KUŞBEYİNLİLER Mİ DAHA KUŞ BEYİNLİ, YOKSA BİZLER Mİ?
Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmaların hiçbirinde vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiğine dair en küçük bulguya rastlanmamış.
Bilim “Vitaminler ekstra güç ve sağlık vermiyor” diyor ama bu bize hiçbir şey ifade etmiyor?
Neden?
Bu türden açıklamaları duymazken, hiçbir bilimsel dayanağı olmamasına rağmen “Vitamin yutun” diyenleri pür dikkat dinliyoruz. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bilime ve akıla değil, doğru olup olmadığına hiç kafa yormaksızın hayallerimizi besleyenlere inanmayı yeğliyoruz.
Görünüşe bakılırsa, vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiği inancı; vitaminlerin eksikliğinde ortaya çıkan ciddi rahatsızlıklardan hareketle kendiliğinden gelişmiş, dayanaksız, hatta yanlış bir efsaneden başka şey değil.
İnsanlar “Mademki eksikliğinde bunlar bunlar oluyor, ekstradan hap yutulursa gücümüze güç, sağlığımıza sağlık katarız” düşünce ve tavsiyeleriyle başlamış hap yutmaya. Çabucak da yaygınlaşmış...
Oysa hapı yuttukça hapı yuttuğumuz ortaya çıkmaya başladı artık. Ekstradan hap yutmakla ekstra güç ve sağlık kazanmadığımızı, aksine en ekstrasından hapı yuttuğumuzu söylüyor bilim.
Görmemeli duymamalı mıyız bu doğrultudaki uyarıları?
Biz yine de leblebi gibi vitamin hapı yutmaya devam ediyoruz. Bilim istediği kadar, sağlıklı insanlara hiçbir faydası yok, hatta kansere varıncaya kadar pek çok hastalığa yakalanmanıza sebep olabilirler, uzak durun tabletlerden desin, bir kulağımızdan girip ötekinden çıkıveriyor.
Oysa benim kuşbeyinli çok daha bilinçli ve ondan öğrenmem gereken epey şey var gibi gözüküyor. Evet, çok bilinçli ve kendisine zarar vereni kısa sürede anlayıp uzak duruyor.
Tutsak hiç meyve yemiyor. Epey yöntem denedim, kurutup verdim falan, hiçbiri işe yaramadı. Bu davranışını ishaline bağlıyorum. Bana geldiğinde ishaldi, epey zaman aldı düzelmesi. Satıcı “Sık meyve verme, haftada bir dilim elma versen yeter” gibi bir uyarı yapmıştı. “Neden acaba!” gibi dedektifliklere kalkışmıyor ve de “Ne haftası, ayda yılda bir dilim yese takla atacağım” diyor, fazla uzaklaşmadan asıl konuya dönüyorum.
Hastalanmasının sebebinin meyve olduğunu, meyvenin kendisine zarar verdiğini düşünüp uzak duruyor sanki. Demem o ki, neyi yiyip neyi yememesi gerektiğinin fazlasıyla farkında. Özetle benim eşek, yemediği otun başını ağrıtacağını düşünüyor ve gagasını sürmüyor meyvelere.
Bunu destekleyen bir davranışını daha gözlemledim. Meyveyi gagasına sürmediği için suyuna vitamin koyuyorum dönem dönem. Vitamin vermediğim uzun süreli dönemlerde kabuklu fıstıkları neredeyse son kırıntısına kadar yiyor. Halbuki vitamin verdiğim dönemlerde kabuklu fıstıkları ısırıp atıyor, hatta çoğunlukla su içtikten sonra gagasını silmek için kurutma kağıdı veya peçete niyetine kullanıyor. Sonuçta kısa sürede kafesin altında çoğunluğunu büyük parçaların oluşturduğu fıstık öbeği meydana geliyor. Oysa vitaminsiz dönemlerdeki öğütülmüşçesine ufalanan fıstık parçalarının küçük yığını bir parmak kalınlığa bile ulaşmıyor. Kafes altında birikenler kolayca belli ediyor aradaki farkı.
Bununla kast ettiğim; vitamin vermediğim dönemlerde eksikliğini hissettiği bir besini/maddeyi fıstıktan almaya çalıştığıdır. Sadece fıstıkla ilgili değil bu davranışı. Karışık yemindeki tahıllardan birine, örneğin mısıra düşkünleşiyor zaman zaman ve hepsini silip süpürüyor ama kimi dönemlerde de mısırlara pek dokunmadığı dikkatimi çekiyor. Hep aynı marka yemi veriyorum. Yani karışımdaki miktarlar belli. Eğer bayatladığı tadı bozulduğu gibi bir nedenle mısırdan uzak durmuyorsa, o zaman belli bir gıdanın eksikliğini hissedip hissetmemesi belirliyor demektir bu davranışını.
Özetle, benim eşek, yani kuşbeyinli, yemediği otun başını ağrıttığının veya başı ağrıdığında ne yemesi gerektiğinin fazlasıyla bilincinde.
Vitaminle ilgili bir gözlemimi veterinerlerin veya ilgili kişilerin dikkatini çeker, sağlıklı bir sonuca ulaşılmasında işe yarayabilir düşüncesiyle yazmak istiyorum: Tutsak yaklaşık dört yılda 4 kez kanama geçirdi. Dışkısında kan vardı. Bir de yere ve kafesi astığım duvara suyla seyrelmiş kan sıçratmıştı. Dışkıdaki kanı anlamakta sorun yoktu ama duvara ve yere sıçrattığı suyla seyrelmiş kanı açıklamak kolay değildi. Veteriner “Kanaması yüzünden poposunu gagasıyla kurcalamış, ardından su içip başını silkelemiş, ortalığa sulu kan sıçratmış olabilir” açıklamasını getirmişti. Ancak bana göre, kanama hem aşağıdan hem de yukarıdan geliyor gibiydi. Edindiğim izlenim, gagasına kıçından kan bulaştığı için değil, ağzından da kan geldiği içindi... Su içip başını salladığında ise ortalığa saçılıyordu sulu kan. Tıpkı mide kanaması geçiren insanda ağızdan da kan gelebildiğindeki gibi...
İşte bu 4 kanama da vitamine fazla yüklendiğimi düşündüğüm dönemlerde gerçekleşti.
Sonuncu kanamayla geçen hafta karşılaştım. Dışkısında kan göremedim. Sadece asılı durduğu duvara sıçramış üç beş santim uzunluğunda ince bir sızıntı şeklindeydi sulu kan. Hepsi bu... Bir kaç gün önce vitamin (Vitaform) vermiştim. Ondan 5 gün önce de yeni bir mineral çözeltisinden (Avimineral) koymuştum suyuna.
Önceki kanamalarından bir tanesinde, yanılmıyorsam ilkinde, çok ilginç bir davranışını gözlemlemiştim: Mercimek büyüklüğünde fakat biraz daha kalın kahverengi tabletler halindeki ithal vitaminden (Yanlış hatırlamıyorsam Vitakraft markaydı) günde iki üç adet koydum bir süre yem kabına. Kanama başladığında nedeninin vitamin olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Veteriner geldi falan, tedavi uygulandı...
Yem kabına koyduğum vitamin tabletlerine dokunmadığı, hatta kaldırıp attığı çekti dikkatimi bir ara. Bir müddet böyle devam ettim, yemediğinden emin olunca boş bir yem kabına sadece 3 tablet vitamin koydum. Dokunmadı... Birkaç gün yeniledim tabletleri. Hiç dokunmadığından emin olunca vitaminin kalanını kaldırıp attım.
Eğer Tutsak kendisine zarar verdiğini düşündüğü için vitamin tabletlerine dokunmuyorsa, yani kendisini hasta edenden uzak duracak kadar bilinçliyse, vitamini suyuna karıştırarak vermekten daha yanlış ne olabilir? Birer uzman veya veteriner olmayan bizler, durumundan ve davranışlarından ihtiyacı olup olmadığını kestiremeden bize söylenen programları uyguluyor ve içmeye mecbur olduğu suyla hasta ediyor olabiliriz garipleri.
Tabii ki vitaminler kanamaya sebep oldu/oluyor diyecek kadar kesin konuşabilecek durumda değilim. Fakat Tutsak’ın davranışları, rahatsızlıkları ve vitaminle ilişkisi göz ardı edilemeyecek kadar belirgin. Bilinmesinde, üzerinde durulmasında yarar var diye düşünüyorum.
Kısacası hapı verdiğimde yutmuyor hayvan, çünkü hayvan. Hayvan olmasa, çok daha zeki insan gibi olsa yutacak. “Her sabah bir kaşık” “Her gün bir tablet” diyerek karşısına dikilen pazarlamacıları dinleyecek hayvan olmasa. Ama hayvan işte, yutmuyor, zeki değil ki, akıl küpü değil ki... Suyuna karıştırmadıkça ağzına sürmüyor, hatta yem kabında, hatta mekanında bile tutmayıp fırlatıp kafesten dışarı atıyor. Çünkü hayvan... Tabletlerdeki hastalığın fakında ama sudakinin değil... Sıkıysa hapı yuttur bakayım, imkanı yok yutturamaz kimse ama suyu kuzu kuzu, üstelik kana kana içiyor. Çaresi yok, eli mahkum. İçine tıktığım kafeste değil de özgür dünyasında olsaydı vitaminli suyu içip içmeyeceğini kim bilebilir? Tadı ve kokusu bozuk olmasa bile, büyük ihtimalle kendisini hasta eden o suya gagasını sürmez, o su kaynağının semtine uğramazdı. Hayvan olmasaydı, suyu içtiği gibi hapları da hapır hupur yutardı. Çünkü biz insanlar gibi zeki değil. Hayvan işte...
Unutulmamalı ki, hiçbir canlı enerjisini gereksiz yere harcamaz, kendini öldürmenin türlü yoluna kafa yormaz. Gecenin köründe havalanıp çığlık çığlığa dönüp durmaz, sebepsizce bağırmaz, birbirini boğazlamaz. Biz karşıdan gelen havlamaları duymuyoruz diye köpeğimizin durup dururken kendi kendine anlamsızca havladığını düşünemeyiz. Muhakkak bir nedeni vardır, ya bir havlayana karşılık veriyordur, ya da tehdit algılamıştır.
İnsan gibi akıl küpü olmadığından depremden de çok korkuyor ve kaçıp kurtulmaya çalışıyor Tutsak. Çünkü hayvan... Deprem olacağını öğrendiğinde içine tıktığım hücresinden çıkmak için yırtınıyor. Çünkü hayvan... Bizim gibi akıl küpü değil, oturup beklemiyor yerle bir olmayı. Çünkü hayvan... Bizler gibi değil ki, ona söylendiğinde anlıyor, tedbir almaya çalışıyor. Çünkü hayvan o hayvan. Biz insanız, biz akıllıyız, o yüzden kıpırdamıyor kılımız. Ne kadar söylenirse söylensin aldırmayız, deneyimi de, bilimi de, akılı da takmayız. Çünkü biz insanız insan. Biz akıl küpüyüz akıl küpü. O yüzden yutarız hapı. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bu yüzden yutarız hapları hapır hupur. Çünkü biz insanız, akıllıyız, bilimi de deneyimi de takmayız, ölümsüzüz, ölümü bilen hayvanlar gibi değiliz, hayvanlık etmeyiz, yutarız ve yan gelip yatarız.
Söz konusu kanamalı vaka Tutsak değil de ben olsaydım, tereddütsüz kobay hayvanı yapardım kendimi, yutardım vitaminleri hemen ve sonuçları gözlemlerdim. Tutsak kuşbeyinlisine fazla vitamin vermem mümkün değil. Zaten kanlı bıçaklıyız, iyice hasımlaşacağız. İyisi mi eksik kalsın kobay hayvanlığı. Sonra tam bir alikıran baş kesen olup çıkar, ya da eşek cennetini boylayıverir ve de ben kime “Salak, beyinsiz, kuşbeyinli...” derim sonra. Sayesinde kendimi akıllı ve de çok zeki hissettiğim kuş beyinlimden mahrum kalamam, eksik kalsın, öğrenmeyivereyim vitaminlerin ondaki etkisini.
Normalde Vitaform marka yerli ürünü veriyorum Tutsak’a. Özellikle ishalini tedavi etmek için dozu artırdığım iki dönemde kanama olmuştu.
Bu arada “Haşırt” diye geçirme mevzuuna birazcık açıklık getirsem iyi olacak. Önce ben geçirdim “Haşırt” diye, hem de kaç kere. Kuyruk acısı çok olduğundan, fırsatını yakaladımı kuşbeyinli, hemen geçiriyor “Haşırt” diye.
Özellikle bir vaka yeterince açıklayıcı olduğundan onu anlatayım önce. Olay şöyle gelişti: Suyuna kattığımız antibiyotikli vitamin tozla (Vitaform) ishalini tedavi edemiyorduk. Veteriner en küçüğünden bir enjektöre 2cc antibiyotik çekip yarısını ilk gün, kalanını sonraki gün vermemi tembihledi.
O güne kadar sorun yoktu; elimden fıstık alıyor, uzattığım her şeyi ısırıp çekiştiriyordu. Hiç aklına bile gelmiyordu “Haşırt” diye geçireceğim. Nereden gelsin safoşun aklına hain emellerim!
Enjektörü uzatınca hemen yeni gelin gibi sarıldı, ucunu ısırdı, ben de “Haşırt” diye geçirdim, yani bastırıp 1cc verdim. Fışkırarak ağzına dolan sıvı yüzünden gözleri fal taşı gibi açıldı, anında taş kesildi, neden sonra yutkunabildi. “Ne oldu bana!” şavalaklığıyla öylece kalakalmıştı. Ertesi gün kalan ilacı yutturacağım, mümkinati yok yaklaşmıyor enjektöre. Aklıma eşsiz bir fikir geldi. Enjektörün ucunu fıstık kabuğuna gizledim. Salak, fıstık sandığı fıstığı almak için uzanınca da “Haşırt” diye geçiriverdim, yani bastım enjektöre. Benimki yine put kesiliverdi, şapşallaştı, “Bana yine kamyon çarptı, plakasını alan var mı?” ya da “Yoksa yine mi kızlığım bozuldu?” ya da “Sanki beni yine sevirler” ifadeli bir yüzle kalakaldı... Önemli olan ilacı verebilmekti, dert etmedim.
İshalden kurtulmasına kurtuldu da, bilin bakalım ne oldu? Bir daha asla elimden fıstık almadı. Israrlı denemelerim sonucunda ancak üç beş ay önce iki üç kere fıstık aldı elimden ama hemen attı. Boşuna verme yemem diyor ya, beni terbiye ediyor ukala şey ya... Alıyor ve hemen yere atıyor ya... Şeytan diyor kafesini geçir kafasına...
Tavrı öyle açık ki, en küçük kuşkuya yer bırakmıyor... Boşuna verme, senin elinden bir şey yemem diyor. Ve halen daha da yememeyi sürdürüyor kuşbeyinli...
Aslında daha geldiği ilk günlerde terbiye etmeye başlamıştı beni fakat kalın kafalı olduğumdan eğitilemedim ve de Tutsak’ı depresyonlardan depresyon beğenir hallere soktum.
İlk olay şöyle gelişti: Çok zekiyim ya kuşbeyinli boşuna yorulmasın diye, kabuksuz fıstık alayım şuna dedim. Tuzlu fıstık her yerde var, tuzsuzunu bulabilmek için kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp kabuklu fıstığın ayıklanmışından bulup aldım. Tabanlarım şişse de çok mutlu vaziyetlerde koşa koşa eve gelip heyecanla uzattım bir tanesini. Aldı ve kenara gidip dışarı attı. Bulunduğu yerde bırakabilirdi ama kafesin içine düşerdi o zaman. Üşenmedi, tuttu gitti dışarı attı. Bir tane daha verdim yine aynısını yaptı, dışarı attı ve bir daha da almaya bile yeltenmedi.
Bugüne kadar saka kanarya gibi kuş bile bakmamışken kuşbeyinli gibi bir zeka küpüyle karşılaşınca, onun tarafından terbiye edilmem kaçınılmaz değil mi?
Çok akıllıyım ya, zeka küpüyüm ya, eşsiz fikri buluvermiştim. Garibim kabuklu fıstıkları kırarak yorulmasın, şunun ayıklanmışından bulayım diyor, yollara düşüp kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp tuzsuz kabuksuz fıstık bulup alıyorum, tabanlarım şişmiş vaziyette ama büyük bir neşeyle koşturarak eve geliyorum, resmen havalara uçuyorum, hava binbeşyüz. Sanıyorum ki, “Sahip tuzsuz fıstık getirmiş” halleriyle boynuma atılacak, havalara zıplayacak kuşbeyinli. İlk fıstığı uzattın, kenara gidip kafesin dışına attı, akıllansana. Ne gezer, yamuldum, morardım falan ama hiç bozuntuya vermeyip bir tane daha uzattım, aldı ve yine gidip dışarı attı. Bu sefer aklın başına gelse ya, ne gezer. Daha da morarıyor, yine de pes etmiyorum. “Ne oluyor hemşerim, nankörlüğün alemi var mı! Canım çıktı bunları buluncaya kadar, al ye bakayım, attırma tepemi...” halleriyle uzattıklarımı almaya bile tenezzül etmiyor ukala şey.
Yani demem o ki, geldiği ilk günlerde beni terbiye etmeye başlamış ve bu eğitim seanslarının bir tanesinde “Bunları yemem, kafesimden uzak tut” diyerek esaslı bir ders vermişti kuşbeyinli.
Oturup ben yedim müthiş zekamın eseri tuzsuz fıstıkları, bir yandan da düşündüm. Fıstık zeka mı açıyor nedir! Tatları iyiydi ama kabuklu fıstığı çatırtılarla kırmanın zevki eksik kalıyordu sanki. Şey gibi, kadeh tokuşturmaktaki gibi işte... Kim bilir, kırılırken fıstıkların çıkarttıkları o sesi seviyordur belki de kuşbeyinli. Çin çin veya “Şerefe” durumu yani...
Peki, beni eğitebildi mi kuşbeyinli? Ne gezer... Neyse, ben salağını bir kenara bırakalım en iyisi.
Hava kararmadan çok önce dinlenme/uyku pozisyonuna geçtiğini ve rahatsız edilmemesi gerektiğini gagamı (Bu gaga burnum oluyor dememe gerek yok ya, yine de yazayım dedim bu açıklama notunu) ısırarak göstermişti. Salağım malağım ama yine de bir şey kaptım bu ısırıktan; gagasının o müthiş sivri ucuyla değil, yan kenarıyla ısırıyor. Yani canımı yakıyor fakat zarar vermemeye dikkat ediyor. Şimdi epeycenizin “Atma...” dediğini varsayarak, “Atma demeyin, gidin alın bir kuşbeyinli, hem de grisinden ve de görün gününüzü...” diyor, ferahlamış şekilde kenara çekiliyorum. Hadi bakayım kolay gelsin, göreyim bakayım nasıl görüyorsunuz gününüzü!
Beni cezalandırarak terbiye ederken bir yandan da güvenimi kazanmaya çalışıyor. Evet, doğru duydunuz; aynı zamanda güvenimi kazanmaya çalışıyor. Bu tarz davranışı ilk kez benden taraftaki pençesini kaldırdığında dikkatimi çekmişti.
Öncelikle gerçekten canımı yaktığı, yani canımı yakmak için ısırdığı olaydan başlayayım ki, ne nedir daha rahat anlaşılabilsin: Geldiği ilk günlerde parmağımı çok şiddetli ısırmıştı. Can havliyle geri çekip öteki elimle kafesine vurmuştum. Refleks gibiydi tepkim. Aslında sinirlerimin çok gergin olduğu dönemlerdi, fazlasıyla berbat durumdaydım. Kafese vurmam onu çok korkutmuştu haklı olarak. Neyse, benim hödüklüğümü bir kenara bırakalım en iyisi. Parmağımı çok şiddetli ısırmıştı, ancak daha önemlisi ne yaptığının fazlasıyla bilincindeydi. Bu şiddetli ısırma olayı başıyla pencereyi/dışarıyı gösterdiği o ilk günlerde meydana gelmişti. Davranışını anlamaya çalışırken “Beni serbest bırak, benden hayır gelmez sana...” diye bile yorumlamış, böyle düşünmenin hiç de uçuk bir fikir olmadığına karar vermiştim.
İşte bu parmak ısırma olayı sonrasında pek çok kez “Benden korkma...” tavırlarıyla güvenimi kazanmaya çalıştığını gösterdi.
Özetle, sadece ben kazanmaya çalışmıyorum Tutsak’ın güvenini, o da bana güven vermek için çaba harcıyor.
Bunu iyi açıklayan olay şöyle gelişti: Uykusunu güzel aldığığında keyfi o kadar yerinde oluyor ki, bir süre öncesine kadar uyandığını fark edince yanına gidip burnumu uzatır, tatlı tatlı ısırıklar atmasını, keyif sesleri çıkartmasını izlerdim. İşte bu anlarda; bana güvendiğini göstermek için esner, yutkunur, bacağını kaldırıp pençesiyle gerdanını, boynunu tarar, kaşınır. Hemen bir kaç santim ötemde pençesini aşağı yukarı sallayıp durmasını kıpırtısızca izlerim. Ta ki, bu kaşıma/tarama işini benden taraftaki pençesiyle yapıncaya kadar. İster istemez hafifçe geri çekildim, gözünden kaçmadı, korktuğumu hemen anladı ve durdu, hatta kala kaldı demek daha doğru olacaktır, pençesini indirdi ve diğerini kaldırarak yapmaya başladı taranma işini. Bir daha da hiç benden taraftaki pençesini kaldırmadı, hep diğeriyle tarandı, kaşındı.
Böylesine düşünceli ve zeki bir kuşbeyinlim var ve yılmadan usanmadan beni eğitmeyi sürdürüyor.
Bir belgeselde görmüştüm hiçbir gıda almayıp sadece her gün 60 tane vitamin ve güçlendirici çeşitli hap yutan karı kocanın ne hale geldiğini.
Kadının ölümüyle ortaya çıkmış bir olaydı. 30-40 kg.a düşüp bir deri bir kemik kalmalarına, saçlarının dökülmesine, ayakta duracak mecalleri kalmamasına rağmen hapların kendilerine iyi geldiğini düşünüyorlardı. Özellikle kadın son dönemindeki fotoğraflarda korkunç görünmesine rağmen, daha güzel, daha zinde, daha sağlıklı olduğuna inanıyordu.
Karı koca o hapları yutarken daha çok yaşayacaklarını zannediyorlardı. Oysa görüntüleri korkunçtu, insan bakamıyordu...
Uzmanlar daha iyi açıklasalar da, davranışları zayıflama hastalığına tutulanlara benziyor demek yanlış olmaz sanırım. Korkunç görünmelerine rağmen güzel ve sağlıklı zannediyorlardı kendilerini.
Açıkça söylemişti adam, ölümsüzlük peşindeydiler... Bir deri bir kemik kaldıklarını kendileri de görüyorlardı fakat iyi ve sağlıklı olduklarına, sarsılmaz bir şekilde inanıyorlardı.
Her sabah yatakta avuç dolusu saç buluyorlardı ama hapların kendilerine çok iyi geldiğine olan sarsılmaz inançlarında hiç değişiklik olmuyordu.
Yataktan kalkmaya mecalleri olmuyordu ama hapların onları çok güçlü kıldığına dair inançları sarsılmıyordu.
Ve epeycesini yasadışı yollardan temin ettikleri haplardan günde 60 tane yutmayı sürdürüyorlardı.
Ve hiç yemek yemiyorlardı.
Kadın öldü...
Hekimler ve polisler sökün ettikten sonra adamın aklı başına geldi ancak ve kendilerini nasıl öldürdükleri kafasına dank etmeye başladı...
Bilmiyorum haalaa yaşıyor mu o adam, yaşamasına izin verecek kadar hasarla kurtulabildi mi o vitamin ve güçlendirici hap deliliğinden.
Elinde tuttuğu “Hiç vitaminim kalmadı, lütfen bir vitamin parası” yazılı kartonla dilenen genç ABD’liyi Doğan Uluç’un bir yazısında okumuştum. Özellikle kalkınmış ülkelerde vitamin kullanımının nasıl çılgınca boyutlara geldiğine iyi bir örnek zannederim.
Belgeselde izlemiştim toplu halde toprak yemeye giden papağanları. Evet, toprak yiyorlardı... Pisboğazlıkları yüzünden pek yiyecek ayırmadan ne bulurlarsa mideye indiren kuşbeyinliler sindirim sistemlerindeki rahatsızlıkları tedavi edebilmek için arada sırada gidip belli bir alandaki topraktan atıştırıyorlardı. Çıplak arazideki toprağı mideye indiren sürüyle kuşbeyinlinin oluşturduğu görüntünün fazlasıyla enteresan olduğunu söylemek gereksiz herhalde.
Bir başka belgeselde seyrettiğim, dikenli yaprakları kıvırarak yutan şempanzenin derdi de benzerdi. Bağırsaklarındaki tenyaları temizleyip atmak için yutuyordu özenle kıvırdığı sert ve dikenli yaprakları.
Benim Tutsak da, o kıllı maymun da, toprak yiyen kuşbeyinliler de hayvan...
Biz, hayvanların o aaleminde değiliz.
Çünkü biz onlardan zekiyiz.
Aslında gayet açık ve net bir gerçek var; çok ciddi risk taşıyan vitamin hapları, hiçbir zararları yokmuşçasına, çok masumlarmışcasına, biz sıradan insanların eline verildi ve kullanımı ölçüsüzce teşvik edildi, ediliyor.
Normal süreçteki gıdalar arasında yer almamış her şey gibi vitamin haplarının da aslında ilaç sayılması gerektiği ve bütün ilaçlar gibi kontrol altında tutulması gerektiği unutuldu, göz ardı edildi.
Aynı sorumsuzca yaklaşım “Kocakarı ilaçları”nda da sergilenmeye başladı. Adı üstünde “Kocakarı ilacı” bu, her gün yenmez, her sabah mideye indirilmez. Çünkü ilaç bu ilaç... Çünkü menümüzde hiç yer almadılar, çünkü organizmamız bunları her gün yiyebileceğimiz şekilde evrimleşmedi, bunları yadırgamayacak şekilde yapılanmadı.
Doğal diye alışılmadık şeylere normal gıda muamelesi yapma salgını başladı ve hızla yayılıyor. Domates fasulye değildir bilmem hangi organa iyi gelen bilmem ne. İlaçtır ve tedavi amacıyla yararlanılır onlardan. Her gün yutulmazlar, her dakika içilmezler. Çünkü ilaçtırlar...
Yaşamamız için şart olan oksijenin bile fazlasının öldürücü olduğunu unutuyoruz.
Veya tuzun...
Veya suyun...
Ve haalaa hapı yuttukça hapı yutmaya devam ediyoruz.
28 Haziran 2008
Eyüp Şeker