KUŞBEYİNLİLERİ BEZLEMEK SORUNSALI ÜZERİNE
Bizzat kendim, yani şahsım, yani bendeniz temizlemek zorunda olduğumdan ve de en miniğinden battal boyuna her ferde uygunu üretilirken henüz kuşları düşünen hiçbir girişimcinin çıkmaması yüzünden mahalledeki bütün kuşbeyinlilerin altına “Kuş Boyu Bebek Bezi” bağlayamayacağım gerçeği tüm çıplaklığıyla karşımda dururken, tek çarem, kuşbeyinlilere balkonda yem vermemekti. Bu kararıma ufak tefek kaçamaklar dışında özenle uydum şimdiye kadar.
Ne işim olur kuş pisliği temizlemekle. Seslerini duymak, uçuşup durmalarını seyretmek falan istersem, yüklerim bilgisayarıma en kuşlusundan bir ekran koruyucu, yetmez dersem, kurarım en cikciklisinden, en renkli kuşlusundan bir program, seyrederim istediğim kadar, keyfini sürerim bıkıncaya dek, olur biter. Ne pisliği var, ne kokusu, ne bilmem nesi. Di mi yani!
Birkaç gün önce bir kumru balkondaki asmaya yuva yapmaya başlayınca buna izin vermemeyi ve yuvayı bozmayı bile düşündüm önce. Pisliklerini temizleme meselesi çok düşündürüyordu beni. Bıraktım, derme çatma da olsa yuvayı yaptı, oturmaya başladı. Neredeyse bütün gün oturduğum bilgisayar masasının hemen üç dört metre ötesinde, neredeyse hiç kapatmadığım balkon kapısının tam karşısındaydı yuva, otururken başımı çevirdiğimde görüyordum kıpırtısızca oturan kumrumu. Balkona çıktığımda, yanına yaklaşıp baktığımda bile kılını kıpırdatmıyordu benim şabalak kumru. (Bence şavalak’tan daha sıcak şabalak, bu yüzden yanlış olduğunu bilsem de ben kumrularıma şabalak demeyi sürdüreceğim.) Daha fazla direnemezdim, benim kuşbeyinlinin yemlerinden doldurduğum bir tepsiyi balkona koydum. Yanına da bir su kabı...
İki gün sonra yerde kırılmış yumurtayı görünce üzüldüm. Aslında itiraf etmeliyim ki biraz da rahatladım. Yumurta düşmüştü, başka yumurta da yoktu, yine de oturmaya devam etti Kumru. Belli ki farkında değildi yumurtanın düştüğünün. Sonraki gün ise artık yuvada olmadığını, uçup gittiğini gördüm.
Gelip başkası kurulmasın diye yuvayı bozayım mı düşüncesi bir an aklımdan geçtiyse de pek itibar etmedim. Ve az önce o muydu değil miydi bilemediğim bir kumru geldi yuvayı bozup dağıttı, uçup gitti. Ben bu paragrafı yazarken o mu değil mi bilemediğim bir kumru geldi, yuvanın olduğu yere kondu, bakındı bir müddet, ardından yere indi, yerdeki yuva dallarını yokladı, birini ağzına aldı ve uçup gitti. Çok geçmeden gelip bir başkasını daha aldı... Yuvayı taşıyor gibiydi. Yere dökülmüş yuva dallarına dokunmamaya, öylece bırakmaya karar verdim.
Üç dört gün sonra geri geldi ve yuvayı yeniden yapmaya başladı. Bu kez eşi de yardım ediyordu yuva yapımına. Dişi çoktan kuluçka durumuna geçmiş, hiç yerinden kalkmaksızın oturuyor, dal bulup getiren eşinin gagasından aldığı dalları uygun yerlere yerleştiriyordu. Gözümden kaçmış; yanılmıyorsam bir sonraki gün yumurtladı. Kuluçka süresini takip edebilmek amacıyla “26 veya 27 Temmuz’da yumurtladı” diye not düştüm
1 Ağustos sabahı baktığımda ne kumru vardı ortalıkta ne de yumurtası. Yuva boşalmıştı, nedenini anlamaya çalışırken yerdeki büyük dışkı kalıntısı gözüme ilişti. Yumurtayı çalan arkasında muazzam bir iz bırakmıştı. Neredeyse avuç büyüklüğündeki dışkı suçlunun bir martı olduğunu kuşku bırakmayacak şekilde otaya koyuyordu. Nasıl görmüştü, nereden bulmuştu yuvayı da gelip yumurtayı çalmıştı o martı kuşbeyinlisi anlamak zor doğrusu. Çünkü üst kata uzanan asma dış cepheyi örtüyor, yuva sadece evden görülebiliyor. Bir de dar bir açıdan havadan kısmen görülebilir... Artık nasılsa bir şekilde gözüne ilişmiş ve gelip mideye indirmiş olmalı ben ortalarda yokken.
Kargalar neyse de, martılar burada ne arıyor diye hep şaşırırdım. Sokaktaki büyük arsada bolca ağaç vardı birkaç yıl öncesine kadar ve kuşbeyinli kısmısı çok daha kalabalıktı o günlerde. Epeyce azalsalar da tamamen terk etmediler semti ve ben kuş beyinlisini. Tabi bunda 100 m ötedeki tren yolunun bitki örtüsünün de çok etkisi var. Zaten koca şehirde yeşillik alan diye kala kala bir mezarlıklar bir de bu tren yolu kaldı neredeyse. Buraları da betonla kapladık mı tamamdır işimiz, tam medenileşmişiz demektir. Ne diyordum! Martı kuşbeyinli takımı buraya neden takılıyor diyordum. Birisinden, “Kuş yuvalarındaki yumurtaları çalıyorlar” açıklamasını duyana kadar tabi. Özellikle karga ve martılar birbirlerinin yumurtalarına iş tutmaktaymışlar, sürtüşüp durmaları da bu yüzdenmiş meğer. Bu arada daha küçük kuşbeyinlilerin yumurtalarını da çerez niyetine atıştırmayı ihmal etmedikleri de böylece açıklığa kavuşmuş oldu.
İki yumurtanın hazin sonu taş kalbimi yumuşattı ve daha fazla direnemeyip düzenli olarak yem vermeye başladım kuşbeyinlilere. Serçeler ve şabalak kumrular çabuk öğreniverdi yemi. Verdiğim de Tutsak’ın beğenmeyip yemediği yem kabında kalanlar, bir de ufaladığı kabuklu fıstık parçaları. Çöpe gitmelerine üzülüp duruyordum. Başlarda, üç dört hafta boyunca bir naylon torbada biriktirip dışarı çıktığımda kuşların yiyebileceği uygun bir yerlere, çoğunlukla da tren yolunun kenarına döküyordum bu artıkları. “Niye kirletiyorsun burayı, çöp kutusuna atsana çöplerini” halleriyle tepeme çöken bilmiş laf anlamazlara bir iki kereden fazla katlanamayıp son verdim ve çöpe atmaya başladım bu kırıntıları. Şimdi balkondaki yem servisimden çok mutluyum, süpürüp yıkamak zor gelmiyor. Her şeyden önemlisi bilmiş laf anlamazlar balkonumdan uzaklar.
Belli ki özellikle kabuklu fıstığı çok sevdi serçelerle kumrular. Hele de açgözlü kimi serçelerin yutmakta zorlanacağı büyüklükte fıstık parçasını yutmaya çalışması görülmeye değer. İnsanın aklına neler gelmiyor ki, ya şimdi boğazına takılıp kalırsa, boğulmaya yüz tutarsa ne yapacağım, sırtının nesine vuracağım bit kadar tüy yumağının, göğüs kafesinin neresini bulup sıkacağım. Bilmem hiç boğulanı olmuş mudur, olduysa ne yapılmıştır, ilk yardım kuralları arasında boğulmakta olan serçe kuşbeyinlisine ne yapılacağı yazılı mıdır? Aldık mı başımıza belayı; boğulmakta olan serçe sorunsalı oluverdi en baş sorunsalım.
Eskiden, henüz Tutsak’ı nüfusuma kaydettirmediğim günlerde de zaman zaman yem veriyordum kuşbeyinlilere. Tedbir olarak da sadece balkonda oturduğum sürelerle sınırlı tutuyordum yem verme işini. Oturma faslı bitince yem kabını alıp içeri giriyordum. İyi de oluyordu ama tuvalet terbiyesi almamaları yüzünden diplerine hakim olamamaya dair o durumları yok mu, adamı uyuz ediyor. Şöyle bir havalanıp yarım metre ötede salsalar bahçeye düşecek, hem balkon pislenmeyecek, hem de aşağıdaki ağaçlar çiçekler gübreden nasiplenecekler. Ama nerde o medeniyet kuşbeyinlilerde, illa balkona edecekler. İşin yoksa zırt pırt balkon yıka. Serçelerinki küçük, fazla pislik yaratmıyor ama sıra kumrulara güvercinlere geldiğinde iş karışıyor. Baktım balkonun gübrelenmesi faaliyetleri başa çıkılacak gibi değil, hemen bir su silahı hazırladım ve de serçe dışındakileri uzak tutmaya başladım. Su silahı da neyin nesi demeyin, kuşbeyinliler üzerinde çok etkilidir kendileri. Ne midir? Bir adet plastik enjektördür kendileri. Bir kavanoz suyu yan gelip yattığım plaj sandalyesinin yanına koyduktan sonra bekliyordum şabalak kumruların, kimine göre vakur fakat bence burnundan kıl aldırmaz kasıntı güvercinlerin gelmesini, görür görmez çekiyordum suyu basıyordum Kumru ve de Güvercin kuşbeyinlilerine. Güvercinlerin, müthiş silahımdan çıkan suyu bir kere yemeleri yetiyor, bir daha kolay kolay gözükmüyorlardı, oysa şabalak kumrular ne sıkılan sudan anlıyorlar, ne de nezih sözlerden. Sanki birkaç saniye önce tepesine çökmemişim gibi, şöyle bir havalanıp on onbeş metrelik tur atıyor, gelip yine konuyor. “Ulen az önce sana iş tutmadım mı ben, en basınçlısından su fışkırtmadım mı, niye geldin yine...” girizgahlı sevgi sözcüklerini sıralarken basıyorum tekrardan suyu ama nafile. Ne sudan anlıyorlar, ne de seçmece laftan...
Şaşılacak şeydir kumru kuşbeyinlisinin neslini nasıl sürdürdüğü. Hiçbir tehdit algılaması olmadan nasıl hayatta kalabilmiş, nasıl bugünlere gelebilmiş insanın aklı almıyor. Ne korkuyor, ne tırsıyor, ne de hatırlıyor... Demek ki, şabalaklığı, kumru kuşbeyinlisinin üstün tarafı oluyor. Olası düşmanları “Yahu bunlar korkmadığına göre gizli bir silahları falan olmalı, uzak duralım en iyisi kumrulardan” falan diyor herhalde. Yani şabalaklığı sayesinde neslini sürdürüyor şabalak kumru.
Alışmışlardı, balkona çıktığımdan kısa süre sonra yem için gelmeye başlamışlardı. Tabi sadece yem vermek için balkona çıkmadığımı kestiremiyorlardı ve beni her gördüklerinde hep yem bekliyorlardı.
O günlerde serçelerin eşsiz bir davranışına tanık olmuştum. Baskın olmaya, otorite kurmaya dair dövüşmeye benzer itişmeleri dağarcığıma fazlasıyla yerleştiğinden bu farklı davranışları dikkatimi ilk kez çektiğinde çok şaşırmıştım.
Benim balkon dar ve uzun. Yem kabını korkuluk duvarının üzerine, benden bir buçuk metre kadar uzağa koyuyorum. Özellikle ödlek serçeler korkuluk duvarının bana uzak diğer ucuna konup küçük sıçrayışlarla yavaş yavaş yem kabına yaklaşıyor, epeyce ürkeklikten, uçuşup konmalardan ardından zar zor atıştırmaya başlıyorlar. O arada her zamanki itişip kakışmalar, birbirini kovalamalar falan yaşanıyor. Yani olağan şeyler... Bir keresinde bir de baktım, irice bir serçe daha çelimsiz ufak tefek bir tanesini gagalayarak yem kabına doğru itiyor. Peşi sıra duvarın üzerine dizilmiş üç beş serçe de onları takip ediyor. Her zamanki gibi itişecek olsalar bir iki gagadan sonra uçup gitmesi gerekirdi çelimsiz serçenin... Oysa bu kaçmıyor, yavaş yavaş kaba yaklaşıyordu. Zaten arkasından dürten iri kıyım kuşbeyinli de döver gibi gagalamıyordu. Nihayetinde önce çelimsiz olanı kaba ulaşıp yemeye başladı, peşinden de arkadakiler. Bu davranışa bir kez değil, birçok kez tanık oldum. Resmen yeni yetme çelimsiz tıfılları öne sürüyor semtin dayısı iri kıyım serçeler.
Mayın eşeği kavramı yalnızca insanlarda yok. Serçeler de bu yöntemi kullanıyor.
Neyse, yine günümüze dönelim. Şimdilerde yem kabı sürekli balkonda... Kaderimse çekerim deyip üşenmiyor daha sık süpürüyor, daha çok yıkıyorum.
Yem vermeye başlamamdan on gün bile geçmemişti, müthiş gururlandığım bir ödülle karşılaştım. Bu kısa süre içinde şabalak kumrusundan serçesine hepsinde ortaya çıkan davranış; yem kabından atıştırırken, köşe başını mesken tutmuş mahalle gençleri misali balkon duvarına dizilip bekleşirken, arkalarını bana dönmeleri ve hemen birkaç metre ötelerinde oturan bana değil, dışarıya, sağa sola bakınmalarıydı. Ben mest olmayayım da kim olsun! Tehdit yaratmadığıma ve tehlikenin başka taraflardan geleceğine dair davranışlar sergilemeleri koltuklarımı nasıl kabartıyor sormayın gitsin. Ne iki karpuzu, temizinden dörder tane sığar, hem de hepsi ödüllük Diyarbakırlısından olmak koşuluyla. Öyle yani...
Kuşbeyinlilere yem vermemin hiç aklımdan geçirmediğim bir etkisi ortaya çıktı. Yem kabını doldurmak için balkona çıktığımda şabalak kumruların kaçmadığını gören Tutsak bir sırnaşıyor, bir yalakalaşıyor ki sormayın gitsin. Kumru kuşbeyinlileri korkmuyor, o zaman ben de daha çok seveyim sahibimi falan diyor yani.
Özetle balkondaki pisliğe katlanmamın en büyük ödülü Tutsak’ta ortaya çıktı. Gel de şaşma!
Tutsakla tahta krizi yaşıyoruz. Bir ara dağ bayır dolaşıp dal parçası toplamaya çalıştım kuşbeyinli için. Reçineli dalları sevmiyor. En sevdiği ise, çocukken, çok dayanıksız olması, hemen kırılması yüzünden osuruk ağacı dediğimiz ama aslında yapraklarının kokusu yüzünden böyle bilinen ağaç. Çatır çutur kırıp kemik iliğini yer gibi bir güzel yiyor içini, iyice kemiriyor o kahverengi un helvasını andıran kısmı. Yanlış mı anımsıyorum, Afrika kökenli bir ağaç türü diye biliyorum. Vatan hasreti mi çekiyor, yoksa bir yerlerine kaydedilmiş kültürel bilgiler yüzünden mi hatırlayıverdi osuruk ağacının içindekini bilemicem.
Dayanıksızdır koftur, çabucak kırılır, ne çıkılacak dalı, ne tırmanılacak tepesi vardır, ne de ok yay veya başka oyuncak yapılır beğenmezliğiyle çocukken osuruk ağacı diye küçümsediğimize bakmayın, aynı zamanda değerliydi de gözümüzde. Çünkü patlangoç yapmanın olmazsa olmazıdır osuruk ağacı. “O da neyin nesi!” diyecektir pek çok kişi. Haklılar, çocukluğumuzun oyuncaklarından Patlangoç’u bilmez büyük çoğunluk.
Tabakhane Yöntemi’ni çocukken de kullandığımdan hiçbir zaman doğru dürüst çalıştıramadığım patlangoç şöyle yapılırdı: Uygun kalınlıkta bir bir buçuk karış boyunda düz bir osuruk dalı bulunur ve içi boşaltılıp boru, daha doğrusu namlu haline getirilirdi. Daha sonra bu borunun içine girecek incelikte diğerinden daha uzun düz bir kıvrılıp bükülmeyen erik gibi sert dal bulunurdu. Bu ince dalı rahat tutabilmek için sap olacak tarafına bir şeyler sarılır veya öncekinden daha ince bir başka osuruk dalı parçasına saplanarak kalınca tutma kısmı yapılırdı ve böylece silah yani patlangoç tamamlanmış olurdu. İş kalırdı çitlembik bulmaya. Çitlembik şarttı, o yüzden patlangoç sadece çitlembik zamanında yapılırdı. Çitlembikler toplanıp cebe doldurulduktan sonra çıkılırdı meydana.
Önce içi boşaltılmış osuruk dalından namlunun her iki tarafına birer çitlembik zorla tıkıştırılır ve basınca uygun hale getirilirdi. Daha sonra ince erik dalından çubukla bir taraftaki çitlembiğe olanca gücünle bastırılır ve içerde oluşan basınçlı hava öte uçtaki çitlembiğin büyük bir patlama sesiyle fırlamasını sağlardı. Bu da dost düşman herkese korku salmaya yeterdi.
Patlangoç, silindir ve pistondan ibaret sıkıştırma/patlama tekniğiyle çalışan, yakıtı hava, supapları çitlembik olan basit bir içten yanmalı motordu aslında. Tıpkı dizel motorlu otomobillerimizdeki gibi... Sıkıştır patlat, sıkıştır patlat...
Hem ses, hem fırlayan küçük misket etkili bir silahtı. Korku salmaya yeterdi. Gerçekten de o basınçla hızla fırlayan öndeki çitlembik epey can yakardı.
Biz o zamanlar bile osuruktan tayyare değil, patlangoç yapardık. Çünkü Jet Model’in balsa uçakları vardı. Çıtalar ölçüsünde kesilir, kutudan çıkan plan üzerinde yapıştırılarak birleştirilirdi aşama aşama. Benim ilk Jet Model’im Serçe’ydi. Oturduğumuz ev iki katlıydı daha, çatıya çıkıp lastik tahrikli pervanesini kurduğum Serçe’yi bırakırdım aşağı. Uçtuğu söylenemezdi, bir tarafına yatarak çakılırdı yere. Kısa sürede onarılmaz hale gelmişti.
İlk balsa model olarak doğru seçim değildi benim için büyük gövdeli Serçe. Öncesinde bir iki basit planör yapıp deneyim kazanmam gerekirdi. Yaşıma uygun olmadığı gibi, hiç deneyimim de yoktu ama bir şekilde yapmıştım. Bütün bunlara ek olarak, Tabakhane Yöntemi’nden başka yöntem bilmeyen bir hiperaktif olarak daha iyisini çıkartmam beklenemezdi zaten.
Birkaç Jet Model’im daha oldu peşi sıra ama Serçe ilk göz ağrımdı, çok özel bir yeri vardır bende. Pek çok detayına varıncaya kadar bugün bile hatırlarım planlarını, sanki otursam kafamdan yapacakmışım hissini taşırım. Jet Model’in en büyük uçağı yanılmıyorsam Kartal’dı. Ve ilk tanıştığım anda aşkla tutulmuştum Jet Model’e. Gidip bulmuştum Tünel’deki yerini bile. 65, en çoğu 67 yılı olmalı. İlk defa orada görmüştüm yakıtlı küçük uçak motorlarını. Yanlışa düşebilirim; yakıt motorlu uçağı var mıydı Jet Model’in, Kartal yakıt motorlu muydu, yoksa başka marka modeller için mi satıyorlardı o motorları emin değilim şimdi. Kartal’ı alacak parayı bile denkleyemiyordum, mümkün müydü içten yanmalı uçak motorunu almam. Küçük dükkanın içinde fazla kalamazdık, çıkar vitrinin önünde dikilir “Bak şurası karbüratörü, buradaki de buji...” diye birbirimize gösterirdik arkadaşlarla.
Artık Jet Model yok. Farkında değilim benzeri yerli bir firmanın olup olmadığının.
Artık patlangoç yapmayı da bilmiyor kimse. Hoş istese de yapamaz ya. Nereden bulacak osuruk ağacını, erik dalını, çitlembiği...
Neyle tıpalayacak dibini başını, nasıl tıkayacak her tarafını, çubuğu bir tarafına nasıl sokup bastıracak, nasıl dürtüp nasıl kopartacak gürültünün esaslısını, nasıl ateşlenip fırlayacak peydahlanmış nüve.
Patlangoç yapmayı bilmiyor artık kimse.
Eyüp Şeker
17 Temmuz / 22 Ağustos 2008
DYAAS’DAN MESAJ VAR
ÜÇ VAKTE KADAR DEPREM OLACAK
Tutsak’a bakılırsa bir yerler sallanacak ama kesinlikle Marmara değil. Birkaç gündür gergin, diken üstünde ve kulağı kirişte; her geçen gün de biraz daha gerginleşiyor. O kadar ki, bugün, ne sabah, ne gün boyunca, ne de akşam dokundu bana. Hep uzak durdu, hatta kaçtı benden. Zaten dün de zoraki bir gagalaşma yaşayabilmiştik hazretle. Önceki sabah o muhteşem canhıraş çığlıklarından bir miktar sundu. Bu sabah duymadım; o mu bağırmadı yoksa ben mi kaçırdım farkında değilim.
Kısacası kulağı kirişte, yani DYAAS’ta. Her kulak verişten sonra biraz daha heyheyleniyor, biraz daha delleniyor.
Yani deprem olacak diyor, ama yakınlarda değil, uzakta ancak ölümcül değil, ya da çok uzakta ölümcül bir afet.
Marmara’da deprem gözükmüyor, çünkü Tutsak ortalığı inletmiyor. Kafesi eşelemiyor, sağı solu kemirmiyor... Ayrıca havada doğru dürüst elektrik bile yok.
Üç ihtimal var:
1. Ya 500-600 km uzağımızda 5-6 civarında.
2. Ya son Güneş tutulması bandının Asya bölümünde 6-7 civarında çok büyük afet olmayan boyutta.
3. Ya da Tutulma bandının Alaska-Kanada bölümünde çok ölümcül büyük bir afet meydana gelecek birkaç gün içinde.
Kısacası, tehdit ya ölümcül değil, ya da çok çok uzakta.
Falcılara benzediğimin ve sallar gibi gözüktüğümün farkındayım. Zaten çevreye ve doğaya bakıp bundan fazlası söylenemez, daha ötesi elden gelmez. En fazla, karıncaların topraktan dışarı çıkması, binaları terk etmesi gibi yerel hareketliliklere bakılarak biraz daha dayanaklı öngörülerde bulunabilir.
Bilim devreye girip bilimsel yöntemlerle elde ettiği sonuçları sunmadıkça, benimkiler gibi falcılığı andıran “Üç vakte kadar, zayıf mı desem, yoksa uzun mu desem, para mı desem, hediye mi desem...” gibi her yere çekilebilecek, her şeye yorulabilecek laflar edilebilir.
Ne zaman ki gaz çıkışı gibi, yeraltı sularındaki aşırı ani değişimler gibi veya yakın zaman önce NASA’nın açıkladığı yöntemle elde edilen belli bir noktadaki elektrik birikmesi gibi verilerle konuşulur, o zaman iş falcılıktan çıkıp gerçek tespite dönüşür.
Vahşi hayvan davranışları, bilimsel veri elde edilmesi için harekete geçilmesini veya bu doğrultudaki çalışmaların artırılmasını/hızlandırılmasını sağlayabilir ancak.
Evet bağırıp çağırıyor benim kuşbeyinli ve çok huzursuz, çok ürkek, diğerleri de öyle ama bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Tutup Asya Afrika Avrupa’nın, yani eski kıtaların bir yerlerinde deprem olacaktan başka şey söyleyemiyorum, söyleyemem de. Zaten öngörüde bulunmak bile yersiz, hatta budalaca; bu koca coğrafyada muhakkak deprem oluyor ve her zaman da olacak. Yarın güneş doğacak demekten ne farkı vardır bunun? Hep olanın öngörüsü mü olurmuş!
DYAAS’a bakılırsa Tutsak deprem olacak diyor, ya bilim ne diyor?
Eyüp Şeker
10.08.2008
Tutsak’a bakılırsa bir yerler sallanacak ama kesinlikle Marmara değil. Birkaç gündür gergin, diken üstünde ve kulağı kirişte; her geçen gün de biraz daha gerginleşiyor. O kadar ki, bugün, ne sabah, ne gün boyunca, ne de akşam dokundu bana. Hep uzak durdu, hatta kaçtı benden. Zaten dün de zoraki bir gagalaşma yaşayabilmiştik hazretle. Önceki sabah o muhteşem canhıraş çığlıklarından bir miktar sundu. Bu sabah duymadım; o mu bağırmadı yoksa ben mi kaçırdım farkında değilim.
Kısacası kulağı kirişte, yani DYAAS’ta. Her kulak verişten sonra biraz daha heyheyleniyor, biraz daha delleniyor.
Yani deprem olacak diyor, ama yakınlarda değil, uzakta ancak ölümcül değil, ya da çok uzakta ölümcül bir afet.
Marmara’da deprem gözükmüyor, çünkü Tutsak ortalığı inletmiyor. Kafesi eşelemiyor, sağı solu kemirmiyor... Ayrıca havada doğru dürüst elektrik bile yok.
Üç ihtimal var:
1. Ya 500-600 km uzağımızda 5-6 civarında.
2. Ya son Güneş tutulması bandının Asya bölümünde 6-7 civarında çok büyük afet olmayan boyutta.
3. Ya da Tutulma bandının Alaska-Kanada bölümünde çok ölümcül büyük bir afet meydana gelecek birkaç gün içinde.
Kısacası, tehdit ya ölümcül değil, ya da çok çok uzakta.
Falcılara benzediğimin ve sallar gibi gözüktüğümün farkındayım. Zaten çevreye ve doğaya bakıp bundan fazlası söylenemez, daha ötesi elden gelmez. En fazla, karıncaların topraktan dışarı çıkması, binaları terk etmesi gibi yerel hareketliliklere bakılarak biraz daha dayanaklı öngörülerde bulunabilir.
Bilim devreye girip bilimsel yöntemlerle elde ettiği sonuçları sunmadıkça, benimkiler gibi falcılığı andıran “Üç vakte kadar, zayıf mı desem, yoksa uzun mu desem, para mı desem, hediye mi desem...” gibi her yere çekilebilecek, her şeye yorulabilecek laflar edilebilir.
Ne zaman ki gaz çıkışı gibi, yeraltı sularındaki aşırı ani değişimler gibi veya yakın zaman önce NASA’nın açıkladığı yöntemle elde edilen belli bir noktadaki elektrik birikmesi gibi verilerle konuşulur, o zaman iş falcılıktan çıkıp gerçek tespite dönüşür.
Vahşi hayvan davranışları, bilimsel veri elde edilmesi için harekete geçilmesini veya bu doğrultudaki çalışmaların artırılmasını/hızlandırılmasını sağlayabilir ancak.
Evet bağırıp çağırıyor benim kuşbeyinli ve çok huzursuz, çok ürkek, diğerleri de öyle ama bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Tutup Asya Afrika Avrupa’nın, yani eski kıtaların bir yerlerinde deprem olacaktan başka şey söyleyemiyorum, söyleyemem de. Zaten öngörüde bulunmak bile yersiz, hatta budalaca; bu koca coğrafyada muhakkak deprem oluyor ve her zaman da olacak. Yarın güneş doğacak demekten ne farkı vardır bunun? Hep olanın öngörüsü mü olurmuş!
DYAAS’a bakılırsa Tutsak deprem olacak diyor, ya bilim ne diyor?
Eyüp Şeker
10.08.2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)