş, duyarlılıkları gelişmemiş birinin deneyimleri ne kadar işine yarayacaktır çocuğumuzun! Ve böylece bir ömürde hayata dair öğrendiklerimizin hep daha azı gidiyor geleceğe. Kadınlar, öncelikle menopoz ve bağlayılıcılıklar yüzünden aktarma konusunda daha az şansa sahip. Erkekler, çok daha ileri yaşlarda bile -Şarlo misali- tek atımlık fişeklerle de olsa veya kaçamaklarda kaza kurşunlarıyla gönderiyorlar genlerindeki bilgileri geleceğe. Gençliğin hay huyu içinde hiç aklımıza bile gelmeyen var oluş nedenimize ancak yıllar yıllar sonra kafa yormaya başlıyoruz, ki bunun en önemli nedeni, yaşamın acımasızlığının omuzlarımıza binmesiyle duyargalarımızın hassasiyetini artırması, değerlendirme yeteneğimizin gelişmesidir. Bir nedenle daha çoğunlukla en derin duygu ve düşüncelerimiz aktarılamıyor geleceğe. Çünkü, bu tarz düşüncelerin çoğunu kendimize bile ifade etmeye korkuyoruz. Deliliğin eşiğidir burası ve o eşikten adım atmanın ilk şartı kendine itiraftır. Hemen geri alınır o ilk adım. Ve delice dediğimiz o düşünceleri kendimize bile itiraf edemeden gideriz mezara. Bir tek yerde kayıtlıdır bunlar. Genlerimizde. Ama, çok derin izler bırakacak kadar güçlü olmalıdır bu düşünceler. Yoksa, önemli oldukları anlaşılmadan önemsizler arasında unutulup giderler. Talihliysek bir kaza kurşunuyla belki hiç bilinmeyecek bir yere bırakırız delice bulduklarımızı. Ne yazıktır ki, çocuk yapma döneminin çok sonrasında,  yaradılışa dair, bizi korkutan hatta dehşete düşüren  birikimlerimizin eseri  duygu ve düşüncelerimiz, neredeyse tamamen orta yaş sonrasına aittir. Orta yaşa kadar bizi yöneten ilkel dürtü ve duygularımızı törpüleyemiyor, bunu başardığımızda ise çocuk yapma olanaklarını çoktan gerilerde bırakmış oluyoruz. Ne dersin yanılıyor muyum?”

         “!!!!!!!!!....!!!!!...  Si…”

         “Ne, anlamadım?

“Anla işte… Sigara çekti canım.”

         “Ne diyordum. Evet, bu yüzyıl dehşet yüzyılı olacak. Keşiflerin getireceği köklü değişiklikler yüzünden yüzyıllardır süre gelen inanç ve düşünce yapısı sarsılan insan, bütün bunlara eklenecek genle ilgili ahlaksızlıklarla alt üst olacak. "Ben, ne kadar benim?" sorusu en sık sorulan soru olacak. Bunların gerçekleşmesi durumunda yaşanacaklara ‘dehşet’ demekte haksız mıyım? Ne dersin?”

         “Si…!!!.!!!!... Si..!!!”

         “Anlamadım… Sigara mı çekti canın? İçiyorsun ya!”

         “!!!!!!!!!...!!”

“Aslında pek çok davranış yaşam içinde eriyip göze batmıyor. Çünkü kalıtımsal bellekten gelen bir bilgiyi geçmişten gelen şekliyle algılayıp kullanmıyor, yaşam içindeki şartlarla değerlendirip yorumluyoruz. Farkında olmadığımız ise, davranışın görüp duyulanlar sonunda mı gerçekleştiği, yoksa bellekten gelen dürtülerle mi meydana çıktığı. Kısacası…”

         “Yeter beee… Kafama sıçtın…. Kim katlanabilir bu kadarına! Manyak, sen kayışı sıyırmamış, koparmışsın… Manyak… Yeter be… Uzayına, proteinine sıçarım… Manyak, kafama sıçtın… Kayışı koparmışsın… Boşa döndürüyorsun, boşa… Yeter ulan, muhabbet dedik, kafamıza sıçtın… Bula bula beni mi buldun! Siktir git…”

         “Neee…!!!!!!!...!!!!”

         “Siktir git, kayışı koparmış manyak…”

         “Neee !!!!!!!!!!!!!!... Anlamadım, sen davet ettin beni…”

         “Siktir git manyak… Ne bileyim bu kadar boşa döndürdüğünü…”

         “Nee…!!..!!!... Neyi boşa döndürüyorum? Şaka mı bu..?”

         “Siktir git manyak… Hey millet, yok mu burada sağlam kayışlı sağlam bir deli gömleği? İnsanlığı kurtaralım şu manyaktan. Kimse dayanamaz bu kadarına? Bilgisayar yazcısından canlı çıkartabileceğine inanıyor manyak ya… Ciğer yiyen, koyun olur diyor ya… Biri insanlık namına tımarhaneyi arasın, bu manyağı alıp götürsünler ya. ”

         “Nee… Deli gömleği mi! Boşa döndürmek mi! Anlamıyorum, anlamıyorum… Bilim konuşmayı sevdiğini söylemişti… Anlamıyorum… Manyak mı! Tımarhane mi? Anlamıyorum, anlamıyorum, anla…”     

 

 

14.07.2005

 

Eyüp Şeker