NE ANLARIM KARPUZDAN !

BİLGİSAYARDAN ÇAKMAMAK


Çok kişi gibi bende anlamazdım karpuzun kabak olup olmadığından, ne anlarım karpuzdan deyip geçerdim. Bir keresinde market görevlisi genç kıza “Karpuz alsam pişirmek gerekir mi?” diye sormam üzerine dakikalarca katılırcasına gülmesi, cahilliğime dair o son günlere rastlar. Kısa süre sonra ise şans yüzüme gülmüştü, bir daha da kimseye "İyi midir kötü müdür" diye sorma gereğini duymamıştım. Zira bir yerlerde “Karpuz seçmeyi bilmiyorsanız sapına bakın, yeşil değil de kurumaya yüz tutmuşsa olgunlaşmış demektir, büyük ihtimalle iyidir, alabilirsiniz” tavsiyesini okumuştum.

Mantıklıydı, denedim, işe yarıyordu...

Ta ki, markette reyonun önündeki iki kişinin sohbetine kulak misafiri oluncaya dek... Biri diğerine hangisini alayım diye sorunca, yanındaki “İstediğini al, onların hepsi iyi” cevabını vermişti.

İyiyi seçmiyor, tamamı iyi olanlardan birini alıyordum. Karpuzun iyisinden anlamaya dair sahip olduğumu sandığım ayrıcalığımı bir anda yitirmiştim. Ben yıkılmayayım da kim yıkılsın! Hüngüüür...

Bu olayın sonrasında içgüdüsel şekilde karpuzları yoklamaya başladım ve o zaman asıl gerçeğimi kavradım.

Çok yaygın ancak fazla farkında olunmayan temel bir yanlışa düşürüyordum kendimi. “Ben ne anlarım karpuzdan” deyip geçiyordum.

Çok kişi gibi, hem de neredeyse herkes denecek kadar çok kişi gibi “Ne anlarım...” deyip kaçıyor, anlayanların nasıl anladığına hiç kafa yormuyordum.

Ve bilincine varmaya çalışarak yoklamaya başladım karpuzları. “Aralarında nasıl bir fark olabilir?” anahtar sorusuyla hareket ediyordum. Elimde hissettiğim titreşimin hepsinde aynı olmadığını fark etmem çok sürmedi. Evet, hepsi iyiydi ama kimisi daha iyi, kimisi daha az iyiydi, kimisi iyiliği fazlasıyla aşıp koflaşmıştı. Karpuza vurduğumda hissettiğim titreşim ne olduğunu belli ediyordu.

Alırken nasıl olduğuna dair yargıya varıp kestikten sonra kararımdaki isabeti kontrol ede ede bir de baktım, artık kapuz seçmeyi biliyorum.

İnternet market siparişleriyle gelen karpuzları da kesmeden önce yoklamayı ihmal etmedim ve artık “Ne anlarım karpuzdan” demiyorum. Çünkü karpuz seçmeyi biliyorum artık.

Her şey “Ne anlarım...” demeye son vermeye bağlı. Diyemediğin sürece anlamazsın karpuzdan.

Hiçbir zaman bostancı gibi olamam, çünkü olmayı amaçlamıyorum fakat tutup kabak karpuzu da satın almam artık.

Böyle anlatıyorum diye “Ne kolaymış” yanlışına düşmemek gerekir.

Bir sarraf da altının sesinden, renginden ve ağırlığından neyin nesi olduğunu kolayca anlar ama kaç yılda anlar hale gelmiştir sormak gerekir. Altın lirayı atar camın üzerine, verir kararını. Tarif et denilse, anlatamaz o sesi fakat duyar duymaz anlar neyin nesi olduğunu. Bugünden yarına öğrenilemez böylesi şeyler, o deneyime ulaşmak uzun zaman gerektirir.

Kesinlikle karpuz seçmekle bir tutulamaz düşük ayarlı altını ayırt etmek ve tutmuyorum zaten. Sadece, böylesi nitelikler deneyim kazanmayla ilgilidir diyorum.

Çarşıda anlatılan kıssadır: Kadının biri okumayan haylaz oğlunu, bari bir zanaat öğrensin diyerek “Eti senin kemiği benim” kararlılığıyla kuyumcuya çırak verir. Çocuk bir hafta çalışır, sonra işe gelmez olur. Bir gün iki gün, usta meraklanır, annesini arar, çocuğun neden işe gelmediğini sorar.

Kadın “Bilezik yapmayı öğrendi, artık gelmeyecek” deyince usta şaşkınlık içinde “Ne zaman nasıl öğrendi?” diye sorar.

Kadın soluk almadan anlatmaya başlar: “Altını bakırı potaya dolduruyor, birazcık da gümüş ekliyor, ocakta eritip çubuk döküyor, bunları da haddelerden geçirip tel yapıyormuş, ondan sonra da bunları boy boy kesip halka şeklinde büküyor uçlarını kaynakla birleştirip kalıplarda düzeltiyor, tavlayıp tuzruhuna sokarak parlatıyor, çelik ve elmas uçlu kalem keskilerle üzerine desen yapıyormuşsunuz. Oldu sana bilezik”

Usta öfkesini dizginlemek için büyük çaba harcayarak; “Bak it oğlu ite, kendi öğrendiği yetmemiş, bir de anasına öğretmiş.”

Epeyce ortamda sıkça anlatılan başka kıssa: Bir vidayı sıkarak otomobilindeki arızayı gideren tamirciye “Borcum ne kadar?” diye soran müşteri duyduğu miktarı fazla bulmanın öfkesiyle “Şu vidayı sıkıp gevşeterek ayar yapmanız bir dakika bile sürmedi, çok fazla değil mi bu para?” kızgınlığıyla yüklenince; Sinirlenmemeye çalışan tamirci “Elli yıl artı bir dakika. Bu kadar basitse bana gelmez, o vidayı siz sıkar arabanızı onarırdınız. Dakikanın saatin karşılığı değildir istediğim para, hangi vidayı sıkacağımı bilmemin karşılığıdır”

Bunlar uzun yıllarda edinilebilen deneyim ve birikimlerin ne derece önemli olduğuna iyi örneklerdir. Her şeyi kolayca öğrenip anlayabileceğini sanan, en hafifinden benim gibi büyük bir aptal durumuna düşer. Şöyle ki:

Başta Discovery, National Geographic olmak üzere belgesel kanallarının meraklısı boldur. Hatta belgesel kanallarındaki programların kahramanları da, normal dizlerdeki kahramanlar gibi aileden sayılır oldular pek çok kişi için.

Bu programlardan birini seyrederken “Ne işi var bu aptal suratlının bu programda!” diye geçirmiştim aklımdan. Çünkü programda, her biri sanat eseri sayılacak otomobillerin yapılışı gösteriliyordu.

Çok kişi biliyordur; sözünü ettiğim program, Discovery’deki müthiş otomobillerin yapımını gösteren Hot Road. İşte orada gördüğüm genç için “Bön bön bakan aptal suratlının ne işi var böylesine üst düzey zeka ve yetenek dolu ortamda?” diye geçirmiştim aklımdan. Bir müddet sonra çok kötü dersimi alacak, düşüncem için büyük utanç duyacaktım ama bir kere düşünmüştüm işte, yapacak bir şey yoktu, elimden bir şey gelmezdi...

Aptal bakışlı dediğim o genç, ölümcül bir trafik kazasından ağır yaralı kurtarılmış, ameliyat üstüne ameliyat geçirmiş, metal plakalarla desteklenen yüzü tam anlamıyla yeniden yaratılmıştı. O kadar utanmıştım ki, daha sonra programı izlerken neredeyse televizyona ve o gencin yüzüne bakamayacaktım.

Demek ki neymiş; her şeyi ancak benim gibi budala aptallar hemen anlarmış. Bir de kötü uzmanlar, kötü ustalar...

Aslında çok yaygındır hemen hükme varma anlayışı.

Birkaç yıl önce ASUS A3N Celeron dizüstü bilgisayar almıştım. 3 gün sonra tuhaf bir arızayla karşılaştım ve o andan itibaren pişman olmaya başladım aldığıma, alacağıma.

Başından kalkıp bilgisayarın kapağını kapattığımdan bir müddet sonra fanı çalışmaya başlıyordu. Kapağı açıp kullanmaya devam etmek istediğimde kesinlikle açılmıyordu bilgisayar. Tek çare vardı; reset’leyip kapatmak ve yeniden XP’nin yüklenmesini beklemek.

Önce satın aldığım büyük elektronik markete sordum bunun nedenini. Mağaza teknik servis bölümümüze getirin bakalım dediler. Götürdüm, arızayı gördüler ve “Bırakın bakalım” dediler.

Birkaç gün sonra gidip aldım bilgisayarı. İşletim sistemini, yani Windows XP’yi baştan yükledik, bilgisayarınız düzgün çalışıyor, hiç sorun yok dediler. Aldım geldim.

Güncellemeleri ve programları yükledim. Fazla beklemem gerekmedi aynı hastalığın ortaya çıkması için.

Yine servise... Yine bakarız dediler ve sanki ben yüklemeyi bilmiyormuşum gibi, yine yüklediler XP’yi ve yine tamamdır dediler.

Ne kadar “Burada başka bir sorun var. XP’yi yükleyip duruyorsunuz, asıl arızayı bulmak gerekmez mi? XP’yi yüklemeyi ben de bilirim, bunun için buraya gelmem gerekmez” desem de işe yaramadı.

Nispeten yakın saydığım mağazanın teknik servisine 3-5 sefer taşındıktan sonra şehrin bir ucu denecek yerdeki ASUS teknik servisine havale ettiler beni.

Bu sefer orada başladı, anlatmaya çalıştığımı anlamamalar ve “Şudur budur” dersleri vermeler. Şöyle ki:

“Neden şikayet ediyorsunuz, arıza değil ki bu. Bakınız, fanın çalışması çok normal, bunda hiçbir anormallik yok”

“Ben fan çalışmaz, fanda arıza var demiyorum ki, bilgisayarın kapağını kapattıktan bir müddet sonra fan hiç durmamacasına saatlerce çalışmaya başladığında kilitlendiğini anlıyorum. Eğer reset’lemezsem kesinlikle durmuyor... Kapalıyken fanın çalışması normal mi sizce? Ya bilgisayarın bir daha açılmaması?”

“İşlemci ısınır, ısındığında fan çalışmaya başlar, bunda anormal bir şey yok...”

“Bütün bunları biliyorum... Benim normal bulmadığım, kapak kapalıyken, yani bilgisayar çalışmazken, yani BEKLEME seçeneklerinden ASKIYA AL seçiliyken fanın çalışmaya başlaması ve bilgisayarın bir daha açılmaması. Fanından başka hiçbir şeyi çalışmayan bilgisayar normal mi sizce?”

“Peki, bırakın bakalım”

Aynı süreç burada da yaşanmaya başladı. Yeniden yüklenen XP’yle doğru düzgün olduğu sanılan bilgisayarı geri verdiler. Düzelen bir şey yoktu. Servise taşınmalar sırasında, RAM’in az geldiği, yükseltirsem düzeleceği söylendi. Aldım taktım ilave RAM’i, hiçbir şey değişmediğini söylememe gerek bile yok.

Servistekilerin kafalarından bin türlü şey geçiyor ama bana inanmayı ve anlatmaya çabaladığımı anlamayı akıllarından bile geçirmiyorlardı. Onlara göre baş belası pimpiriklinin biriydim ben. Şehrin bir ucundan oraya spor olsun diye taşınıyor, laf olsun diye RAM falan ilave ediyordum bilgisayara.

Daha da kötüsü, yalan söylediğimi ve bilgisayarı iade edebilmek için bir takım dümenler çevirdiğimi düşünmelerini hissetmemdi. Tabii ki kurtulmak isterdim o bilgisayardan ama bu tipini rengini falan beğenmediğim için değil, başıma bela olduğu içindi.

“Daha önce hiç böyle bir arızayla karşılaşmadık” deyip durmaları üzerine servis müdürüne “ASUS merkeze soramaz mısınız bu arızayı? Onlar bilebilirler” demiştim fakat öyle bir “Olur mu öyle şey, nasıl sorarım!” deyişi vardı ki fazla ısrar edememiştim.

Bilgisayara yüklediğim bütün programların disklerini yanıma alıp gittim servise bir keresinde. Servistekiler yapacaklarını yapsın, ardından ben onların gözünün önünde programları yükleyeyim ve arızayı yakalayayım istiyordum. Saatlerce kaldım serviste ama arıza ortaya çıkmadı. Aldım geldim, internet güncellemelerini yaptım ve hemen hortlayıverdi arıza.

Bir iki derken akıllanmaya başlamıştım yavaş yavaş: Tekrar gittim servise ve internet güncellemelerinden sonra ASKIYA AL’dayken ortaya çıkan arızayı anlattım. İşe yaramadı sözlerim, çünkü anlamayı bile denemiyorlardı.

Bu kez adım adım yöntemini denemeyi önerdim servis şefine. Bıyık altından gülse de, gönülsüzce olsa da denemeye karar verdi. “Gördünüz işte bu dediğinizi de yaptık bir şey değişmedi” diyerek benden kurtulmayı hesapladığı aşikardı.

Önce benim bilgisayarın hard diskini başka bir bilgisayara takıp deneyelim dedim. Yaptı... ASKIYA AL’da kilitlenip kilitlenmediğini kontrol ettik, kilitleniyordu. Sonunda talih yüzüme gülmeye başlamıştı ve benimkindeki arızayı düzgün bir bilgisayarda da ortaya çıkartmıştım. Kilitlendiğini ve aynı şekilde açılmadığını gördükten sonra, bu kez tersini yapmasını söyledim, o bilgisayarın hard diskini benimkine taktı. Tıkır tıkır çalıştı, kilitlenme falan yoktu.

Bütün bu denemeler yapılırken ben servisin kapısında bekliyor, bir şey söylemem gerektiğinde kapıdan başımı uzatıp “Bu kez şunu yapın, bunu deneyin...” falan diyordum. Oturacak bir şey yoktu ve ne içeri davet edildim ne de sandalye vermeyi teklif ettiler. Baş belası pimpirikli olarak uzun saatleri ayakta geçirdim. Katladıklarıma rağmen fazlasıyla değmişti, yalan söylemediğimi kanıtlamıştım.

Arızanın bilgisayardan değil de programlardan veya güncellemelerden kaynaklandığını ortaya çıkartınca teknik servis şefi yüzündeki kocaman gülümsemeyle gelip “Çak” demişti ve ben boş bulunup avucuna vurmuştum. Bunu neden yaptım diye şaşırıp dururum haalaa. Tek ayak üstünde durma cezası verilmiş öğrenci gibi beni kapıda tutan “Çak” diyen servis bu şefi değildi sanki.

Sorunun program veya güncelleme kaynaklı olması, bilgisayarın arızalı olmadığı anlamına gelmiyordu. Suçlu bulunduğunda açıklığa kavuşacaktı her şey.

“Arızanın nereden kaynaklandığı ortaya çıktı gibi. Eve gidip her bir program yüklemesinin ve her güncellemenin ardından ASKIYA AL’la deneyeceğim bilgisayarı. Suçluyu yakalayınca telefon edip bildiririm” deyip yorgun ama keyifli şekilde ayrıldım oradan.

Çok sürmedi suçluyu enselemem. İntel ekran kartının güncellenen sürücüsüydü, bana aylardır saç baş yolduran. Şunun sitesini bir kontrol edeyim deyip ekran kartı sürücüsünün sitesine baktığımda, sürücünün yenilendiğini/değiştirildiğini gördüm. Bana aylardır çektiren arızanın tescili de İntel Ekran Kartı’nın sitesindeydi.

Aradım teknik servis müdürünü ve anlattım durumu. Bir anda ses tonu değişti, “Buyurun gelin, hem bir çayımızı içersiniz hem de bilgisayarı yeniden kontrol ederiz, yeniden yükleriz XP’yi, programları...” gibi şeyler söyledi.

“Aman aman, eksik kalsın, o eziyetleri bir daha çekemem” deyip konuyu kapattım ama asıl hesaplaşmayı geçiştirmeye hiç niyetim yoktu. “Gördünüz işte bilgisayar arızalıymış. Onca zaman bana inanmadınız” dediğimde, kabul etmeye hiç niyeti olmadığını hemen belli etti, itirazlarını bir bir peşi sıra sıralamaya başladı.

Ne kadar “Dizüstü bilgisayarın ekran kartı, masa üstü bilgisayarlardaki gibi ayrı bir parça değil, bilgisayar anakartının üzerindeki bir bölümden ibarettir. Ayrı değildir ki, ayrı düşünülebilsin. Ekran kartını söküp yenisini takamazsınız. Bu durumda arızalı olan bilgisayar değil midir?” desem de anlamaya hiç niyeti yoktu. Zaten benim de pek derdim değildi. Haklılığımı kanıtlamak önemliydi ve bu her şeye değerdi.

Kızgınlığımın farkındaydı, “Artık ASUS satın almayacak mısınız yoksa!” gibi bir şeyler söylediğinde, “Benim şikayetim ASUS’tan değil, sizlerden. Çok kişi gibi ben de iyi biliyorum her bilgisayarda sorun çıkabileceğini, çünkü mükemmellik veya sorunsuzluk düzeyine ulaşmaya daha çok zaman olduğunun farkındayım. Bilgisayar sorunlarıyla hep karşılaşacağız hemen her markada...” diye tepki göstermem yüzünden sanırım, yine gidip bir ASUS dizüstü bilgisayar aldım bir zaman sonra.

Tabakhane Yöntemi en çok kullandığım yöntemdir demiştim. İşte bu dizüstü bilgisayar konusu Tabakhane Yöntemine verilecek en iyi örnektir. Sözde o günlerde yazacaktım bununla ilgili yazıyı. Başta marka ve isimlerden söz etmek istemiyordum aslında, ancak “Sallıyor”larla karşılaşmamak için yazmam gerektiğine karar verdim. Kısacası, öyle gözükse de amacım şikayet değil, bunu yapmak istesem o gün yapardım.

Kötü teknisyen insanı zorla uzman bile yapar. Bunun epeyce örneğiyle karşılaşmışsızdır. Adam çamaşır makinesi tamircisine kızdı, azmetti şehrin en iyi ustası oldu gibi haberlerle karşılaşmaktan söz ediyorum.

Ben de bilgisayar uzmanı oldum veya olacağım falan demeye çalışmıyorum. Sadece, ben ne anlarım bilgisayardan demeye son verdiğimde soruna çare bulmayı başardım diyorum.

Özetle, karpuzdan anlarım, eğer gerekirse bilgisayardan da çakarım...

Cevabını bulamadığım ilginç bir durumla karşı karşıyayım yıllardır. Zoom marka kablolu ADSL modemim var ve telefon kesikken bile internete bağlanabiliyorum. Evet, nasıl oluyor da oluyor? Gel çık işin içinden...

İki üç gibi yatarım. Sabahın köründe 5’ten itibaren arayacak kadar, özellikle çok sevenim özellikle çok olduğundan, telefon hattına bir anahtar bağladım. Özellikle çok sevenlerim, uykuyu haram etmesinler diye gece yatarken anahtarı kapatıp telefonu kesiyor, sabah kalktığımda açıyorum. Bazı günler kalktığımda açmayı unutuyorum daire girişindeki bu anahtarı. Telefona işim düşmedikçe saatlerce farkına varmadığım oluyor telefonun kesik olduğunun. Haalbuki o sırada internete bağlanmış ve saatlerce gazetelere göz atmış, dolaşmış falan, bir takım işleri halletmiş durumlardayım.

Gerçi telefon kesikken biraz yavaşlıyor veri akışı, sayfalar geç yükleniyor falan, fakat bunu telefonun kesikliğine bağlamak pek aklıma gelmiyor. Malum, internet çoğu zaman değişik nedenlerle epey yavaşlamakta, bu da onlardan biridir diye düşünüp uyanamıyorum. Bir de, çoğu zaman hep dalgınımdır, hem de fazlasıyla ve saatlerce modem ışıklarına ilişmez gözüm. Veya o kadar çok terslik ve sıkıntı vardır ki, internette/telefonda bir terslik olduğu hiç gelmez aklıma.

Telefon kesikken, modemin üzerindeki “link” ışığı bağlantı yok manasında yanıp sönerken, nasıl oluyor da internet bağlantım oluyor sorunsalına bulabildiğim en akla yatkın açıklama: Modem, elektrik tesisatının toprak hattını kullanıyor. Şöyle ki:

Çoğu insan bilir, telefon hattının kablosu ikilidir. Daire girişine taktığım anahtar ikili kablonun tekini kesiyor. Zaten gerek yok çiftli anahtar takmaya, kablonun biri kesildiğinde telefon kesiliyor. Tıpkı elektrik tesisatındaki gibi; lambayı açıp kapatan anahtar da, toprak ve fazdan oluşan ikili elektrik hattının birini, yani fazı keser, böylece lamba söner. Yakmak için anahtar açılır, devre tamamlanır. Başka şekilde anlatmak gerekirse; elimizde bir faz varsa toprak hattı olan diğer kabloya ihtiyacımız yoktur aslında. Alternatif akımın doğası gereği faz yeterlidir. Fazı alıp ampulün bir tarafına bağlar, diğer tarafına bağladığımız başka kabloyu da bahçemize uzatıp bildiğimiz toprağa saplarsak, normal tesisata bağlanmış gibi yanmaya başlar ampul.

Bunu en iyi bilen, başta alternatif akım ve radyo olmak üzere sayısız çok önemli buluşun sahibi, zamanının çok ilerisindeki dahi Nikola Tesla’ydı ve çiftli telgraf hatlarının gereksizliğini göstermek için, telli veya telsiz tek bir hatla dünyanın öbür ucuna sinyal ve enerji gönderebileceğini söylediğinde çok büyük şaşkınlıkla karşılanmıştı. Yerküremizi ikinci hat olarak kullanmakta yatıyordu Tesla’nın sırrı.

Bu arada bir not düşmek gerekiyor; radyonun mucidi Marconi değil Tesla’dır ama bunu tespit ve teslim eden mahkeme kararının ölümünden çok sonra çıkması yüzünden buluşunun çalınmasıyla uğradığı haksızlığın giderildiğini görememiştir. Zaten o süre içinde iyice yerleşip gitmiştir radyonun mucidinin Marconi olduğu. Bugün bile büyük çoğunluk haalaa öyle zanneder...

Kırgın, kızgın, küskün ve yoksulluk içinde New York’ta bir otel odasında son günlerini geçirirken bütün yardım tekliflerini reddetmiş, yalnızca ülkesinden gönderilen Belgrad hükümetinin bağladığı emekli maaşıyla yetinmiştir. Öyle kazıklar yemiş, öyle aldatılmıştır ki, yoksulluk içindeki son günlerinde, patentlerini vererek zengin ettiği Westinghouse şirketinin önerdiği paraları bile reddetmiştir. Oysa aynı Westinghouse şirketi iflasın eşiğine geldiğinde, patenlerinden alacağı olan 1 milyon doları hiç düşünmeksizin silmiştir Nikola Tesla.

Tıpkı Nobel Ödülünü reddettiğinde nedenini açıkladığındaki gibi; “Dört düzüne sayfa dolusu patentlerimden bir tekine değişmem ödüllerin hiçbirini”

800 civarında patenti var büyük Deha’nın, aldırmamış bile Nobel’e.

Umurunda değildi ödül, para ve alkış. Tek amacı başarmaktı, hepsi bu.

Ve öyle cezalandırıldı ki, her şey birer birer elinden alındı, yaptıkları yerle bir edildi ama hepsinden önemlisi adı bile silindi her yerden ama bir yandan da yaptıkları, yapılandırdıkları üzerinde yükseldi ve gelişti sayısız teknoloji. Yükselmeye gelişmeye de devam ediyor... Zamanının öylesine ilerisindeydi ki, anlaşılmak bir yana, korku veriyordu insanlara.

Ve affedilmedi, ve cezalandırıldı, ve sömürüldü, ve kullanıldı, hem de acımasızca...

Alternatif akımın özelliğini vurgulamak için elimden geldiğince açıklayayım derken, ister istemez, müthiş dehanın dünyasına azıcık girdim, nasıl katledilip yok edildiğine birazcık değindim.

Asıl konuya dönsem iyi olacak, Tesla’da kaybolup gitmem kaçınılmaz çünkü.

Şimdi, telefon kesik, yani anahtar kapalı olduğundan kablonun teki kesik, diğer taraftan modemin bir de elektrik bağlantısı var. Malum, modemin çalışabilmesi için elektrik gerekiyor ve bunu da adaptör aracığıyla elektrik tesisatından sağlıyor.

Bulabildiğim akla yatkın tek açıklama demiştim: Kesik olan tek telefon kablosunun yerini, modemin takılı olduğu priz üzerinden elektrik tesisatı tamamlıyor olabilir. Nasıl ki bir ampulü yakmak için faz yeterliyse ve bahçeye saplayacağımız kabloyu diğer uç olarak kullanabiliyorsak, modem de, eksik olan telefon kablosunun yerine elektrik hattının kablosunu kullanıyor olabilir.

Uzman değilim, benimkisi bir fikir yalnızca. Aslında, sihirli modemimin nasıl çalışabildiğini anlayamamaya devam ediyorum.

Sihirli modemin sırrını ben biliyorum, ben açıklayabilirim diyen varsa bir adım öne çıksın lütfen.

En doğrusu “Büyülü modem” deyip sıyrılmak galiba...

Sekiz on yıl kadar önce yayın organlarında, İngiltere’deki bir pub’ın tuvaletinde yaklaşık yüzyıldır yanmakta olan bir ampulün haberi yer almıştı. Bilimsel bir açıklama getirilemeyince büyülü ampul denmeye başlanmış. Eminim ampul patladığında incelemek isteyen bilginler çoktan sıraya girmişlerdir.

Benimki de misal işte.

Büyülü modem, ne olacak... De kurtul...

Enteresan bulup belleğimdeki istisnai köşelerden birine yerleştirdiğim diğer haber ise yanılmıyorsam Hollanda kaynaklıydı: Sıkça kaza meydana gelen dümdüz yolu uzun uzadıya inceleyen uzmanlar, kazaya sebep olabilecek en küçük neden veya kusur bulamayınca “Dikkat hayalet var” tabelası yerleştirmişler yolun o bölümüne. İnsanları bir şekilde uyarmak gerektiğinin sorumluluğunu taşıyan yetkililer, çareyi mizaha sığınmakta bulmuşlar, fakat birkaç yüzyıl sonra kazı yapan arkeologların bu tabelayı bulduktan sonra, büyük ihtimalle en ciddi hallerini takılarak “İnanılır gibi değil, 21. Yy. insanları hayaletlere inanıyorlarmış” yorumları yapacaklarını hiç hesap edememişler.

“Hemen Anlayanlar” bugün var da yarın olmayacak mı yani.

Pek çok “Karpuzdan anlamam” diyenimiz, belki de daha da fazla “Hemen anlayan”ımız var ve hep de olacak.

Ben anlarım karpuzdan.



Eyüp Şeker


17 Temmuz 2008




TUTSAĞA YUTTURMAK

KUŞBEYİNLİLER Mİ DAHA KUŞ BEYİNLİ, YOKSA BİZLER Mİ?

Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmaların hiçbirinde vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiğine dair en küçük bulguya rastlanmamış.

Bilim “Vitaminler ekstra güç ve sağlık vermiyor” diyor ama bu bize hiçbir şey ifade etmiyor?

Neden?

Bu türden açıklamaları duymazken, hiçbir bilimsel dayanağı olmamasına rağmen “Vitamin yutun” diyenleri pür dikkat dinliyoruz. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bilime ve akıla değil, doğru olup olmadığına hiç kafa yormaksızın hayallerimizi besleyenlere inanmayı yeğliyoruz.

Görünüşe bakılırsa, vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiği inancı; vitaminlerin eksikliğinde ortaya çıkan ciddi rahatsızlıklardan hareketle kendiliğinden gelişmiş, dayanaksız, hatta yanlış bir efsaneden başka şey değil.

İnsanlar “Mademki eksikliğinde bunlar bunlar oluyor, ekstradan hap yutulursa gücümüze güç, sağlığımıza sağlık katarız” düşünce ve tavsiyeleriyle başlamış hap yutmaya. Çabucak da yaygınlaşmış...

Oysa hapı yuttukça hapı yuttuğumuz ortaya çıkmaya başladı artık. Ekstradan hap yutmakla ekstra güç ve sağlık kazanmadığımızı, aksine en ekstrasından hapı yuttuğumuzu söylüyor bilim.
Görmemeli duymamalı mıyız bu doğrultudaki uyarıları?

Biz yine de leblebi gibi vitamin hapı yutmaya devam ediyoruz. Bilim istediği kadar, sağlıklı insanlara hiçbir faydası yok, hatta kansere varıncaya kadar pek çok hastalığa yakalanmanıza sebep olabilirler, uzak durun tabletlerden desin, bir kulağımızdan girip ötekinden çıkıveriyor.

Oysa benim kuşbeyinli çok daha bilinçli ve ondan öğrenmem gereken epey şey var gibi gözüküyor. Evet, çok bilinçli ve kendisine zarar vereni kısa sürede anlayıp uzak duruyor.

Tutsak hiç meyve yemiyor. Epey yöntem denedim, kurutup verdim falan, hiçbiri işe yaramadı. Bu davranışını ishaline bağlıyorum. Bana geldiğinde ishaldi, epey zaman aldı düzelmesi. Satıcı “Sık meyve verme, haftada bir dilim elma versen yeter” gibi bir uyarı yapmıştı. “Neden acaba!” gibi dedektifliklere kalkışmıyor ve de “Ne haftası, ayda yılda bir dilim yese takla atacağım” diyor, fazla uzaklaşmadan asıl konuya dönüyorum.

Hastalanmasının sebebinin meyve olduğunu, meyvenin kendisine zarar verdiğini düşünüp uzak duruyor sanki. Demem o ki, neyi yiyip neyi yememesi gerektiğinin fazlasıyla farkında. Özetle benim eşek, yemediği otun başını ağrıtacağını düşünüyor ve gagasını sürmüyor meyvelere.

Bunu destekleyen bir davranışını daha gözlemledim. Meyveyi gagasına sürmediği için suyuna vitamin koyuyorum dönem dönem. Vitamin vermediğim uzun süreli dönemlerde kabuklu fıstıkları neredeyse son kırıntısına kadar yiyor. Halbuki vitamin verdiğim dönemlerde kabuklu fıstıkları ısırıp atıyor, hatta çoğunlukla su içtikten sonra gagasını silmek için kurutma kağıdı veya peçete niyetine kullanıyor. Sonuçta kısa sürede kafesin altında çoğunluğunu büyük parçaların oluşturduğu fıstık öbeği meydana geliyor. Oysa vitaminsiz dönemlerdeki öğütülmüşçesine ufalanan fıstık parçalarının küçük yığını bir parmak kalınlığa bile ulaşmıyor. Kafes altında birikenler kolayca belli ediyor aradaki farkı.

Bununla kast ettiğim; vitamin vermediğim dönemlerde eksikliğini hissettiği bir besini/maddeyi fıstıktan almaya çalıştığıdır. Sadece fıstıkla ilgili değil bu davranışı. Karışık yemindeki tahıllardan birine, örneğin mısıra düşkünleşiyor zaman zaman ve hepsini silip süpürüyor ama kimi dönemlerde de mısırlara pek dokunmadığı dikkatimi çekiyor. Hep aynı marka yemi veriyorum. Yani karışımdaki miktarlar belli. Eğer bayatladığı tadı bozulduğu gibi bir nedenle mısırdan uzak durmuyorsa, o zaman belli bir gıdanın eksikliğini hissedip hissetmemesi belirliyor demektir bu davranışını.

Özetle, benim eşek, yani kuşbeyinli, yemediği otun başını ağrıttığının veya başı ağrıdığında ne yemesi gerektiğinin fazlasıyla bilincinde.

Vitaminle ilgili bir gözlemimi veterinerlerin veya ilgili kişilerin dikkatini çeker, sağlıklı bir sonuca ulaşılmasında işe yarayabilir düşüncesiyle yazmak istiyorum: Tutsak yaklaşık dört yılda 4 kez kanama geçirdi. Dışkısında kan vardı. Bir de yere ve kafesi astığım duvara suyla seyrelmiş kan sıçratmıştı. Dışkıdaki kanı anlamakta sorun yoktu ama duvara ve yere sıçrattığı suyla seyrelmiş kanı açıklamak kolay değildi. Veteriner “Kanaması yüzünden poposunu gagasıyla kurcalamış, ardından su içip başını silkelemiş, ortalığa sulu kan sıçratmış olabilir” açıklamasını getirmişti. Ancak bana göre, kanama hem aşağıdan hem de yukarıdan geliyor gibiydi. Edindiğim izlenim, gagasına kıçından kan bulaştığı için değil, ağzından da kan geldiği içindi... Su içip başını salladığında ise ortalığa saçılıyordu sulu kan. Tıpkı mide kanaması geçiren insanda ağızdan da kan gelebildiğindeki gibi...

İşte bu 4 kanama da vitamine fazla yüklendiğimi düşündüğüm dönemlerde gerçekleşti.

Sonuncu kanamayla geçen hafta karşılaştım. Dışkısında kan göremedim. Sadece asılı durduğu duvara sıçramış üç beş santim uzunluğunda ince bir sızıntı şeklindeydi sulu kan. Hepsi bu... Bir kaç gün önce vitamin (Vitaform) vermiştim. Ondan 5 gün önce de yeni bir mineral çözeltisinden (Avimineral) koymuştum suyuna.

Önceki kanamalarından bir tanesinde, yanılmıyorsam ilkinde, çok ilginç bir davranışını gözlemlemiştim: Mercimek büyüklüğünde fakat biraz daha kalın kahverengi tabletler halindeki ithal vitaminden (Yanlış hatırlamıyorsam Vitakraft markaydı) günde iki üç adet koydum bir süre yem kabına. Kanama başladığında nedeninin vitamin olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Veteriner geldi falan, tedavi uygulandı...

Yem kabına koyduğum vitamin tabletlerine dokunmadığı, hatta kaldırıp attığı çekti dikkatimi bir ara. Bir müddet böyle devam ettim, yemediğinden emin olunca boş bir yem kabına sadece 3 tablet vitamin koydum. Dokunmadı... Birkaç gün yeniledim tabletleri. Hiç dokunmadığından emin olunca vitaminin kalanını kaldırıp attım.

Eğer Tutsak kendisine zarar verdiğini düşündüğü için vitamin tabletlerine dokunmuyorsa, yani kendisini hasta edenden uzak duracak kadar bilinçliyse, vitamini suyuna karıştırarak vermekten daha yanlış ne olabilir? Birer uzman veya veteriner olmayan bizler, durumundan ve davranışlarından ihtiyacı olup olmadığını kestiremeden bize söylenen programları uyguluyor ve içmeye mecbur olduğu suyla hasta ediyor olabiliriz garipleri.

Tabii ki vitaminler kanamaya sebep oldu/oluyor diyecek kadar kesin konuşabilecek durumda değilim. Fakat Tutsak’ın davranışları, rahatsızlıkları ve vitaminle ilişkisi göz ardı edilemeyecek kadar belirgin. Bilinmesinde, üzerinde durulmasında yarar var diye düşünüyorum.

Kısacası hapı verdiğimde yutmuyor hayvan, çünkü hayvan. Hayvan olmasa, çok daha zeki insan gibi olsa yutacak. “Her sabah bir kaşık” “Her gün bir tablet” diyerek karşısına dikilen pazarlamacıları dinleyecek hayvan olmasa. Ama hayvan işte, yutmuyor, zeki değil ki, akıl küpü değil ki... Suyuna karıştırmadıkça ağzına sürmüyor, hatta yem kabında, hatta mekanında bile tutmayıp fırlatıp kafesten dışarı atıyor. Çünkü hayvan... Tabletlerdeki hastalığın fakında ama sudakinin değil... Sıkıysa hapı yuttur bakayım, imkanı yok yutturamaz kimse ama suyu kuzu kuzu, üstelik kana kana içiyor. Çaresi yok, eli mahkum. İçine tıktığım kafeste değil de özgür dünyasında olsaydı vitaminli suyu içip içmeyeceğini kim bilebilir? Tadı ve kokusu bozuk olmasa bile, büyük ihtimalle kendisini hasta eden o suya gagasını sürmez, o su kaynağının semtine uğramazdı. Hayvan olmasaydı, suyu içtiği gibi hapları da hapır hupur yutardı. Çünkü biz insanlar gibi zeki değil. Hayvan işte...

Unutulmamalı ki, hiçbir canlı enerjisini gereksiz yere harcamaz, kendini öldürmenin türlü yoluna kafa yormaz. Gecenin köründe havalanıp çığlık çığlığa dönüp durmaz, sebepsizce bağırmaz, birbirini boğazlamaz. Biz karşıdan gelen havlamaları duymuyoruz diye köpeğimizin durup dururken kendi kendine anlamsızca havladığını düşünemeyiz. Muhakkak bir nedeni vardır, ya bir havlayana karşılık veriyordur, ya da tehdit algılamıştır.

İnsan gibi akıl küpü olmadığından depremden de çok korkuyor ve kaçıp kurtulmaya çalışıyor Tutsak. Çünkü hayvan... Deprem olacağını öğrendiğinde içine tıktığım hücresinden çıkmak için yırtınıyor. Çünkü hayvan... Bizim gibi akıl küpü değil, oturup beklemiyor yerle bir olmayı. Çünkü hayvan... Bizler gibi değil ki, ona söylendiğinde anlıyor, tedbir almaya çalışıyor. Çünkü hayvan o hayvan. Biz insanız, biz akıllıyız, o yüzden kıpırdamıyor kılımız. Ne kadar söylenirse söylensin aldırmayız, deneyimi de, bilimi de, akılı da takmayız. Çünkü biz insanız insan. Biz akıl küpüyüz akıl küpü. O yüzden yutarız hapı. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bu yüzden yutarız hapları hapır hupur. Çünkü biz insanız, akıllıyız, bilimi de deneyimi de takmayız, ölümsüzüz, ölümü bilen hayvanlar gibi değiliz, hayvanlık etmeyiz, yutarız ve yan gelip yatarız.

Söz konusu kanamalı vaka Tutsak değil de ben olsaydım, tereddütsüz kobay hayvanı yapardım kendimi, yutardım vitaminleri hemen ve sonuçları gözlemlerdim. Tutsak kuşbeyinlisine fazla vitamin vermem mümkün değil. Zaten kanlı bıçaklıyız, iyice hasımlaşacağız. İyisi mi eksik kalsın kobay hayvanlığı. Sonra tam bir alikıran baş kesen olup çıkar, ya da eşek cennetini boylayıverir ve de ben kime “Salak, beyinsiz, kuşbeyinli...” derim sonra. Sayesinde kendimi akıllı ve de çok zeki hissettiğim kuş beyinlimden mahrum kalamam, eksik kalsın, öğrenmeyivereyim vitaminlerin ondaki etkisini.

Normalde Vitaform marka yerli ürünü veriyorum Tutsak’a. Özellikle ishalini tedavi etmek için dozu artırdığım iki dönemde kanama olmuştu.

Bu arada “Haşırt” diye geçirme mevzuuna birazcık açıklık getirsem iyi olacak. Önce ben geçirdim “Haşırt” diye, hem de kaç kere. Kuyruk acısı çok olduğundan, fırsatını yakaladımı kuşbeyinli, hemen geçiriyor “Haşırt” diye.

Özellikle bir vaka yeterince açıklayıcı olduğundan onu anlatayım önce. Olay şöyle gelişti: Suyuna kattığımız antibiyotikli vitamin tozla (Vitaform) ishalini tedavi edemiyorduk. Veteriner en küçüğünden bir enjektöre 2cc antibiyotik çekip yarısını ilk gün, kalanını sonraki gün vermemi tembihledi.

O güne kadar sorun yoktu; elimden fıstık alıyor, uzattığım her şeyi ısırıp çekiştiriyordu. Hiç aklına bile gelmiyordu “Haşırt” diye geçireceğim. Nereden gelsin safoşun aklına hain emellerim!
Enjektörü uzatınca hemen yeni gelin gibi sarıldı, ucunu ısırdı, ben de “Haşırt” diye geçirdim, yani bastırıp 1cc verdim. Fışkırarak ağzına dolan sıvı yüzünden gözleri fal taşı gibi açıldı, anında taş kesildi, neden sonra yutkunabildi. “Ne oldu bana!” şavalaklığıyla öylece kalakalmıştı. Ertesi gün kalan ilacı yutturacağım, mümkinati yok yaklaşmıyor enjektöre. Aklıma eşsiz bir fikir geldi. Enjektörün ucunu fıstık kabuğuna gizledim. Salak, fıstık sandığı fıstığı almak için uzanınca da “Haşırt” diye geçiriverdim, yani bastım enjektöre. Benimki yine put kesiliverdi, şapşallaştı, “Bana yine kamyon çarptı, plakasını alan var mı?” ya da “Yoksa yine mi kızlığım bozuldu?” ya da “Sanki beni yine sevirler” ifadeli bir yüzle kalakaldı... Önemli olan ilacı verebilmekti, dert etmedim.

İshalden kurtulmasına kurtuldu da, bilin bakalım ne oldu? Bir daha asla elimden fıstık almadı. Israrlı denemelerim sonucunda ancak üç beş ay önce iki üç kere fıstık aldı elimden ama hemen attı. Boşuna verme yemem diyor ya, beni terbiye ediyor ukala şey ya... Alıyor ve hemen yere atıyor ya... Şeytan diyor kafesini geçir kafasına...

Tavrı öyle açık ki, en küçük kuşkuya yer bırakmıyor... Boşuna verme, senin elinden bir şey yemem diyor. Ve halen daha da yememeyi sürdürüyor kuşbeyinli...

Aslında daha geldiği ilk günlerde terbiye etmeye başlamıştı beni fakat kalın kafalı olduğumdan eğitilemedim ve de Tutsak’ı depresyonlardan depresyon beğenir hallere soktum.

İlk olay şöyle gelişti: Çok zekiyim ya kuşbeyinli boşuna yorulmasın diye, kabuksuz fıstık alayım şuna dedim. Tuzlu fıstık her yerde var, tuzsuzunu bulabilmek için kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp kabuklu fıstığın ayıklanmışından bulup aldım. Tabanlarım şişse de çok mutlu vaziyetlerde koşa koşa eve gelip heyecanla uzattım bir tanesini. Aldı ve kenara gidip dışarı attı. Bulunduğu yerde bırakabilirdi ama kafesin içine düşerdi o zaman. Üşenmedi, tuttu gitti dışarı attı. Bir tane daha verdim yine aynısını yaptı, dışarı attı ve bir daha da almaya bile yeltenmedi.

Bugüne kadar saka kanarya gibi kuş bile bakmamışken kuşbeyinli gibi bir zeka küpüyle karşılaşınca, onun tarafından terbiye edilmem kaçınılmaz değil mi?

Çok akıllıyım ya, zeka küpüyüm ya, eşsiz fikri buluvermiştim. Garibim kabuklu fıstıkları kırarak yorulmasın, şunun ayıklanmışından bulayım diyor, yollara düşüp kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp tuzsuz kabuksuz fıstık bulup alıyorum, tabanlarım şişmiş vaziyette ama büyük bir neşeyle koşturarak eve geliyorum, resmen havalara uçuyorum, hava binbeşyüz. Sanıyorum ki, “Sahip tuzsuz fıstık getirmiş” halleriyle boynuma atılacak, havalara zıplayacak kuşbeyinli. İlk fıstığı uzattın, kenara gidip kafesin dışına attı, akıllansana. Ne gezer, yamuldum, morardım falan ama hiç bozuntuya vermeyip bir tane daha uzattım, aldı ve yine gidip dışarı attı. Bu sefer aklın başına gelse ya, ne gezer. Daha da morarıyor, yine de pes etmiyorum. “Ne oluyor hemşerim, nankörlüğün alemi var mı! Canım çıktı bunları buluncaya kadar, al ye bakayım, attırma tepemi...” halleriyle uzattıklarımı almaya bile tenezzül etmiyor ukala şey.

Yani demem o ki, geldiği ilk günlerde beni terbiye etmeye başlamış ve bu eğitim seanslarının bir tanesinde “Bunları yemem, kafesimden uzak tut” diyerek esaslı bir ders vermişti kuşbeyinli.

Oturup ben yedim müthiş zekamın eseri tuzsuz fıstıkları, bir yandan da düşündüm. Fıstık zeka mı açıyor nedir! Tatları iyiydi ama kabuklu fıstığı çatırtılarla kırmanın zevki eksik kalıyordu sanki. Şey gibi, kadeh tokuşturmaktaki gibi işte... Kim bilir, kırılırken fıstıkların çıkarttıkları o sesi seviyordur belki de kuşbeyinli. Çin çin veya “Şerefe” durumu yani...

Peki, beni eğitebildi mi kuşbeyinli? Ne gezer... Neyse, ben salağını bir kenara bırakalım en iyisi.

Hava kararmadan çok önce dinlenme/uyku pozisyonuna geçtiğini ve rahatsız edilmemesi gerektiğini gagamı (Bu gaga burnum oluyor dememe gerek yok ya, yine de yazayım dedim bu açıklama notunu) ısırarak göstermişti. Salağım malağım ama yine de bir şey kaptım bu ısırıktan; gagasının o müthiş sivri ucuyla değil, yan kenarıyla ısırıyor. Yani canımı yakıyor fakat zarar vermemeye dikkat ediyor. Şimdi epeycenizin “Atma...” dediğini varsayarak, “Atma demeyin, gidin alın bir kuşbeyinli, hem de grisinden ve de görün gününüzü...” diyor, ferahlamış şekilde kenara çekiliyorum. Hadi bakayım kolay gelsin, göreyim bakayım nasıl görüyorsunuz gününüzü!

Beni cezalandırarak terbiye ederken bir yandan da güvenimi kazanmaya çalışıyor. Evet, doğru duydunuz; aynı zamanda güvenimi kazanmaya çalışıyor. Bu tarz davranışı ilk kez benden taraftaki pençesini kaldırdığında dikkatimi çekmişti.

Öncelikle gerçekten canımı yaktığı, yani canımı yakmak için ısırdığı olaydan başlayayım ki, ne nedir daha rahat anlaşılabilsin: Geldiği ilk günlerde parmağımı çok şiddetli ısırmıştı. Can havliyle geri çekip öteki elimle kafesine vurmuştum. Refleks gibiydi tepkim. Aslında sinirlerimin çok gergin olduğu dönemlerdi, fazlasıyla berbat durumdaydım. Kafese vurmam onu çok korkutmuştu haklı olarak. Neyse, benim hödüklüğümü bir kenara bırakalım en iyisi. Parmağımı çok şiddetli ısırmıştı, ancak daha önemlisi ne yaptığının fazlasıyla bilincindeydi. Bu şiddetli ısırma olayı başıyla pencereyi/dışarıyı gösterdiği o ilk günlerde meydana gelmişti. Davranışını anlamaya çalışırken “Beni serbest bırak, benden hayır gelmez sana...” diye bile yorumlamış, böyle düşünmenin hiç de uçuk bir fikir olmadığına karar vermiştim.

İşte bu parmak ısırma olayı sonrasında pek çok kez “Benden korkma...” tavırlarıyla güvenimi kazanmaya çalıştığını gösterdi.

Özetle, sadece ben kazanmaya çalışmıyorum Tutsak’ın güvenini, o da bana güven vermek için çaba harcıyor.

Bunu iyi açıklayan olay şöyle gelişti: Uykusunu güzel aldığığında keyfi o kadar yerinde oluyor ki, bir süre öncesine kadar uyandığını fark edince yanına gidip burnumu uzatır, tatlı tatlı ısırıklar atmasını, keyif sesleri çıkartmasını izlerdim. İşte bu anlarda; bana güvendiğini göstermek için esner, yutkunur, bacağını kaldırıp pençesiyle gerdanını, boynunu tarar, kaşınır. Hemen bir kaç santim ötemde pençesini aşağı yukarı sallayıp durmasını kıpırtısızca izlerim. Ta ki, bu kaşıma/tarama işini benden taraftaki pençesiyle yapıncaya kadar. İster istemez hafifçe geri çekildim, gözünden kaçmadı, korktuğumu hemen anladı ve durdu, hatta kala kaldı demek daha doğru olacaktır, pençesini indirdi ve diğerini kaldırarak yapmaya başladı taranma işini. Bir daha da hiç benden taraftaki pençesini kaldırmadı, hep diğeriyle tarandı, kaşındı.

Böylesine düşünceli ve zeki bir kuşbeyinlim var ve yılmadan usanmadan beni eğitmeyi sürdürüyor.

Bir belgeselde görmüştüm hiçbir gıda almayıp sadece her gün 60 tane vitamin ve güçlendirici çeşitli hap yutan karı kocanın ne hale geldiğini.

Kadının ölümüyle ortaya çıkmış bir olaydı. 30-40 kg.a düşüp bir deri bir kemik kalmalarına, saçlarının dökülmesine, ayakta duracak mecalleri kalmamasına rağmen hapların kendilerine iyi geldiğini düşünüyorlardı. Özellikle kadın son dönemindeki fotoğraflarda korkunç görünmesine rağmen, daha güzel, daha zinde, daha sağlıklı olduğuna inanıyordu.

Karı koca o hapları yutarken daha çok yaşayacaklarını zannediyorlardı. Oysa görüntüleri korkunçtu, insan bakamıyordu...

Uzmanlar daha iyi açıklasalar da, davranışları zayıflama hastalığına tutulanlara benziyor demek yanlış olmaz sanırım. Korkunç görünmelerine rağmen güzel ve sağlıklı zannediyorlardı kendilerini.

Açıkça söylemişti adam, ölümsüzlük peşindeydiler... Bir deri bir kemik kaldıklarını kendileri de görüyorlardı fakat iyi ve sağlıklı olduklarına, sarsılmaz bir şekilde inanıyorlardı.

Her sabah yatakta avuç dolusu saç buluyorlardı ama hapların kendilerine çok iyi geldiğine olan sarsılmaz inançlarında hiç değişiklik olmuyordu.

Yataktan kalkmaya mecalleri olmuyordu ama hapların onları çok güçlü kıldığına dair inançları sarsılmıyordu.

Ve epeycesini yasadışı yollardan temin ettikleri haplardan günde 60 tane yutmayı sürdürüyorlardı.

Ve hiç yemek yemiyorlardı.

Kadın öldü...

Hekimler ve polisler sökün ettikten sonra adamın aklı başına geldi ancak ve kendilerini nasıl öldürdükleri kafasına dank etmeye başladı...

Bilmiyorum haalaa yaşıyor mu o adam, yaşamasına izin verecek kadar hasarla kurtulabildi mi o vitamin ve güçlendirici hap deliliğinden.

Elinde tuttuğu “Hiç vitaminim kalmadı, lütfen bir vitamin parası” yazılı kartonla dilenen genç ABD’liyi Doğan Uluç’un bir yazısında okumuştum. Özellikle kalkınmış ülkelerde vitamin kullanımının nasıl çılgınca boyutlara geldiğine iyi bir örnek zannederim.

Belgeselde izlemiştim toplu halde toprak yemeye giden papağanları. Evet, toprak yiyorlardı... Pisboğazlıkları yüzünden pek yiyecek ayırmadan ne bulurlarsa mideye indiren kuşbeyinliler sindirim sistemlerindeki rahatsızlıkları tedavi edebilmek için arada sırada gidip belli bir alandaki topraktan atıştırıyorlardı. Çıplak arazideki toprağı mideye indiren sürüyle kuşbeyinlinin oluşturduğu görüntünün fazlasıyla enteresan olduğunu söylemek gereksiz herhalde.

Bir başka belgeselde seyrettiğim, dikenli yaprakları kıvırarak yutan şempanzenin derdi de benzerdi. Bağırsaklarındaki tenyaları temizleyip atmak için yutuyordu özenle kıvırdığı sert ve dikenli yaprakları.

Benim Tutsak da, o kıllı maymun da, toprak yiyen kuşbeyinliler de hayvan...

Biz, hayvanların o aaleminde değiliz.

Çünkü biz onlardan zekiyiz.

Aslında gayet açık ve net bir gerçek var; çok ciddi risk taşıyan vitamin hapları, hiçbir zararları yokmuşçasına, çok masumlarmışcasına, biz sıradan insanların eline verildi ve kullanımı ölçüsüzce teşvik edildi, ediliyor.

Normal süreçteki gıdalar arasında yer almamış her şey gibi vitamin haplarının da aslında ilaç sayılması gerektiği ve bütün ilaçlar gibi kontrol altında tutulması gerektiği unutuldu, göz ardı edildi.

Aynı sorumsuzca yaklaşım “Kocakarı ilaçları”nda da sergilenmeye başladı. Adı üstünde “Kocakarı ilacı” bu, her gün yenmez, her sabah mideye indirilmez. Çünkü ilaç bu ilaç... Çünkü menümüzde hiç yer almadılar, çünkü organizmamız bunları her gün yiyebileceğimiz şekilde evrimleşmedi, bunları yadırgamayacak şekilde yapılanmadı.

Doğal diye alışılmadık şeylere normal gıda muamelesi yapma salgını başladı ve hızla yayılıyor. Domates fasulye değildir bilmem hangi organa iyi gelen bilmem ne. İlaçtır ve tedavi amacıyla yararlanılır onlardan. Her gün yutulmazlar, her dakika içilmezler. Çünkü ilaçtırlar...

Yaşamamız için şart olan oksijenin bile fazlasının öldürücü olduğunu unutuyoruz.

Veya tuzun...

Veya suyun...

Ve haalaa hapı yuttukça hapı yutmaya devam ediyoruz.



28 Haziran 2008

Eyüp Şeker