BİLGİLENMEKLE BİLGİN, BİLGİNLİKLE BİLGE, BİLGELİKLE BİLGİN OLUNMAZ
İnsanlık, en başından beri “Neden?” diye sorulduğu ve cevap arandığı için bugünlere gelebilmiş, “Neden?”lere bilgi boyutunda kafa yorulduğu, bilimsel akılla çözümler ve çareler geliştirildiği için bu düzeye ulaşabilmiştir. Yoksa ateşten korkan, yıldırımdan ödü patlayan, Güneş ve Ay tutulmalarında kaçacak delik arayan, depremlerde yangınlarda yerini yurdunu terk eden hayvanlardan farksızdık bugün. İnsan bilginin değerini anlamasaydı, “Neden?”lere cevap ve çare ararken bilimsel sorgunun gücünü kavrayamasaydı haalaa Ay’ı Güneş’i karartanı çığlıklar atarak taşlıyor ya da korkup saklanıyor olacaktı.
Son yıllarda sıkça belirtildiği için “Bilgi değerlidir” sözünü tekrara gerek yok. Her zaman değerliydi bilgi, fakat iletişim ve kayıt araçlarındaki baş döndürücü gelişmeler bu sözün sık tekrarlamasını getirdi.
17 Ağustos’u takip eden günlerde zehirlenme belirtileriyle hastanelere koşan insanların ortak noktasının hamsi yemeleri olduğu anlaşılınca başlatılan bilimsel araştırmada elde edilenlerden söz etmiştim alışveriş ettiğim balıkçıya. Haberi yoktu, neden olmadığına kafa yormama bile gerek yoktu. Gazete okumaya haber izlemeye gerek duymamaya alıştırılmış çoğunluktandı. Daha doğru deyimle, gazete sayılmayacak gazeteleri, haber denmeyecek haberleri izlemekle yetinen çoğunluktandı. Bilimsel çalışmanın sonucu açıklamada; “Zehirlenenlerin hepsi Körfez bölgesinde tutulan hamsilerden yemişler. Uzun yıllar boyunca deniz dibine çöküp birikmiş zehirli kimyasal atıkların deprem sarsıntılarıyla çalkalanarak suya karışmasıyla hamsilerdeki zehirli etki ortaya çıkmıştır. Tıpkı dibinde tortu olan bir çanak suyu çalkaladığımızdaki gibi…” dendiğinden söz etmeye çalıştım. İfadesiz bakışları yüzünden “Tren değilim” huzursuzluğuna kapılınca sustum. Bilgisi de, bilgiye ilgisi de hiç yoktu… Oysa uzmanlar, bilgiye başvurup bilimsel sorgu yapmasaydı, bu zehirlenme vakaları da muhtemelen “Nedeni bilinmeyen şüpheli vakalar” yığınının üstüne ilave edilecekti.
Bilgi çok değerlidir… Peki “Neden?” olmasaydı bilgi bu kadar değerli olur muydu? “Neden?”siz derlenen bilgi koleksiyondan ibaret kalmaz mıydı? Pul veya plak koleksiyonu gibi biriktirilmiş bilgi anlamsız olmaz mıydı? Aslında “Neden?” olmasaydı ne pul ne de resim koleksiyonu olurdu. İnsanlığın sahip olduğu en değerli şeydir “Neden?”. Yoksa sadece yiyecek içecek barınaktan ibaret kalırdı yaşamımız.
En küçük esintinin olmadığı çok sıcak bir günde ağaç gölgesinin yerini hiçbir tentenin çatının tutamayacağının açıklaması ancak bilgiyle, bilimsel sorguyla mümkündür. Çünkü “Neden?”le sorgulamış bilim diyor ki “Ağaçlar fotosentez yoluyla karbondioksiti emip oksijen salarlar”. Bu bilgiye sahipsen o zaman anlarsın en küçük esintinin olmadığı o çok bunaltıcı günde ağaç altındaki belli belirsiz serinliğin kaynağının fotosentezin eseri hissedilmeyen o hava akımı olduğunu. Ve bir kez daha beynine dank eder, çatıların tentelerin klimaların asla ağacın yerini tutamayacağı.
Bilgisi az, bilgiye ilgisiz biri ise söğüt gölgesinin değerini fazlasıyla bilir ama nedenine nasılına kafa yormaz, “Şu söğütler olmasa kavurucu sıcaklarda niceydi halim…” der geçer. Her köyün bir delisi vardır ama bilgesi olan köye seyrek rastlanır. Söğüt gölgesinin değerinin farkında olan, eğer varsa köyün bilgesine illa soracaktır bunun hikmetini. Bilge eğer bilgeyse; “Neden?”ini bilmese de en değerli şeyin can olduğunu, canın yalnızca kendisine değil çevresindekilere de can verdiğini, canın bir başına can bulamayacağını, dahası canlı kalamayacağını, kalsa bile canlı sayılamayacağını, sayılsa bile yaşıyor olmayacağını söyleyecektir. Ve ekleyecektir; eğer biz canlıysak, çevremiz hatta Dünya dahası Evren canlı olduğu içindir. Bunlar cansızsa biz de cansızız, ya da kısa süre sonra can vereceğiz demektir. O yüzden ağaç can veriyor… İnsanlığın tekrarlana gelen en büyük hatası; yaşam için, yiyecek içecek ve havanın yeteceğinin, bunlar sağlanırsa yaşanabileceğinin zannedilmesi ve doğanın neredeyse hiç önemsenmemesidir.
Neyse ki, artık başta internet olmak üzere pek çok bilgiye ulaşma aracı var, köy bilgelerinin pabucu dama mı atılacak, yoksa daha mı bilgeleşecekler, bunu zaman gösterecek?
Beş buçuk asır önce, fotosentez kavramının f’si bile asırlarca ötedeyken, “Yaş kesenin başını keserim” korkusu salarak herkesi titreten Fatih Sultan Mehmet’in bu bilince nasıl eriştiğini çok sık düşünürüm. Bunun açıklamasının, aldığı iyi eğitimde yattığı açık. Pek çok bilgin olsa da etrafında, bu bilgiyi bilginlerden değil muhakkak ki bilgelerden almıştı. O günlerde bilimsel sorguyla ulaşılamayacak böyle bir bilginin farkındaki bilgelerin arasında olmak büyük şanstı Fatih için. Ya o bilgeler bu bilinç düzeyine nasıl erişmişlerdi? Nasıl anlamışlardı ağacın hikmetini, yaşamsal değerini?
Çevresindeki bilginlerden ve bilgelerden aldığı iyi eğitimin Fatih’e çok şey kazandırdığı açık… Büyük zekaası sayesinde orada kalmamayı, bilgeliğe doğru ilerlemeyi seçmiş veya başarmış ki, ağaçlara el sürülmemesi için korku saçabilmiş. Bunu, yeşilin güzel görüntüsü yüzünden yapmadığı çok açık… Amacı güzellik olsaydı, göze hoş görünenin peşinde olsaydı, şiirsellik devreye girer şairliği ağır basardı ve ağaçların tekdüze yeşilini değil, çiçekleri, türlü süs bitkisini korumaya alırdı. Bilimin bilmediğini bilemeyeceğini de ancak bilgelikle kavrayabileceği çok açık. Bu bilinç düzeyine nasıl ulaşabildiğini öyle çok merak ediyorum ki, “Işınlayabiliriz, gitmek isteyen var mı?” dense, hayal kırıklığı yaşayabileceğimi bilsem bile bir an bile tereddüt etmez giderim. Bu düzeyde bir bilgeliğe ulaşmak için çok üstün bir zeka gerektiği açık ve zaten tartışılmaz dehasını sorgulamaya kalkmak bile anlamsız. Eğer devlet adamı ve asker olmasaydı, bilgeliği ve dehasıyla, insanlığa damgasını vurmuş bilginlerin sanatçıların arasında yerini alır mıydı? Bu soruya bir an bile tereddüt etmeksizin “Evet” diyebiliyorum. Çünkü her şey bu mayaya fazlasıyla sahip olduğunu, sonrasındaki yoğrulmaları ise çok güzel piştiğini gösteriyor.
Aradan neredeyse altı yüzyıl geçti, bu uzun sürede biriken bilgilere sahip günümüz insanlarının Sultan Fatih’in bilincinin yanına bile yaklaşamadıklarına sık sık tanık oluyoruz. Günümüz etkili yetkilileri, üstelik bilimin içinden gelmelerine rağmen “Biz ağaçları usturuplu keseceğiz, tesisin bacasını çevreye müsait inşa edeceğiz, ormana zarar vermeyeceğiz…” gibi akla zarar gerekçelerle orman katliamlarına yol vermeye çalışıyorlar. Hem de bütün bilginler ağız birliği etmişçesine, Dünyanın geleceğinin tehlikede olduğunu, insanlığı susuzluk ve kıtlığın beklediğini, doğayı korumak gerektiğini, hatta korumakta geç bile kalınmış olabileceğini söylerken, orman katliamlarına izin veriyor, göz yumuyor, toplu ağaç kesimlerini gizlemek için insanları uyutmanın türlü yolunu deneyip duruyorlar. Para hırsıyla gözü dönmüşler toparlanıp bir zaman makinesiyle Fatih Sultan Mehmet’in yanına postalanabilseydi, eminim ki, cellatlar ağır mesai yapmak zorunda kalırlardı. O’nun çağı barbardı ama çok açık ki o günün insanları, hele de Fatih Sultan Mehmet, bugünün barbarlarının yamyamlarının yanında pırıl pırıl kalırdı. Günümüze O ışınlanacak olsaydı, gördükleri karşısında dehşete kapılır şaşkına döner “Bu ne katliamdır, bu nasıl barbarlıktır böyle, insan olan kıyar mı ağaca toprağa, bre zalimler tez geri gönderin beni…” diye isyan ederdi.
Bilginin, özellikle de bilimin ve bilgeliğin pusulası “Neden?” sorusudur dersek yanlış olmayacaktır. “Neden?”i az ya da çok olmak, gelişmişliğin refahın en büyük göstergesi değil midir? Bakmayın “Paran kadar konuş” sözünün yayılmışlığına, “Neden’in kadar konuş”tur asıl belirleyici olan ve her yerde kesin şekilde kendini gösterir. “Neden?”i az olanın sözü geçmez/geçmiyor hiçbir yerde.
Sadece bilim için değil, biz sıradan insanlar için de “Neden?” sözcüğü önemlidir. Hatta en yaşamsal sözcüktür bile diyebiliriz. En küçük an’ımızda bile “Neden?” vardır. Onsuz yapamayız, yapamazdık…
Günlerden bir gün yemek masasının altında kavun çekirdeğini andıran lekeyi görünce bir türlü anlamlandıramamıştım. Pek sevmediğim için yakın gözlüklerimi takmamıştım, üşengeçlik ağır bastı, görmeyi kafaya takmayıp kalıntıyı temizleyip attım. Uzun süredir sofraya kavun koymadığım gibi diğer yiyeceklerin hiçbiriyle de ilişkilendiremediğim bu lekeyi çözmek için ertesi gün az ötesinde belli belirsiz kıpırdayan izbandut gibi beyaz kurtla müşerref olmam gerekti. Sanırsam bu öncekinden daha talihliydi, çünkü üzerine basıp gözlüksüzken kavun çekirdeği sanmamı sağlayacak kılığa sokmamıştım garibi. Kartvizit sunacak protokolsal durum söz konusu olmadığından çöpe gönderdim. “Bunlar nereden geliyor?” sorunsalına cevap bulmak için olası şüphelileri düşünerek birkaç dakika aramış ama aval aval bakınma halim sarmayınca bırakmıştım. Ertesi gün üçüncüyle burun buruna gelince artık suçlunun bulunması kaçınılmazlaşmıştı. Olası şüphelileri büyük bir ciddiyetle masaya yatırdığımda bu kurtların kuru gıdalardan peydahlananlara hiç benzemediğini kavramam çok sürmedi. Tabii ardından suçluyu yakalamam da… Naylon poşet içinde duran kestanelerdi birkaç gündür müşerref olduğum kurtların kaynağı… Daha bir hafta bile olmamıştı satın alalı… Durumları, bana gelmeden kurtlanmaya başladıklarını işaret ediyordu. Görmeden satın almak internet marketlerinden kaynaklanan önemli bir sorun… Neyse, konuyu dağıtmayayım… Hava alacak şekilde ağız kısmını iyice açmadığım poşetin içi hafif nemliydi ama daha önemlisi, yiyeceklerin naylon poşetlerde değil, hava alabilecekleri kaağıt veya bez torbalarda saklanmasıyla ilgili hayat bilgisini umursamamıştım.
Yine günlerden bir gün mutfak tezgahının üstünde bir iki milim boyunda minik kahverengi böceklerle karşılaştığımda da benzer şeyler yaşamış epeyce süre kaynağını bulamamıştım. Suçlu, raftaki kullanılmayan ikinci tuzluktaki pirinçlerdi. Hayat bilgisi bize, nemlenmeyi önlemek için tuzluğa pirinç konulmasını öğütler. Bu bilgiye, konulan pirinçlerin evladiyelik olmadığını eklemem için bu minicik böceklerle müşerref olmam gerekiyormuş.
Yiyeceklerin kurtlanabileceğini bilmek, bilgiye sahip olmaktır. “Neden kurtlanıyor, kurt nasıl giriyor içine? Tuzun içinde nasıl yaşam bulabiliyor?” sorularına cevap aranmaya kalkıldığında, bilim devreye girmiş, bilimsel sorgu başlamış demektir.
Dolapta uzun süre kalırsa yumurtanın katı pişmiş gibi olacağını bilmek bilgiye sahip olmaktır. Yararı da normal sürede tüketecek kadar yumurta almaktır. Bilimin devreye girmesiyle verilir buradaki “Neden?”in yanıtı. Bilim der ki, soğuyan hava büzüşür, yani düşük basınç oluşur. Bu yüzden yiyeceklerdeki su emilir, yumurta pişmiş gibi, meyveler büzüşüp kupkuru, türlü yiyecek katılaşmış olur. Hayat bilgisi, yumurtayı dolapta uzun süre tutmamayı öğretirken, bilimsel bilgi, buharlaşmanın tek şartının ısı olmadığını, basıncın diğer faktör olduğunu söyler. Bu nedenledir ki dağcılar Everest’in dehşetli soğuk zirvelerinde neredeyse bir gazlı çakmakla su ısıtabilmektedir.
Galiba, “Bizim yumurtamızı alırsanız buzdolabında pişmez” diyen endüstri, bu duruma farklı bir çözümle yaklaşıyor. Yanılmıyorsam, sıvı kaybını önlemek için parafinle kaplanmış yumurtalar raflarda yer almaya başlamış. Benim çözümüm ise yine daha ekonomik. İçinde mümkün olduğunca az hava bırakmaya çalışarak ağzını bağladığım naylon poşette tutuyorum hızlı tüketemediğim yumurtaları. Amacım; dolap kapısı her açıldığında kısmen de olsa yenilenip nem yoğunluğu azalan, aynı zamanda ısısı ve basıncı yükselip normale dönen iç havanın, vakumlamaya uygun basınç ve nem oranına gelmesiyle, yumurtalardan tekrar tekrar su emilmesine engel olmak. Sanırım işe yarıyor…
Bilimin yapılandırdığı teknolojiyle biçimlendirilmiş hayat bilgisi bize, dolaptaki yiyecekleri açıkta değil kaplarda veya naylon torbalarda saklamamızı söyler. Söyler söylemesine de, süre uzadığında bu sefer de çürüme başlar yiyeceklerde. Zira soğuyup büzüşen ortamın emdiği su dışarı çıkamayıp poşetin içinde birikerek bakterilerin üreyip çoğalmasını sağlayacak şartları yaratmaktadır. Bunu bilim söyler… En pratik çare ise bilimden değil hayat bilgisinden gelir. Sebze ve meyveler gazete kaağıdına sarılarak dolaba konursa çok daha uzun süre tazeliklerini koruyabilmektedir. Bilim diyecektir ki, gazete kağıdı, nemin tamamının dışarı kaçmasını engelleyerek iklimlendirici mekanizma işlevini görmekte, bu sayede yiyecekler daha uzun süre korunabilmektedir. Hayat bilgisinin eşsiz buluşlarından biridir gazete kaağıdı.
Bu bilimi reddetmek değildir… Tıpkı, milyarların döküldüğü sistemlerden elde edilen hava raporunu izlemeyi ihmal etmezken ufka bakıp sonraki gün havanın nasıl olacağını söyleyebilen balıkçı gibi… İkisinin de çok önemli olduğunu iyi bilir balıkçı.
Gidip bilimin eseri olan bir vakumlayıcı satın alarak yiyecekleri koyduğumuz naylon torbaların havasını emip çok daha uzun süre saklayabiliriz dolapta. İyi de, gazete kaağıdı varken kim döner bakar vakum pompasına… Soğuk hava deposu değil altı üstü bir ev buzdolabı… Zaten bizler de stokçu değiliz…
Birilerinden, oluklu mukavva kutuların daha iyi sonuç verdiğini duymuştum, ancak denemedim… Çift katlı boşluklu yapısı akla yatıyor ve dolapta ya da dışarıda, yiyecekleri korumakta etkili olabileceğini işaret ediyor.
Bilgi değerlidir ama bizler için bilimsel bilgiden çok, pratiklik sağlayan, şartlarımıza ve ihtiyacımıza uygun bilgi daha değerlidir.
Bir de tüketim süresine denk gelecek kadar az alınamayan veya uzun süre saklanması gereken, el altında bulunması istenen yiyecek meselesi var. Bilinen ve yaygın şekilde kullanılan, kurutma tuzlama baharatlama konserveleme gibi yöntemler tat değişiklikleri yaratıyordu, bilim “Dondurun…” dedi, endüstri uygulamaya koydu, böylece dondurulmuş gıdalar yaşamımıza girdi.
Yöntem basit; temizle ayıkla, doldur naylona, yolla buzluğa. Bunu kavramak için A.Einstein veya N.Tesla gibi dahi olmak gerekmediğinden pek çok kişi yöntemi uygulamakta. Ben bile… Anlayın artık…
Domates dokunduğu için mümkün olduğunca az yemeye çalışıyorum. Onsuz da olmuyor… Gramla alınacak şey değil… Yalnızca yemeklerde kullandığımdan, bir kiloyu tüketemeden epeycesi çürüyüp gidiyor. Dondurucudan gelen çözüm için iki yöntem kullanıyorum: İlki; biraz su ilave ederek elektrikli doğrayıcıda sıvı hale getirdikten sonra birer yemeklik parçalar halinde buzdolabı poşetlerine doldurmak. İkincisi; küçük parçalar halinde doğramak ve yine birer kullanımlık parçalar şeklinde poşetlere koymak.
Aslında bu yöntemi ilk kez soğanda kullanmıştım ama ne kadar titizlensem de, poşetlerin dışını yıkasam da buzdolabının üç beş gün boyunca soğan kokmasına engel olamayınca terk ettim, ancak sarımsakta kullanmaya devam ediyorum. Çünkü hiç koku duymadım bugüne dek. Poşetteki soğanlar rahatsız edecek kadar koku yayarken, ezelden müthiş sabıkalı sarımsaklar neden koku vermiyor bilmiyorum. Zaten hayat bilgisini aşan ve bilimin alanına giren bir durum bu…
Küçücük paket sarımsağı bile tüketemeden epeycesinin içlerinin boşalması ve her gerektiğinde soyup ezmenin derdinden kurtulmak için, aldığım sarımsakların hepsini soyup biraz suyla elektrikli doğrayıcıda parçaladıktan sonra tamamını buzdolabı poşetine dolduruyorum. Bir parmak kalınlığında yassılaştırıp buzluğa gönderiyorum. İhtiyaç duyduğumda poşeti açıp gereken kadarını peksimet misali kırıp alıyorum. Poşeti tekrar bağlayıp doğru buzluğa… Müthiş kolaylık rahatlık sağlıyor bu yöntem, ancak oturup bir paket sarımsağın tamamını soymak katlanılır gibi değil. Çare yine buzluktan geldi: Soymadan önce ağzını bağladığım naylon torbasıyla buzluğa attım namlı sarımsak hazretlerini. Çıkarttıktan sonra bir diş sarımsağı sıktığımda “Vıjık” diye kabuğundan sıyrılıverdiğini görmek çok eğlenceliydi. Sarımsak soymaktan yana dertli olanlar, bir iki gün buzlukta tuttuktan sonra işin ne kadar kolaylaştığına şaşıracaklardır.
Benim hayat bilgimin sınırı burada bitiyor. Buzluğa giren sarımsağın neden “Vıjık”laştığına cevabı bilim verecektir ve büyük ihtimalle diyecektir ki, “Kabuk kısmı iç kısımla kıyaslanmayacak ölçüde kuru. Dondurucudan çıkartıldıktan kısa süre sonra sarımsaklar dıştan içe doğru çözülmeye başlayınca kabukla iç kısım arasında sıvıdan kaygan bir yastık oluşuyor. Sonrası malum… Parmaklarımızın “Sıkıcı cazibesine” dayanamayınca da “Vıjık”laşıp dışarı çıkıveriyor, daha önce soyulmamak için direndikçe direnen bir diş sarımsağın içi.
Bu kayganlıkla ilgili “Neden?” hayat bilgisinin ilgi alanına girmez. Aslında, bilginler/uzmanlar “Bu kayganlaşan yapı farklı amaçla başka alanda kullanılabilir mi?” gibi bir soru sormadıkça bilim ilgilenmez böylesi bir şeyle. Günümüzde kullanılan pencere camlarının böylesine mükemmellikte üretilebilmesi buna verilecek en müthiş örnektir. Cam sanayinde çalışan müthiş zeki biri evde bulaşık yıkamasa ve bulaşık suyunun üzerinde biriken yağ tabakasını görüp “Neden?” diye sormasa “Evraka” halleriyle fabrikaya koşturmayacak, eriyik metal havuzunun üzerine erimiş cam akıtarak böylesine düzgün camları çok pratik ve hızlı üretmenin yolunu açacak buluşa imza atamayacaktı. Bizler de, belki de haalaa, şişe yapma tekniğiyle şişirilen camların kesilip açılarak düzleştirilmesiyle üretilen şişe dibi kılıklı buzlu camdan farksız camları kullanıyor olacaktık. Demek ki neymiş: Bulaşık yıkayanı “Kılıbık” diye makaraya sarmaya kalkanlar buna kalkışmadan önce bir daha düşünmelidirler. “Herif kalk şu bulaşıkları yıka, belki sen de bir keşif yapar, vatana millete hayırlı biri olup çıkar, dünyayı değiştirirsin” kurnazlığıyla gaz vermeye kalkışan kadınların tuzağına düşmemek için uyanık olmak lazım hatırlatmasını yapmaya gerek bile yok. Lütfen uyanık olalım, dolduruşa gelmeyelim ve tuzaklardan kurtulmak için “Ben televizyonun karşısındaki kanepenin süngerlerini yumuşatmakla ilgili bir buluş yapmak istiyorum. Ayrıca göbek yapmayan bira üzerine çalışsam iyi olur” gibi hayati önemdeki cephaneleri dağarcığımızda muhakkak bulunduralım. Dünya hali, ne olur ne olmaz belli mi olur.
Alt bölümde fazla tutamadığım için, kahvaltıdan ve pilav dışındaki yemeklerden kaldıralı beri tereyağını da buzlukta saklıyorum. Paket tereyağını ambalajından sıyırıp buzdolabı poşetine koyuyor, avucumla yavaş yavaş bir parmak kalınlığına gelecek şekilde ezip yayıyor, sonra da ağzını bağlayıp buzluğa atıyorum. Donması sorun olmazken kolaylık sağlıyor aslında. Gerektiğinde, kıracağım kısımdaki poşeti ayırıp boşluk yarattıktan sonra ihtiyacım kadarını kırıp alıyorum. Peksimet muamelesi gören tereyağının buna aldırdığı falan yok. Böylece, “100 gr.lık aldım bozuldu, 50 gr.lığı yok mu bunun?” gibi bir sorunsalla daha karşılaşmadan tarihe gömdüm.
Bilim “Dondurun” dedi ya, der de ben uygulamaz mıyım? Esaslı bir buzdolabı poşeti tüketicisiyim. Yarım kilo kuşbaşı ya da kıyma al, böl dört beş parçaya, at poşetleri buzluğa. Tavuk da öyle… Paketinde iki parça mı var, birer poşete, doğru buzluğa… Patates bile… Kızartmalık doğranmışların hazırı var ancak yemeklik mevzuunda işler karışıyor. Al bir file, yani iki kilo patates, doğra hepsini uygun boyutta, doldur poşete, doğru buzluğa. Sivri biber, maydanoz, kimi zaman patlıcan kabak lahana, kısacası fazla durumda olan ve durmaya gelmeyen ne varsa, yıka doğra doldur torbaya, yolla buzluğa… Bir başına yaşamaktan kaynaklanan hallere kendimce bulduğum çareler bunlar. “Dolap da ne dolapmış, dolduruyor dolduruyor dolmuyor” diyenler çıkabilir diye söylemeyi borç sayıyorum; evimde buzhane kılıklı bir dolap yok, altı üstü normal boy bir çift kapılı… Buzluğa dolduruyorum fakat hepsini bir seferde değil… Haftalık siparişler halinde aldığımdan, olmazsa olmazların ve az alınamayanların dışındakiler kimi var kimi yok… Bunun sağladığı diğer yarar ise, hiçbir şeyi soymaya doğramaya gerek kalmadan her şey kullanıma hazır durumda olduğu için, yemek pişirmenin tamamen “Şundan şu kadar, bundan bu kadar at tencereye…” pratikliğine kolaylığına dönüşmesi.
Şekilde görüldüğü gibi, buzdolabı poşeti üreticileri beni “Üstün Tüketici” madalyasıyla, ya da brövesiyle falan ödüllendirmelidirler ama hiçbirinde tık yok. Ne edeyim, bahtı karayım, acıların çocuğuyum, “Batsın Bu Dünya”, nerde benim madalya…
Evet, yeniden yaşama dönelim. Nerede kalmıştım…
Evdeyken yerde bir vida veya pim bulduğumda nereden düştüğüne kısaca bakıp bulamazsam kaldırıp atmamayı öğretti bana deneyimlerim. O vidanın bir şeylerden düştüğü açık olduğuna göre yerini bulmam gerektiğini, bulamazsam daha sonra düştüğü aleti/eşyayı tamir etmek için benzerini bulmakta zorlanacağımı öğrendim. Bu hayat bilgisidir… Kaldırıp attığımda, deneyimlerimden bir şey öğrenmediğim çıkar ortaya.
Bilgi hep değerliydi, tabii değerini ve kullanmasını bilen için… Yararlanacak donanımdan yoksunsan, kullanmasını bilmiyorsan bilgiye sahip olmanın yararı yoktur. Çağımız iletişim çağı, dolayısıyla çok değerli bilgilere bile ulaşmak mümkün. Gerekli eğitimi almamış biri, bilmem hangi üniversitenin veya araştırma laboratuarının nano teknolojiyle ilgili arşivine girse ne elde edecektir, ulaştığı bilgiler ne işine yarayacaktır. En çoğu “Nano teknolojiden çok söz ediliyor son günlerde, bunlar değerli bilgiler olmalı…” diyecektir. Bilgiye ulaşmıştır ama kullanamayacaktır…
Gözlem ve deneyimlerimizle hayat bilgisine eklediklerimiz meselesi var. Özellikle sağlık söz konusu olunca “Neden?”i sorarız sormasına da, daha ileriye gidemeyeceğimizi iyi biliriz. Çünkü farkındayızdır nedeninin nasılının fazlasıyla bilimin alanına girdiğinin, daha ötesi için bilimsel sorgu gerektiğinin. Örneğin “Eski kıtaların menüsüne birkaç yüzyıl önce eklenen domates biber gibi besinlerin alerjik etkileri Amerikanın eski sakinlerinde de, yani var olalı beri bunları yiyenlerde de görülüyor mu?” sorusunun cevabı ancak bilimsel sorguyla verilebilir. Kökeni çok eski olmayan, doğal sürece sonradan eklenen bu yiyeceklerin bize dokunabileceğini bilim tespit edip söylemiş ve biz bu bilgiyi hayat bilgimize ekleyeli çok olmuştur. Eğer “İnkaların Mayaların Azteklerin bu yiyeceklere bağışıklığı var mı?” diye sorarsak hayat bilgimizle cevaplayamayız, bilginlere gitmemiz gerekir.
Ya da asmaların sarılma davranışını nasıl gerçekleştirdiği merak edersek hayat bilgisiyle cevaplayamayız. Hücre davranışlarını incelemiş inceleyebilecek bilginlerin bulabileceği cevaplardır bunlar. Eğer hayat bilgimize eklemek istersek bu bilgileri, varsa kapısını çalabileceğimiz bir bilge, “Öğrenmiştir, o bilir…” deyip ona gider, yoksa rahatça ulaşabileceğimiz Bilim Teknik dergisinin “Merak Ettikleriniz” bölümüne veya benzerlerine yazarız. Ya bir cevap göreceğimizi ya da uzmanları harekete geçirebileceğimizi bilmek bize yetecektir. Asmaların sarılma davranışını öğrenmekle bilgin olunmayacağının farkındayızdır. Yine de böylesi bir merakın hiç akıldan geçirilmeyen yeni ufuklar açabileceğini, bilgin veya bilge olunamazsa bile, bilimi ve düşünceyi besleyen çalışmaların içine girebileceğimizi ya da birilerini o doğrultuda harekete geçirebileceğimizi de göz ardı etmemeliyiz.
Bütün keşifler, soru veya soruların sorulmasıyla başlayan yolculuklar sonucunda gerçekleştirildi ama bunların çoğunda soruyu soran başkası veya başkalarıydı ve sormakla hizmet etmişlerdi bilime. Ve çoğu soru çok eskilerden beri soruluyordu, bir kısmı cevaplandı, epeycesi için arayış sürmekte, sürecek. Öyleleri var ki, belki de hiçbir zaman öğrenilemeyecek cevabı.
En eski sorulardan birinin “Neden varız?” olduğu çok açık. Cevaplanabilecek mi?... Kim bilir!
Zekalarıyla ünlenmelerinin boşuna olmadığını gösteren kargaların Ramazan topundan öce alarma geçtiklerini fark edince uzunca bir süre takip ettim kuşbeyinlileri… Ramazan topu ödlerini patlattığından çığlık çığlığa kaçışmalarında hiçbir olağan dışılık yok. Şaşırtıcı olan, her yeni günde şaşmaz bir hassasiyetle topun patlamasından tam bir dakika önce çığlık çığlığa havalanıp dört dönmeye başlamalarıydı. Çünkü günler uzuyor, sonraki gün 1 dakika sonra oluyordu iftar ama bir önceki gün kendilerini korkutan patlamanın zamanını kaydettiklerinden her seferinde tamı tamına 1 dakika önce kaçışmaya başlıyordu semtin kargaları. Günler uzamaya devam ettikçe de bu 1 dakika kazığını yediler. Hassas biyolojik saatleriyle donanmış zekaaları, bir iki kez zorlukla duyabildiğim top atışını ve zamanını kavramaya yetiyordu ama 1 dakikalık uzamayı anlayamıyorlardı.
Martılar başta olmak üzere diğer kuşbeyinliler ise, kargaların kaçışmalarına anlam veremiyor, yerlerinden ancak top atışıyla fırlıyorlardı.
Artık kargalar kaçışmıyor. Bunun bir nedeni artık Ramazan’ın günlerin kısalma sürecine denk gelmesi, diğer nedeni ise yanılmıyorsam birkaç yıldır semtte top patlatılmayışı.
Diğer dikkat çekici kuşbeyinli davranışı martılarda karşıma çıktı. Çevredeki düğünsel veya bayramsal veya kutlamasal veya sonradangördümsal veya parabuldumsal saçıyorumsal nevinden etkinlikler kapsamında atılan havai fişeklerin sesini duymazdan az önce martılar çığlık çığlığa uçuşmaya başlıyor. Ben görmeden duymadan birkaç salise önce alarma geçmelerinin sebebi nedir sorusuna verebildiğim cevapların ilki; ses ve ışık hızının farkı nedeniyle önce ışığı görüyor ve patlama olmadan yani ses duyulmadan önce kaçışmaya başlıyorlar. Bu olacak şey değil, pek akla yatmıyor, zira öyle kilometrelerce uzakta değil birkaç yüz metre ötede atılan fişeklerin sesi ve ışığı arasında bu kadar fark doğması mümkün değil. İkincisi; benim duyamadığım, fişeğin o ilk ateşlenme anındaki ıslığı andıran sesini duyuyor ve sonrasındaki patlamayı ve saçılan ışıkları biliyor bu yüzden kaçışıyorlar. Burada yanılgıya düşmenin kolay yolu her şeyi duyup gördüğümüzü sanmaktır.
Birkaç yıldır sebatla direncini kırıp mahkumiyete alıştırmaya çalıştığım benim kuşbeyinli Tutsak’taki kulaklar, fişeğin ateşlenmesiyle ortaya çıkan o ilk sesi duyabilecekleri tezini fazlasıyla destekliyor. Hazrette öyle bir kulak var ki, yedi sekiz metre ötesinde yürürken çıkarttığım sesleri duyuyor. Üstelik yer halı, üstüne üstlük Tutsak o esnada uyumakta… Artık uyanık halini kimse sormasın… Henüz müzik açmamışsam dışarıya bir kulak verişi var ki, tam bir alem… Eli olsa, tüyler arasında zor seçilen küçük bir delikten ibaret kulağına siper edecek, o kadar yani… Bir kulak veriyor dışarıya, bir dört dönüyor dört bir yanı parmaklıklı hücresinin içinde, ardından yine kulak veriyor, yine dört dönüyor… Hallerinden vesveseye kapılan nereye kaçacağını, hangi deliğe gireceğini bilemez… Dilinden anlamam, o da benimkini öğrenmemek için inatla direniyor. Dilimi anlamadığından değil, “Ne delleniyorsun kuşbeyinli…” fırçası attığımı anlıyor hallerde diklenircesine “Sen bana fırça atarsan, ben de boş durmam kralını atarım fırçanın…” izlenimi vererek gaklayıp guklaması gıcık ediyor beni. Sonunda başka çare bulamayıp başvuracağım bir tercüman için Birleşmiş Milletlere… Haalaa farkında değil salak kuşbeyinli; ne benim fırçalarım nezih kelimelerim, ne de onun gaklayıp guklamaları çekilir gibi olmadığından sonunda bulacak kendini yemek masasındaki tabağın içinde.
Baykuşlarla yarışamazsa bile rahatlıkla askeri ve de istihbari amaçlı kullanılabilir benim kuşbeyinli. Sonarın olmazsa koy radarın yanına, kesinlikle duyamayacağımız mesafedeki bütün hareketlerde pür dikkat sesin kaynağına veya ufka sabitlenmezse, gaklayıp guklamazsa, cikcikin türlüsüyle alarmı çalıştırmazsa ne olayım.
Papağanlarla ilgili bir belgeselde kuşbeyinlilerin bu özelliğinden habersiz birinin “Benim papağanımın altıncı hissi var. Çöp kamyonunun geleceğini çok önceden hissedip kamyonun sesini taklit etmeye başlıyor. Oysa kamyon birkaç sokak ötede ve epey sonra evin önüne geliyor…” dediğini duyunca gülümsemeden edememiştim. Ne yapsın, mübareklerdeki kulakları henüz öğrenmemişti… Bilimsel bilgiye başvurmayıp kendi bilgisi ve eğilimiyle yetinince papağanına altıncı his yükleme yanlışına düşmüştü. Tabii bu davranışta, yaradılışımızdan gelen “Benim çocuğum başkalarınınkinden farklı, arabam çok hızlı, çok özel benimkisi…” yaklaşımı da çok etkili. 6’ncı hisçi kuşbeyinlisever “Neden?”i yanlış kullanmış, aslında hiç kullanmamış ve mistik eğilimleriyle yakaladığı açıklamaya sarılıvermişti.
Papağanların 6’ncı hisleri olup olmadığını bilmiyorum ve aslında bu beni hiç ilgilendirmiyor ama müthiş bir kulakları olduğunu, en küçük sesle bile fazlasıyla ilgilendiklerini, bu ilginin yalnızca hemcinsleriyle sınırlı olmadığını çok iyi biliyorum. Papağanların “Neden?”leri yaşam kaynakları ve tehditleriyle ilgili, bununla da sınırlı. Bizim dışımızdaki bütün hayvanlarda olduğu gibi… Bizler ise “Neden?”i gerçek anlamında kullanabilecek zekaaya sahip olduğumuz için bizim dışımızdakilerle kıyaslanmayacak ölçüde evrimleştik ve uygarlık geliştirebildik. “Neden?”i gerçek anlamında kullanacak zekaaya sahip olmasaydık, alet yapabilen şempanzelerden farkımız olmayacaktı.
“Neden?”lerin peşinden gidiş hep sürecek; pek çok “Neden?” açıklığa kavuşturulurken, bugüne dek açıklanamamışların bir kısmı cevaplanıp bazıları sonraki nesillere bırakılacak, ezelden beri büyük emek ve çaba harcanmaktan hiç vazgeçilmeyen kimileri ise belki de hiç öğrenilemeyecek ama sonsuza dek peşlerinden gidiş sürecek.
“Neden?” varız?
İnsanın sahip olduğu en değerli şeydir “Neden?”.
Eyüp Şeker
10.10.2007/26.12.2007/06.03.2007
SİGARA SÜRÜNDÜRÜR
BİRİ BİZ KATİLLERİMİZİ DURDURMALI
Savaş Dinçel’in ölümü büyük yanlışımızı bir kez daha anımsattı, aslında yüzüme çarptı. Ne mi? Doktorlar ve bilim ne kadar söylerse söylesin, sigaradaki büyük tehlikeleri görmüyor görmek istemiyor, önemsizmiş gibi davranmaya devam ediyoruz. En azından benim için bu böyle: Yaklaşık bir yıl önce pipoyu bıraktım. Durup dururken veya uyarılara kulak verdiğim için değil, vücudum alarm vermeye, organlarım çığlık atmaya başladığı için yapmıştım bunu. 51 yaşındayım, yani taşı sıksam suyunu çıkartırım dönemlerini geride bırakalı uzun yıllar oldu, yani Süpermenliğim çoktan kadayıf oldu.
Tütünden uzak durduğum veya durmaya çalıştığım bu süre içinde sağlığımda açıkça belli olan düzelmeler ortaya çıktı. En başta cildimde inanmakta zorlandığım düzelmeler oluyordu. Zımparaya dönmüş derimi korumak için avuç avuç merhem ve krem kullanıyor, kanamaya varan çatlamalara engel olmaya çalışıyor, kaşıntıyla kıvranıyordum. Tütünden uzak kaldığım dönemde bütün bunları unutup gitmiştim neredeyse…
Üç ay kadar önce tekrar içmeye başladıktan sonra, hem de eskisine göre az miktarda az sayıda içmeme rağmen ciltteki rahatsızlıklar öyle hızlı geri geldi ki, tam anlamıyla dehşete kapıldım ve bir kez daha anladım ki, çok kötü kullandığım vücudum artık kaldıramıyor, layık gördüğüm belalarla başa çıkmakta çok çok yetersiz kalıyor. Korkunç bir kaşıntı, özellikle yüzümde, açıkça yaraya dönüşmeye başlayacak çatlamalar, uykuya dalmanın ve uyumanın bela haline gelmesi, nefes darlığı, mide ağrıları, göğüs sıkışması, sıkıntıyla uyanmalar, bu kısa dönemde eskisine göre çok daha şiddetli olarak kendini gösterdi. Bir de üşüme… Evet üşüyorum, oda ortamında ve yatakta yorganın altındayken bile… Buna getirebildiğim açıklama, oksijen yetersizliği… Bunu anlattığım doktor diyemediğim kendisini doktor zanneden biri dudak bükerek geçiştirmişti duyurmaya çalıştıklarımı… Birine daha sormak kısmet olmadı… Tabii henüz…
Bir hücreler bütünü ve bunlarda gerçekleşen bir kimyasal işlemler toplamından ibaret olduğumuzu genellikle görmezden geliyoruz. Hatta görmüyoruz bile… Yiyecek içecek oksijen, biraz karbondioksit ve diğer gazlar yaşatıyor bizi. Yanlış veya eksik yiyeceklerin sonuçlarını kolayca görüp tedbir alırken solunumu çok kolay göz ardı ediyoruz. Hücrelerimizin yiyecekler kadar, hatta daha çok oksijene ihtiyacı var. Hem de çok… Açlıkla susuzlukla kıyaslanmayacak şekilde oksijensizliğe birkaç dakika dayanabildiğimizi çok iyi bilmemize rağmen soluduklarımıza aldırmamayı yeğliyoruz. Biz, çok gereken o oksijenin yerine sigaranın zehirlerini gönderiyoruz hücrelere. Çünkü sarhoşluk hissinden hoşlanıyoruz. Fakat sarhoşluğun, yerine alkol veya karbonmonoksit gibi zehirleri koymamız yüzünden oksijensiz kalan beyin hücrelerinin görevini yapamaz hale gelmesiyle ortaya çıktığını bilmiyor ya da görmek istemiyoruz. Sarhoş olmak için hücreleri öldürüyor veya geçici olarak işlevsizleştiriyor, sonra da ortaya çıkan türlü rahatsızlık için doktorlara koşturuyor, şifa bulmaya çalışıyoruz. Dahası, yediğimiz bu akıl almaz haltı bilim bize anlatıyor, nedenleri nasılları açıklayıp duruyor, bıkıp usanmadan sigara öldürür/öldürüyor diyor, duymuyor aldırmıyoruz. Çünkü beynimizin uyuşmasını seviyoruz. Hem de kendimizi öldürme pahasına olduğunun bilirken…
Sigara korkunç zararlar veriyor. Bunu son haftalarda yaşayarak bir kez daha öğrendim. Doktorlar ne kadar uyarsa da aldırmıyor, insanlar yanı başımızda sapır sapır devrilse bile umursamıyoruz…
Bunun bir yolu bulunmalı ve sigaradaki korkunç dehşet insanlara gösterilmelidir.
Savaş Dinçel sigara yüzünden öldü. Bu tartışmasız bir gerçek… Atatürk’ün ölümünde de çok etkiliydi sigara. En bilinen olduğundan bunu epeyce düşündüm… O günlerde kırmızı karıncalara bile yorulan o kaşıntılar yalnızca karaciğerden kaynaklanmıyordu… Oksijensiz kalan vücudun haykırmalarıydı Atatürk’ü çileden çıkartan o kaşıntılar… Savaş Dinçel’in de belasıydı bu kaşıntılar dediğimde yanılmadığımdan eminim ve büyük olasılıkla kendisi bunu alkole yoruyordu pek çok kişi gibi. Bana göre alkolden daha çok sigaranın etkisi var bu kaşıntılarda… Tabii kolayca ortaya çıkan türlü alerjide de… Gidip alerjilerimize çare arıyor, ancak sigaramıza ilişilmesin istiyoruz.
Televizyonum bozulmuştu… Servisten gelip aldılar, tamir edildi… Birkaç güne kalmadı aynı arızayı tekrarlaması… Tekrar gitti servise ve çok geçmeden aynı arıza yine ortaya çıktı… Bu arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltilmedikçe televizyonun yapılmış olmayacağı ortadaydı. Son kez gittiği serviste arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltildikten sonra tekrarlayıp duran ilk arıza da tarihe karışmış oldu.
İlerleyen yaşlarda pek çok rahatsızlığın ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biri, geride bıraktığımız yıllar içinde bedenimizi toksin deposuna çevirmemizdir. Taşı sıksak suyunu çıkartacağımız ölümsüz Süpermen olduğumuz yıllarda hapır hupur götürdüğümüz yiyecekler, 40’ı devirmemizle birlikte Kriptonit’e dönüşmeye başlamışsa, bunun nedeni toksin kovasına dönmemizdir. Domatese bibere Kriptonit muamelesi yapmaya başlamışsak, tek çarenin alerji haplarında yatmadığını aklımızda bulundurmamız gerekir. Hele de sigara içiyorsak hapı yutmadan önce yapmamız gereken ilk şeyin sigara paketini fırlatıp atmak olduğunu düşünmemiz gerekir. Oksijensiz bırakıp zehre boğduğumuz hücrelerimizin alerjiyle baş etmesini beklemek budalalık değilse nedir? Doğru çalışması için gerekli yakıtları vermediğimiz, aksine çalışmasını daha da bozan türlü zehirlere boğduğumuz hücrelerimiz haykırmayacak da ne yapacak? Alerjiler hücrelerimizin imdat çığlıklarından başka şey değil. Avuç avuç merhemle düzeltmeye çalıştığımız cildimizin pul pul dökülmesi de diğer bir imdat çığlığından başka şey değil. Pul pul dökülüyor önemsemezliğiyle baktığımız cildimizdeki hücrelerin ölenleridir yerlere dökülen.
Akşamdan kalmalıktaki o berbat baş ağrısı, içki ve sigarayla fazladan öldürdüğümüz beyin hücrelerinin sonucundan başka şey değil. Her gün belli sayıda hücre ölüyor ve belli sayıda yenileri doğuyor. Bütün organlar için geçerli bu… Büyüme çağında, doğanlar ölenlerden fazlayken, yaşlanma sürecinde tersine dönüyor doğum ölüm miktarları. Bu doğal bir süreç ve anlaşılmaz bir yanı yok. Doğal olmayan, sigara ve içkiyle normalinden fazla hücre öldürmemiz… Bunlar ise geri gelmiyor… Yaşlanma sürecinde yeni hücre sayısı azalırken ölümleri artırmak çok kolaylaşıyor. Çünkü zehirli atık ve toksin deposuna çevrilmiş vücutların direnecek mecali olmuyor. Ve biz tiryakiler sigarayı veya içkiyi fazla kaçırdığımızda başımızın ağrıdığını görüp iki aspirin yutarız. Yetmezse soda limonlar falan… Hepsi budur… Akşamdan kalmayız işte… Oysa doktorlar ve araştırmacılar ikide bir yayın organlarında söylerler böyle baş ağrılarının nedeninin içki ve sigarayla fazladan öldürülmüş beyin hücreleri olduğunu. Bizi pek ilgilendirmez işin bilimsel tarafı. Biz akşamdan kalmayızdır, hepsi bu… Ve hiç kafa yormayız öldürdüğümüz diğer organlardaki hücrelerin nelere sebep olduğuna… Pul pul dökülen deridir, saçtır, kadayıf olan kıllardır, bitkinlik güçsüzlüktür, görme bozukluğudur, kollardaki bacaklardaki türlü ağrıdır, nice rahatsızlıktır… Beynimizin çığlığı ise baş ağrısıdır…
Gözlerde de çok büyük etkisi var, çok şaşırtıcı bozukluklara sebep oluyor sigara. Bunlar bildiğimiz alıştığımız anlamdaki göz bozuklukları değil ve başlı başına üzerine eğilmeyi gerektiren bir konu…
Biri bizi uyarmanın etkili bir yolunu bulmalı. Özellikle de 40’ı devirip yaşamını hızla kündeye getirmeye başlamışları durdurmalı birileri… Vücudunu kötü kullanmışların, dahası bunu fazlasıyla alışkanlığa dönüştürmüşlerin intiharına engel olmanın yöntemini geliştirmeli birileri.
Önceki gün tekrar bıraktım tütünü ve düzelmeler kendini hemen göstermeye başladı. En başta kaşıntılar hemen azaldı… Uykuya dalma derdi kalmadı, huzursuzca dönüp durmalar, uyanıp su içmeler kayboldu… Hangi birini sayayım…
Düştüğümüz diğer bir algılama yanlışı ise; bedenimizde çok önemli değişimler olmadığı ve birdenbire vücudumuzun çöktüğü, aniden göçüp gittiğimizdir. Oysa çok büyük değişimler gerçekleşmekte, organlarda bariz yetersizlikler oluşmaktadır ama bunları fark edemiyoruz. Değişimlerin dikkatimizi fazla çekmeyen yavaşlıkta gerçekleşmesi yüzünden bu algı yanlışına düşüyoruz. Kolumuzu bacağımızı kırdığımızda ya da gribe yakalandığımızdaki gibi ani bir değişimi kavramak kolay, fakat yavaşça gerçekleşenleri hissedemiyoruz. Tıpkı yaşadığımız evi uzun süre boyatmayıp temizlemediğimizde kirlenmeyi fark etmeyişimizdeki gibi. Seyrek olarak gelen misafir ise kirlenmeyi hemen fark ediverir “Şu evi bir boyatın artık” diyebilir. Bizler de, tıpkı bir otomobilimizi verir gibi bedenimizi bir başkasına arada bir verebilecek olsak, ödünç alan hemen fark edecektir bozulmaları, eskimeleri. Oysa biz içindeyiz ve bedenimizdeki değişimler, algılamamıza engel olacak yavaşlıktaki bir sıradanlıkta gerçekleşiyor.
Savaş Dinçel birdenbire çökmedi ve kanamalar aniden ortaya çıkmadı. İçten içe kanıyordu zaten… Rahatsız olduğunu düşünmesi, kendini iyi hissetmemesi yeterli değildi ölümcül olanı kavramasına, algılayamıyordu bedenindeki büyük çöküşü. Çünkü her şeye rağmen direniyordu bedeni, ancak daha fazla dayanamadı… Tıpkı delik radyatör hortumu yüzünden su kaynatmaya başlamış motoru çalıştırmayı sürdürdüğümüzde, dahası gaza yüklendiğimizde, bütün parçalarının kavrulması, bir daha kesinlikle çalışamaz hale gelmesindeki gibi… Yolunda gitmeyenleri bilmemiz engel olamaz bize “Bir şey olmaz, idare eder” der, göz göre göre yakarız motoru…
Babam, çocukluğumdan itibaren “Sigara içkiden daha kötüdür, çünkü içkiyi her zaman her yerde veya bulamadığında içemezsin, ancak sigara öyle değildir. Yerden izmarit toplar onları bile içebilir insan” derdi. Bunları yazarken bile pipoma uzanmamak için zor tutuyorum kendimi. Oysa bugün kısmen hafiflese de daha dün şiddetli şekilde yaşıyordum bedenimde yarattığı tahribatların çok rahatsız edici etkilerini. (Bu paragrafı yazdıktan iki saat kadar sonra gece 1 gibi dayanamayıp pipoyu yaktım. Berbat bir uykuyla sabahı zor ettim)
Biri bizi durdurmanın etkili bir yolunu bulmalı.
Sigara çok sinsi, yavaş yavaş süründüre süründüre sakatlaya sakatlaya öldürüyor.
Paketlerin üzerindeki “Sigara cinsel güzü azaltır” uyarısının “Sigara öldürür” uyarısından daha etkili olduğu görülmüş. İnsanlar ölümü aldırmazlıkla karşılarken cinselliğine halel gelmesinden korkuyorlar. Sanırım konuyla ilgilenenlere yeterince fikir vermiştir tiryakilerin bu tepkisi.
Biri, biz katillerimizi gerçekten uyarmanın bir yolunu bulmalı.
Biri, biz katillerimizi durdursun…
Eyüp Şeker
21-24.12.2007 / 12.03.2008
Savaş Dinçel’in ölümü büyük yanlışımızı bir kez daha anımsattı, aslında yüzüme çarptı. Ne mi? Doktorlar ve bilim ne kadar söylerse söylesin, sigaradaki büyük tehlikeleri görmüyor görmek istemiyor, önemsizmiş gibi davranmaya devam ediyoruz. En azından benim için bu böyle: Yaklaşık bir yıl önce pipoyu bıraktım. Durup dururken veya uyarılara kulak verdiğim için değil, vücudum alarm vermeye, organlarım çığlık atmaya başladığı için yapmıştım bunu. 51 yaşındayım, yani taşı sıksam suyunu çıkartırım dönemlerini geride bırakalı uzun yıllar oldu, yani Süpermenliğim çoktan kadayıf oldu.
Tütünden uzak durduğum veya durmaya çalıştığım bu süre içinde sağlığımda açıkça belli olan düzelmeler ortaya çıktı. En başta cildimde inanmakta zorlandığım düzelmeler oluyordu. Zımparaya dönmüş derimi korumak için avuç avuç merhem ve krem kullanıyor, kanamaya varan çatlamalara engel olmaya çalışıyor, kaşıntıyla kıvranıyordum. Tütünden uzak kaldığım dönemde bütün bunları unutup gitmiştim neredeyse…
Üç ay kadar önce tekrar içmeye başladıktan sonra, hem de eskisine göre az miktarda az sayıda içmeme rağmen ciltteki rahatsızlıklar öyle hızlı geri geldi ki, tam anlamıyla dehşete kapıldım ve bir kez daha anladım ki, çok kötü kullandığım vücudum artık kaldıramıyor, layık gördüğüm belalarla başa çıkmakta çok çok yetersiz kalıyor. Korkunç bir kaşıntı, özellikle yüzümde, açıkça yaraya dönüşmeye başlayacak çatlamalar, uykuya dalmanın ve uyumanın bela haline gelmesi, nefes darlığı, mide ağrıları, göğüs sıkışması, sıkıntıyla uyanmalar, bu kısa dönemde eskisine göre çok daha şiddetli olarak kendini gösterdi. Bir de üşüme… Evet üşüyorum, oda ortamında ve yatakta yorganın altındayken bile… Buna getirebildiğim açıklama, oksijen yetersizliği… Bunu anlattığım doktor diyemediğim kendisini doktor zanneden biri dudak bükerek geçiştirmişti duyurmaya çalıştıklarımı… Birine daha sormak kısmet olmadı… Tabii henüz…
Bir hücreler bütünü ve bunlarda gerçekleşen bir kimyasal işlemler toplamından ibaret olduğumuzu genellikle görmezden geliyoruz. Hatta görmüyoruz bile… Yiyecek içecek oksijen, biraz karbondioksit ve diğer gazlar yaşatıyor bizi. Yanlış veya eksik yiyeceklerin sonuçlarını kolayca görüp tedbir alırken solunumu çok kolay göz ardı ediyoruz. Hücrelerimizin yiyecekler kadar, hatta daha çok oksijene ihtiyacı var. Hem de çok… Açlıkla susuzlukla kıyaslanmayacak şekilde oksijensizliğe birkaç dakika dayanabildiğimizi çok iyi bilmemize rağmen soluduklarımıza aldırmamayı yeğliyoruz. Biz, çok gereken o oksijenin yerine sigaranın zehirlerini gönderiyoruz hücrelere. Çünkü sarhoşluk hissinden hoşlanıyoruz. Fakat sarhoşluğun, yerine alkol veya karbonmonoksit gibi zehirleri koymamız yüzünden oksijensiz kalan beyin hücrelerinin görevini yapamaz hale gelmesiyle ortaya çıktığını bilmiyor ya da görmek istemiyoruz. Sarhoş olmak için hücreleri öldürüyor veya geçici olarak işlevsizleştiriyor, sonra da ortaya çıkan türlü rahatsızlık için doktorlara koşturuyor, şifa bulmaya çalışıyoruz. Dahası, yediğimiz bu akıl almaz haltı bilim bize anlatıyor, nedenleri nasılları açıklayıp duruyor, bıkıp usanmadan sigara öldürür/öldürüyor diyor, duymuyor aldırmıyoruz. Çünkü beynimizin uyuşmasını seviyoruz. Hem de kendimizi öldürme pahasına olduğunun bilirken…
Sigara korkunç zararlar veriyor. Bunu son haftalarda yaşayarak bir kez daha öğrendim. Doktorlar ne kadar uyarsa da aldırmıyor, insanlar yanı başımızda sapır sapır devrilse bile umursamıyoruz…
Bunun bir yolu bulunmalı ve sigaradaki korkunç dehşet insanlara gösterilmelidir.
Savaş Dinçel sigara yüzünden öldü. Bu tartışmasız bir gerçek… Atatürk’ün ölümünde de çok etkiliydi sigara. En bilinen olduğundan bunu epeyce düşündüm… O günlerde kırmızı karıncalara bile yorulan o kaşıntılar yalnızca karaciğerden kaynaklanmıyordu… Oksijensiz kalan vücudun haykırmalarıydı Atatürk’ü çileden çıkartan o kaşıntılar… Savaş Dinçel’in de belasıydı bu kaşıntılar dediğimde yanılmadığımdan eminim ve büyük olasılıkla kendisi bunu alkole yoruyordu pek çok kişi gibi. Bana göre alkolden daha çok sigaranın etkisi var bu kaşıntılarda… Tabii kolayca ortaya çıkan türlü alerjide de… Gidip alerjilerimize çare arıyor, ancak sigaramıza ilişilmesin istiyoruz.
Televizyonum bozulmuştu… Servisten gelip aldılar, tamir edildi… Birkaç güne kalmadı aynı arızayı tekrarlaması… Tekrar gitti servise ve çok geçmeden aynı arıza yine ortaya çıktı… Bu arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltilmedikçe televizyonun yapılmış olmayacağı ortadaydı. Son kez gittiği serviste arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltildikten sonra tekrarlayıp duran ilk arıza da tarihe karışmış oldu.
İlerleyen yaşlarda pek çok rahatsızlığın ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biri, geride bıraktığımız yıllar içinde bedenimizi toksin deposuna çevirmemizdir. Taşı sıksak suyunu çıkartacağımız ölümsüz Süpermen olduğumuz yıllarda hapır hupur götürdüğümüz yiyecekler, 40’ı devirmemizle birlikte Kriptonit’e dönüşmeye başlamışsa, bunun nedeni toksin kovasına dönmemizdir. Domatese bibere Kriptonit muamelesi yapmaya başlamışsak, tek çarenin alerji haplarında yatmadığını aklımızda bulundurmamız gerekir. Hele de sigara içiyorsak hapı yutmadan önce yapmamız gereken ilk şeyin sigara paketini fırlatıp atmak olduğunu düşünmemiz gerekir. Oksijensiz bırakıp zehre boğduğumuz hücrelerimizin alerjiyle baş etmesini beklemek budalalık değilse nedir? Doğru çalışması için gerekli yakıtları vermediğimiz, aksine çalışmasını daha da bozan türlü zehirlere boğduğumuz hücrelerimiz haykırmayacak da ne yapacak? Alerjiler hücrelerimizin imdat çığlıklarından başka şey değil. Avuç avuç merhemle düzeltmeye çalıştığımız cildimizin pul pul dökülmesi de diğer bir imdat çığlığından başka şey değil. Pul pul dökülüyor önemsemezliğiyle baktığımız cildimizdeki hücrelerin ölenleridir yerlere dökülen.
Akşamdan kalmalıktaki o berbat baş ağrısı, içki ve sigarayla fazladan öldürdüğümüz beyin hücrelerinin sonucundan başka şey değil. Her gün belli sayıda hücre ölüyor ve belli sayıda yenileri doğuyor. Bütün organlar için geçerli bu… Büyüme çağında, doğanlar ölenlerden fazlayken, yaşlanma sürecinde tersine dönüyor doğum ölüm miktarları. Bu doğal bir süreç ve anlaşılmaz bir yanı yok. Doğal olmayan, sigara ve içkiyle normalinden fazla hücre öldürmemiz… Bunlar ise geri gelmiyor… Yaşlanma sürecinde yeni hücre sayısı azalırken ölümleri artırmak çok kolaylaşıyor. Çünkü zehirli atık ve toksin deposuna çevrilmiş vücutların direnecek mecali olmuyor. Ve biz tiryakiler sigarayı veya içkiyi fazla kaçırdığımızda başımızın ağrıdığını görüp iki aspirin yutarız. Yetmezse soda limonlar falan… Hepsi budur… Akşamdan kalmayız işte… Oysa doktorlar ve araştırmacılar ikide bir yayın organlarında söylerler böyle baş ağrılarının nedeninin içki ve sigarayla fazladan öldürülmüş beyin hücreleri olduğunu. Bizi pek ilgilendirmez işin bilimsel tarafı. Biz akşamdan kalmayızdır, hepsi bu… Ve hiç kafa yormayız öldürdüğümüz diğer organlardaki hücrelerin nelere sebep olduğuna… Pul pul dökülen deridir, saçtır, kadayıf olan kıllardır, bitkinlik güçsüzlüktür, görme bozukluğudur, kollardaki bacaklardaki türlü ağrıdır, nice rahatsızlıktır… Beynimizin çığlığı ise baş ağrısıdır…
Gözlerde de çok büyük etkisi var, çok şaşırtıcı bozukluklara sebep oluyor sigara. Bunlar bildiğimiz alıştığımız anlamdaki göz bozuklukları değil ve başlı başına üzerine eğilmeyi gerektiren bir konu…
Biri bizi uyarmanın etkili bir yolunu bulmalı. Özellikle de 40’ı devirip yaşamını hızla kündeye getirmeye başlamışları durdurmalı birileri… Vücudunu kötü kullanmışların, dahası bunu fazlasıyla alışkanlığa dönüştürmüşlerin intiharına engel olmanın yöntemini geliştirmeli birileri.
Önceki gün tekrar bıraktım tütünü ve düzelmeler kendini hemen göstermeye başladı. En başta kaşıntılar hemen azaldı… Uykuya dalma derdi kalmadı, huzursuzca dönüp durmalar, uyanıp su içmeler kayboldu… Hangi birini sayayım…
Düştüğümüz diğer bir algılama yanlışı ise; bedenimizde çok önemli değişimler olmadığı ve birdenbire vücudumuzun çöktüğü, aniden göçüp gittiğimizdir. Oysa çok büyük değişimler gerçekleşmekte, organlarda bariz yetersizlikler oluşmaktadır ama bunları fark edemiyoruz. Değişimlerin dikkatimizi fazla çekmeyen yavaşlıkta gerçekleşmesi yüzünden bu algı yanlışına düşüyoruz. Kolumuzu bacağımızı kırdığımızda ya da gribe yakalandığımızdaki gibi ani bir değişimi kavramak kolay, fakat yavaşça gerçekleşenleri hissedemiyoruz. Tıpkı yaşadığımız evi uzun süre boyatmayıp temizlemediğimizde kirlenmeyi fark etmeyişimizdeki gibi. Seyrek olarak gelen misafir ise kirlenmeyi hemen fark ediverir “Şu evi bir boyatın artık” diyebilir. Bizler de, tıpkı bir otomobilimizi verir gibi bedenimizi bir başkasına arada bir verebilecek olsak, ödünç alan hemen fark edecektir bozulmaları, eskimeleri. Oysa biz içindeyiz ve bedenimizdeki değişimler, algılamamıza engel olacak yavaşlıktaki bir sıradanlıkta gerçekleşiyor.
Savaş Dinçel birdenbire çökmedi ve kanamalar aniden ortaya çıkmadı. İçten içe kanıyordu zaten… Rahatsız olduğunu düşünmesi, kendini iyi hissetmemesi yeterli değildi ölümcül olanı kavramasına, algılayamıyordu bedenindeki büyük çöküşü. Çünkü her şeye rağmen direniyordu bedeni, ancak daha fazla dayanamadı… Tıpkı delik radyatör hortumu yüzünden su kaynatmaya başlamış motoru çalıştırmayı sürdürdüğümüzde, dahası gaza yüklendiğimizde, bütün parçalarının kavrulması, bir daha kesinlikle çalışamaz hale gelmesindeki gibi… Yolunda gitmeyenleri bilmemiz engel olamaz bize “Bir şey olmaz, idare eder” der, göz göre göre yakarız motoru…
Babam, çocukluğumdan itibaren “Sigara içkiden daha kötüdür, çünkü içkiyi her zaman her yerde veya bulamadığında içemezsin, ancak sigara öyle değildir. Yerden izmarit toplar onları bile içebilir insan” derdi. Bunları yazarken bile pipoma uzanmamak için zor tutuyorum kendimi. Oysa bugün kısmen hafiflese de daha dün şiddetli şekilde yaşıyordum bedenimde yarattığı tahribatların çok rahatsız edici etkilerini. (Bu paragrafı yazdıktan iki saat kadar sonra gece 1 gibi dayanamayıp pipoyu yaktım. Berbat bir uykuyla sabahı zor ettim)
Biri bizi durdurmanın etkili bir yolunu bulmalı.
Sigara çok sinsi, yavaş yavaş süründüre süründüre sakatlaya sakatlaya öldürüyor.
Paketlerin üzerindeki “Sigara cinsel güzü azaltır” uyarısının “Sigara öldürür” uyarısından daha etkili olduğu görülmüş. İnsanlar ölümü aldırmazlıkla karşılarken cinselliğine halel gelmesinden korkuyorlar. Sanırım konuyla ilgilenenlere yeterince fikir vermiştir tiryakilerin bu tepkisi.
Biri, biz katillerimizi gerçekten uyarmanın bir yolunu bulmalı.
Biri, biz katillerimizi durdursun…
Eyüp Şeker
21-24.12.2007 / 12.03.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)