KALBİN HAFIZASI VAR MI?
Kalp nakli yapılan hasta, nakilden sonra başlayan abur cubur yeme isteğini araştırınca...
David Waters, organ nakli yapılan hastalarda görülen oldukça sıradışı bir fenomenin son örneği. Trafik kazasında hayatını kaybeden 18 yaşındaki Kaden Delaney'nin kalbi, 24 yaşındaki Waters'a takıldığında, Waters'ın 'Burger Halkaları' adındaki halka şeklinde, hamburger tadındaki cipslere hiç ilgisi yoktu.
Waters, birdenbire bu tür abur cuburlar yemek istemesinin sebebini ancak iki yıl sonra çözebildi.
Kaden'ın ailesi, oğullarının kalbini taşıyan adamı bulmak için iz sürmüş ve kendisine ulaşmışlardı. İki taraf mail yoluyla haberleşmeye başladıktan bir süre sonra, Waters, Kaden'ın ailesine, oğullarının Burger Halkaları'nı sevip sevmediğini sordu.
Cevap oldukça şaşırtıcıydı, zira Kaden, hergün bunlardan yiyordu.
Avustralya'da yaşanan bu vaka, kişisel davranışlarımızla ilgili hafızaya sadece beynin sahip olmadığına dair teoriyi destekliyor.
Bilimadamları, en az 70 belgelenmiş bu vakayı yaşamış organ nakli hastası dosyası olduğunu söylüyor.
Bu örneklerin en meşhurlarından biri de Amerikalı Sonny Graham.
Graham'a, intihar eden Terry Cottle'ın kalbi nakledilmişti.
Nakilden sonra, 1995 yılında Graham, Cottle'ın dul eşi Cheryl ile tanışıp, aşık olup, onunla evlenmişti.
Oniki yıl sonraysa, Graham da gırtlağına dayadığı silahla intihar etmiş, Cheryl'i ikinci kez dul bırakmıştı.
Başka bir örnekteyse, sekiz yaşındaki bir kıza nakledilen, cinayet kurbanı 10 yaşındaki çocuğun kalbi 'katili yakalamıştı'.
Kız, nakilden sonra, organ bağışçısını öldüren adamla ilgili kabuslar görmeye başlamış, polis o zamana dek katili yakalayamasa da, kızın anlattıklarıyla yakalamış ve cinayet itiraf edilmişti.
Jemery Chapman, Uluslararası Organ Nakli Derneği başkanı "Bu tür bir iddianın dayandırılabileceği bilimsel bir kanıt yok. Organ nakilleri etrafında çok fazla öykü dönüyor" diyor.
Ancak diğer araştırmacılar, "hücresel hafıza" olarak adlandırılan fenomenin, sadece kalp nakli yapılanlarla sınırlı olmadığını söylüyor.
http://www.milliyet.com.tr/Yasam/SonDakika.aspx?aType=SonDakika&KategoriID=17&ArticleID=1177666&Date=24.12.2009&b=Kalbin hafizasi var mi
Milliyet.com.tr
.
HAPI AVUÇ AVUÇ YUTMAK
FOLİK ASİT VİTAMİNLERİNDEKİ TEHLİKE
Her gün yüksek dozda folik asit (folat) içeren vitamin tableti alan kişilerde, kanser ve kalp damar hastalığına yakalanma riskinin yüksek olduğu bildirildi.
Hacettepe Üniversitesi (HÜ) İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji Uzmanı, Kanser Epidemiyolojisi Bilim Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çelik, çok sayıda kişinin doktor tavsiyesi olmaksızın kanserden korunmak veya vücut direncini artırmak amacıyla “bilinçsizce vitamin tabletleri” kullandıklarını söyledi.
Gıdaların bilinçsiz tüketilmesinin yarardan çok zarar verebileceğine, çeşitli organlarda hasara yol açabileceğine ya da kanser başta olmak üzere birçok hastalığın oluşmasına zemin hazırlayabileceğine dikkati çeken Çelik, vitamin takviyelerinin mutlaka hekim bilgisinde kullanılması gerektiğini belirtti.
Çelik, doğal yollarla mevsiminde yenilen sebze ve meyvelerin, gün içerisinde fazla tüketilmesinin de yararlı olmadığına dikkati çekerek, bu gıdaların aşırı tüketilmesi durumunda, vücudun sadece gerekli olan miktarı depoladığını, fazlasını ise attığını, bu nedenle doğal yollarla alınan vitamin fazlalığının önemli bir risk taşımadığını vurguladı.
Prof. Dr. Çelik, ancak vitamin tabletlerinin ciddi sorunlara yol açabileceğini ifade ederek, şu bilgileri verdi:
“Bir vitamin tabletinin içinde, normal bir gıdada olması gerekenden çok miktarda vitamin bulunmaktadır. Bir kişi, bir mandalinadan vücudu için o gün gereken miktarda vitamini alabilirken, bir vitamin tableti aldığında kilolarca mandalina yemiş gibi olur. Doğal yolla aldığında vücut bu miktarı atabilirken, tablet olarak alındığında vitaminler aynı ilaç gibi vücuda dağılıyor. Küçük küçük moleküller olduğundan onu algılayamıyor ve yüksek miktar içerdiği için de ilaç tedavisi olarak kabul ediyor, vücuttan atmıyor ve sürekli yüklüyor. Bu seferde vücutta fazla miktarda biriken vitaminler, yarar değil zarar vermeye başlıyor.”
İsmail Çelik, ACS'nin (American Cancer Society) tanımına göre, “kanserden korunmak için tek ve geçerli beslenme önerisinin, günde en az 5 porsiyon meyve ve sebze içeren, yağdan düşük, lifçe yüksek diyet tüketilmesi ve kırmızı etin haftada birden fazla yenmemesi şeklinde olduğunu” dile getirerek, bunun dışındaki bir beslenme programının ve vitamin takviyesinin zararlı olduğunu kaydetti.
Yiyeceklerden doğal alınan folik asitin kanserden koruyucu etkisi olduğunu vurgulayan Çelik, “Her gün yüksek dozda folik asit içeren vitamin kullanan kişilerde kanser ve kalp damar hastalığı riski yükselmektedir” dedi.
SONUÇLARI YENİ ORTAYA ÇIKTI
Prof. Dr. İsmail Çelik, bazı çalışmalarda folik asitin felç ve kalp hastalığı riskini azalttığı ve kalın bağırsak kanserini engelleyici bulguları nedeniyle ABD, Kanada ve Şili'de un, ekmek ve bunun gibi bazı gıdaların içerisine folik asit eklendiğini söyledi.
Folik asit takviyesinin, ABD'de ilk olarak 1996'da ekmeklere eklendiğini ve uygulamanın 1998'den sonra zorunlu hale geldiğini anlatan Çelik, şunları kaydetti:
“Yapılan incelemeler sonucunda 2 yıllık bir kullanım sürecinin geçmesinin ardından 1998'de ülkede kolon kanserine yakalan kişi sayısında artış tespit edildi. Kanada'da ve Şili'de 2000 yılında kolon kanseri vakalarında artış saptandı. Şili'de de beyaz unun içine zenginleştirilmiş folik asidin eklenmesi uygulaması zorunlu kılındıktan sonra, kolon kanserine yakalanma oranı özellikle 45-64 yaşlarındakilerde 1.5, 64 yaş üstündekilerde 2 kat olarak saptandı.
2009 yılında gıda takviyesi yapılan bu ülkelerde kalın bağırsak ve prostat kanserlerinde yüzde 200'e varan artışlar tespit edildi. 2009 yılının ortalarından itibaren sayıları gittikçe artan çok sayıda bilimsel araştırmada, folik asidin yüksek dozlarının normal hücreler yanında kanser hücrelerinin çoğalmalarını kolaylaştırdıkları ve arttırdıkları ortaya çıktı.”
Çelik, Norveç'te de geniş kapsamlı yapılan bir klinik çalışma sonucunda “Folik asit takviyesi alan erkeklerde prostat kanserine yakalanma oranının 3 kat fazla tespit edildiğini” ifade etti.
Sonuçların başta Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü Dergisi olmak üzere 20'den fazla bilimsel dergide yer aldığını belirten Çelik, konunun bilim adamlarınca tartışıldığını söyledi.
Çelik, sadece hamilelerde folik asit takviyesinin verilmesinin uygun olduğunu ve bunun için endişe duyulmasının gerekli olmadığını da vurgulayarak, “Bu kısa dönemli ve hekim bilgisinde verilmektedir ve kısa kullanım içindir” dedi.
“TÜRKİYE'DEKİ EKMEKLERDE FOLİT ASİT TAKVİYESİ SÖZ KONUSU DEĞİL”
Türkiye Fırıncılar Federasyonu Başkanı Halil İbrahim Balcı da, Türkiye'de üretilen ekmeklerin içerisinde folik asit takviyesi bulunmadığını belirterek, şunları söyledi:
“Türkiye'de üretilen ekmekler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nca 5 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren ve Resmi Gazete'nin 26807 sayılı ekinde yayımlanan 'Türk Gıda Kodeksi, Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliğinde Değişiklik Yapılması Hakkında Tebliğ'e göre imal edilmektedir.
Madde 4, a bendi, aynen şöyledir; 'ekmek, buğday ununa, su, tuz ve maya ilave edilip tekniğine uygun olarak; yoğrulması, şekillendirilmesi, fermantasyona bırakılması ve pişirilmesi ile yapılan üründür. Görüleceği üzere, ekmek yapımında su, tuz ve maya kullanılmaktadır. Ekmeklere ek olarak bir folik asit takviyesi söz konusu değildir.”
A.A
http://www.hurriyet.com.tr/yasasinhayat/13256650.asp?gid=229
Hürriyet
.
Her gün yüksek dozda folik asit (folat) içeren vitamin tableti alan kişilerde, kanser ve kalp damar hastalığına yakalanma riskinin yüksek olduğu bildirildi.
Hacettepe Üniversitesi (HÜ) İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji Uzmanı, Kanser Epidemiyolojisi Bilim Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çelik, çok sayıda kişinin doktor tavsiyesi olmaksızın kanserden korunmak veya vücut direncini artırmak amacıyla “bilinçsizce vitamin tabletleri” kullandıklarını söyledi.
Gıdaların bilinçsiz tüketilmesinin yarardan çok zarar verebileceğine, çeşitli organlarda hasara yol açabileceğine ya da kanser başta olmak üzere birçok hastalığın oluşmasına zemin hazırlayabileceğine dikkati çeken Çelik, vitamin takviyelerinin mutlaka hekim bilgisinde kullanılması gerektiğini belirtti.
Çelik, doğal yollarla mevsiminde yenilen sebze ve meyvelerin, gün içerisinde fazla tüketilmesinin de yararlı olmadığına dikkati çekerek, bu gıdaların aşırı tüketilmesi durumunda, vücudun sadece gerekli olan miktarı depoladığını, fazlasını ise attığını, bu nedenle doğal yollarla alınan vitamin fazlalığının önemli bir risk taşımadığını vurguladı.
Prof. Dr. Çelik, ancak vitamin tabletlerinin ciddi sorunlara yol açabileceğini ifade ederek, şu bilgileri verdi:
“Bir vitamin tabletinin içinde, normal bir gıdada olması gerekenden çok miktarda vitamin bulunmaktadır. Bir kişi, bir mandalinadan vücudu için o gün gereken miktarda vitamini alabilirken, bir vitamin tableti aldığında kilolarca mandalina yemiş gibi olur. Doğal yolla aldığında vücut bu miktarı atabilirken, tablet olarak alındığında vitaminler aynı ilaç gibi vücuda dağılıyor. Küçük küçük moleküller olduğundan onu algılayamıyor ve yüksek miktar içerdiği için de ilaç tedavisi olarak kabul ediyor, vücuttan atmıyor ve sürekli yüklüyor. Bu seferde vücutta fazla miktarda biriken vitaminler, yarar değil zarar vermeye başlıyor.”
İsmail Çelik, ACS'nin (American Cancer Society) tanımına göre, “kanserden korunmak için tek ve geçerli beslenme önerisinin, günde en az 5 porsiyon meyve ve sebze içeren, yağdan düşük, lifçe yüksek diyet tüketilmesi ve kırmızı etin haftada birden fazla yenmemesi şeklinde olduğunu” dile getirerek, bunun dışındaki bir beslenme programının ve vitamin takviyesinin zararlı olduğunu kaydetti.
Yiyeceklerden doğal alınan folik asitin kanserden koruyucu etkisi olduğunu vurgulayan Çelik, “Her gün yüksek dozda folik asit içeren vitamin kullanan kişilerde kanser ve kalp damar hastalığı riski yükselmektedir” dedi.
SONUÇLARI YENİ ORTAYA ÇIKTI
Prof. Dr. İsmail Çelik, bazı çalışmalarda folik asitin felç ve kalp hastalığı riskini azalttığı ve kalın bağırsak kanserini engelleyici bulguları nedeniyle ABD, Kanada ve Şili'de un, ekmek ve bunun gibi bazı gıdaların içerisine folik asit eklendiğini söyledi.
Folik asit takviyesinin, ABD'de ilk olarak 1996'da ekmeklere eklendiğini ve uygulamanın 1998'den sonra zorunlu hale geldiğini anlatan Çelik, şunları kaydetti:
“Yapılan incelemeler sonucunda 2 yıllık bir kullanım sürecinin geçmesinin ardından 1998'de ülkede kolon kanserine yakalan kişi sayısında artış tespit edildi. Kanada'da ve Şili'de 2000 yılında kolon kanseri vakalarında artış saptandı. Şili'de de beyaz unun içine zenginleştirilmiş folik asidin eklenmesi uygulaması zorunlu kılındıktan sonra, kolon kanserine yakalanma oranı özellikle 45-64 yaşlarındakilerde 1.5, 64 yaş üstündekilerde 2 kat olarak saptandı.
2009 yılında gıda takviyesi yapılan bu ülkelerde kalın bağırsak ve prostat kanserlerinde yüzde 200'e varan artışlar tespit edildi. 2009 yılının ortalarından itibaren sayıları gittikçe artan çok sayıda bilimsel araştırmada, folik asidin yüksek dozlarının normal hücreler yanında kanser hücrelerinin çoğalmalarını kolaylaştırdıkları ve arttırdıkları ortaya çıktı.”
Çelik, Norveç'te de geniş kapsamlı yapılan bir klinik çalışma sonucunda “Folik asit takviyesi alan erkeklerde prostat kanserine yakalanma oranının 3 kat fazla tespit edildiğini” ifade etti.
Sonuçların başta Amerikan Ulusal Kanser Enstitüsü Dergisi olmak üzere 20'den fazla bilimsel dergide yer aldığını belirten Çelik, konunun bilim adamlarınca tartışıldığını söyledi.
Çelik, sadece hamilelerde folik asit takviyesinin verilmesinin uygun olduğunu ve bunun için endişe duyulmasının gerekli olmadığını da vurgulayarak, “Bu kısa dönemli ve hekim bilgisinde verilmektedir ve kısa kullanım içindir” dedi.
“TÜRKİYE'DEKİ EKMEKLERDE FOLİT ASİT TAKVİYESİ SÖZ KONUSU DEĞİL”
Türkiye Fırıncılar Federasyonu Başkanı Halil İbrahim Balcı da, Türkiye'de üretilen ekmeklerin içerisinde folik asit takviyesi bulunmadığını belirterek, şunları söyledi:
“Türkiye'de üretilen ekmekler, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nca 5 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren ve Resmi Gazete'nin 26807 sayılı ekinde yayımlanan 'Türk Gıda Kodeksi, Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliğinde Değişiklik Yapılması Hakkında Tebliğ'e göre imal edilmektedir.
Madde 4, a bendi, aynen şöyledir; 'ekmek, buğday ununa, su, tuz ve maya ilave edilip tekniğine uygun olarak; yoğrulması, şekillendirilmesi, fermantasyona bırakılması ve pişirilmesi ile yapılan üründür. Görüleceği üzere, ekmek yapımında su, tuz ve maya kullanılmaktadır. Ekmeklere ek olarak bir folik asit takviyesi söz konusu değildir.”
A.A
http://www.hurriyet.com.tr/yasasinhayat/13256650.asp?gid=229
Hürriyet
.
DEMOKRATİK TERÖRİZM
ÖZGÜRCE KAN SUNMA HAKKI
Dünyanın en tehlikeli teröristi sayılan bin ladin'den kat be kat fazla insanın ölümünden doğrudan sorumlu değil sanki bu pislik-i muhterem, çıkartıp başlarına taç yapacakmış uçmuş terör ağalarıyla sadık marabaları.
Dayatıyorlar, ısrarla ve ısrarla dayatıyorlar…
Sapıtarak uçmanın zirvelerinde gezinen demokratik terör sözcüleri, "Tabanımız dağa çıkın diyor" diye buyuruyor demokratik demokratik.
Karartmışlar gözlerini, kanla yola getirecekler bizi!
Yeterince bela yaratmadı sanki pislik-i muhterem, baş tacı etmeliymişiz; böyle buyuruyor marabaların sözcülüğünü yaptığını söyleyen demokratik terör ağaları.
Muktedir olma fırsatını ele geçirmiş gibi gözüken bizi gütme lütfunda bulunanlar gaz vererek sunuyor her türlü tepside yol haritalarını: "Açılım da açılım… Açın açın…"
Birkaç slogan, üç beş hamasi laf yetiyor her şeyi anlayıp çözmelerine.
Yaptık oldu, görüyorsunuz oluyor şımarıklığıyla süzmekten de geri durmadılar tepeden baktıklarını sandıklarını.
"Ne oluyor ne? Böyle olmaz, gidişiniz kanadır, gözyaşınadır, bu yanlıştır, durdurun…" uyarılarını yapanlara "Barış düşmanları. Kan ve gözyaşı sevicileri… Analar ağlasın isteyenler…" diye ahlaksızca yüklendiler.
Yaptıklarının tek sonucunu görmediler, görmek için çaba bile harcamadılar.
Çok büyük bir hayalperestlikle cehalete sarılıp açtılar, açtıkça cehalete daha çok sarılıyorlar.
Çaresiz; çarpıyorlar duvarlara, bindiriyorlar kayalara, yanaşıyorlar uçurumlara…
Kaçınılmaz; gördükçe cehaletin bu aleni gerçeklerini, daha da gömülecekler koyu cehaletlere.
Bizi gütme lütfunda bulunanlarla paslaşarak yağdırırken talimatlarını demokratik terör ağalarına, "Gücümü sergileme fırsatı buldum" diye gürlemeye çalışıyor pislik-i muhterem.
El ele vermiş açıyorlar…
Bize mi soracaklardı; açıyorlar ya, sunuyorlar ya, güdüyorlar ya, yetmez mi?..!
Açtılar…
Lanetleri…
Eyüp Şeker
09.12.2009 11:42.
Dünyanın en tehlikeli teröristi sayılan bin ladin'den kat be kat fazla insanın ölümünden doğrudan sorumlu değil sanki bu pislik-i muhterem, çıkartıp başlarına taç yapacakmış uçmuş terör ağalarıyla sadık marabaları.
Dayatıyorlar, ısrarla ve ısrarla dayatıyorlar…
Sapıtarak uçmanın zirvelerinde gezinen demokratik terör sözcüleri, "Tabanımız dağa çıkın diyor" diye buyuruyor demokratik demokratik.
Karartmışlar gözlerini, kanla yola getirecekler bizi!
Yeterince bela yaratmadı sanki pislik-i muhterem, baş tacı etmeliymişiz; böyle buyuruyor marabaların sözcülüğünü yaptığını söyleyen demokratik terör ağaları.
Muktedir olma fırsatını ele geçirmiş gibi gözüken bizi gütme lütfunda bulunanlar gaz vererek sunuyor her türlü tepside yol haritalarını: "Açılım da açılım… Açın açın…"
Birkaç slogan, üç beş hamasi laf yetiyor her şeyi anlayıp çözmelerine.
Yaptık oldu, görüyorsunuz oluyor şımarıklığıyla süzmekten de geri durmadılar tepeden baktıklarını sandıklarını.
"Ne oluyor ne? Böyle olmaz, gidişiniz kanadır, gözyaşınadır, bu yanlıştır, durdurun…" uyarılarını yapanlara "Barış düşmanları. Kan ve gözyaşı sevicileri… Analar ağlasın isteyenler…" diye ahlaksızca yüklendiler.
Yaptıklarının tek sonucunu görmediler, görmek için çaba bile harcamadılar.
Çok büyük bir hayalperestlikle cehalete sarılıp açtılar, açtıkça cehalete daha çok sarılıyorlar.
Çaresiz; çarpıyorlar duvarlara, bindiriyorlar kayalara, yanaşıyorlar uçurumlara…
Kaçınılmaz; gördükçe cehaletin bu aleni gerçeklerini, daha da gömülecekler koyu cehaletlere.
Bizi gütme lütfunda bulunanlarla paslaşarak yağdırırken talimatlarını demokratik terör ağalarına, "Gücümü sergileme fırsatı buldum" diye gürlemeye çalışıyor pislik-i muhterem.
El ele vermiş açıyorlar…
Bize mi soracaklardı; açıyorlar ya, sunuyorlar ya, güdüyorlar ya, yetmez mi?..!
Açtılar…
Lanetleri…
Eyüp Şeker
09.12.2009 11:42.
BİTSİN BU ZULÜM !..
PİSLİK'E ÖZGÜRLÜK
Haklıdır ayrık otçular, hem de çok haklıdır netekim: Önce 'Kürt açılımı', ardından 'demokratik açılım' kılıflarıyla sunulan 'pkk açılımı' gereği; vakti zamanında hapishane olan Four Seasons'ta hazırlanacak odaya, pardon hücreye derhal nakledilmelidir pislik-i muhterem.
NOT: Doymadık kana gözyaşına, bir daha bildirin haddimizi bize!
Eyüp ŞEKER
04.12.2009
Haklıdır ayrık otçular, hem de çok haklıdır netekim: Önce 'Kürt açılımı', ardından 'demokratik açılım' kılıflarıyla sunulan 'pkk açılımı' gereği; vakti zamanında hapishane olan Four Seasons'ta hazırlanacak odaya, pardon hücreye derhal nakledilmelidir pislik-i muhterem.
NOT: Doymadık kana gözyaşına, bir daha bildirin haddimizi bize!
Eyüp ŞEKER
04.12.2009
YALAYARAK YAPIŞMAK, YANAŞARAK SİNMEK, BİLİP İSTEYEREK GÜDÜLMEK
MEDYANIN ÇÖKÜŞÜ YA DA ÇÖKERTİLİŞ…
Dünya Gazeteciler ve Haber Yayıncılar Birliği “endişeli”... Neymiş endişesi?
“Türkiye’de medyaya karşı sindirme kampanyası” var, endişeleri bundan...
Birliğin cüzdanında, 120 ülkenin, 3 bin medya şirketi, 18 bin yayın ve 15 bin internet sitesi var, bayağı kabarık bir cüzdan...
* * *
Medyanın varlığından, yayınlarından, yazılarından gocunanlar her zaman “Ne yapsak ne etsek de şunlardan kurtulsak, kurtulamazsak, hiç olmazsa sustursak” derler.
Nasıl olur bu iş?
İçten ve dıştan iki koldan...
* * *
Dıştan gelenler “beşinci” kol gibi girer, bağımsız gazeteleri ve gazetecileri bir biçimde “ayarlarlar”, istedikleri gibi yayın yaptırırlar.
İkinci Cihan Savaşı başlamadan önce Fransız basını böyle “çökertilmiştir”; 3 milyon tirajlı Paris Soir gazetesinin yazı işleri müdürlerinden “Pierre Lazareff” Alman işgalinden önce Amerika’ya kaçabilmiş, bu çöküşün, çökürtülüşün hikâyesini yazmıştır: “Fransa’da Basın Rezaletleri”
* * *
Lazareff, kitabının önsözünde, “çökürtülüş”ün formülünü çözer:
“1918’e kadar Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şeytancaydı, fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar.
Ülke yıkıcılarının kullandıkları başlıca silah, basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Çünkü egemenliğe sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız basını baştan başa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı.”
Biz göremesek bile, gün gelir Türkiye’de de bir Pierre Lazareff çıkar, Karen Fogg’un “şekerlemeleri”nin tadını “şekercikleri”ne sorar...
* * *
Hitler’in, Almanya’da “demokratik cumhuriyet”i kurmak için iktidara geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri “Basın Kanunu”nu değiştirmek oldu; yeni bir kanun çıktı, minicik bir tanım eklendi:
“Gazetecilik kamu mesleğidir.”
Gazeteler, devlet, yani Nazi propagandası yapmak zorundaydı...
Gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, propaganda bakanı Dr. Goebbels’in huzuruna çıkar ve talimat alırlardı.
* * *
Hitler’in göz koyduğu gazetelerden biri “Vossische Zeitung”du.
Hitler bu gazeteye göz koymuştu, çanına ot tıkayacaktı. Gazete 1704’ten beri çıkıyordu, liberaldi, her görüşten köşe yazarı vardı. Baskı başladı, bazı yazarlar tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, solcu yazarlara hiç aman verilmedi. Baş hedef genel yayın yönetmeni Georg Berhard’dı. Berhard tutuklanacağını, ölüm kampına gönderileceğini anlayınca bir fırsatını bulup Almanya’dan kaçtı.
Sonunda gazete kapandı, kapatıldı.
* * *
Sonra ne oldu?
Gazetenin en büyük ortağı Ullstein ailesinin hisselerini kim aldı bilir misiniz?
Hitler’in başçavuşu Max Amann...
Eski başçavuş, kapanan gazeteleri ölü fiyata alıyor, Nazilerin yayın kuruluşu Eher Celag’a veriyordu.
Hitler’in “yandaş basını” böyle kuruldu.
Sırada Mosse ailesi vardı, onların da Berliner Tageblatt ve diğer gazeteleri, dergileri vardı.
Mosse ailesi uzun süre Nazileri destekledi, sonunda ihtiyaç kalmayınca Hitler onların da üzerini çizdi.
* * *
Soner Yalçın, bu örnekleri bugüne getirir ve der ki:
“Ne ilginç değil mi, bugün Türkiye’de yandaş medyadaki bazı köşe yazarları solcuların köşe yazarı olmasından rahatsızlık duyup gazete patronlarına, bunların işine son verirseniz AKP’yle ilişkileriniz düzelir, diye yazıyorlar! Yetmiyor. Kimi sözde köşe yazarları da solcu yazarları Ergenekon savcılarına hedef gösteriyor; bunları da sorgulayın, diye yazmaktan utanmıyorlar.”(x)
Mehmet Akif de der ki:
“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
————————
(x) Bu Dinciler o Müslümanlara Benzemiyor/Doğan Kitap
Hasan PULUR
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1168988&AuthorID=52&Date=03.12.2009
Milliyet
/*/*/*/*/
Dünya Gazeteciler ve Haber Yayıncılar Birliği “endişeli”... Neymiş endişesi?
“Türkiye’de medyaya karşı sindirme kampanyası” var, endişeleri bundan...
Birliğin cüzdanında, 120 ülkenin, 3 bin medya şirketi, 18 bin yayın ve 15 bin internet sitesi var, bayağı kabarık bir cüzdan...
* * *
Medyanın varlığından, yayınlarından, yazılarından gocunanlar her zaman “Ne yapsak ne etsek de şunlardan kurtulsak, kurtulamazsak, hiç olmazsa sustursak” derler.
Nasıl olur bu iş?
İçten ve dıştan iki koldan...
* * *
Dıştan gelenler “beşinci” kol gibi girer, bağımsız gazeteleri ve gazetecileri bir biçimde “ayarlarlar”, istedikleri gibi yayın yaptırırlar.
İkinci Cihan Savaşı başlamadan önce Fransız basını böyle “çökertilmiştir”; 3 milyon tirajlı Paris Soir gazetesinin yazı işleri müdürlerinden “Pierre Lazareff” Alman işgalinden önce Amerika’ya kaçabilmiş, bu çöküşün, çökürtülüşün hikâyesini yazmıştır: “Fransa’da Basın Rezaletleri”
* * *
Lazareff, kitabının önsözünde, “çökürtülüş”ün formülünü çözer:
“1918’e kadar Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şeytancaydı, fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar.
Ülke yıkıcılarının kullandıkları başlıca silah, basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Çünkü egemenliğe sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız basını baştan başa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı.”
Biz göremesek bile, gün gelir Türkiye’de de bir Pierre Lazareff çıkar, Karen Fogg’un “şekerlemeleri”nin tadını “şekercikleri”ne sorar...
* * *
Hitler’in, Almanya’da “demokratik cumhuriyet”i kurmak için iktidara geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri “Basın Kanunu”nu değiştirmek oldu; yeni bir kanun çıktı, minicik bir tanım eklendi:
“Gazetecilik kamu mesleğidir.”
Gazeteler, devlet, yani Nazi propagandası yapmak zorundaydı...
Gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, propaganda bakanı Dr. Goebbels’in huzuruna çıkar ve talimat alırlardı.
* * *
Hitler’in göz koyduğu gazetelerden biri “Vossische Zeitung”du.
Hitler bu gazeteye göz koymuştu, çanına ot tıkayacaktı. Gazete 1704’ten beri çıkıyordu, liberaldi, her görüşten köşe yazarı vardı. Baskı başladı, bazı yazarlar tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, solcu yazarlara hiç aman verilmedi. Baş hedef genel yayın yönetmeni Georg Berhard’dı. Berhard tutuklanacağını, ölüm kampına gönderileceğini anlayınca bir fırsatını bulup Almanya’dan kaçtı.
Sonunda gazete kapandı, kapatıldı.
* * *
Sonra ne oldu?
Gazetenin en büyük ortağı Ullstein ailesinin hisselerini kim aldı bilir misiniz?
Hitler’in başçavuşu Max Amann...
Eski başçavuş, kapanan gazeteleri ölü fiyata alıyor, Nazilerin yayın kuruluşu Eher Celag’a veriyordu.
Hitler’in “yandaş basını” böyle kuruldu.
Sırada Mosse ailesi vardı, onların da Berliner Tageblatt ve diğer gazeteleri, dergileri vardı.
Mosse ailesi uzun süre Nazileri destekledi, sonunda ihtiyaç kalmayınca Hitler onların da üzerini çizdi.
* * *
Soner Yalçın, bu örnekleri bugüne getirir ve der ki:
“Ne ilginç değil mi, bugün Türkiye’de yandaş medyadaki bazı köşe yazarları solcuların köşe yazarı olmasından rahatsızlık duyup gazete patronlarına, bunların işine son verirseniz AKP’yle ilişkileriniz düzelir, diye yazıyorlar! Yetmiyor. Kimi sözde köşe yazarları da solcu yazarları Ergenekon savcılarına hedef gösteriyor; bunları da sorgulayın, diye yazmaktan utanmıyorlar.”(x)
Mehmet Akif de der ki:
“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar.
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
————————
(x) Bu Dinciler o Müslümanlara Benzemiyor/Doğan Kitap
Hasan PULUR
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1168988&AuthorID=52&Date=03.12.2009
Milliyet
/*/*/*/*/
LAYIK OLMAK!..
Faşizm nedir?..
En kısa tanımıyla sermaye diktasıdır...
Faşizm Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıktı; 1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da iktidara tırmandı...
Bir noktaya dikkat:
Faşizm Avrupa’da yayılırken kıta ‘Aydınlanma Çağı’nı yaşamıştı...
Ne demekti bu?..
Aydınlanma “aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması” diye tanımlanabilir...
Bir anlamda laiklik demektir.
*
Avrupa’da faşist rejimler yıkılınca yerine nasıl düzenler kuruldu?..
Dinci (şeriatçı) rejimler mi toplumları ele geçirdi?..
Hayır!..
Çünkü Avrupa ‘Bilimsel Devrim’le birlikte ‘Rönesans’ı ve ‘Aydınlanma Devrimi’ni yaşamış, Hıristiyan şeriatını siyasal yaşamda tarihe gömmüştü...
Hıristiyanlık dünyasında geçmiş yüzyıllarda gerçekleşen bu tarihsel olaydan İslam coğrafyası -Türkiye dışında- bugün bile uzak yaşamaktadır.
‘Laik faşizm’ olabilir...
Bu durumda faşizm yıkıldığı zaman toplum demokrasiye kavuşur...
Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’da kurulan faşist rejimler yıkılınca kıta -Aydınlanma’yı yaşadığı için- demokrasiye geçti...
Batı’da dinci rejimlere dönüşülmedi.
*
Avrupa’da tarihe gömülmüş bulunan Aydınlanma kavgası Türkiye’de güncel...
Bugün ülkemiz ne durumda?..
Takıyyeci bir parti iktidarda...
AKP dincilik savaşımı veriyor...
Batı’da, daha somut deyişle Avrupa’da, böyle bir durum, tehdit, tehlike var mı?..
Avrupa’daki çok partili rejimlerde ‘dinci-laik partiler’ -Erbakan’ın SP’sini işin içine katın- birbirinin seçeneği (ya da alternatifi) mi?..
Bugün Türkiye’de yaşanan olaylara doğru ve sağlıklı “teşhis’’ koyabilmek için önce aradaki ‘farkı fark etmek’ gerekir.
İnsanlık ya da uygarlık açısından çok önemli olan Türkiye’deki bu fark ne Avrupa’nın bilincindedir, ne de Amerika’nın umurundadır.
*
Faşizm bir siyasal sorundur..
Demokrasi problemidir...
Ama ‘laik-dinci’ çatışması bir uygarlık davasıdır...
‘Kemalist Devrim’ bir siyaset konusu değildir...
‘Atatürkçülük’, uygarlığa erişmek için gerçekleşmesi kaçınılmaz bir aşama içeriğini taşır...
Avrupa’da üniversite ‘aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması’ ile kurulabilmiştir;
Türkiye’de 1933 Üniversite Reformu bu amaçla yapıldı...
Bugünkü takıyyeci iktidarın üniversiteye karşı savaşımının anlamı ne?..
*
Takıyyeci iktidar akla ve bilime dayalı üniversiteleri medreseleştirmek istiyor...
Bu kavgayı da hiç gizlemeden yürütüyor...
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaşanan olay bu kavganın en çarpıcı ve utanç verici sayfalarından biridir...
Bu kavgada üniversite genel sekreteryasından Enver Arpalı intihar etti, Rektör Yücel Aşkın hapishanelere ve hastanelere düşürüldü...
Bu kavganın tarih, Bilimsel Devrim, Aydınlanma ve Atatürkçülük kapsamında ne olduğunu bilmeyen, kavgayı kazanmaya layık değildir.
İlhan SELÇUK
(6 Ocak 2006 tarihli yazısı)
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=c712ebf5762c743b6d16fdb521e4967c&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0207.html
Cumhuriyet
.
GİRİŞLERİN BAHŞETTİĞİ UZAYDA VAR OLMAK
SÖZ ÇİZGİNİN
- DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLEYSE BENİ KESERLER..
Turhan SELÇUK
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=aad9f964a1858c14edce6527271530ff&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0308.html
Cumhuriyet
.

Turhan SELÇUK
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=aad9f964a1858c14edce6527271530ff&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0308.html
Cumhuriyet
.
EVRİMSİZ YAŞAMAK
.
"Ne oldu, kablo mu çıktı, neden ötüp duruyor?"
"Bilmiyorum doktor bey."
"Kabloları kontrol ettin mi?"
"Evet, hepsi yerli yerinde"
"Hortumlar…"
"Hepsini kontrol ettim, hiçbir terslik yok."
"Kaybediyoruz sandım… Emin misin, elin ayağın kablolardan birine takılmış olmasın."
"Lütfen doktor bey… Televizyon açıktı, duyunca kapatmaya geldim. O tarafa yaklaşmamıştım hiç."
"Televizyon niye açıktı."
"Ziyaretçisi vardı, o açmış sanırım"
"Enteresan, hastamızın yaşayıp yaşamadığı bile belli olmuyor, televizyonu niye açmış."
"Bilmiyorum…"
"Çok enteresan, evinde seyredemiyor muymuş? Hasta ziyaretine gelip televizyon seyretmek de ne demek oluyor? Kimmiş bu sivri akıllı?"
"İlk kez geliyor, kırk yaşlarında sarışın bir kadın, yanı başına oturup elini tuttu, saçını okşadı, konuştu durdu. Farkında değilim, gitmeden de televizyonu açmış sanırım."
"Ziyaretçisi buradayken mi çalışmaya başladı alarmlar?"
"Hayır, her şey iyiydi. Boş yere çalışmasın deyip televizyonu kapattığımda başladı alarmlar."
"Rastlantı demek ki… İlaç etkisini gösterdi, Nabız düzeliyor."
"Bir radyo getireceğini, fişini takabileceği bir yer olup olmadığını sordu bir de."
"Ziyaretçi kadın mı?"
"Evet. Ben de şaşırdım… Size sorması gerektiğini söyledim. Gelmedi mi?"
"Hayır, kimse gelmedi. Enteresan… Televizyon açıyor, radyo dinletecek, kimin nesidir bu kadın? Sakın ha, bir daha hastamızı huzursuz etmesin televizyonla falan. Bana sormasına gerek yok, kesinlikle izin verilemez. Bunlarla hastayı rahatsız etmesin. Elini tutmasını konuşmasını anladık, televizyon radyo da neyin nesi? Böyle saçmalıklarla rahatsızlık yaratmasın bir daha."
'Budalalar duyuyorum sizi… Neden kapattınız, açın şu lanet televizyonu. Permiyen döneminin içine ettiniz. Salak şey, on dakika sonra kapatsan olmazdı sanki. Başka işi yokmuş gibi geldi küüütt diye kapattı. Duyun beeeni… Nasıl duyuracağım bu salaklara sesimi? Aaçıııın şuu teeeleeeviizyoonuuuuuu.
Yazmalıyım, benimle gitmemeli kafamdakiler. Neyle nereye nasıl yazacaksın akılsız! Beynime yazacağım. Beynime yazsam neye yarayacak? Lanet olsun, bilmiyorum… Tek yapabileceğim bu. Parça buçuk, bölük pörçük düşünce kırıntılarının bana bile faydası yok. Kendim için yazmalıyım… Öyle dememiş miydi karşılaştığım o yazar. "Yazmak çok güzel şeydir. Yazar olman gerekmiyor, kendin için yazmalısın" demişti bar taburesine tünemiş demlenirken. Kendim için yazmalıyım. Evet yazmalıyım… Beynimde yazmalıyım… Ayağa kalkarsam da yazıya dökerim. Ne değişir, yazmalıyım…
Geçiş türlerinin kalıntıları kesinlikle bu toplu yok oluş dönemlerini izleyen zamanlara ait katmanlarda olmalı. Hiç kuşku yok, kesinlikle oradalar. Salak şey tam orasında kapattı. Hiç öğrenemeyeceğim buna dair bir buluntudan söz edilip edilmediğini. Salak şey, televizyonu kapatacak zamanı tam buldu.
Evrim için birçok tetikleyici söz konusu ama önemli değişim ve farklılaşmalar için çok zorlayıcı şartlar gerekiyor. Evrim denildiğinde ilk akla gelen önemli değişiklikler ancak çok ağır şartlarda yapılanmaya başlıyor. Primatlardan ayrılan insan böylesine ağır şartların eseri. Çok zorlayıcı şartlar söz konusu değilse ispinoz gagalarındaki gibi küçük farklılaşmalar gerçekleşecektir. Eğer ispinoz, penguen benzeri bir su hayvanına dönüşecekse çok ağır şartlara maruz kalmalıdır.
Gitmeyin, gelin buraya… Açın şu lanet televizyonu. Canınız cehenneme, televizyonunuzu alın başınıza çalın. Baş belası salaklar...
Tabii ki akıllı tasarım; canlılar güçsüzlüklerine dayanan müthiş bir güce ve evrim mekanizmasına sahipler.
Bunları nasıl düzene sokacağım? Lanet olsun, zihnimde yapmam imkaansız. Başkalarının kolayca anlayabileceği şekilde düzenleyemiyorum. Uçuşuyor düşünceler. Aklıma her yeni geleni nasıl edip de öncekiler arasındaki yere koyacağım? Bu imkaansız. Dert ettiğim şeye bak. Sanki başkaları görecek öğrenebilecek de bunları… Düşünüyorsun öyleyse düşündüğünle kalacaksın, hepsi bu.
Diğerleri olmadan hiçbir canlı var olamaz. Başkaları olduğu için biz varız. Bu kural yalnızca Dünyamız için geçerli değil. Evren, canlılarla ve bizim eşdeğerlerimizle dolu olduğu için varız. Yoksa var olmamız imkaansızdır. Tıpkı dünyamızdaki yaşam zenginliği gibi… Dünyamızdaki bu sayısız canlı formları olmasaydı yaşam bulamaz, bulsak bile sürdüremezdik. Zaten en başta bakteriler olmasa yaşam bulamazdık. Bakteriler temel yaşam formu, geri kalanların hepsi onların üzerinde yükseliyor.
Yalnızca bakteriler değil bu zengin yaşam zinciri olmasaydı hiçbir canlı var olamazdı Yeryüzünde. Yaşamın en temel işareti sayılan bakteriler bile var olmalarını diğer canlılara borçludurlar... Tek başlarına hayatta kalabilir olmaları, tek başlarına var olacakları anlamına kesinlikle gelmez. Özetle; en küçük bir yaşam işareti, büyük yaşam topluluklarının kanıtından başka şey değil.
Evren veya varsa eğer evrenler, yani kaainat, yaşamlarla dolu olmasa Dünyamızda yaşam olmazdı. Tabii bizlerin de var olması imkaansızdı. Evrenin, insana eşdeğer veya benzer canlılarla dolu olduğunun çok önemli ve reddedilemez bir kanıtına sahibiz: Varlığını diğer canlılara, yani bütün ekosisteme borçlu olan insandır bu önemli ve reddedilmez kanıt.
Sayısız gezegende yaşam olduğu için Dünyamızda yaşam var. Az sayıda değil, sonsuz sayıda yaşam içeren gezegen olmak zorunda. Bu, her gezegende yaşam var veya her yıldız, yaşamlı gezegenlere sahip demek değildir kesinlikle. Hele de her yaşam olan gezegende eşdeğerimiz zeki canlılar olduğu anlamına hiç gelmez. Biz özel ve ayrıcalıklı değiliz. Tıpkı Dünyamızdaki gibi başka canlılar olduğu için biz var olabildik. Tek başımıza var olamayız, çünkü imkaansız. Bir ikisine değil, diğer bütün türlere ihtiyacımız var Dünyada yaşam bulabilmek için. Ve Evren için de bizim durumumuz geçerli; başka gezegenlerde yaşam olduğu için burada da yaşam var.
Itır geldi galiba. Şimdi bir güzel benzetir bu salakları. Ne diyor... Anlamıyorum, tam duyulmuyor... Lanet olsun, ne diyor? Cadılığını gösterir canlarına okur şimdi... Hadi cadı Itır, açtır şu televizyonu... Hani radyo demiştin...'
"Doktor bey hastamızın ziyaretçisi geldi. Radyo getirmiş, nasıl çalıştıracağını soruyor, arayıp size sorayım dedim. Tamam efendim, bekleyeceğiz."
'Yaşasın, getirmiş radyoyu... Müjdeyi verdin ya boru sesli hemşire, bir daha salak demem sana. Iıtııır, ne diyorsuun, anlaşılmıyor. Heeeeyyy buradayım... Duyamıyorum seni... Açın şu televizyonu. Cadı gel burada konuş. Getir şu radyoyu artık... Kafanda kıracağım bak, çabuk getir... Lanet şey duymuyor musun beni? Seni baş belası, senin de farkın yok bu salaklardan... Getirsene radyoyu cadı... Itır sana diyorum, duysana... Hadi artık gel aç şu televizyonu... Geliyorlar mı? Haah, geeliyoorlar...'
“Farkındayım doktor bey. Haklısınız yaşadığına dair hiçbir belirtiye tanık olmadım ama içimden bir ses beni duyduğunu, televizyonu dinlediğini söylüyor. En büyük alışkanlığıydı gün boyunca radyo dinlemek, gece de belgesel seyretmek. Çoğunlukla kendisini vermez, yine de açıktır... Dinlemiyor sanırsın, bir bakarsın izlemediğini sandıklarından kaptığı bir şeylerden söz etmektedir. İnanın çok yararı olacaktır.”
“Itır hanım, hastamızın durumu aniden çok kötüleşti. Gürültü yaparak hastayı rahatsız etmeyelim. Televizyonu radyoyu duyması mümkün değil. Elini tutup onunla konuşmanızı, sevgiyle okşamanızı, yanında olduğunuzu hissettirmenizi anlarım ama televizyon radyo olacak şey mi? Rahat bırakın lütfen... Sizin ardınızdan çok kötüleşti, kaybediyoruz sandık... Televizyon kapatılmasa neler olacaktı kim bilir!”
“Televizyon kapatıldığı için kötüleştiği neden aklınıza hiç gelmiyor? İnanın çok yararı olacaktır, izin verin açayım radyoyu. Yüksek sesle dinlemez zaten, bırakın usulca çalsın... Evde gürültülü müziklerden hoşlanmaz, klasik müzik dinlerdi. İnanın çok iyi gelecektir”
“Hastamızı düşünüyorum, iyi geleceğini bilsem bir an bile düşünmem... Dışarıyla bağlantısı olduğuna dair en küçük işaret göremedik bu güne dek. Üzgünüm izin veremem. Bakın, gördünüz mü, bütün cihazlar ötmeye başladı. Gürültümüzden, belki de varlığımızdan...”
“Bakın işte, siz söylüyorsunuz... Bizlerden rahatsız olduğuna göre en azından sesleri ve konuşulanları duyuyor, belki de olan bitenin farkında demektir. İzin verin radyoyu açayım...”
“Lafın gelişi öyle diyorum, farkında olması mümkün değil. Bir saniye, neler oluyor? Ben konuşurken neden cayır cayır ötüyor bu cihazlar? Siz siz...”
“Gördünüz işte, radyoyu istiyor...”
"Devam edin, lütfen devam edin…"
"Radyoyu açtığımda sakinleştiğini göreceğimizden hiç kuşkum yok. Boş priz nerede var? Şuradakine takabilir miyim?"
“Evet, televizyonun altındaki… Aman Allah’ım, siz konuştuğunuzda aletlerin cayırdaması kesiliyor, ben konuşurken azıyor. Rastlantı mıydı bu? Neler oluyor?”
“Kesinlikle değil. Hem rastlantı olsa ne fark eder! İzin verin açayım radyoyu, kapatırız gerekirse… Duruma göre… Radyo güzel çekiyor… Ne bu, ha Zaide… Bayılır Zaide'ye…"
"Çok enteresan, nasıl da sakinleşti. Cihazların çıtı çıkmaz oldu. Geri dönüşler görülmemiş şeyler değil, sıkça karşılaşılır ama böylesini daha önce hiç duymadım. Geri dönüşsüz bir geri dönüş mü demeli! Nasıl olabilir? İnanılır şey değil. Tıp dünyasında yer yerinden oynayacağından adım gibi eminim. Kapatır mısınız radyoyu?"
"Lütfen doktor bey, yapmayın, kapattırmayın? Sizi dinlemeyeceğim, kapatmayacağım… Kapatmıyorum, elinizi sürerseniz hastaneyi ayağa kaldırırım. Kimseyi dokundurtmam, gerekirse kendimi siper ede…"
"Itır hanım sakin olun, tamamen kapatmanızı istemedim. Tekrar açacağız… Emin olmak istiyorum, bir süre kapatın lütfen… Kesinleştirmeden yazmak istemiyorum makalemi."
"Tamam ama çok kısa…"
"Lütfen."
"Kapattım işte."
"İnanılır gibi değil, bütün cihazlar çılgına döndü hemen. Açın lütfen açın… Kesinlikle rastlantı değil, en küçük kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkla tepki veriyor. Hemşire hanım bu radyo asla kapatılmayacak, anlaşıldı mı?"
"Peki efendim."
"Demek etkilenme yüzündenmiş arada bir kötülemeleri. Anlamıyorduk… Aylardır neredeydiniz, ilk kez geliyormuşsunuz. Hiç arayıp sormadınız arkadaşınızı, neden yalnız bıraktınız?"
"Yurtdışındaydım… Rastlantıyla öğrendim trafik kazası geçirdiğini, atladım geldim. Ölseydi gelmezdim, ölmemiş, böyle bırakamazdım bu namussuzu."
"Namussuz!.. Yakın olduğunuzu, birbirinizi sevdiğinizi düşünmüştüm. Namussuz!.. Enteresan…"
"Evet, bu namussuzu çok sevmiştim ama çok canımı yaktı. Yine de kıyamıyorum işte serseriye. Namussuz serseri sonunda çok kötü yaktı yanındaki kadınınkini, kendi canını ve bir kez daha benimkini…"
"Şiddet mi uygulamıştı size?"
"Hayır, hayır, fiziksel değildi. Keşke olsaydı, öyle canımı yaktı ki, keşke şiddet uygulasaydı diyorum. O zaman burada olmazdım kesinlikle. Çok canımı yaktı…"
"En iyisi bu konuyu kapatalım, cihazlar cazırdamaya başlaması bu yüzden olabilir. Geçmişte yaşadığınız bu olaylar üzüyor kendisini belli ki. Ben sizi yalnız bırakayım. Gitmeden bana uğrayın lütfen Itır hanım."
"Doktor bey, gece belgesel kanalı açmanız mümkün mü? Gece yarısından sonra da tekrar radyoyu…"
"Siz meraklanmayın, gece belgesel açtırırım. Hangi kanalı sever?"
"Son zamanlarda Evrim'e takmıştı. Ne bulsa okuyor, neye denk gelse soluksuz izliyordu. Barlardan gecekulüplerinden çıkmayan bunun gibi bir zamparanın belgesel düşkünlüğünü anlamak kolay değil. İnsanlar magazinden başka şeye bakmaz sanır ama bir kere bile seyrettiğine tanık olmadım. Biri arayıp 'Şu kanalı aç, senden söz ediyorlar' diyecek, anca öyle açar bakardı. Akıl alır şey değil bunu gibi birinin Evrim Teorisine takılıp kalması… Televizyonu açtığında rehbere bakıp ilgilendiği belgesel programlarını işaretlerdi önce, ardından diğer kanallardakileri kontrol eder, ancak ondan sonra seyretmeye geçerdi. Program kaçırırım korkusuyla hiç aksatmazdı rehbere bakmayı."
"Enteresan..."
"Öğlene doğru uyanır, ilk iş radyoyu açar, akşama kadar da kapatmazdı. Gazetelerini alır, kırk saat kahvaltı yapardı. Akşam yemeğinden sonra televizyonun karşısına kurulmadan önce anca kapatırdı radyoyu. Bununla kalsa iyi, yatağının başucundaki radyolu saatini otomatik kapanmaya ayarladığı radyosunu dinlemeden uyuyamaz. Bunun gibi bir mirasyedinin, bunun gibi bir sorumsuzun, barlardan çıkmayan, gecekulüplerinde sabahlayan birinin, sadakat nedir bilmeyen ahlaksız bir zamparanın bütün gün klasik müzik dinlediğine kimsenin inanacağını sanmıyorum. Sabahlara kadar kulakları sağır eden gürültülü müziklerin yapıldığı yerlerden çıkma, ondan sonra klasik müziğe gömül. Akıl alır şey mi! En çoğu 'Hava atmak için klasik müzik dinler gibi yapıyordur' denecektir. Hangi insan sevmediği bir şeyi bütün gün dinler? Kimse dinlemez… Ya belgesel seyretmesine ne demeli? Bazen kumandaya uzanırdım 'Dokunma…' diye yerinden zıplardı. 'Ne seyredeceksen git başka odada seyret' diye de terslenirdi. Sonra da gece 12 dedin mi atardı kendini dışarı, atlardı o lanet arabalarından birine, tadına bakılmadık çiçek bırakmamak için o bar senin, bu gecekulübü benim dolaşırdı. İnanabiliyor musunuz? Muhakkak medyadan tanırsınız, siz düşünür müsünüz klasik müzik düşkünü belgesel tutkunu olacağını?"
"Çok enteresan."
"Bu davranışı bana Fikret Otyam'ın anlattığı sarımsakla rakı içmeyi çağrıştırırdı. Bu namussuza da anlatmıştım, çok gülmüştü."
"Nedir o?"
"Fikret Otyam sıkça gittiği Harran'da yol kenarında kafa çeken iki köylünün yanına yaklaşır. Önlerinde diş diş sarımsak, bir şişe rakı, iki de çay bardağından başka şey görememenin şaşkınlığıyla sorar: 'Hele ağalar bu ne hal, sarımsakla rakı içildiği nerede görülmüş, suyunuz yok mu?' Hallerinden hiç de şikaayetçi görünmeyen köylülerden biri susuz rakısından bir yudum alıp ağzına bir diş sarımsak atarken, diğeri 'Beyim, bu gavurun sıcağında susuz rakı başka nasıl içilir, bu zıkkımı anca sarımsak paklar' demiş ya hani, ondan söz ediyorum.”
"Okumuştum… Biliyorum, çok hoş öyküdür… Bilmiyorum duydunuz mu, bunun bir de baklavalısı vardır. Anlatılır sağda solda; bir tepsi baklavayı bir oturuşta yiyeceksen eğer, yanına bir kavanoz da turşu koyacaksın, baklava baydıkça bir parça turşu atacakmışsın ağzına, sonra yine baklavaya devam. Zehir panzehir durumu…”
"Fikret Otyam’inki kurmaca değildir; Harran’daki kuraklığı, suyun ne derece değerli sayıldığını vurgulamak için anlatır başından geçen bu olayı. Gazetecilik günlerinden kalma benzeri pek çok anısı vardır. Neyse... Gözüyle görmeyenin inanacağını sanmıyorum. İnterneti bile yalnızca bilgi aramak için kullanırdı. Google'dan başka şeyi kullanmazdı dersem emin olun abartmıyorum. Ekonomi okumaya git, onu bile bitirmeden eğlence hayatına dal, okumaktan başka her şeyi yap İngiltere'de, sonra da gel bilimle boz kafayı. Akıl alır gibi değil belgesel tutkusu. Neden şimdi açmıyoruz televizyonu?"
"Siz bilirsiniz Itır hanım. İstiyorsanız açın. Sorun çıkmadığı sürece radyo ve televizyon açılacaktır, merak etmeyin. Unutmadan, giderken bana uğrayın lütfen."
"Uğrayacağım."
'Oh be sonunda gitti kalın kafalı doktor. Cadı nasıl da okudu canlarına! Baş başa kaldık diye şimdi beni iğneleyip durmaz umarım. Çenesini açmayacak galiba, doktorun dediği gibi elimi tutup öylece oturuyor mu, ne yapıyor? Yoksa gitti mi? Ne yapıyor bu cadı?
Zaide bitti, Albinoni'nin adagio'su değil mi bu? Evet o… İnsanın içini titretiyor… Hüznün beni ne hallere getirdiğinin farkında değil Itır. Sevdiğimi düşündüğünden şimdi de çok hoşuma gittiğini sanıyordur, beni nasıl da mahvettiği hiç gelmez aklına. Aman ha, sakın ola çalınmasın Samuel Barber'ın Adagio‘su, nereden bulacaksam bulurum kalkacak gücü, paramparça ederim o radyoyu. Dayanamam o ağıta, kaldıramam o hüznü. Hem bu halde olup hem de katıla katıla hıçkıramayacaksam nasıl dinleyebilirim o muhteşem adagioyu! Beni ancak Amy Winhouse paklar. O müthiş şarkıların görmeye katlanamadığım Amy'sini şimdi rahatça dinleyebilirim. Bu müzikleri yapabilen bir insan nasıl yapar onca kötülüğü kendine, nasıl eziyet eder böylesine bedenine, nasıl kıyar yaşamına? Çok mu istiyor bitkiye dönmeyi, çok mu arzuluyor beynini kemirmeyi? Anlayamıyor mu dönüşünün olmadığını yok oluş yoluna girmenin. Onu görmeden dinleyebilmek için bitkiye dönmem gerekiyormuş. Farkında değil misin salak; Rehab dediğimde, You Know'ı aklımdan geçirdiğimde hemen kendisini mahvedişine dair görüntüleri geliyor gözümün önüne. Yanıldım, yaramıyor işe bitkilik de, duvara çarptım yine.
Evet evet, "Emmioğlu" demeliydi şimdi Ferdi Tayfur; "Ben de bu dağların nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim, bir garip ölmüş de yasına geldim, geldim emmioğlu…" yanık yanık işlemeliydi içime.
Hıçkırıklar sarmadan…
Söz Büyücüsü'ünden aldığı güce güç katarak gece dememeli gündüz dememeli "Karlı kayın Ormanında" yürütmeliydi beni Zülfü Livaneli, istemem, söylemesin "Hoşça kal Kardeşim Deniz"i. O dünya tatlısı Dario Moreno'da çıkmamalı hiç karşıma, hele de "Deniz ve mehtap sordular seni, nereedeeesiiin…" dememeli asla, göçer giderim o saniye.
Soluk almama fırsat vermeden, artık kim söylerse, gelmeliydi peşi sıra Yusuf Hayaloğlu'nun "Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım… Arar bulur muydun beni beni, sahipsiz mezar olsaydım olsaydım…"ı. Teslim olmuşum bir kere; Musa Eroğlu usta yakıp kavurabilir yüreğimi istediği kadar "Mihriban"ınyla. Olmaz artık bana bir şey, "Yol ver dağlar"ına da, "Yolun Sonu"na da, "Uslan be Halil İbrahim"ine de bana mısın demem.
Ağlarken kükreyerek haykırır yüreğim…
Söz Büyücüsü Nazım Hikmet'in dizelerinden aldığı güçle "Yürüdü uçurumun başına kadar. Eğildi durdu… Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak… Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı…" diye sarsmalı her hücremi Ruhi Su. Biliyorum, duysam insanın her hücresini titreten ustanın davudi sesiyle "Eşsiz Güç Büyücüsü"nü yansıtışını, o an zıplarım yeniden hayata.Ya da ölüme, fark etmez…
Koştuğum yer ölümse bile Zülfü Livaneli sazı alıp eline "Yalnız adam merdivene benzer, hiçbir yere ulaşamaz…" diyerek almamalıdır içimde beliren yaşam ışıltısını; sırası değildir, söz ustası Aragon'un.
Gördün mü, hazırım işte; şimdi koşa koşa gidebilirim ölüme de yaşama da, Albinoni'yi, Samuel Barber'ı dinlemeye de. Elde etmişim dayanma gücünü, "Nothing Compares…"iyle istediği kadar gelebilir Sinnead O'Connor üstüme üstüme; tınar mıyım!
Böylesine tıka basa hüzne boğulduktan sonra belki kurtarır Vivaldi beni, "Mevsimler"in kuş cıvıltılarıyla dolu bölümüyle çekip alır bitkiliğe teslim olmuş bedenimi.
Mümkün mü, korkutabilir mi hiçbir yol; ölüm ya da yaşam, gözümü karartmaya gerek duymaksızın dalarım hangisi denk gelirse.
"Daa da da daaaaa" diye sarsmalıdır şimdi Akıl Almaz Büyücü Bethoven, yüklemelidir alabildiğine savaşma gücüyle her hücremi. Büyük Büyücü vermişse gücü karşı durabilir mi hiç zavallı yaşam, ya da biçare ölüm.
Yenilmişsem bile tamamen hazırımdır artık; diğer bir Akıl Almaz Büyücü Motzart'ın Requiem'imiyle üzerime atılabilir kürek kürek toprak. Olmadı, Fazıl Say'ın büyülü parmaklarından çıkan Ağıtı'yla, olmadı, iyice ağıtlaştırdığı Aşık Veysel'in Kara Toprak'ıyla teslim edilirken karanlığın ellerine katılaşmış bedenim, o an'a kadar asla katlanamayacağım, Kıpkızıl Kral'ın başyapıtı o görkemli Epitaph'ı dikilebilir artık başucuma ve hiç bıkmaksızın sonsuza kadar dinleyebilirim King Crimson'ın o muhteşem "Kitabe"sini.
Çekilmiştir el ayak…
Münir Nurettin bir ara gelip başucumda o ilahi sesiyle "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul"u okursa, kıvrılıp ererim huzura.
Duuyuuun beniiii… Söyleyin bakalım, kim istemez böylesine büyülü ölmeyi. Ya da yaşamı…
Itır hiç bilmez Seher Dilovan, Arif Sağ, Neşet Ertaş dinlediğimi. Hele de tükenişlerimde nasıl tutsakları olduğumu. Hiç "Mihriban" dinlemiş midir acaba cadı! Sanmam… Yanında hiç dinlememiştim, denk düşmemişti… Çekindiğimden değil, arzulamadığımdan… Demek ki hiç paylaşmamışız "Türküleri yaşama"yı. Eminim severdi… Kim bilir, belki o da seviyor, dinliyordur… Benim paylaşamadığım gibi o da paylaşamamıştır "türkü yaşama"larını benimle. Çok açık, hiç kesişmedi "Türküleri yaşama" kavşağında yolumuz. Hayatıma girip çıkan diğerlerini anlarım da, Itır'la neden hiç yaşayamadık "Türküleri yaşama"yı?
Yanılıyorsun Itır, şimdi ruhumu yıkamak değil yüreğimi coşturmak istiyorum türkülerle. Isıtmalı, hatta yakıp kavurmalı içimi sözler, yerleştirmeliler yaşam ateşini içime tekrar. Eğer dikilemezsem ayağa dopdolu bir yürekle, koşmak istiyorum azametle ölüme.
Bu lanet radyo klasikten başka şey çalmaz ki. Hep sığınmışımdır sözcüklere ama böylesine muhtaç olabileceğim, birkaç sözcük için kıvranabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Evet, uzun geceler sonrasında sığındığım evimde kurtarıcımdı klasik müzik; beynim, ruhum, hatta bedenim bile temizlenip arınırdı. Ama ruhum kanadığında, hırpalanıp pes perişan sığındığımda evime ya da arabama, "Türküleri yaşamak" çıkartır alırdı beni derin karanlıklarımdan. Yapayalnızken, sığınıp sarılabileceğim, nefesini ya da sesini içime çekebileceğim kimse yokken, çok kere iyice çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlarken, soğuk ve karanlık acımasızca çullanmışken üzerime, türkülerdi hep beni çekip çıkartan, yüreğimi ısıtan, çekilmiş bedenimi yeniden yaşama katan. Hatırlar mısın, birlikte seyretmiştik "Devenin Gözyaşları"nı; ender rastlanan beyaz rengi yüzünden kendinden olmadığını zannedip yavrusunu reddeden devenin yüreğini nasıl yumuşatıp yavrusuna döndürmüştü o halk ozanı! Albino yavrusunu emzirmeye başladığında nasıl da yaşlar gelmişti gözlerinden. Bir devenin taşlaşmış yüreğini bile yumuşatan ozan benimkini nasıl ısıtmaz, nasıl çekip almaz karanlığın ellerinden hissizleşmiş beni! Hiç konuşmamıştık; türkü dinler misin, türküler hakkında ne düşünürsün bilmiyorum. Bilesin, bazı müzikler dinlenmez yaşanır Itır.
Kimim ben...
İnsanı alıp bildiği o diyarlarda dolaştıran o güzelim şarkısında "Ben kimim" diye haykırıyordu Candan Erçetin. Hırçın bir çağlayan gibi akan sesiyle "Yalan mıyım gerçek miyim?" diye soruyor, şaşırtıyordu. "Hiçlikler içinde kanayan yürek, yokluklar içinde savaşan beden, boşluklar içinde karışan zihin… Güçlükler içinde değil miyim…" diye haykırışı çınlıyor hep beynimde. Şimdi dinleyemem "Ben Kimim"i; çünkü biliyorum artık bir bitki olduğumu. Katlanamam… Hiç katlanamam...
Nasıl biriyim ben? Nereye kadar böyle yaşayabilecektim? Surlar'a bindirinceye kadar… Ne işim vardı Ahırkapı'da, nereye gidiyordum Sahil Yolu'ndan? Nereye olacak, buraya… Bir bilet de mezarlığa… İşe bak ya, Ahırkapı… İyi biliyormuşum gireceğim yeri… İbre 240'ta takılmış diyorlar… O uzun virajda ne topuklamışım ya, ayıkken yapamam!.. Kaldırım falan demeyişime bakılırsa tam uçmuşum ya… Arabayı jiletle kazımışlardır Sur'dan. Frene basmadım mı hiç, kaçtı süratim ya? Hurda yumağına dönmüş arabadan çıkartılıncaya kadar yanımdaki kadın ölmüş. Kendimi affedip affetmememin ne önemi olabilir? Adını olsun hatırlamıyorum. Nasıl tanıştığımızı bile… Lanet olsun. Sanki yüzünü hatırlıyor muyum? Kimin nesiydi, nasıl biriydi? Lanet olsun, arabaya bindiğimizi bile hatırlamıyorum. Nasıl bir mahluukum ben? Kendiminkini mahvetmekle kalmadım, hiç hatırlayamadığım birini de yok ettim. Kaza anında hemen ölmüş diye konuşuluyordu. 32 yaşındaymış… Yolu bile yarılayamadı… Kimdi? En son nereye gitmiştim, orada mı karşılaşmıştık, yoksa tanıştıktan sonra mı dolaşmıştık mekanları? Hiç hatırlamıyorum? Viski rakı şampanya demeyip ne denk gelirse içersen ne bekliyordun? İçkiyle yeni tanıştığım yıllarda iki duble rakı yere sermeye yeterdi, yere serilme değil yalpalama limitim bir büyüğe çıkmıştı son günlerde. Ne kadar içmiştim? Hatırlamıyorum…
Gözün aydın kurtuldun içkiden; daha ne istiyorsun, süremeyeceksin bir daha ağzına. Salak, çok mu komik! Yaşadığına sevin… Yaşamak mı, ne yaşaması? Neyim ben? Bitki… Bakteri evet bir bakteriyim artık ben. Bir türlü ölmüyorum. Yaşatmak istemeyenlere rağmen yaşıyorum işte. Yaşamaksa eğer… Katilim ben… Yakınları hastanenin altını üstüne getirip odamın kapısına kadar dayandılar. Hemşireler konuşuyorlardı, boğazımı sıkmakta bir an bile duraksamayacak kaç kişi varmış aralarında. Nefretle saldırmakta haksız mıydılar yani? Nasıl bir mahluukum ben? Aklından zoru olan Evrim karşıtlarının mükemmel canlı dedikleri ben miyim yani! Ne mükemmellik ama!
Evrim karşıtları, asıl mükemmel canlıların bizler değil bakteriler olduğunu göremiyor, düşünemiyorlar. Asıl komik olan bu. Canlı dendiğinde biz mükemmel falan değiliz, mükemmel olan bakteriler.
Bakteriler dışındaki bütün canlılar kolay ölümlü ve çok dayanıksızlar. Her yeni bulgu bakterilerin imkaansız sanılan ortam ve şartlarda yaşayabildiklerini ve hayatta kalabildiklerini ortaya koyuyor. Bütün canlılar için alt yapıyı ve ortamı hazırlayan zaten bakteriler değil mi? Aslında Dünyamızın ve Evren'in asıl sahipleri bakteriler. Bizler onlar sayesinde varız. İçimizdeki ve üzerimizdeki bakteriler olmasa bir hafta zor yaşarmışız. Vay canına, 10 trilyon hücremiz varmış ama hücre başına 10 mikrop taşıyormuşuz. 100 trilyon mantar, virüs, bakteri. Vay be, aslında mikrop yumağından başka şey değiliz.
Bizler yok olduğumuzda da onlar var olacaklar. Çünkü yaşam bulan ilk canlılardır onlar ve yaşayabilen son canlılar da onlar olacaktır.
Mükemmel olan insan değil bakterilerdir ve biz her şeyimizi onlara borçluyuz, sonumuzda da onlar etkili olacaklar. Hani biz mükemmel canlılardık? Ne mükemmellik ama!
Itır neden sessiz? Ne oldu bu cadıya? Çıtı çıkmıyor. Ne yapıyor, elimi mi tutuyor, alnımı mı okşuyor? Ne yapıyor? Yoksa gitti mi? Konuşsana Itır, cadı neden sesin çıkmıyor? Burada mısın? Bir şey söyle, anlayayım varlığını.
Canlılarda bulunan çatışma halindeki değişme ve korunma güçleri hayatta kalmayı ve güçlenmeyi sağlıyor. Bunların sağladığı dengedir yaşamı var kılan ve süreğenliğini sağlayan.
Bu cadı niye geldi? İntikam mı alıyor? Bu halimi görerek öfkesini mi dindiriyor? Neden geldi bu Itır? Nasıl canıma okumuştu o kadınla yakaladığında. Nereden buluyor o kelimeleri? Her biri korlaşmış çelik bilye gibi kavurarak saplanıyordu derinlerime. Öyle yakıyorlardı ki canımı, yanan etimin kokusunu duyduğumu zannetmiştim. Kelimeler saplanır mı insanın etine, nasıl yakabilir öylesine? Kimdi yakalandığım o kadın? Hiç hatırlamıyorum. Cadı yüzüne bile bakmazken söyledikleriyle bir süprüntü gibi fırlatıp atmıştı onu bir kenara, o ise hiç aldırmadan giyinip yılışık bir sırıtmayla çıkıp gitmişti.
Son yıllarda bir takım cahiller ellerine geçirdikleri birtakım görüntülerle ortalıkta dolanarak evrimin olmadığını sözde kanıtlamaya(!) çalışıyorlar. Karşılık olarak da yaradılış teorisi diye bir tuhaflığı öne sürüyorlar. "Tanrı yaratmıştır" demenin neresindedir teori, neresindedir bilim? Bu garipliği teori diye nasıl öne sürebilirler? Tv Tv, gazete gazete, dergi dergi dolaşıp kafaları bulandırmaya çalışan bu cahilleri düşünüp gülme krizine girmemek mümkün değil. Şeytan diyor geçir kafalarına televizyonu.
Nedenine nasılına kafa yormayı hiç akıllarından geçirmedikleri sıra dışı gibi duran birtakım görüntüleri Evrim Kuramının geçersizliğini kanıtlamak için kullanmaya çalışmaları cahil cesaretinden başka şey değil. Evrim Kuramının geçersizliğine kanıt diye öne sürülen o görüntüler incelenecek olursa, aslında Evrim Kuramının önemli dayanaklarından oldukları görülür. Gel de anlat.
Itır gidiyor. Ne oldu buna, hiç konuşmadı, öylece oturdu durdu. Ne diyor hemşireye, anlaşılmıyor. Cadının sesi ne kadar kısıktır, bir tepesi atmaya görsün, itfaiye sireni gibi inletir ortalığı. Vay haline yakındakilerin… Gitti galiba…
Yetişkin insanları başka dünyalara gönderme olanağın yoksa ve yaşamına dair bir şeyler göndermen zorunluluk haline gelmişse ne gönderirdin? Birilerini göndermen imkaansızsa yani… Dünya yakında yok olacaksa… Çaresizce yok oluşa doğru giderken yaşamın sürmesi sorumluluğuyla ne gönderirdin Evren'de dört bir yana? Ne olacak, bakteri dolu kutular gönderirdim. Belki yaşama uygun bir gezegene düşer, gelişme sürecinde Dünyadakine denk şartlar ve denk yaşam bileşimleri ve yapılanmaları oluşur, nihayetinde buradakine benzer bir yaşamı tohumlamayı başarırlar diye umardım. Diğer canlılar gibi bakteriler de evrimleşti, pek çoğu da yok oldu, gönderilecek olanlar 65 milyon yıl öncekiler olmalı aynı yapılanmanın ortaya çıkabilmesi için. Mümkün değil ya; toprağın, havanın, suyun kimyasal yapısının ve iklimin aynı olmasını, o günkü bütün ekosistemin şart olduğunu umursamayalım, yani bakteriler dışındaki canlı yapıyla kimyasal ve iklimsel ortamı görmezden gelelim ve o günkü bakterilerin aynılarından bulabildiğimizi farz edelim: Dünyanın son dönemindekine, yani yaşadığımıza benzer bir yaşamın ortaya çıkma ihtimali ne kadardır acaba? Milyar, trilyon, kalıbımı basarım katrilyondan aşağı değildir. Ne katrilyonu, imkaansıza yakın bir rakamdır garanti. Kimyasal, biyolojik ve iklimsel yapıyla sınırlı kalsa gene iyi; volkanik patlamalar, göktaşı yağmurları gibi kestirilemez sayısız değişken gelişim sürecinde belirleyici etki yapacaktır.
Dinozorları yok eden 65 milyon yıl önceki süreçten arta kalanlar yapılandırmıştır içinde insanın da yer aldığı bugünkü canlı yaşamını. Diğer deyişle, varlığımızı o göktaşına borçluyuz; önceki ekosistemi çok azı kalacak şekilde yok etmiş, kalan canlı türlerinin yeni ekosistemi yapılandırmasını sağlayacak ortamı hazırlamıştır.
Evrim teorisini Tanrı tanımazlık ya da Tanrı karşıtlığı olarak anlamaya ve yansıtmaya çalışanlar, evrim mekanizması olmaksızın canlıların var olamayacağını düşünemiyor, akıl edemiyor veya görmezden geliyorlar. Evrim teorisinin Tanrı’yla hiçbir alıp veremediği olmadığını aklı biraz eren herkes bilir; Darwin’in yapmaya çalıştığı, yaşam mekanizmalarını anlamaya ve açıklamaya çalışmaktan ibarettir.
Evrimleşme olmadan hiçbir canlı var olamaz.
Yaşayamayacaksa nasıl var olsun, neden yaratılsın canlılar?
Canlıların özündeki en önemli nitelik evrimleşme mekanizmasıdır. Her şey evrim üzerine kurulu… Değişmeyen hiçbir şeyin olmadığı bir Evrende canlıların hep aynı kalarak gelişip güçlenmeden soyunu sürdürmesi ve dönüşmeden de canlı yapıyı koruması mümkün değil.
Akıllı tasarımmış… Akıllı tasarım tabii, hem de müthiş akıllı tasarım ama "Akıllı tasarım" diyenlerin anladığı ve kast ettikleri gibi bir mükemmel(!) tasarım değil. Tasarımın, yani yapılanmanın akıllılığı, değişebilme yenilenebilme, farklılaşabilme ve dönüşebilme özelliğinde yatıyor.
"Akıllı tasarım" diyenler aslında mükemmellikle kendilerini kast etmekteler. Toz konduramadıkları kendileri. “Bizi Tanrı mükemmel yarattı, ne ilgimiz olabilir maymunlarla” küstah yaklaşımı var çıkışlarında. Aslında beyaz adamlıklarına paravan yapmaktalar Tanrıyı, bu amaçla kullanmaktalar inançları.
Tabii ki akıllı tasarım, hem de müthiş akıllı bir tasarımdır evrimleşme mekanizması.
Uzak yakın neyi değiştirir; tabii ki akrabayız denizhıyarıyla, hatta bildiğimiz mükemmel hıyarlarla da. Çünkü bütün canlılar gibi bizler de kusurlarla zayıflıklarla dolu ölümlü canlılarız… Yapılarımız farklı olsa da bitkisinden hayvanına, bakterisinden balinasına hepimiz genlerin eseriyiz. Doğar gelişir ölürüz ve uzun dönemlerde farklılaşır, çok ama çok uzun dönemlerde de dönüşürüz.
Yaşama, daha çok da bilime inanç penceresinden bakanların bilimsel çözümlere ulaşmaları çok zor. Daha en başında “Tanrıyı sorgulamak” engelini koyacaklardır karşılarına. Düştükleri ve bir türlü çıkamadıkları hata buradan kaynaklanmakta işte…
Bir mükemmel hıyarın çıkıp “Tanrı beni mükemmel ve çok üstün yarattı, kara kuru kıllı yaratıklarla, ötekiyle berikiyle ilgim olamaz…” demesi, en başta, paravan yaptığı Tanrı’ya hakarettir.
“Tanrı beni mükemmel ve çok üstün yarattı…” anlayışına kendini kaptırmış giden mükemmel hıyar, genlerinin şempanzeden sadece yüzde bir farklı olduğunu bilmez mi bilir. Bu yüzde biri mükemmelliğinin kanıtı sayıyor mu bilmem ama yetip artıyor hıyarı mükemmel üstün varlık yapmaya.
Sormazlar kendilerine ben sorayım “Yaradılış teorisi”cilere: “Ne yani bir kuarktan veya fotondan veya bir galaksiden daha mı mükemmel varlıklısınız, daha mı özelsiniz?”. Bütün bunların değişip dönüşmesi önemli değil ama başta insan olmak üzere canlılar değişmez dönüşmez sabit varlıklardır öyle mi? Bu öyle bir görmezden geliştir ki, cansız denilip önemsenmeyenlerin değişip dönüşebilmesi için canlıların evrimleşmesinden çok daha muazzam güçler gerektiğini de görmezden gelmek gibi çok vahim bir yanlışı peşi sıra getiriyor. Farkında bile değiller...
İnançtan hareketle evrime inanmadığını söyleyenlere kim ne diyebilir. Sahip oldukları bilgi ve birikim gereği böyle düşünmektedirler. Fakat inancı bilim diye sunanlara söylenecek söz olacaktır elbette. Hele de bir takım çıkar hesaplarına alet ediliyorsa inançlar veya orasından burasından çekiştirilerek saptırılıyorsa bilim, söylenecek daha çok şey olacaktır.
İnanç bilim değildir, bilimin de inançlarla işi yoktur.
Bu cahillere en güzel yanıtları hep daahiler verip durmuştur. Newton yer çekiminin bilimsel tanımlamasını yapmış yapmasına da, bir başka daahi asırlar önce müthiş bir örnekle açıklamış yer çekimini: Galileo, arzın merkezine doğru açılacak ve merkezde durulmayıp aksi istikamette biraz daha uzatılacak kuyuya atılacak taşın sarkaç davranışıyla açıklamış yerçekimini. İnsanın aklı duruyor. Çılgınlık bu… Deha karşısında kalakalmaktan, büyük bir saygıyla eğilmekten başkasının insanın elinden gelmemesi bundandır işte. Adama bak ya, açılacak bir kuyuya atılacak taşı düşünmek, bir öteye bir beriye gelişini hayal etmek… İnanılmaz, insanın aklı duruyor… Nasıl muhteşem açıklıyor yerçekimini ya… Bu yetmemiş gibi tutmuş yaptığı teleskopla Jüpiter'e bakmış, bilmem kaç tane uydusunu görmüş, yörüngeleriyle ilgili notlar almış. Be adam, o ilkel olanaklarla yaptığın teleskop ne kadar iyi olabilir, ne kadar iyi gösterebilir? Ne gördün, nasıl gördün? Hadi Jüpiter'i gördün, uydularını görmeyi nasıl başardın? Ben koskoca 22 cm ayna çaplı teleskopla baktığımda Jüpiter'i gördüğüme sevinmiştim; uydularını görmek de neymiş, hayallerini kurmayı bile başaramamıştım. Nasıl gördün be adam. Şehrin ışıkla kirlettiği gökyüzü koca bir bahane olabilir ancak. Veya insanoğlunun kirlettiği atmosfer... Çok çok iptidai bir teleskop yapabileceğin meydanda, onunla bakıp bir şey görebilmemin mümkün olabileceğini hiç sanmıyorum; be adam nasıl gördün? Hadi geçtim beni, sayısız insan Dünyadaki en karanlık, en berrak atmosferli yere götürülse, senin teleskop dediğin o ucube aletle içlerinden bir teki, değil uyduları, Jüpiter’i bile görmeyi başaramaz be adam. İnanılmaz… Hayranlık duymamak mümkün mü? Delilik bu ya… Daahi bu, durur mu, “Dünya değil Güneş'tir merkezde olan, diğerleri onun etrafında dönüyor” demiş, tabii çarşı karışmış. Zor kurtarmış canını. Bunları görüp düşünen birinden korkmayacaklardı da ne yapacaklardı? İktidar delilerinin böyle bir daahiyi anlamaları mümkün mü?
Bir başka daahi Lavoisier, Galileo kadar şanslı değildi; “Devrimin bilginlere ihtiyacı yok” diye buyuran gücü ele geçirmişlerce kesildi başı. Kimyayı simyacılıktan çıkartıp bilim yapan o muhteşem kafanın insanlığa neler daha armağan edebileceğini bir an bile düşünmemişler! Ne ahmaklık, ne akılsızlık… “Bilime ihtiyacımız yok” deyip kimya biliminin babasının kafasını kesivermişler iki saniyede… Taptığınız iktidarlarınıza da size de… Lanet olası salaklar…
Sanki günümüzde farklı mı; yine çıkıyor akılsız soytarı şebekler, tartışmalı tarihi bir meselede hiçbir geçerli bilimsel, tarihsel kanıt ve dayanak göstermeye gerek duymayıp en küçük savunma hakkı tanımaksızın "Biz buna inanıyoruz, aksini öne sürmek ve savunmak suçtur" yasası çıkartabiliyorlar güçlerini ilan ettikleri parlamentolarından. Bu nasıl bir dangalaklıktır anlamak mümkün değil. "Aksi iddia edilemez. Suçtur…" diye yasa çıkartabiliyorlar ya 21. Yy.ın dünyasında. Bu kadarını askeri rejimler bile yapmaz ya. Yapsa yapsa baskıcı şeriatçı yönetimler yapar diyorduk, bu soytarı şebekler hepsini yaya bıraktı. Bilimin başını kesenlerin torunları yapar da komşusu geri mi durur, orada da var şebek soytarılar, orada da çalışıyor muktedirler, orada da çıkartıldı "Aksini söylemek suçtur" yasası. Dangalaklığa bak ya, "Güç bizde…" deyip dayıyorlar "Buna inanılacaktır, İİİNAAAANNN…" yasasını… Parlamentolara bak ya, emrediyor buyuruyor, ifade ve savunma özgürlüğünü engelliyor ya… Soytarılığa bak ya… Evrimin tersine de işleyebildiği ve şebekleşmelerin hayat bulabildiği görülüyor. Hem de uygarlığın merkezi denilen Avrupa'nın göbeğinde.
Tarihçiler ve hukukçular varken karar almak bu soytarı şebek parlamenterlerin ne haddine! Salaklar, verebiliyorlarsa emir versinler tarihçilerine hukukçularına hiç olmazsa, onlar çıkarsın çıkartabiliyorlarsa bu dayatma kararını. Sıkı mı buna yeltenmesi o muktedirlerin, o saniye bulurlar kendilerini parmaklıklar ardına veya deli gömleğine götüren yolun başında. Dangalaklığa bak ya… Üstelik 21. Yy.da ya… Buna inanılacaktır, inanmayan suçludur diye yasa çıkarttılar ya… Hem de Dünyaya demokrasi ve özgürlük abideliği taslayıp zırt pırt ders verirken yaptı bunu soytarı şebekler ya… Dangalak soytarılar…
Doğa değişiyor, değişen doğa değişmeye zorluyor. En önemli, belki de tek nedenleri “Yaşamak” olan canlılar, kimi zaman iyiye, kimi zaman da kötüye doğru değişen şartlara uyum sağlayamazsa yok olacağının farkındalığıyla değişiyor, gelişiyor, güçleniyor ve nihayetinde de farklılaşıyor, dönüşüyorlar. Bunu yaparken de şartlarla başa çıkmasına engel olan özelliklerini yitirip daha rahat uyum sağlamasına yarayan unsurlarını geliştiriyorlar. Kullanılmayan uzuvların zaman içinde yitirilmesinin kaçınılmaz olduğu gibi, çok kullanılanın, çok işe yarayanın gelişmesi doğaldır.
Buzul çağının başlaması veya sona ermesi sayısız canlı için ölümcül tehdit anlamına gelmiyor mu? Geliyor… Karın buzun içinde yaşamaya alışmış canlılar, güneşin kavurduğu şartlara geçiş sürecinde uyum sağlayamazlarsa yok olacaktır. Bu kaçınılmaz… Göktaşı çarpması veya dev bir volkanik patlama gibi nedenler yüzünden geçiş çok aniyse zaten hiç şansları yoktur yaşamı sürdürmekten yana. Çarpmanın dehşetli ortamından sağ kurtulanlar ise aniden aşırı değişen ortama uymanın mücadelesini vermeye başlayacaklardır. Eski şartlara dönme sürecinin çok uzun sürmesi durumunda çok az canlı türü hayatta kalabilecek, yaşamını sürdürebilen türler ise evrimleşebilenler olacaktır.
Dünyanın ısınması yüzünden bitki örtüsünün göç ettiğinden söz ediliyor. Peki ya gidebilecek daha sıcak ya da soğuk bir yerler yoksa ve şartlar çok sertleşmiş, eskiye dönüş ihtimali kalmamışsa ne yapacaktır canlılar? Ya içlerinden az sayıdakileri yaşamanın alışılmışın dışında bir yolunu bulacaktır ya da topluca tamamen yok olacaklardır. Çok uzun dönem süren çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışan yeni nesillerde yaşamayı sağlayıcı uzuvlar belirmesi, özellikler gelişmesi kaçınılmazdır. Solunabilecek hava, ısıtıp aydınlatacak güneş, içilebilecek su yoksa ne yapacaktır yeryüzü canlıları? Derin mağaralardaki yeraltı sularını bulmaları, denizlerin derinliklerinde besin ve oksijen aramaları kaçınılmaz değil midir? Derin mağaralarda yaşamayı seçenlerin gözleri körelirken diğer duyuları gelişecektir. Yarasaların iki özelliği öne çıkar: Körleşmişlerdir ve görmek için ses dalgalarını kullanırlar. Çok çamurlu nehirlerde yaşayan yunuslar veya köstebekler hastalık yüzünden kaybetmediler, ihtiyaçları kalmadığı için köreldi gözleri.
Hızla yaşanmazlığa ve yetmezliğe götürüyoruz dünyayı. Son zamanlarda çok arttı iklim ve çevreye dair programlar. Küresel ısınma kaynaklı tehdit her zamankinden fazla ciddiye alınıyor. Eskisi gibi değil artık. Konuyla ilgili çok yayın yapılır hale geldi. Çöplerden kurtulmanın çareleri aranırken çöpteki büyük zenginlikler keşfedildi. Düne kadar beladan başka şey olmadığı düşünülen çöpten kazanılan paraların iştah kabartır duruma gelmesi sevindirici. Geri dönüştürme başlı başına sektör haline geldi. Ne diyor; süt kutularındaki plastik katmanı çıkartmak için plazma mı kullanıyorlarmış. Vay be, iyi fikir…
Özellikle gelinen bu aşamada insanlık için en büyük tehlike kendisi, yani geliştirdiği uygarlık; çevreye küçük bir bakış atmak bile yeterli, en büyük dertlerin belaların neredeyse tamamının kendi yarattıkları olduğunu görmek için... Kanser hep vardı, ama insan geliştirdiği teknolojilerle hastalık riskini katladı. Daha rahat ve iyi yaşamak adına gerçekleştirilen bütün buluşlar yeni yaşamsal tehditleri de beraberinde getirdi, ki bu kaçınılmaz. İlaçların yan etkisi kadar olağan karşılanması gereken bu durum, tamamen, milyarlarca yılda oluşmuş yaşama uygun olmamakla ilgili. Doğru olan, bu yan etkilerin ortadan kaldırılması için süregelenden çok daha fazla çaba harcanmasıdır. Haalaa telepatiyle haberleşmeye çalışan, balkarıncası yiyen Aborjinler'den veya uçsuz bucaksız Sibirya steplerinde rengeyiği sürülerinden geçinen ilkellerden(!) daha iyi yaşadığımızı iddia etmek, dünyaya geldiğinden fazlasını anlayamadan göçüp gitmek demektir. Rahat yaşamak iyi yaşamak anlamına asla gelmiyor. Diğer yandan, ilk yok olacak olan uygarlıktır. İnsanın var oluşunu sürdürme şansı pek çok canlıya kıyasla azsa da uygarlığa kıyasla çok yüksektir. Uygarlık yok olduğunda bile yaşayabilecektir insan. Uygarlıkla birlikte çoğalma hızı katlanan insanın yeni yaşam alanları bulma çabası gittikçe artan bir hızla devam edecektir, ki bu kaçınılmazdır. Ve uygar insan, gittikçe kendisine daha az uygun olan, hatta hiç uygun olmayan alanlara saldırısını sürdürecek, buraları da, yani çöl, orman, step, dağ gibi geriye kalmış son bakir doğal alanları da kendisine uygun hale getirerek yok edecektir. Kısacası, uygarlık yok olduğunda, yaşama şansı uygar insana göre çok yüksek olan ilkel(!) yerlilerin de elinden alınmış olacaktır yaşam alanları ve yaşama şansları. Sonuçta insan soyunu sürdürme şansı en yüksek olan ilkel toplumları da bunu yapamaz hale getirecektir uygar(!) insanlar.
Ne zaman düşünecek olsam, sanki Aborjinler, yıkılıp gitmiş geçmiş medeniyetlerinden alınan büyük dersle uygarlaşmayı reddediyorlar fikri gelişmeye çalışıyor beynimde. Doğayla tam bir uyum içinde yaşamalarını böylesine uçuk bir fikirle açıklamaya çalışmak yerine çok daha basit bir cevap neden aramıyorum? Çöle yakın ortamda yaşamaları ve yiyecek kaynaklarının sınırlı olması yüzünden oluşmuştur belki de doğaya aşırı saygılı yaşam anlayışları. Bu pek akla yatmıyor. Çünkü yiyeceği daha bol ormanlık bölgelere gitmediler, ısrarla yarı çölü andıran yerlerde yaşadılar. Neden? Alışkanlık tek cevap olabilir mi? Tuhaf bulduğum bir durum daha var; Avustralya'daki bütün memeliler keseli, peki Aborjinler neden keseli değil? Evrim karşıtları hemen atlayacaklardır bu sorunun üstüne. Sahi, Aborjinler neden keseli değil? Düşündükçe çok komik geliyor; bebeğini emzirdikten sonra kesesine koyan biri çok komik ya…
Dünyayı yok etme doğrultusunda epeyce yol almış olan insanoğlu çoktan doğal dengeleri bozarak anomaliler yarattı bile, ki büyük çoğunluk bunu bile görmemek için çaba harcamakta. Çoktan kanıksadık dengesizlikleri, düzensizlikleri... Dünya çığlık atıyor, haykırıyor, akılsızlar ise paylaşım ve zenginlik derdinde, saflar beyinsizler “Elektriğimiz, son teknoloji ürünü aletlerimiz var, bir şey olmaz. Hem gerektiğinde gereken teknolojiyi geliştirir bilim...” bilmişliğinde.
Mesele aynı mesele: Teknolojinin yaşamı kolaylaştırırken doğayla uyumu zorlaştırdığını anlamamak... Beyaz adamın uygarlaştırmak için epey uğraşıp iki arada bir derede kalmalarına sebep olmakla kalmayıp sosyal çöküntüye soktuğu ama buna rağmen halen daha bal karıncası yemeye devam eden (yabaniler işte) Aborjinler mi, yoksa teknolojinin bütün nimetlerine boğulmuş kentliler mi daha mutlu mesuttur? Hangisinin geleceği daha iyidir? Afrikalı, Amerikalı, Asyalı ilkel kabilelerin durumu ve de geleceği çok kötü olmalı bu eşsiz “Son teknoloji ürünü aletlerimiz, süper arabalarımız, gökdelenlerimiz, müthiş şehirlerimiz var” bakışına göre! Sahi, Amazon yerlileri şişeleri devirirken "Ne olacak bu kabilenin hali?" diye dertleniyorlar mıdır? Cep telefonu bile olmayan bu zavallı ilkel(!) canlılardaki intihar oranı, teknolojiye, lükse boğulup gözüne hırs büründürülmüş uygar kentlilerden yüksek midir? Değil mi, ilginç, neden acaba! Bu ilkellerin hormonlu domates, deli dana gibi dertleri neden yok? Deli dana teknolojinin değil de Yağmur Ormanlarındaki ilkelliğin bedeli mi? Teknolojinin neyi değiştirdiğini anlamalarını beklediğim yok. Eşsiz birikintilerine ters düşse de söylemem gerekiyor: Uzak olmayan bir gelecekte en büyük çatışmalar temiz bir doğa parçasına sahip olmak için yapılacak. Ki ben bile buna tanık olacağımdan kaygılıyım. İnsanlığın geleceğinde yaşam alanı seçenekleri cam fanuslar, uygar yaşama uygun olmayan alanlar ve kirlenmiş topraklardan ibaret olacak. Yani, yine binilecek ilkel yabanilerin tepesine, ellerinden alınacak son yaşam alanları da. Çünkü gözü iyice dönmüş milyarlarca beyaz adama dönüştürülmüş olacağız çoktan. Hele de, başını hızla gelişen Çin'in ve Hindistan'ın çektiği Asya ülkelerinde yüz milyonlarca beyaz adamın yetiştiğini görüp de kaygılanmamak mümkün mü geleceğin dünyasından? Teknoloji her zamanki gibi icatlarını sürdürecek tabii ki. Ne zaman nerede duyduğumu hatırlamıyorum; bir firma havadaki karbondioksiti süzen plastik ağaç yapmayı başarmış. Ne müjdeli haber değil mi? Ama ne yazık ki, karbondioksiti emen bu plastik ağaç oksijen üretemiyormuş. Yani fotosentezin yarısını yapabiliyormuş "Bunların ne yararı var" denerek küçümsenmesine rağmen yaşamın olmazsa olmazı ağaçların pek çok işlevinin yalnızca küçük bir görevini gerçekleştirmeyi başaran icat yapmış bu firma. Ne mutlu insanoğluna… Neyse... Plastik ağacın üretimi sırasında oluşan malum kirleticileri de görmezden geliriz olur biter. Tepemiz delinmiş, altımız kaynıyor, hava yakıp donduruyor, her bir yandan gelenler dört bir yana savuruyor, yenmezleşenler ortalığı kaplıyor, ama biz bozmamalıymışız moralimizi, çünkü insanlık kötüye gitmezmiş. Teknolojik gelişmeleri iyiye gidiş sayan mantığın bakışıdır bu anlayış. LCD'in varsa, mp3 dinliyorsan, iyi bir otomobile biniyorsan iyiye gitmişsin demekmiş, işte bu kadar basitmiş. Amazon'da yeni keşfedilen, uygarlıktan habersiz ilkel kabile kötü durumda öyle mi? Hadi oradan salaklar… İyiye gitmekmiş!
Gelişmek çok önemli ve gerekli bir zorunluluk insan için ama yaşam ortamını yok etme açmazından çıkmanın yollarını geliştirmek ihmal kabul etmez ve çok daha önemli bir zorunluluk.
Itır gitti, belli... Hemşirenin sesi de duyulmuyor. Uçak kazalarıyla ilgili ne çok program yapıyorlar? Atlantik'e düşen uçakla ilgili… Karakutu bulunamamış… Dünyanın 4'te üçü denizlerle kaplı değil mi? Bu karakutuları suyun yüzeyine çıkacak şekilde neden yapmıyorlar? Düşen uçakların epeycesi denize çakılmıyor mu? Karakutuları yüzeye çıkacak şekilde neden tasarlamıyorlar? Uçak suya düştüğünde bağlayıcı parçaların suyla etkileşime girince yerinden kopar, sonra yükselerek yüzeye çıkabilir kara kutular. Zor olmasa gerek böyle bir şeyi üretmek. Ne bileyim, uçak gövdesinin üstte kalma ihtimali fazla olan kolayca ayrılması en muhtemel kuyruk veya kanat ucu gibi bir bölgesine yerleştirilebilir karakutu. Belirli derinlikten itibaren anlamındaki yüksek basınç etkeni de eklendiğinde, normal uçuşlar sırasında gövde içine sızabilecek suyun yaratacağı kazalar engellenebilir. Gövde içine dolarak ortamı tamamen kaplayan su, bağlantılarını koparır, hooopp doğru yüzeye. İki dakikada bulunuverir kutu. Ne dalgıç, ne denizaltı… Salına salına, sinyal yaya yaya yüzmektedir karakutu, palamut gibi al at sandala. Vay be, fena fikir değil bu ya. Yarın kalkıp gideyim hemen patentini alayım. He he, çok komik, salak…
İnsana dair izlere ulaşılabilen son binlerce yılda belirgin ve fark edilebilir evrimleşmelere zorlayacak şartlar yok. Bu döneme bakıp yargıya varılamaz, fakat sanki varılabilirmiş gibi davranılıyor. Aslında Yaradılışçılar dışında yargıya varan yok ya. Utanmasalar "Kaya resimlerinde, duvar kabartmalarında neden kıllı atalarımız çizili değil" falan diyecekler. Hani neredeyse "Akşam yattım sabah neden kanatlarım çıkmadı, niye solungaçlarım belirmedi?" diye diklenecekler.
Şimdi düşünelim, bir şempanze neden değişmek için kendisini zorlasın, neden daha zekileşsin? İhtiyacı olmadıkça neden sıkıntıya soksun kendini? Çok olağanüstü şartlar söz konusu olmadıkça hiçbir canlı istifini bozmaz, kendisini sıkıntıya sokmaz, dertsiz başına dert almaz. Şempanze de dert etmez, benim zekaam bana yeter der keyfini çıkartır yaşamanın.
Değişimin etkisindeki bir numaralı organ zekaa değil mi? Canlıların en önemli organı olan zekaa, zorluklarla başa çıkmaya çalışırken diğer organlara göre daha hızlı evrimleşecektir. Soluk almaya, yiyecek bulmaya veya yiyecek olmamaya çalışan canlının zekaasına sarılmasından daha doğal ne olabilir?
Zekaa ve yeteneğe hep imrenilmiştir. Yağmur Adam’da Dustin Hoffman’ın müthiş oynadığı otistik karakterinin inanılmaz yeteneklerini gören kimi insanlar, otizmi iyi bir şey sanmaya başlamışlardı. Neredeyse, burnunu poposunu kestirip biçtirenler gibi "Böyle hafızam olsun, bunun gibi müthiş hesap yapabileyim, beni otistik yapar mısınız?" diye cerrahlara koşturacaklar. Ne ilginç, otistiklerin ne can yakıcı dünyalarda yaşadığını, neler çektiğini hiç akıllarına getirmiyor zekaalarının çarpıcılığına kapılanlar… Her şey gibi zekaanın da bedeli var.
Bilimsel kılıfla Evrim karşıtlığı yapanların fosillere baktık demelerinin anlamı yok; akılları tamamen binli yıllara bakışın tutsaklığında veya yaşanabilir alanlar bulmakta karadaki canlılardan çok daha fazla şansa sahip deniz canlılarında. Suyun koruyuculuğu karaya kıyasla çok daha fazla ve su hem oksijeni hem de ısıyı daha iyi muhafaza ediyor. Kirliliğin veya ısının, havaya ve karaya kıyasla çok çok yavaş yayıldığı, hatta tamamen yayılmadığı suda derine veya uzağa gitme şansları var su canlılarının. Bu yüzden değişmeye gereksinim duymayacaklardır.
Milyonlarca yıldır değişmeyen türleri, Evrim Kuramının geçersizliğine kanıt olarak sunmaya çalışanların öncelikle yapması gereken tek şey var ama akıllarına veya işlerine gelmiyor; "Bu türler neden değişmedi?" sorusuna yanıt aramak. Değişmediler, çünkü ihtiyaç duymadılar. Bir şempanzenin zekaasını geliştirmeye ihtiyaç duymaması da aynı sebeptendir, bir midyenin milyonlarca yıl önce de aynı olması da... İhtiyacı yok ki, yaşamını sürdürüyor, neden değişsin?
Bu noktada "Günümüzde de pek çoğuna tanık olduğumuz türleri yok olanlar neden değişmiyorlar peki?" diye sorulabilir. Burada da aynı yanıt geçerli; "Eyvah yok oluyoruz!" alarmını veremiyorlar. Çünkü değişimi gerektirecek olağanüstü şartlar söz konusu değilken hızlı şekilde tükeniyorlar. Alarmı çalıştıramıyor, değişimi sağlayacak gücü oluşturamıyorlar. Değişmeleri gerektiği kıvılcımını ateşleyecek aşamaya gelemedikçe yok olmaları kaçınılmaz.
Bütün bunlardan hareketle, canlıların, dönem dönem suların koruyuculuğuna sığınmak zorunda kaldığını, dönem dönem de rahatlayıp zenginleşen karalara döndüklerini öne sürmek yanlış olmaz. Hatta bu geçiş dönemleri birden fazla yaşanmıştır diye düşünmek de...
Yaşam deniz gibi, ilklerle dolu… Ölüm deniz gibi, sonlarla dolu…
Ve aynı tür bir bölgede karaya geçiş yaparken, bir başka yerde denizde yaşamayı sürdürebilir. Örneğin, Atlantik'in yaşanmazlaşmasıyla G.Amerika kıyılarında karaya çıkan tür, karaya kıyasla daha uygun şartlar nedeniyle Hint Okyanus'unda kaçabilir. Ya da tersi… Örneğin, Kuzey Pasifik'in Asya kıyılarında karaya veya bir adaya çıkan tür, Orta Amerika körfezine sığınıp denizde kalabilir; aynı türün daha önce karaya geçiş yapıp dönüşümünü tamamlamamış olan yarı su yarı kara hayvanı amfibiler de denize dönebilir. Okyanus ağır bir kirlilik altındayken o bölge sularına hayat vermeyi sürdüren yer altı kaynak suları bu çekimi yaratabilir. Bunlar tamamen çok ağır yaşam şartlarının zorunlu hale getirdiği seçimlerdir ve zaten Daahi Kuramcı da bu yüzden "Doğal Seçim" demiştir. Kuzey Yarımküre'de veya Kutup'ta olup Güney'de olmayan türlerin -ya da tersi- açıklaması bu olabilir. Evet evet budur… Hemen ardından Avustralya'nın keseli memelilerini düşünüp "Keseli memelilere karşılık gelen deniz türleri var mı?" sorusu takılıyor insanın aklına. Bu Avustralya çok karıştırıyor insanın kafasını; eldekilerin yetmediği, başka açıklamaların gerektiği çok açık…
Çıt çıkmıyor… Hemşirelerden bile…
"Sessizliğin sesleri" tanımlamasını kullanmam ne hoşuna gitmişti Itır'ın. Bir müddet sonra O'Henry'nin kitabını uzun yılların ardından bir kez daha okumaya başladığımda aynı tanımlamayla orada karşılaşmıştım. Bu tanımlamayı uzun yıllar önce O'henry'de görüp belleğime yerleştirdiğimden mi kullanmıştım, yoksa bütün güçlü seslerin yitip gittiği gecenin geç saatlerini yaşamak alışkanlığım sırasında edindiğim izlenimlerin eseri miydi, karar vermem kolay değil. Neruda'ya sarılan Postacı'nın dediği gibi, "Şiirler yazanın değil okuyanındır artık" durumu mu geçerli, yoksa "Aklın yolu birdir" ilkesi mi, gel de karar ver.
Hamam böceği, akrep gibi kimi canlılar kabuklarını radyasyondan bile etkilenmeyecek kadar güçlendirerek ve tahtaya varıncaya kadar çok çeşitli şeyleri yiyerek türlerini sürdürmüşler. Kaplumbağalar, timsahlar, hamam böcekleri, akrepler hayatta kalmalarını sağlayacak özellikler geliştirdikleri için dinozorları yok eden 65 milyon yıl önceki göktaşı çarpması sürecini bile atlatabilmişler.
O toplu yok oluş sürecini atlatanların belirgin özellikleri öne çıkıyor: Kabukları, yani zırhları çok sağlam, uzun süre açlığa susuzluğu dayanabiliyorlar, hemen her şeyi yiyip radyasyondan etkilenmiyorlar. Özetle, her türlü tehlikeden korunabilmeye dair özellikler geliştirme doğrultusunda kullandılar evrim mekanizmasını.
Zenginsen ölemiyorsun diyen Sabancı'mıydı? Vehbi Koç'tu Vehbi Koç… İnsanı makinelere bağlayıp yaşatmalarından yakınıyordu. Yoksa haklı mı ne! Böyle bitki gibi yaşamak daha uzun yıllar tartışılacaktır. Ne zaman beyin aktivitelerinin ayrıntılı dökümü ortaya konur hale gelir, o zaman biter bu tartışma. Niye bitsin, dışarıdan fark edilemeyen bilince erişilir hale gelinse bile bu kez de beyin aktivitelerinin geri gelip gelemeyeceği tartışılıp duracaktır.
Bir kez daha haklı çıktı filozof: "Bir şeyi çok iyi biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir."
Hatalı genetik kod diğer bir evrim gerekçesi... Hatalı gen işe yarar bir özellik ortaya çıkartırsa kalıcılaşma bilgileri kaydedilebilecektir genlere. Başta kusur olarak gözüken hatalı genin eseri zaman içinde işe yarar özelliğe dönüşürse evrim, işe yarar değilse sebep olduğu kusur gelişmeyip araz olarak aktarılacaktır sonraki nesillere.
Galapagos’taki iguanaların solungaç geliştirip geliştirmeyeceklerini görmek için sabırsızlanmakta pek çok insan. İnsan ömürleri içinde söz konusu değil bu değişimin gözlenmesi ama şimdiden sualtında kalma rekorları kıran iguanalar başka yere gitmediği veya adadaki bitki örtüsü bir nedenle çok zenginleşmediği sürece "Ekmek denizin dibinde" deyip dalarak yosunlarla beslenmeyi sürdürecekler, en sonunda da yarı balık yarı sürüngene, daha da sonunda ise balığa dönüşeceklerdir. Bu kaçınılmaz…
Denizlerin tuz oranıyla kanımızın tuz oranının aynı olması bir rastlantıdır denilip geçilebilir mi? Tabii ki denilemez, zira kökenimizin denizlere dayandığının göstergesidir diyor… Hay aksi, genetikçi mi yoksa biyolog mu, gel de kestir. Başını kaçırdım, sonrasına dikkat edeyim…
Uyumuşum… Ne zaman uyudum, ne kadar uyudum bilememek ne tuhaf. Zaman hiçbir şey ifade etmiyor ne zamandır. Dur bir dakika, artık radyom var. Televizyonu kapatmışlar… Programlar saat başlarında başlıyor, arada bir de saati söyledikleri oluyor. Tarihleri de söylüyorlar. Yaşasın, bundan sonra bileceğim geçip giden zamanı.
Ne ilginç, atom boyutunda baktığımızda her şeyin boşlukta yüzdüğünü göreceğimiz hiç aklıma gelmemişti. Aslında bildiğimiz bir şeyi birileri göstermedikçe görememek ne ilginç. Tıpkı uzay gibi; boşluklar cisimlerden kat be kat fazla… Her şey gibi bizler de koskoca boşluklarız ya. Ne kadar garibine gidiyor insanın.
Hemşire biriyle mi konuşuyor! Itır mı geldi yoksa! Gündüz olduğunu ne biliyorsun, ya gecenin bir yarısıysa. Sabredersem saati duyabilirim radyodan. Umudum yoktu, gelmez diyordum, kalktı geldi. Nerelerdeydi, neler yapıyordu? İzini kaybettirmişti, şaşırttı beni. Bir şekilde duymuş başıma geleni, kalktı geldi cadı. Ne diyor hemşire?
Parkeyi kemiren tahta kurtlarının sesini duyan yeğenim şaşkınlıkla "Siz duymuyor musunuz?" diye sormuştu. "Neyi" şaşkınlığıyla bakakalmıştık. "Tahta kurtlarının katır kutur seslerinin duymuyor musunuz?" diye diretmişti. Kalabalıktık, gençlerin sayısı azdı. İşaret ettiği kapı eşiğine baktığımda görmüştüm parkedeki delikleri. Farkında değildim o an'a kadar. Kemirme seslerini onun duyması, biz yetişkinlerin duymaması çok normalmiş meğer. Daha sonra bir belgeselde denk gelmiştim bunun açıklamasına. Çocuklar ve gençler belli bir yaşa kadar yetişkinlerin duyamadığı frekansları duyabilirlermiş. Yaş ilerleyince bu frekans aralığını duyamaz hale gelirmişiz. Sabahtan akşama kadar kapısının önünde aylaklık yapan gençlerden bıkan bir market sahibinin yardım istediği uzmanın yaptığı elektronik devre kapıya takıldıktan sonra hepsi hemen toz olmuşlar. Uzmanın sisteminin hoparlöründen yayılan rahatsız edici sesleri yetişkinler duyamazken, gençler bir saniye katlanamıyor, hemen kaçıp uzaklaşıyorlarmış. Yaşlandıkça sadece sesimiz değil, kulaklarımız da kartlaşıyormuş ya, vay be.
Evrim karşıtlarının en büyük yanılgısı "Değişkenlik"i görmeyişlerinden kaynaklanıyor. Değişkenlik üzerine kurulu bu evrende sabit canlılar oluşamaz, oluşsa bile yaşarlığı koruyamaz. İşte en önemli mesele bu…
Tanrısal pencereden bakalım; Tanrı, yaşayabilirliğini koruyamayacak olanları yaratır mıydı? Eğer yaratacak olsaydı her yok oluşun ardından sürekli olarak yeniden yaratmak zorunda kalırdı.
Yaratılışçıların açısından bakarak Dünyamıza kabaca bir göz attığımızda, Tanrının dönem dönem farklı türler yarattığı sonucuna varırız. Belli bir dönem mikroorganizmaları, diğer bir dönem dinozorlara hayat vermeyi istemiş, son dönemde yarattıklarının arasına insan da koymaya karar vermiş Tanrı. Görüntü bu. Böylesine basite indiriliyor yaradılış. Akıl alacak şey mi?
Dalmışım… Ne kadar uyudum? Ne güzel alışmıştım zaman kavramını yitirmeye, radyo televizyon geldikten sonra aniden çok önemli hale geldi. Salak, ne kadar uyduğunu, saatin kaç olduğunu, gündüz mü yoksa gece mi olduğunu bilsen ne değişecek! Anla işte, dünyanda zaman kavramının yeri yok artık. Kalın kafana soksana bunu beyinsiz.
Evrim mekanizmasının karşısındaki önemli güç sadece şartlar değil. Asıl güçlük canlıların kendi yapılarından kaynaklanıyor. Canlının yaşama güdüsü, var olan yapısını korumak için büyük mücadele veriyor, doğa şartlarına ve dönüşmeye direniyor. Değişmeye direnmek de yaradılışın önemli bir özelliği ve hayatta kalmanın temel mekanizması bunun üzerine kurulu. Değişmek çok zor… Zira her canlıda iki gücün çatışması söz konusu; hayatta kalma güdüsü ve evrim mekanizması. Bu iki mekanizma sürekli çatışma halinde olduğundan yaşam sürebiliyor. Yoksa başlamadan biterdi…
Halini korumak için mücadele ediyor bütün canlılar. Varlığını koruyamaz hale gelmedikçe, sahip olduklarını muhafaza etmek için tüm gücüyle direnir her canlı. Kilo vermeye çalışırken aşırıya kaçan açlık durumlarında, vücudun, yağları korumaya alarak tepki vermesi buna iyi örnek. Bu duruma engel olmak için vücuda alıştıra alıştıra bildirilmesi gerekiyor az yemenin.
İşte tıpkı sistemli diyette olduğu gibi çalışıyor evrim mekanizması; ikna etme süreci yaşandığında değişiyor, dönüşüyor, yüzerken yürür, yürürken uçabilir hale geliyor canlılar. Ani değişimin tek sonucu ise ölüm ve yok oluş.
Değişim ve farklılaşmanın gerçekleştiği yavaş geçiş evrelerinde yok olacağı kesinlik kazanırsa, o zaman yeni duruma uymak için mücadele etmeye başlıyor canlılar. Başka türlü hayatta kalamayacaktır, yeni şartlara uygun özelliklere sahip olmak zorundadır.
Hepsinden önemlisi; canlılar yaşama tutunma gücünü mükemmel olmayışlarından alıyor. Ve bu özellik canlıların en önemli silahıdır. Savaşma ve direnme gücünden yoksun canlıların güçlü, dirençli, sağlam yapılı olması mümkün değil. Savaşma ve direnme gücünü veren ise güçsüzlük ve zayıflıktır. Güçlü olan hayatta kalır ilkesiyle çelişir gibi gözükse de aslında örtüşüyor; çok güçsüzler veya zayıflar yaşayamaz ama bu kesinlikle güçlüler mükemmel canlılardır demek değildir. Canlılar, gücünü güçsüzlüklerinden alan yaratıklardır. Savaşma gücünden yoksun olanları ise yaşayamamaktadırlar.
Tersi olsaydı eğer, yaşam şartlarıyla mücadele edemeyen, direnme ve dayanma gücünden yoksun, güçsüz yaratıklar olurdu bütün canlılar. Dolayısıyla da yaşam var olamazdı. Tabii biz mükemmel(!) varlıklar da…
Çamura çöpe batmış az gelişmiş yoksul yörelerin insanlarında hemen hiç görülmezken, zengin diyarların steril ortamlarında yaşayanların önemli sorunlarından sayılıyor alerjiler. Günümüzde alerjilerin zengin hastalığı diye tanımlanmasını nedeni ise bağışıklık sisteminin gelişmesini sağlayacak bakteri, mantar, kirlilik gibi etkenlerin yokluğu. Zenginleşerek kendilerine steril dünyalar kuranlar, ‘Aşı’ diye tanımlayabileceğimiz bu güçlendiricilerden yoksunlaşıyorlar. Bedeli ise kolayca yataklara düşmek, her şeyi yiyip içememek, bulunacağı ortamlara çok dikkat göstermek oluyor...
"Beni öldürmeyen güçlendirir" deyişiyle özetlenebilecek bu ilkenin iki sonucu var: Aşırı güç şartlar yok ederken, üstesinden gelinebilen şartlar güçlendirir. Ve bu güçlendirme çok uzun dönemler için hayatta kalmaktan çok fazlasını, yani evrimi barındırır.
Doğa şartlarındaki uzun süreçli olağanüstü değişim dönemleri, canlıları değişime zorlamıştır. Bu olağanüstü dönemlere ilk tepki veren ise zekaadır. Hayatta kalmanın yeni ve başka yollarını arama güdüsü, canlılarda, öncelikle de insanda zekaayı fazlasıyla dürterek harekete geçirmiştir. Yiyecek bulmanın neredeyse imkaansızlaştığı veya yiyecek olmanın çok kolaylaştığı, hayatta kalmanın pamuk ipliğine bağlandığı ortamlarda yaşamını sürdürmenin yeni yollarını bulmak zorundadır canlılar. Bu arayışta en büyük görevin zekaaya düştüğü açık. Dişlerini, tırnaklarını sivriltmeyi veya saklanmayı ya da nerede yaşanarak neyin yenilip içileceğini, neyin solunacağını yine şartlar belirleyecektir. Tırtılda, kuşta veya insanda, hiç fark etmez, bütün bu kararları zekaa kontrol etmektedir.
Bir ağaç, suyun olduğu derinliklere köklerini uzatacak veya derinlerdeki suyun barındırdığı özellikler nedeniyle kendisine zarar vermesi durumunda, köklerini, yağmur suyunu hemen alacak şekilde yüzeye yakın yayacaktır. Eğer atmosfer zehirli gazlarla ve toz zerreleriyle fazlasıyla doluysa yaprak yüzeylerini küçültecek, hatta tamamen kökten ibaret hale gelebilecektir kaçınılmaz olarak.
Yaşam girişken ve saldırgandır ama bir o kadar da kırılgan ve dirençsiz.
Bu durumda, olağanüstü değişimlerin yaşandığı dönemlere ve hemen ardından gelenlere ait jeolojik katmanların, değişim, dönüşüm, geçiş örneklerini barındırması çok normal değil mi? Permiyen dönemi katmanları "Sonlara", izleyen dönemlerin katmanları ise "İlklere" dair örneklerle dolu olmalı.
Başta dinozorlar olmak üzere canlıların tamamına yakınının yok olmasına yol açan 65 milyon yıl önceki göktaşı çarpması gibi, hatta daha da ölümcül önceki olağanüstü şartların dönemleri canlı yaşamlarında köklü değişimlere sahne olmuştur. Topluca tamamen yok etmeyip yok olmanın eşiğine getiren şartlarda sağ kalabilen canlılar değişip dönüşmeyi başarabilenlerdir. Yani yakın atalarımız.
Bu değişebilme ve farklılaşabilme özelliği canlı yaşamının sürebilmesindeki en önemli etkendir. Hatta canlıların kilit mekanizmasıdır. Bu kilit mekanizma olmasaydı şu an birkaç türün bile yaşayacağı şüphelidir. Hepsinin soyu çoktan tükenmiş olurdu. Zira yaşam şartlarındaki uzun dönemli olağanüstü değişimler hepsini toptan yok eder, yenilerinin oluşumuna da izin vermezdi.
Canlıların en büyük gücü, evrim mekanizmasıyla desteklenmiş güçsüzlüklerinden geliyor. Güçlendirici ve geliştirici bu yapı canlıların en önemli silahıdır. Bir canlı ne kadar mükemmel olursa olsun, olağanüstü değişimlerin çok sıradan olduğu ve sürekli yaşandığı bu evrende hayatta kalamazdı. Değişimin, dönüşümün durması söz konusu olamayacağına göre canlılar da sabit varlıklar olamaz.
Bir an Tanrının yerine koyalım kendimizi; Tanrı olsaydık sürekli değişim üzerine kurgulanmış, aynılığın ve simetrinin bile olmadığı bir evrende sabit canlılar yaratır mıydık? Büyük değişim ve dönüşüm süreçlerinde sürekli yok olmaları yüzünden canlıları tekrar ve tekrar yaratmak zorunda kalmak sırtımızda ağır bir yük olmaz mıydı? Basitçe örneklersek; yıldız tozuna dönüşen yıldızlar, yıldız tozlarının meydana getirdiği yıldızlar. Sürekli değişip dönüşen bir sistemde sabit canlılar olacak şey mi? Değil ki biz insanlar gibi güçsüz ve yetersiz canlılar yaratalım. Bütün işimiz gücümüz ikide bir yok olan canlıları ve biz mükemmel(!) varlıkları sürekli yaratmak olurdu.
Sayılara sığdırmamızın bile imkaansız gözüktüğü, ucu bucağı hakkında bile fikrimizin olmadığı Evrenimizdeki minicik Dünyamızda yaşamı ilişkilendirdiğimiz binli yıllar, kozmik ölçülerde hesaba kitaba girmeyecek kadar küçücükken, bütün bu muazzam ömürlü muazzam yapıların yanında bir hiç bile sayılamayacak hiçlikteki biz mükemmel(!) canlıların ne önemi olabilir?
"Yine yok oldu şuradaki mükemmel yarattıklarım, yeniden yaratayım… Bak oradakiler de yok oldu… Şuralarda süpernovalar patlamış, buralarda yaşam kaynakları kurumuş, oralarda galaksiler çarpışmış, gezegenler birbirine girmiş, göktaşları ile kuyruklu yıldızlar denk geldiklerine bindirmiş, karadelikler durmaksızın önüne geleni yutuyor, her yerden yok olma haberleri yağıyor… Mükemmel varlıklarımı yeniden yaratmaktan usandım… Öööfff yaaa, işim gücüm bunları…" telaşlarını yaşamak ister miydim Tanrı olsam, yoksa evrim mekanizmalı müthiş sistemi mi yeğlerdim?
Galaksimizde 100-200 milyar yıldız olduğu düşünülüyor. Bunların hepsinin değilse bile önemli bir bölümünün de büyük olasılıkla gezegenleri var. Görebildiğimiz Evren'de ise 200 milyar civarında galaksi olduğu tahmin ediliyor. Yeni oluşum nedeniyle hadi diyelim epeycesinin yıldızları gezegenleri tam oluşmuş değil, buna rağmen görebildiğimiz Evren'deki galaksilerin yarısında yıldızlar ve bunların epeycesinde de gezegenler olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Hadi diyelim bunların çok çok azında dünyamızdakine yakın canlı yaşamı, çok azında da bize, yani insana eşdeğer canlılar var. Ne kadar elemine edersek edelim yine de trilyonlarcasında, en azından milyarlarcasında insan benzeri canlı olduğu sonucuna ulaşırız. Yanılmıyorsam Drake formülüydü bunu ortaya koymaya çalışan. Hiç de uzun ömürlü ve dayanıklı olmayan insanı ve ondan çok daha uzun ömürlü olmasına rağmen yine de yaşanılırlığı Evren ölçülerinde epeyce kısa olan yaşadığı bu Dünyayı ve eşdeğeri gezegenleri, onların yıldızlarını, galaksilerini yeniden yaratmak zorunda olan Tanrı'nın işi çok ama çok zordur. Tam anlamıyla başını kaşıyacak zamanı olmaması gerekirdi.
Ne kadar aza indirgersek indirgeyelim 100 milyarlarca yaşam, milyonlarca zeki yaşam olabileceği sonucuna varmaktan kurtulamayız. Uygarlık geliştirme aşamasına hangilerinin geldiği veya uygarlık düzeylerinin ne olduğu ayrı konudur, yaratılma veya var olma biçimleri ayrı konu. Ama varlar… Oradalar ve bizler gibi onlar da başkalarına dair sorular soruyorlar.
Itır gelmedi mi? Hemşirelerin mırıltısı bile duyulmuyor… Gece olmalı, beni yaşatan bu lanet aletlerin sesleri dışında çıt çıkmıyor hastanede. Bir de radyom… Hayat verdi bana…
İlk yok olacaklar listesinin en başında yer alan insan mı mükemmel yaratıktır? Evet, aşırı güç şartlar ortaya çıktığında ilk yok olacak canlılar, doğaya uyumu çok azalmış insanlardır. Özellikle de uygar şartlarda yaşayanlar... Büyük bir tehditten kurtulabilecekler ise, ilkel toplumlarla vahşi hayvanlardır.
En başta atomların evrim geçirdiğini biliyoruz. Hidrojeni, aşama aşama oluşan atomları, molekülleri ve diğerlerini bilirken, "Evrim yoktur" demeyi nasıl beceriyoruz anlamak kolay değil. Kabaca her şeyin özü saydığımız atomların evrim geçirmesini normal, canlıların evrim geçirmesini anormal karşılıyoruz.
Ya atom altı parçacıkların geçirdikleri süreci nasıl tanımlayacağız? Canlılarınkinden farkı ne atomların veya atom altı parçacıkların geçirdiklerinin? Hepsi için, değişime dönüşüme zorlayıcı çok olağanüstü pek çok şart gerekiyor, hepsi bu. Şartlar oluştuğunda dönüşüm yani evrim gerçekleşmiyor mu? Şartlarda eksiklik veya farklılık ortaya çıktığında oluşan atom da farklı oluyor. Ya da atomları etkileyen şartlar değişirse farklı maddeler… Kömürden başka şey olmayan elmas şartların eseridir, tıpkı bizler gibi… Buradan hareketle ve geçmiş yaşamlara bakarak, her yaşam ortamında insanın ortaya çıkmayacağını söyleyebiliriz. Gerçekleşebilmesi için pek çok şartın aynı anda belirmesi şart. Tıpkı Dünyamızda doğal olarak bulunmayan ama başka gezegenlerde olan elementler gibi.
Evrim sürecinin zirvesindeki insan türü büyük olasılıkla çok güç ve çok ender şekilde ortaya çıkabiliyor. Her yaşam kombinasyonunda insanın ortaya çıkmadığını geçmiş dönemlere bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. Buradan hareketle pek çok yaşam ortamında insan türünün olmadığı, hatta oluşamayacağı öne sürülebilir. O kadar güç ve o kadar zor ortaya çıkıyor ki insan, en gelişkin uygarlıklar, karşılaştıkları topyekun yok olma tehdidinde tek yapabileceklerinin kendilerine dair örnekleri yaşanabilir yerlere göndermek olacağını düşüneceklerdir. Bu öyle saltanatlı ve lüks bir yolculuk olmayacak, büyük olasılıkla, yokluk ve yoksunluk içinde bir yerlere varılmaya çalışılacaktır. Elden bir şey gelmiyorsa en azından en korunaklı şekilde saklamanın yolları bulunmaya çalışılacaktır. Geç bir kalem, yok olacak gezegende neyi nasıl saklayasın? Tek yol uzaya göndermek… Artık nereye gidebilirse…
Her şey sürekli dönüşüyor; atom altı parçacıklar atomlara dönüşüyor, atomlar molekülleri, maddeleri, yani her şeyi oluşturuyor. Artık bu değişim ve dönüşümlerin hiçbiri yadırganmıyor. Çünkü mekanizma kanıtlarıyla ortaya konulalı çok oldu. Aklı başında hiç kimse de "Hayır olamaz…" diye ortaya çıkmıyor ama iş canlıların evrimine geldiğinde "Hayır olamaz, Tanrı bizi eşsiz benzersiz yarattı…" diyen birileri ortalığı ayağa kaldırmaya çalışıyor.
Bildiğimiz Evrende her şeyin ama her şeyin sürekli değişip dönüştüğünü tartışmıyoruz bile. Elementler, maddeler, gezegenler, yıldızlar, galaksiler, hepsi böyle değişim ve dönüşümlerin eseri. Ama sıra canlılara, özellikle de insana geldiğinde "Tanrı bizi özel olarak yaratıp Dünyaya yerleştirdi" deniyor.
Doğanın yaptığı pek çok şeyi biz de yapabiliyoruz. Yanmış ekmek kırıntılarını elmasa dönüştürmeyi anlamakta sorun yok. Evrim karşıtı hazretlerin cevabı hazır "Bunlar canlı değil cansız". Ne yani cansızlar akıldan uzak tasarımlar mı?
Akıl almaz bir evren, akıl durduran sistemler, akıl sır erdirilemeyen mekanizmalar ve bütün bunların yanında küçüklüğünü tarif etmeye ifadelerin bile yetersiz kaldığı, ikide bir yeniden yaratılması(!) gereken mükemmel(!) canlılar, yani insanlar.
İnsanların değişmez mükemmel varlıklar olduğunu öne sürmek en hafif deyimle küstahlıktır.
Ne kadar mükemmel olursa olsun, değişmez canlıların, değişkenlik üzerine kurgulanmış bir evrende yaşamaları mümkün değildir; yaşadığı evrenin ve içindeki her şeyin de sabit olması gerekir.
Diğer bir önemli soru: "Sabit bir canlı ne kadar mükemmel olabilir."
Mükemmelliği nasıl tanımlamak gerekir bilemiyorum. Hiç zarar görmez, asla etkilenmez, ölümsüz bir varlık olmalı mükemmellikten kast edilen. Peki, böyle bir varlık canlı olabilir mi? Doğuyor gelişiyor ölüyor; canlı buyken nasıl mükemmel sayılabilir? Değişmez sabit bir canlı ne kadar mükemmel olursa mükemmel sayılabilir? Bunun sınırı olabilir mi?
Canlıyı bir kenara bırakalım, mükemmel cansız varlık var mı Evrenimizde? Yani değişmez, sabit, hep aynı kalan, dönüşmeyen… Cansızlar bile mükemmel sabit tanımlamasına uymazken ölümlülerin değişmez mükemmel varlıklar olduğu iddia edilebilir mi?
Tamamen değişkenlik üzerine kurulu bir evrende sabit canlılar yani ölümsüz canlılar olması mümkün mü?
Zaten eğer bir mükemmellikten söz edilecekse, bu evrim mekanizmalı canlılardan başkası olamaz. Aksini düşünmek Tanrıyı küçümsemektir.
Bizler bu kadar mı önemli ve vazgeçilmez varlıklarız ki, evren ölçülerinde an bile sayılamayacak süredir var olduğumuz bu dünya için yaratıldık. Demek öncemiz yok, şunun şurasında birkaç bin yıldır varız ve buna rağmen bizler mükemmel varlıklarız öyle mi! Çünkü Tanrı bizi mükemmel yarattı öyle mi? Milyarlarca yıllık süreçlerde yokuz, sabit yaratılmış biz mükemmellere dair kalıntılar da yok. Çünkü biz akıllı tasarımla birkaç bin yıl önce yaratıldık öyle mi? Bu büyük bir küstahlık, şımarıklık değilse nedir? Ucu bucağı hakkında çok çok az şey bildiğimiz muazzam bir Evren ve bu Evrene kısa süre önce bir lütuf olarak yaratılmış biz mükemmel ve değişmez canlılar, ne saçmalık.
Değişim üzerine kurulu bir evrende sabit canlılar olması, tıpkı dik virajlarla, yokuşlarla dolu bir yolda direksiyonsuz frensiz arabalar kullanılmasına benzer. Daha ilk virajlarda uçurumu boylayacaktır araçların hepsi.
Yaşadığımız dünyanın gerçek sahipleri ve asıl efendileri/hükmedenleri bakterilerken, insanın sahiplenmesi ve efendilik taslaması olacak şey mi? Varlığımız onlardan soruluyor, yokluğumuzda da onlar sorumlu olacak buralardan. Evren de onlardan soruluyor. Çünkü güç onlarda, onlarsız yaşaması imkaansız olan insanlarda değil. İnsan, onların dünyasında geçici bir konuk, yaşam sürdürme gücü kalmayınca gidecek olan bir konuk. Ve onlar insanın olup olmadığına bakmaksızın yaşamı biçimlendirmeyi sürdürecekler…
Tanrı bizi mükemmel yarattı toz kondurmazlığıyla üstünlük taslayanlar kendilerine sormazlar, ben sorayım; en küçük etkide hemen arıza veren bizler mi mükemmel yaratıklarız? Yaradılış içinde bir zerrenin zerresinin zerresi bile değilken, sorunlar hastalıklar yumağından ibaretken mi üstün yaratıklarız?
İnsanları cayır cayır yakanların döneminin üzerinden ne geçti daha. Şunun şurasında birkaç Yy… Tanrı bizi mükemmel yarattı derken kendilerinden tek farkları makam ve mevki olan insanları diri diri yakıyor, türlü eza cefaya layık görüyorlardı. Mükemmel yaratıldılar ya, ortalama ömür de hepi topu 30-40 yıldı. Cayır cayır yakılıp türlü eziyetlere uğrayanlar için bir şey demek zor ama yakanların hepsinin, Tanrının kendilerini mükemmel yarattığına inandıkları çok açık.
Geçtik yakıp yıktıklarını, mükemmellik neresindedir 30-40 yıl zar zor yaşayabilmenin?
Tanrı bizi mükemmel yarattı deyip insanları kavuranlar bir yandan da "Tanrı bize dünyayı ele geçirip yönetmeyi de emretti" deyip sefer üstüne sefer düzenliyor, ortalığı kan deryasına çeviriyorlar. Günümüzde de değişen bir şey yok, yine görevde mükemmel yaratılmışlar ve yine nizam intizam veriyorlar defolu dolu diyarlara.
Tanrının isteyip emrettiği mükemmellik bu mu?
"Bizi mükemmel yarattı… Konuştum, hep konuşuyorum…" deyip yakıp yıkmaya koşuyorlar. Öyle bir ifade edişleri var ki, sanki Tanrı "Şuralardakileri defolu, arızalı yarattım, gidin oraları toparlayıp temizleyin… Akıllı tasarımımın ürünleri olarak bu görev size düşüyor… Hadi bakiim, görev sizi çağırıyor üstün yaratıklar…" diye buyuruyor, bunlar da mükemmel yaratıklar olarak ikiletmeksizin koşturuyorlar.
Tanrı bu mükemmel hıyarları mükemmel yaratmış ve mükemmel yaratmadığı defolu, arızalı olanları düzeltip temizleme görevinin de yine mükemmel hıyarlara vermiş. Evet, mükemmel hıyarlara göre durum bu…
Altı üstü bir hıyar, ona sorsan tanrısı onu çok özel ve üstün yaratmış, özel yaratmakla kalmamış arızalı defolu olanları düzeltip temizleme görevini de vermiş. Yerimden bir kalkabilsem kıçına öyle bir tekme basardım ki, bağırsaklarındaki beyni ağzından püskürürdü. Özel olarak mükemmel ve üstün yaratıldığına göre özel muameleyi fazlasıyla hak etmiyor mu? Böyle yüce bir hıyar nasıl bir tutulabilirmiş, ilişkilendirilebilirmiş kara kuru, kıllı tüylü yamru yumrularla! Bir hıyar bunu diyebilir, pek bir şey de olmaz. Ne zaman ki yakıp yıkma, asıp kesme gücünü elde eder, işte o zaman kan ve gözyaşını işaret eden sirenler çalmaya başlamış demektir.
Bunları yapanların, kast ettikleri gibi akıllı tasarım ürünü mükemmel yaratıklar olmaları mümkün mü? Sadece değişip dönüşerek farklılaşabilen yaradılışın yok edici unsurlardandırlar, hepsi bu. Bir de, gerçekleştirdikleri ve sebep oldukları yıkımlarla, düşündüklerinin tersine etki yaratarak insanların iyiye doğru evrimleşmesine sebep olurlar.
Bir tek mükemmellik vardır, o da evrimleşebilme özelliğidir.
Yalnızca biz değil bütün canlılar mükemmeldir, çünkü evrimleşebilirler.
Bütün canlılarda olduğu gibi tek bir mükemmel tarafımız vardır; evrimleşebilme özelliği. Yaradılış denilen şey de tamamen bir evrimleşmeden ibarettir.
Asıl küstahlık, biz insanların çok üstün ve mükemmel yaratılmış varlıklar olduğunu düşünmektir. Eğer bir mükemmellikten söz edilecekse, bu ancak yetersizliğimizden kaynaklanan değişebilme, gelişebilme ve dönüşebilme özelliğimiz olabilir.
Tanrısal pencereden bakalım: Deniz yosunundan alınan fosfor geninin aşılandığı fareler gece ışıl ışıl parlıyor. Gen bloklarının yerleri değiştirilen böceğin karnı en arkada, arkası ortada oluşması sağlanıyor. Göz genleri ilave edilmiş böcek dört adet gözle yaşama merhaba diyor. Genetiği değiştirilen yiyecekler, gen aşısıyla tedavi edilen canlılar… Örnekleri çoğaltmak mümkün… Eğer Tanrı değişimi ve dönüşümü kurgulamasa, bütün bunların yapılabilmesine izin verecek şekilde yaratır mıydı canlıları? Diğer şekliyle soracak olursak; evrim mekanizmasız olarak yarattığı sabit canlılarda böylesi değişikliklerin yapılmasına izin verir miydi Tanrı? Peki, insanı bunları yapabilecek yetiyle donatır mıydı?
İnsan ulaştığı bilimsel düzey sayesinde böylesi değişiklikleri kolayca yapar hale geldi. Böylece küçük müdahalelerle yeni veya farklı canlılar oluşturabiliyor. Bir anlamda evrim gerçekleştiriyor insan. Peki, Tanrı bunları yapabilmesine izin verecek şekilde yaratır mıydı insanı? Bütün bunlardan sonra nasıl öne sürülebilir canlıların evrim mekanizmasız sabit varlıklar olduğu?
Yaradılışa dair neye bakarsak bakalım değişim ve dönüşüm görürüz. Ve asla öncekinin veya başkasının benzeri değildir yeniler. Değişim dönüşüm süreklidir ve asla bir tıpa tıplık söz konusu değildir. Sabit hiçbir şeyin olmadığı bir evrende sabit canlılar nasıl olsun? Daha da önemlisi neden olsun? Ve neden yeniden yeniden yaratılmak zorunda olsun?
Evrim karşıtlarının kast ettiği mükemmel sabit canlılar ancak değişimsiz dönüşümsüz durağan bir evrende var olabilirler, yaşadığımızda değil.
Bizimkisi sürekli değişip dönüşen bir evren; en küçüğünden en büyüğüne her unsurun sürekli değişip dönüşmesi gerekiyor. Kim bilir belki de bize paralel evrenler, aralarında da sabit olanlar vardır; barındırdıkları her şey gibi canlıları da değişmeye, dönüşmeye, farklılaşmaya ihtiyaç duymayan evrimsiz sabit türdendir. Oraya gidip görmeden bilemeyiz evrimsiz canlıların mümkün olup olmadığını ve neye benzediklerini.
Evren'i ve canlıları neyin veya kimin yarattığı ayrı konudur, yaradılışın ve canlıların mekanizmalarını anlamaya çalışmak ayrı konu.
Evrim teorisinin Tanrıyla hiçbir alıp veremediği yoktur. Sadece süregelen yapıyı açıklamaya, anlamaya ve anlatmaya çalışır.
"Yaradılış teorisi" çok büyük bir saçmalık, dahası tam bir komedidir ve hiçbir şey açıklamaz. Sadece yaradılışa ve yaşama dair görüntüleri bulanıklaştırarak düşünmeyi ve anlamaya dair çaba harcamayı engellemeye çalışır. Açıkça "Tanrı yaratmış, siz ne kurcalıyorsunuz! Tanrının işine karışmak sizin ne haddinize…" tavrıyla kestirip atar.
"Tanrının işine karışmak…" ürkütmesiyle kabul ettirilmeye çalışılan "Yaradılış teorisi" aslında bir teori bile değil. Bilimsel değeri ve kabulü zaten söz konusu olamaz. Sanki bir şeyler açıklıyormuş ve sanki bilimsel dayanakları varmış gibi sunulması 21. Yy insanlığı için büyük bir utançtan başka şey değildir.
İnsanın eriştiği bilgi ve bilinç düzeyi Tanrı'nın var veya yok olduğunu kanıtlamaktan çok uzaktır. Evrenin ve yaşamın nasıl oluştuğunu, varlığını nasıl sürdürdüğünü anlamaya ve açıklamaya yönelik çabalar, Tanrı'nın varlığını yokluğunu açıklayamaz, hatta açıklamanın yanına bile yaklaşamaz.
Tanrı'nın olmadığını, "Yaşam şöyle başladı, Büyük Patlama böyle gerçekleşti, kozmik çorba böyle fokurdadı, sonrası da şöyleydi" diye başlayarak kanıtlamaya kalkışanlar, "Peki Büyük Patlama'yı kim ya da ne yarattı?" basit ve yalın sorusuna çarparak darmadağın olur.
Ya öncesi… Bunun öncesi veya daha ötesi yok mu? Büyük Patlamayı yaratanı ya da oluşturanı, ne ya da kim yarattı ya da oluşturdu? Büyük Patlamanın öncesi ve çok daha ötesi olup olmadığını bilmemiz imkaansızken, evreni, kaainatı ve yaradılışı belli bir şeye dayandırmanın ne dayanağı olabilir?
Bildiklerimiz konusunda değişen hiçbir şey yok; bir şeyi çok iyi biliyoruz, o da hiçbir şey bilmediğimizdir. Tek bildiğimiz "Neden varız?" sorusuna yanıt arama yolculuğunda olduğumuzdur. Eriştiğimiz bilgi ve bilinç düzeyi Tanrı'nın var olup olmadığını algılamaktan çok uzaktır. Ama insanın en önemli gıdası olan felsefi bilinç düzeyini beslemesi bakımından, Tanrının varlığını irdeleyen tartışmaların önemi olduğu da gerçektir. Sonuca ulaşılamayacağının bilinmesi bu tartışmaların yapılmayacağı, yapılamayacağı anlamına gelemez, gelmemelidir ve zaten en karanlık dönemlerde bile gelmemiştir. Beyazı kavramak için siyaha, siyah için beyaza ihtiyaç vardır, iyiyi anlamak için kötü, kötü için iyi şarttır…
En değerli varlığımızdır bilincimiz ve sürekli beslememiz gerekir. Bunu yapmayı bıraktığımızda, evrim tersine işlemeye başlamış ve ilkelleşmeye, kıllı primatlığa doğru yol alıyoruz demektir.
Bütün canlılar gibi insan da gücünü zorladığı ve aştığı için var olmuştur; aşması mümkün olmayan bir güçle karşılaşmadığı sürece de var olacaktır.
Ne kadar uyudum? Bırak saati günü… Sesler geliyor, Itır mı? Doktorlarmış… Çoktan sabah olmuş. Ne diyorlar? Yaklaşıyorlar… Hızlı yürüsenize uyuzlar… Çabuk gelin…
Neden duymuyorsunuz beni? Nerede zihin okuma sistemleriniz? Siyasi değilim diye mi? Tehlikeli muhalif sayılmadığımdan mı zihnimdekilerle ilgilenmiyorsunuz? Hadi gelin enseleyin beynimdekileri? Ben azılı tehlikeli bir muhalifim, izlemeye alın beni'
"Hastamız müziğe tepki vermekle kalmıyor, durumunda iyileşme ummamızı düşündürecek kadar olumlu işaretler veriyor. Hocam, yanılmıyorsam bu vakaa ilk örnek. Literatüre girmiş bir başkası yok bildiğim kadarıyla. Yanılıyor muyum? Diğer merak ettiğim konu ise, müziğe verdiği tepki bilinçli mi, yoksa bilinç dışı bir etkileşim mi söz konusu. Hoşgörünüze sığınarak kaba bir benzetme yapacağım: Şehir efsanesi olmasını göz ardı edersek; bitkilerin müzikten etkilendiği gibi bir durum mu söz konusu? Müzik dinlediğinin farkında olması mümkün mü hocam?"
"Kesin yargıya varmak mümkün değil. Bakalım gelecek günler ne gösterecek!"
'Hey salaklar, başlatmayın müziğinden. Duyun beni beyinsizler. Kafama elektrot mu bağlayacaksınız, kask mı takacaksınız, ne yapacaksanız yapın, okuyun zihnimi beyinsizler. Getirin uydularınızı tepeme, algılayıcılarınızı yerleştirin etrafımdaki cihazlara, ne yapacağınızı ben mi öğreteceğim sizlere.
Duuyuuuun beeniiiiiiiiiiiiiiii, okuuyuuun beyniiimmiiiiiii…'
Eyüp ŞEKER
16.05.2009 22:29 / 19-26 Kasım 2009 / 01-02-03-08 Aralık 2009
"Ne oldu, kablo mu çıktı, neden ötüp duruyor?"
"Bilmiyorum doktor bey."
"Kabloları kontrol ettin mi?"
"Evet, hepsi yerli yerinde"
"Hortumlar…"
"Hepsini kontrol ettim, hiçbir terslik yok."
"Kaybediyoruz sandım… Emin misin, elin ayağın kablolardan birine takılmış olmasın."
"Lütfen doktor bey… Televizyon açıktı, duyunca kapatmaya geldim. O tarafa yaklaşmamıştım hiç."
"Televizyon niye açıktı."
"Ziyaretçisi vardı, o açmış sanırım"
"Enteresan, hastamızın yaşayıp yaşamadığı bile belli olmuyor, televizyonu niye açmış."
"Bilmiyorum…"
"Çok enteresan, evinde seyredemiyor muymuş? Hasta ziyaretine gelip televizyon seyretmek de ne demek oluyor? Kimmiş bu sivri akıllı?"
"İlk kez geliyor, kırk yaşlarında sarışın bir kadın, yanı başına oturup elini tuttu, saçını okşadı, konuştu durdu. Farkında değilim, gitmeden de televizyonu açmış sanırım."
"Ziyaretçisi buradayken mi çalışmaya başladı alarmlar?"
"Hayır, her şey iyiydi. Boş yere çalışmasın deyip televizyonu kapattığımda başladı alarmlar."
"Rastlantı demek ki… İlaç etkisini gösterdi, Nabız düzeliyor."
"Bir radyo getireceğini, fişini takabileceği bir yer olup olmadığını sordu bir de."
"Ziyaretçi kadın mı?"
"Evet. Ben de şaşırdım… Size sorması gerektiğini söyledim. Gelmedi mi?"
"Hayır, kimse gelmedi. Enteresan… Televizyon açıyor, radyo dinletecek, kimin nesidir bu kadın? Sakın ha, bir daha hastamızı huzursuz etmesin televizyonla falan. Bana sormasına gerek yok, kesinlikle izin verilemez. Bunlarla hastayı rahatsız etmesin. Elini tutmasını konuşmasını anladık, televizyon radyo da neyin nesi? Böyle saçmalıklarla rahatsızlık yaratmasın bir daha."
'Budalalar duyuyorum sizi… Neden kapattınız, açın şu lanet televizyonu. Permiyen döneminin içine ettiniz. Salak şey, on dakika sonra kapatsan olmazdı sanki. Başka işi yokmuş gibi geldi küüütt diye kapattı. Duyun beeeni… Nasıl duyuracağım bu salaklara sesimi? Aaçıııın şuu teeeleeeviizyoonuuuuuu.
Yazmalıyım, benimle gitmemeli kafamdakiler. Neyle nereye nasıl yazacaksın akılsız! Beynime yazacağım. Beynime yazsam neye yarayacak? Lanet olsun, bilmiyorum… Tek yapabileceğim bu. Parça buçuk, bölük pörçük düşünce kırıntılarının bana bile faydası yok. Kendim için yazmalıyım… Öyle dememiş miydi karşılaştığım o yazar. "Yazmak çok güzel şeydir. Yazar olman gerekmiyor, kendin için yazmalısın" demişti bar taburesine tünemiş demlenirken. Kendim için yazmalıyım. Evet yazmalıyım… Beynimde yazmalıyım… Ayağa kalkarsam da yazıya dökerim. Ne değişir, yazmalıyım…
Geçiş türlerinin kalıntıları kesinlikle bu toplu yok oluş dönemlerini izleyen zamanlara ait katmanlarda olmalı. Hiç kuşku yok, kesinlikle oradalar. Salak şey tam orasında kapattı. Hiç öğrenemeyeceğim buna dair bir buluntudan söz edilip edilmediğini. Salak şey, televizyonu kapatacak zamanı tam buldu.
Evrim için birçok tetikleyici söz konusu ama önemli değişim ve farklılaşmalar için çok zorlayıcı şartlar gerekiyor. Evrim denildiğinde ilk akla gelen önemli değişiklikler ancak çok ağır şartlarda yapılanmaya başlıyor. Primatlardan ayrılan insan böylesine ağır şartların eseri. Çok zorlayıcı şartlar söz konusu değilse ispinoz gagalarındaki gibi küçük farklılaşmalar gerçekleşecektir. Eğer ispinoz, penguen benzeri bir su hayvanına dönüşecekse çok ağır şartlara maruz kalmalıdır.
Gitmeyin, gelin buraya… Açın şu lanet televizyonu. Canınız cehenneme, televizyonunuzu alın başınıza çalın. Baş belası salaklar...
Tabii ki akıllı tasarım; canlılar güçsüzlüklerine dayanan müthiş bir güce ve evrim mekanizmasına sahipler.
Bunları nasıl düzene sokacağım? Lanet olsun, zihnimde yapmam imkaansız. Başkalarının kolayca anlayabileceği şekilde düzenleyemiyorum. Uçuşuyor düşünceler. Aklıma her yeni geleni nasıl edip de öncekiler arasındaki yere koyacağım? Bu imkaansız. Dert ettiğim şeye bak. Sanki başkaları görecek öğrenebilecek de bunları… Düşünüyorsun öyleyse düşündüğünle kalacaksın, hepsi bu.
Diğerleri olmadan hiçbir canlı var olamaz. Başkaları olduğu için biz varız. Bu kural yalnızca Dünyamız için geçerli değil. Evren, canlılarla ve bizim eşdeğerlerimizle dolu olduğu için varız. Yoksa var olmamız imkaansızdır. Tıpkı dünyamızdaki yaşam zenginliği gibi… Dünyamızdaki bu sayısız canlı formları olmasaydı yaşam bulamaz, bulsak bile sürdüremezdik. Zaten en başta bakteriler olmasa yaşam bulamazdık. Bakteriler temel yaşam formu, geri kalanların hepsi onların üzerinde yükseliyor.
Yalnızca bakteriler değil bu zengin yaşam zinciri olmasaydı hiçbir canlı var olamazdı Yeryüzünde. Yaşamın en temel işareti sayılan bakteriler bile var olmalarını diğer canlılara borçludurlar... Tek başlarına hayatta kalabilir olmaları, tek başlarına var olacakları anlamına kesinlikle gelmez. Özetle; en küçük bir yaşam işareti, büyük yaşam topluluklarının kanıtından başka şey değil.
Evren veya varsa eğer evrenler, yani kaainat, yaşamlarla dolu olmasa Dünyamızda yaşam olmazdı. Tabii bizlerin de var olması imkaansızdı. Evrenin, insana eşdeğer veya benzer canlılarla dolu olduğunun çok önemli ve reddedilemez bir kanıtına sahibiz: Varlığını diğer canlılara, yani bütün ekosisteme borçlu olan insandır bu önemli ve reddedilmez kanıt.
Sayısız gezegende yaşam olduğu için Dünyamızda yaşam var. Az sayıda değil, sonsuz sayıda yaşam içeren gezegen olmak zorunda. Bu, her gezegende yaşam var veya her yıldız, yaşamlı gezegenlere sahip demek değildir kesinlikle. Hele de her yaşam olan gezegende eşdeğerimiz zeki canlılar olduğu anlamına hiç gelmez. Biz özel ve ayrıcalıklı değiliz. Tıpkı Dünyamızdaki gibi başka canlılar olduğu için biz var olabildik. Tek başımıza var olamayız, çünkü imkaansız. Bir ikisine değil, diğer bütün türlere ihtiyacımız var Dünyada yaşam bulabilmek için. Ve Evren için de bizim durumumuz geçerli; başka gezegenlerde yaşam olduğu için burada da yaşam var.
Itır geldi galiba. Şimdi bir güzel benzetir bu salakları. Ne diyor... Anlamıyorum, tam duyulmuyor... Lanet olsun, ne diyor? Cadılığını gösterir canlarına okur şimdi... Hadi cadı Itır, açtır şu televizyonu... Hani radyo demiştin...'
"Doktor bey hastamızın ziyaretçisi geldi. Radyo getirmiş, nasıl çalıştıracağını soruyor, arayıp size sorayım dedim. Tamam efendim, bekleyeceğiz."
'Yaşasın, getirmiş radyoyu... Müjdeyi verdin ya boru sesli hemşire, bir daha salak demem sana. Iıtııır, ne diyorsuun, anlaşılmıyor. Heeeeyyy buradayım... Duyamıyorum seni... Açın şu televizyonu. Cadı gel burada konuş. Getir şu radyoyu artık... Kafanda kıracağım bak, çabuk getir... Lanet şey duymuyor musun beni? Seni baş belası, senin de farkın yok bu salaklardan... Getirsene radyoyu cadı... Itır sana diyorum, duysana... Hadi artık gel aç şu televizyonu... Geliyorlar mı? Haah, geeliyoorlar...'
“Farkındayım doktor bey. Haklısınız yaşadığına dair hiçbir belirtiye tanık olmadım ama içimden bir ses beni duyduğunu, televizyonu dinlediğini söylüyor. En büyük alışkanlığıydı gün boyunca radyo dinlemek, gece de belgesel seyretmek. Çoğunlukla kendisini vermez, yine de açıktır... Dinlemiyor sanırsın, bir bakarsın izlemediğini sandıklarından kaptığı bir şeylerden söz etmektedir. İnanın çok yararı olacaktır.”
“Itır hanım, hastamızın durumu aniden çok kötüleşti. Gürültü yaparak hastayı rahatsız etmeyelim. Televizyonu radyoyu duyması mümkün değil. Elini tutup onunla konuşmanızı, sevgiyle okşamanızı, yanında olduğunuzu hissettirmenizi anlarım ama televizyon radyo olacak şey mi? Rahat bırakın lütfen... Sizin ardınızdan çok kötüleşti, kaybediyoruz sandık... Televizyon kapatılmasa neler olacaktı kim bilir!”
“Televizyon kapatıldığı için kötüleştiği neden aklınıza hiç gelmiyor? İnanın çok yararı olacaktır, izin verin açayım radyoyu. Yüksek sesle dinlemez zaten, bırakın usulca çalsın... Evde gürültülü müziklerden hoşlanmaz, klasik müzik dinlerdi. İnanın çok iyi gelecektir”
“Hastamızı düşünüyorum, iyi geleceğini bilsem bir an bile düşünmem... Dışarıyla bağlantısı olduğuna dair en küçük işaret göremedik bu güne dek. Üzgünüm izin veremem. Bakın, gördünüz mü, bütün cihazlar ötmeye başladı. Gürültümüzden, belki de varlığımızdan...”
“Bakın işte, siz söylüyorsunuz... Bizlerden rahatsız olduğuna göre en azından sesleri ve konuşulanları duyuyor, belki de olan bitenin farkında demektir. İzin verin radyoyu açayım...”
“Lafın gelişi öyle diyorum, farkında olması mümkün değil. Bir saniye, neler oluyor? Ben konuşurken neden cayır cayır ötüyor bu cihazlar? Siz siz...”
“Gördünüz işte, radyoyu istiyor...”
"Devam edin, lütfen devam edin…"
"Radyoyu açtığımda sakinleştiğini göreceğimizden hiç kuşkum yok. Boş priz nerede var? Şuradakine takabilir miyim?"
“Evet, televizyonun altındaki… Aman Allah’ım, siz konuştuğunuzda aletlerin cayırdaması kesiliyor, ben konuşurken azıyor. Rastlantı mıydı bu? Neler oluyor?”
“Kesinlikle değil. Hem rastlantı olsa ne fark eder! İzin verin açayım radyoyu, kapatırız gerekirse… Duruma göre… Radyo güzel çekiyor… Ne bu, ha Zaide… Bayılır Zaide'ye…"
"Çok enteresan, nasıl da sakinleşti. Cihazların çıtı çıkmaz oldu. Geri dönüşler görülmemiş şeyler değil, sıkça karşılaşılır ama böylesini daha önce hiç duymadım. Geri dönüşsüz bir geri dönüş mü demeli! Nasıl olabilir? İnanılır şey değil. Tıp dünyasında yer yerinden oynayacağından adım gibi eminim. Kapatır mısınız radyoyu?"
"Lütfen doktor bey, yapmayın, kapattırmayın? Sizi dinlemeyeceğim, kapatmayacağım… Kapatmıyorum, elinizi sürerseniz hastaneyi ayağa kaldırırım. Kimseyi dokundurtmam, gerekirse kendimi siper ede…"
"Itır hanım sakin olun, tamamen kapatmanızı istemedim. Tekrar açacağız… Emin olmak istiyorum, bir süre kapatın lütfen… Kesinleştirmeden yazmak istemiyorum makalemi."
"Tamam ama çok kısa…"
"Lütfen."
"Kapattım işte."
"İnanılır gibi değil, bütün cihazlar çılgına döndü hemen. Açın lütfen açın… Kesinlikle rastlantı değil, en küçük kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkla tepki veriyor. Hemşire hanım bu radyo asla kapatılmayacak, anlaşıldı mı?"
"Peki efendim."
"Demek etkilenme yüzündenmiş arada bir kötülemeleri. Anlamıyorduk… Aylardır neredeydiniz, ilk kez geliyormuşsunuz. Hiç arayıp sormadınız arkadaşınızı, neden yalnız bıraktınız?"
"Yurtdışındaydım… Rastlantıyla öğrendim trafik kazası geçirdiğini, atladım geldim. Ölseydi gelmezdim, ölmemiş, böyle bırakamazdım bu namussuzu."
"Namussuz!.. Yakın olduğunuzu, birbirinizi sevdiğinizi düşünmüştüm. Namussuz!.. Enteresan…"
"Evet, bu namussuzu çok sevmiştim ama çok canımı yaktı. Yine de kıyamıyorum işte serseriye. Namussuz serseri sonunda çok kötü yaktı yanındaki kadınınkini, kendi canını ve bir kez daha benimkini…"
"Şiddet mi uygulamıştı size?"
"Hayır, hayır, fiziksel değildi. Keşke olsaydı, öyle canımı yaktı ki, keşke şiddet uygulasaydı diyorum. O zaman burada olmazdım kesinlikle. Çok canımı yaktı…"
"En iyisi bu konuyu kapatalım, cihazlar cazırdamaya başlaması bu yüzden olabilir. Geçmişte yaşadığınız bu olaylar üzüyor kendisini belli ki. Ben sizi yalnız bırakayım. Gitmeden bana uğrayın lütfen Itır hanım."
"Doktor bey, gece belgesel kanalı açmanız mümkün mü? Gece yarısından sonra da tekrar radyoyu…"
"Siz meraklanmayın, gece belgesel açtırırım. Hangi kanalı sever?"
"Son zamanlarda Evrim'e takmıştı. Ne bulsa okuyor, neye denk gelse soluksuz izliyordu. Barlardan gecekulüplerinden çıkmayan bunun gibi bir zamparanın belgesel düşkünlüğünü anlamak kolay değil. İnsanlar magazinden başka şeye bakmaz sanır ama bir kere bile seyrettiğine tanık olmadım. Biri arayıp 'Şu kanalı aç, senden söz ediyorlar' diyecek, anca öyle açar bakardı. Akıl alır şey değil bunu gibi birinin Evrim Teorisine takılıp kalması… Televizyonu açtığında rehbere bakıp ilgilendiği belgesel programlarını işaretlerdi önce, ardından diğer kanallardakileri kontrol eder, ancak ondan sonra seyretmeye geçerdi. Program kaçırırım korkusuyla hiç aksatmazdı rehbere bakmayı."
"Enteresan..."
"Öğlene doğru uyanır, ilk iş radyoyu açar, akşama kadar da kapatmazdı. Gazetelerini alır, kırk saat kahvaltı yapardı. Akşam yemeğinden sonra televizyonun karşısına kurulmadan önce anca kapatırdı radyoyu. Bununla kalsa iyi, yatağının başucundaki radyolu saatini otomatik kapanmaya ayarladığı radyosunu dinlemeden uyuyamaz. Bunun gibi bir mirasyedinin, bunun gibi bir sorumsuzun, barlardan çıkmayan, gecekulüplerinde sabahlayan birinin, sadakat nedir bilmeyen ahlaksız bir zamparanın bütün gün klasik müzik dinlediğine kimsenin inanacağını sanmıyorum. Sabahlara kadar kulakları sağır eden gürültülü müziklerin yapıldığı yerlerden çıkma, ondan sonra klasik müziğe gömül. Akıl alır şey mi! En çoğu 'Hava atmak için klasik müzik dinler gibi yapıyordur' denecektir. Hangi insan sevmediği bir şeyi bütün gün dinler? Kimse dinlemez… Ya belgesel seyretmesine ne demeli? Bazen kumandaya uzanırdım 'Dokunma…' diye yerinden zıplardı. 'Ne seyredeceksen git başka odada seyret' diye de terslenirdi. Sonra da gece 12 dedin mi atardı kendini dışarı, atlardı o lanet arabalarından birine, tadına bakılmadık çiçek bırakmamak için o bar senin, bu gecekulübü benim dolaşırdı. İnanabiliyor musunuz? Muhakkak medyadan tanırsınız, siz düşünür müsünüz klasik müzik düşkünü belgesel tutkunu olacağını?"
"Çok enteresan."
"Bu davranışı bana Fikret Otyam'ın anlattığı sarımsakla rakı içmeyi çağrıştırırdı. Bu namussuza da anlatmıştım, çok gülmüştü."
"Nedir o?"
"Fikret Otyam sıkça gittiği Harran'da yol kenarında kafa çeken iki köylünün yanına yaklaşır. Önlerinde diş diş sarımsak, bir şişe rakı, iki de çay bardağından başka şey görememenin şaşkınlığıyla sorar: 'Hele ağalar bu ne hal, sarımsakla rakı içildiği nerede görülmüş, suyunuz yok mu?' Hallerinden hiç de şikaayetçi görünmeyen köylülerden biri susuz rakısından bir yudum alıp ağzına bir diş sarımsak atarken, diğeri 'Beyim, bu gavurun sıcağında susuz rakı başka nasıl içilir, bu zıkkımı anca sarımsak paklar' demiş ya hani, ondan söz ediyorum.”
"Okumuştum… Biliyorum, çok hoş öyküdür… Bilmiyorum duydunuz mu, bunun bir de baklavalısı vardır. Anlatılır sağda solda; bir tepsi baklavayı bir oturuşta yiyeceksen eğer, yanına bir kavanoz da turşu koyacaksın, baklava baydıkça bir parça turşu atacakmışsın ağzına, sonra yine baklavaya devam. Zehir panzehir durumu…”
"Fikret Otyam’inki kurmaca değildir; Harran’daki kuraklığı, suyun ne derece değerli sayıldığını vurgulamak için anlatır başından geçen bu olayı. Gazetecilik günlerinden kalma benzeri pek çok anısı vardır. Neyse... Gözüyle görmeyenin inanacağını sanmıyorum. İnterneti bile yalnızca bilgi aramak için kullanırdı. Google'dan başka şeyi kullanmazdı dersem emin olun abartmıyorum. Ekonomi okumaya git, onu bile bitirmeden eğlence hayatına dal, okumaktan başka her şeyi yap İngiltere'de, sonra da gel bilimle boz kafayı. Akıl alır gibi değil belgesel tutkusu. Neden şimdi açmıyoruz televizyonu?"
"Siz bilirsiniz Itır hanım. İstiyorsanız açın. Sorun çıkmadığı sürece radyo ve televizyon açılacaktır, merak etmeyin. Unutmadan, giderken bana uğrayın lütfen."
"Uğrayacağım."
'Oh be sonunda gitti kalın kafalı doktor. Cadı nasıl da okudu canlarına! Baş başa kaldık diye şimdi beni iğneleyip durmaz umarım. Çenesini açmayacak galiba, doktorun dediği gibi elimi tutup öylece oturuyor mu, ne yapıyor? Yoksa gitti mi? Ne yapıyor bu cadı?
Zaide bitti, Albinoni'nin adagio'su değil mi bu? Evet o… İnsanın içini titretiyor… Hüznün beni ne hallere getirdiğinin farkında değil Itır. Sevdiğimi düşündüğünden şimdi de çok hoşuma gittiğini sanıyordur, beni nasıl da mahvettiği hiç gelmez aklına. Aman ha, sakın ola çalınmasın Samuel Barber'ın Adagio‘su, nereden bulacaksam bulurum kalkacak gücü, paramparça ederim o radyoyu. Dayanamam o ağıta, kaldıramam o hüznü. Hem bu halde olup hem de katıla katıla hıçkıramayacaksam nasıl dinleyebilirim o muhteşem adagioyu! Beni ancak Amy Winhouse paklar. O müthiş şarkıların görmeye katlanamadığım Amy'sini şimdi rahatça dinleyebilirim. Bu müzikleri yapabilen bir insan nasıl yapar onca kötülüğü kendine, nasıl eziyet eder böylesine bedenine, nasıl kıyar yaşamına? Çok mu istiyor bitkiye dönmeyi, çok mu arzuluyor beynini kemirmeyi? Anlayamıyor mu dönüşünün olmadığını yok oluş yoluna girmenin. Onu görmeden dinleyebilmek için bitkiye dönmem gerekiyormuş. Farkında değil misin salak; Rehab dediğimde, You Know'ı aklımdan geçirdiğimde hemen kendisini mahvedişine dair görüntüleri geliyor gözümün önüne. Yanıldım, yaramıyor işe bitkilik de, duvara çarptım yine.
Evet evet, "Emmioğlu" demeliydi şimdi Ferdi Tayfur; "Ben de bu dağların nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim, bir garip ölmüş de yasına geldim, geldim emmioğlu…" yanık yanık işlemeliydi içime.
Hıçkırıklar sarmadan…
Söz Büyücüsü'ünden aldığı güce güç katarak gece dememeli gündüz dememeli "Karlı kayın Ormanında" yürütmeliydi beni Zülfü Livaneli, istemem, söylemesin "Hoşça kal Kardeşim Deniz"i. O dünya tatlısı Dario Moreno'da çıkmamalı hiç karşıma, hele de "Deniz ve mehtap sordular seni, nereedeeesiiin…" dememeli asla, göçer giderim o saniye.
Soluk almama fırsat vermeden, artık kim söylerse, gelmeliydi peşi sıra Yusuf Hayaloğlu'nun "Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım… Arar bulur muydun beni beni, sahipsiz mezar olsaydım olsaydım…"ı. Teslim olmuşum bir kere; Musa Eroğlu usta yakıp kavurabilir yüreğimi istediği kadar "Mihriban"ınyla. Olmaz artık bana bir şey, "Yol ver dağlar"ına da, "Yolun Sonu"na da, "Uslan be Halil İbrahim"ine de bana mısın demem.
Ağlarken kükreyerek haykırır yüreğim…
Söz Büyücüsü Nazım Hikmet'in dizelerinden aldığı güçle "Yürüdü uçurumun başına kadar. Eğildi durdu… Bıraksalar ince uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak… Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı…" diye sarsmalı her hücremi Ruhi Su. Biliyorum, duysam insanın her hücresini titreten ustanın davudi sesiyle "Eşsiz Güç Büyücüsü"nü yansıtışını, o an zıplarım yeniden hayata.Ya da ölüme, fark etmez…
Koştuğum yer ölümse bile Zülfü Livaneli sazı alıp eline "Yalnız adam merdivene benzer, hiçbir yere ulaşamaz…" diyerek almamalıdır içimde beliren yaşam ışıltısını; sırası değildir, söz ustası Aragon'un.
Gördün mü, hazırım işte; şimdi koşa koşa gidebilirim ölüme de yaşama da, Albinoni'yi, Samuel Barber'ı dinlemeye de. Elde etmişim dayanma gücünü, "Nothing Compares…"iyle istediği kadar gelebilir Sinnead O'Connor üstüme üstüme; tınar mıyım!
Böylesine tıka basa hüzne boğulduktan sonra belki kurtarır Vivaldi beni, "Mevsimler"in kuş cıvıltılarıyla dolu bölümüyle çekip alır bitkiliğe teslim olmuş bedenimi.
Mümkün mü, korkutabilir mi hiçbir yol; ölüm ya da yaşam, gözümü karartmaya gerek duymaksızın dalarım hangisi denk gelirse.
"Daa da da daaaaa" diye sarsmalıdır şimdi Akıl Almaz Büyücü Bethoven, yüklemelidir alabildiğine savaşma gücüyle her hücremi. Büyük Büyücü vermişse gücü karşı durabilir mi hiç zavallı yaşam, ya da biçare ölüm.
Yenilmişsem bile tamamen hazırımdır artık; diğer bir Akıl Almaz Büyücü Motzart'ın Requiem'imiyle üzerime atılabilir kürek kürek toprak. Olmadı, Fazıl Say'ın büyülü parmaklarından çıkan Ağıtı'yla, olmadı, iyice ağıtlaştırdığı Aşık Veysel'in Kara Toprak'ıyla teslim edilirken karanlığın ellerine katılaşmış bedenim, o an'a kadar asla katlanamayacağım, Kıpkızıl Kral'ın başyapıtı o görkemli Epitaph'ı dikilebilir artık başucuma ve hiç bıkmaksızın sonsuza kadar dinleyebilirim King Crimson'ın o muhteşem "Kitabe"sini.
Çekilmiştir el ayak…
Münir Nurettin bir ara gelip başucumda o ilahi sesiyle "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul"u okursa, kıvrılıp ererim huzura.
Duuyuuun beniiii… Söyleyin bakalım, kim istemez böylesine büyülü ölmeyi. Ya da yaşamı…
Itır hiç bilmez Seher Dilovan, Arif Sağ, Neşet Ertaş dinlediğimi. Hele de tükenişlerimde nasıl tutsakları olduğumu. Hiç "Mihriban" dinlemiş midir acaba cadı! Sanmam… Yanında hiç dinlememiştim, denk düşmemişti… Çekindiğimden değil, arzulamadığımdan… Demek ki hiç paylaşmamışız "Türküleri yaşama"yı. Eminim severdi… Kim bilir, belki o da seviyor, dinliyordur… Benim paylaşamadığım gibi o da paylaşamamıştır "türkü yaşama"larını benimle. Çok açık, hiç kesişmedi "Türküleri yaşama" kavşağında yolumuz. Hayatıma girip çıkan diğerlerini anlarım da, Itır'la neden hiç yaşayamadık "Türküleri yaşama"yı?
Yanılıyorsun Itır, şimdi ruhumu yıkamak değil yüreğimi coşturmak istiyorum türkülerle. Isıtmalı, hatta yakıp kavurmalı içimi sözler, yerleştirmeliler yaşam ateşini içime tekrar. Eğer dikilemezsem ayağa dopdolu bir yürekle, koşmak istiyorum azametle ölüme.
Bu lanet radyo klasikten başka şey çalmaz ki. Hep sığınmışımdır sözcüklere ama böylesine muhtaç olabileceğim, birkaç sözcük için kıvranabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Evet, uzun geceler sonrasında sığındığım evimde kurtarıcımdı klasik müzik; beynim, ruhum, hatta bedenim bile temizlenip arınırdı. Ama ruhum kanadığında, hırpalanıp pes perişan sığındığımda evime ya da arabama, "Türküleri yaşamak" çıkartır alırdı beni derin karanlıklarımdan. Yapayalnızken, sığınıp sarılabileceğim, nefesini ya da sesini içime çekebileceğim kimse yokken, çok kere iyice çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlarken, soğuk ve karanlık acımasızca çullanmışken üzerime, türkülerdi hep beni çekip çıkartan, yüreğimi ısıtan, çekilmiş bedenimi yeniden yaşama katan. Hatırlar mısın, birlikte seyretmiştik "Devenin Gözyaşları"nı; ender rastlanan beyaz rengi yüzünden kendinden olmadığını zannedip yavrusunu reddeden devenin yüreğini nasıl yumuşatıp yavrusuna döndürmüştü o halk ozanı! Albino yavrusunu emzirmeye başladığında nasıl da yaşlar gelmişti gözlerinden. Bir devenin taşlaşmış yüreğini bile yumuşatan ozan benimkini nasıl ısıtmaz, nasıl çekip almaz karanlığın ellerinden hissizleşmiş beni! Hiç konuşmamıştık; türkü dinler misin, türküler hakkında ne düşünürsün bilmiyorum. Bilesin, bazı müzikler dinlenmez yaşanır Itır.
Kimim ben...
İnsanı alıp bildiği o diyarlarda dolaştıran o güzelim şarkısında "Ben kimim" diye haykırıyordu Candan Erçetin. Hırçın bir çağlayan gibi akan sesiyle "Yalan mıyım gerçek miyim?" diye soruyor, şaşırtıyordu. "Hiçlikler içinde kanayan yürek, yokluklar içinde savaşan beden, boşluklar içinde karışan zihin… Güçlükler içinde değil miyim…" diye haykırışı çınlıyor hep beynimde. Şimdi dinleyemem "Ben Kimim"i; çünkü biliyorum artık bir bitki olduğumu. Katlanamam… Hiç katlanamam...
Nasıl biriyim ben? Nereye kadar böyle yaşayabilecektim? Surlar'a bindirinceye kadar… Ne işim vardı Ahırkapı'da, nereye gidiyordum Sahil Yolu'ndan? Nereye olacak, buraya… Bir bilet de mezarlığa… İşe bak ya, Ahırkapı… İyi biliyormuşum gireceğim yeri… İbre 240'ta takılmış diyorlar… O uzun virajda ne topuklamışım ya, ayıkken yapamam!.. Kaldırım falan demeyişime bakılırsa tam uçmuşum ya… Arabayı jiletle kazımışlardır Sur'dan. Frene basmadım mı hiç, kaçtı süratim ya? Hurda yumağına dönmüş arabadan çıkartılıncaya kadar yanımdaki kadın ölmüş. Kendimi affedip affetmememin ne önemi olabilir? Adını olsun hatırlamıyorum. Nasıl tanıştığımızı bile… Lanet olsun. Sanki yüzünü hatırlıyor muyum? Kimin nesiydi, nasıl biriydi? Lanet olsun, arabaya bindiğimizi bile hatırlamıyorum. Nasıl bir mahluukum ben? Kendiminkini mahvetmekle kalmadım, hiç hatırlayamadığım birini de yok ettim. Kaza anında hemen ölmüş diye konuşuluyordu. 32 yaşındaymış… Yolu bile yarılayamadı… Kimdi? En son nereye gitmiştim, orada mı karşılaşmıştık, yoksa tanıştıktan sonra mı dolaşmıştık mekanları? Hiç hatırlamıyorum? Viski rakı şampanya demeyip ne denk gelirse içersen ne bekliyordun? İçkiyle yeni tanıştığım yıllarda iki duble rakı yere sermeye yeterdi, yere serilme değil yalpalama limitim bir büyüğe çıkmıştı son günlerde. Ne kadar içmiştim? Hatırlamıyorum…
Gözün aydın kurtuldun içkiden; daha ne istiyorsun, süremeyeceksin bir daha ağzına. Salak, çok mu komik! Yaşadığına sevin… Yaşamak mı, ne yaşaması? Neyim ben? Bitki… Bakteri evet bir bakteriyim artık ben. Bir türlü ölmüyorum. Yaşatmak istemeyenlere rağmen yaşıyorum işte. Yaşamaksa eğer… Katilim ben… Yakınları hastanenin altını üstüne getirip odamın kapısına kadar dayandılar. Hemşireler konuşuyorlardı, boğazımı sıkmakta bir an bile duraksamayacak kaç kişi varmış aralarında. Nefretle saldırmakta haksız mıydılar yani? Nasıl bir mahluukum ben? Aklından zoru olan Evrim karşıtlarının mükemmel canlı dedikleri ben miyim yani! Ne mükemmellik ama!
Evrim karşıtları, asıl mükemmel canlıların bizler değil bakteriler olduğunu göremiyor, düşünemiyorlar. Asıl komik olan bu. Canlı dendiğinde biz mükemmel falan değiliz, mükemmel olan bakteriler.
Bakteriler dışındaki bütün canlılar kolay ölümlü ve çok dayanıksızlar. Her yeni bulgu bakterilerin imkaansız sanılan ortam ve şartlarda yaşayabildiklerini ve hayatta kalabildiklerini ortaya koyuyor. Bütün canlılar için alt yapıyı ve ortamı hazırlayan zaten bakteriler değil mi? Aslında Dünyamızın ve Evren'in asıl sahipleri bakteriler. Bizler onlar sayesinde varız. İçimizdeki ve üzerimizdeki bakteriler olmasa bir hafta zor yaşarmışız. Vay canına, 10 trilyon hücremiz varmış ama hücre başına 10 mikrop taşıyormuşuz. 100 trilyon mantar, virüs, bakteri. Vay be, aslında mikrop yumağından başka şey değiliz.
Bizler yok olduğumuzda da onlar var olacaklar. Çünkü yaşam bulan ilk canlılardır onlar ve yaşayabilen son canlılar da onlar olacaktır.
Mükemmel olan insan değil bakterilerdir ve biz her şeyimizi onlara borçluyuz, sonumuzda da onlar etkili olacaklar. Hani biz mükemmel canlılardık? Ne mükemmellik ama!
Itır neden sessiz? Ne oldu bu cadıya? Çıtı çıkmıyor. Ne yapıyor, elimi mi tutuyor, alnımı mı okşuyor? Ne yapıyor? Yoksa gitti mi? Konuşsana Itır, cadı neden sesin çıkmıyor? Burada mısın? Bir şey söyle, anlayayım varlığını.
Canlılarda bulunan çatışma halindeki değişme ve korunma güçleri hayatta kalmayı ve güçlenmeyi sağlıyor. Bunların sağladığı dengedir yaşamı var kılan ve süreğenliğini sağlayan.
Bu cadı niye geldi? İntikam mı alıyor? Bu halimi görerek öfkesini mi dindiriyor? Neden geldi bu Itır? Nasıl canıma okumuştu o kadınla yakaladığında. Nereden buluyor o kelimeleri? Her biri korlaşmış çelik bilye gibi kavurarak saplanıyordu derinlerime. Öyle yakıyorlardı ki canımı, yanan etimin kokusunu duyduğumu zannetmiştim. Kelimeler saplanır mı insanın etine, nasıl yakabilir öylesine? Kimdi yakalandığım o kadın? Hiç hatırlamıyorum. Cadı yüzüne bile bakmazken söyledikleriyle bir süprüntü gibi fırlatıp atmıştı onu bir kenara, o ise hiç aldırmadan giyinip yılışık bir sırıtmayla çıkıp gitmişti.
Son yıllarda bir takım cahiller ellerine geçirdikleri birtakım görüntülerle ortalıkta dolanarak evrimin olmadığını sözde kanıtlamaya(!) çalışıyorlar. Karşılık olarak da yaradılış teorisi diye bir tuhaflığı öne sürüyorlar. "Tanrı yaratmıştır" demenin neresindedir teori, neresindedir bilim? Bu garipliği teori diye nasıl öne sürebilirler? Tv Tv, gazete gazete, dergi dergi dolaşıp kafaları bulandırmaya çalışan bu cahilleri düşünüp gülme krizine girmemek mümkün değil. Şeytan diyor geçir kafalarına televizyonu.
Nedenine nasılına kafa yormayı hiç akıllarından geçirmedikleri sıra dışı gibi duran birtakım görüntüleri Evrim Kuramının geçersizliğini kanıtlamak için kullanmaya çalışmaları cahil cesaretinden başka şey değil. Evrim Kuramının geçersizliğine kanıt diye öne sürülen o görüntüler incelenecek olursa, aslında Evrim Kuramının önemli dayanaklarından oldukları görülür. Gel de anlat.
Itır gidiyor. Ne oldu buna, hiç konuşmadı, öylece oturdu durdu. Ne diyor hemşireye, anlaşılmıyor. Cadının sesi ne kadar kısıktır, bir tepesi atmaya görsün, itfaiye sireni gibi inletir ortalığı. Vay haline yakındakilerin… Gitti galiba…
Yetişkin insanları başka dünyalara gönderme olanağın yoksa ve yaşamına dair bir şeyler göndermen zorunluluk haline gelmişse ne gönderirdin? Birilerini göndermen imkaansızsa yani… Dünya yakında yok olacaksa… Çaresizce yok oluşa doğru giderken yaşamın sürmesi sorumluluğuyla ne gönderirdin Evren'de dört bir yana? Ne olacak, bakteri dolu kutular gönderirdim. Belki yaşama uygun bir gezegene düşer, gelişme sürecinde Dünyadakine denk şartlar ve denk yaşam bileşimleri ve yapılanmaları oluşur, nihayetinde buradakine benzer bir yaşamı tohumlamayı başarırlar diye umardım. Diğer canlılar gibi bakteriler de evrimleşti, pek çoğu da yok oldu, gönderilecek olanlar 65 milyon yıl öncekiler olmalı aynı yapılanmanın ortaya çıkabilmesi için. Mümkün değil ya; toprağın, havanın, suyun kimyasal yapısının ve iklimin aynı olmasını, o günkü bütün ekosistemin şart olduğunu umursamayalım, yani bakteriler dışındaki canlı yapıyla kimyasal ve iklimsel ortamı görmezden gelelim ve o günkü bakterilerin aynılarından bulabildiğimizi farz edelim: Dünyanın son dönemindekine, yani yaşadığımıza benzer bir yaşamın ortaya çıkma ihtimali ne kadardır acaba? Milyar, trilyon, kalıbımı basarım katrilyondan aşağı değildir. Ne katrilyonu, imkaansıza yakın bir rakamdır garanti. Kimyasal, biyolojik ve iklimsel yapıyla sınırlı kalsa gene iyi; volkanik patlamalar, göktaşı yağmurları gibi kestirilemez sayısız değişken gelişim sürecinde belirleyici etki yapacaktır.
Dinozorları yok eden 65 milyon yıl önceki süreçten arta kalanlar yapılandırmıştır içinde insanın da yer aldığı bugünkü canlı yaşamını. Diğer deyişle, varlığımızı o göktaşına borçluyuz; önceki ekosistemi çok azı kalacak şekilde yok etmiş, kalan canlı türlerinin yeni ekosistemi yapılandırmasını sağlayacak ortamı hazırlamıştır.
Evrim teorisini Tanrı tanımazlık ya da Tanrı karşıtlığı olarak anlamaya ve yansıtmaya çalışanlar, evrim mekanizması olmaksızın canlıların var olamayacağını düşünemiyor, akıl edemiyor veya görmezden geliyorlar. Evrim teorisinin Tanrı’yla hiçbir alıp veremediği olmadığını aklı biraz eren herkes bilir; Darwin’in yapmaya çalıştığı, yaşam mekanizmalarını anlamaya ve açıklamaya çalışmaktan ibarettir.
Evrimleşme olmadan hiçbir canlı var olamaz.
Yaşayamayacaksa nasıl var olsun, neden yaratılsın canlılar?
Canlıların özündeki en önemli nitelik evrimleşme mekanizmasıdır. Her şey evrim üzerine kurulu… Değişmeyen hiçbir şeyin olmadığı bir Evrende canlıların hep aynı kalarak gelişip güçlenmeden soyunu sürdürmesi ve dönüşmeden de canlı yapıyı koruması mümkün değil.
Akıllı tasarımmış… Akıllı tasarım tabii, hem de müthiş akıllı tasarım ama "Akıllı tasarım" diyenlerin anladığı ve kast ettikleri gibi bir mükemmel(!) tasarım değil. Tasarımın, yani yapılanmanın akıllılığı, değişebilme yenilenebilme, farklılaşabilme ve dönüşebilme özelliğinde yatıyor.
"Akıllı tasarım" diyenler aslında mükemmellikle kendilerini kast etmekteler. Toz konduramadıkları kendileri. “Bizi Tanrı mükemmel yarattı, ne ilgimiz olabilir maymunlarla” küstah yaklaşımı var çıkışlarında. Aslında beyaz adamlıklarına paravan yapmaktalar Tanrıyı, bu amaçla kullanmaktalar inançları.
Tabii ki akıllı tasarım, hem de müthiş akıllı bir tasarımdır evrimleşme mekanizması.
Uzak yakın neyi değiştirir; tabii ki akrabayız denizhıyarıyla, hatta bildiğimiz mükemmel hıyarlarla da. Çünkü bütün canlılar gibi bizler de kusurlarla zayıflıklarla dolu ölümlü canlılarız… Yapılarımız farklı olsa da bitkisinden hayvanına, bakterisinden balinasına hepimiz genlerin eseriyiz. Doğar gelişir ölürüz ve uzun dönemlerde farklılaşır, çok ama çok uzun dönemlerde de dönüşürüz.
Yaşama, daha çok da bilime inanç penceresinden bakanların bilimsel çözümlere ulaşmaları çok zor. Daha en başında “Tanrıyı sorgulamak” engelini koyacaklardır karşılarına. Düştükleri ve bir türlü çıkamadıkları hata buradan kaynaklanmakta işte…
Bir mükemmel hıyarın çıkıp “Tanrı beni mükemmel ve çok üstün yarattı, kara kuru kıllı yaratıklarla, ötekiyle berikiyle ilgim olamaz…” demesi, en başta, paravan yaptığı Tanrı’ya hakarettir.
“Tanrı beni mükemmel ve çok üstün yarattı…” anlayışına kendini kaptırmış giden mükemmel hıyar, genlerinin şempanzeden sadece yüzde bir farklı olduğunu bilmez mi bilir. Bu yüzde biri mükemmelliğinin kanıtı sayıyor mu bilmem ama yetip artıyor hıyarı mükemmel üstün varlık yapmaya.
Sormazlar kendilerine ben sorayım “Yaradılış teorisi”cilere: “Ne yani bir kuarktan veya fotondan veya bir galaksiden daha mı mükemmel varlıklısınız, daha mı özelsiniz?”. Bütün bunların değişip dönüşmesi önemli değil ama başta insan olmak üzere canlılar değişmez dönüşmez sabit varlıklardır öyle mi? Bu öyle bir görmezden geliştir ki, cansız denilip önemsenmeyenlerin değişip dönüşebilmesi için canlıların evrimleşmesinden çok daha muazzam güçler gerektiğini de görmezden gelmek gibi çok vahim bir yanlışı peşi sıra getiriyor. Farkında bile değiller...
İnançtan hareketle evrime inanmadığını söyleyenlere kim ne diyebilir. Sahip oldukları bilgi ve birikim gereği böyle düşünmektedirler. Fakat inancı bilim diye sunanlara söylenecek söz olacaktır elbette. Hele de bir takım çıkar hesaplarına alet ediliyorsa inançlar veya orasından burasından çekiştirilerek saptırılıyorsa bilim, söylenecek daha çok şey olacaktır.
İnanç bilim değildir, bilimin de inançlarla işi yoktur.
Bu cahillere en güzel yanıtları hep daahiler verip durmuştur. Newton yer çekiminin bilimsel tanımlamasını yapmış yapmasına da, bir başka daahi asırlar önce müthiş bir örnekle açıklamış yer çekimini: Galileo, arzın merkezine doğru açılacak ve merkezde durulmayıp aksi istikamette biraz daha uzatılacak kuyuya atılacak taşın sarkaç davranışıyla açıklamış yerçekimini. İnsanın aklı duruyor. Çılgınlık bu… Deha karşısında kalakalmaktan, büyük bir saygıyla eğilmekten başkasının insanın elinden gelmemesi bundandır işte. Adama bak ya, açılacak bir kuyuya atılacak taşı düşünmek, bir öteye bir beriye gelişini hayal etmek… İnanılmaz, insanın aklı duruyor… Nasıl muhteşem açıklıyor yerçekimini ya… Bu yetmemiş gibi tutmuş yaptığı teleskopla Jüpiter'e bakmış, bilmem kaç tane uydusunu görmüş, yörüngeleriyle ilgili notlar almış. Be adam, o ilkel olanaklarla yaptığın teleskop ne kadar iyi olabilir, ne kadar iyi gösterebilir? Ne gördün, nasıl gördün? Hadi Jüpiter'i gördün, uydularını görmeyi nasıl başardın? Ben koskoca 22 cm ayna çaplı teleskopla baktığımda Jüpiter'i gördüğüme sevinmiştim; uydularını görmek de neymiş, hayallerini kurmayı bile başaramamıştım. Nasıl gördün be adam. Şehrin ışıkla kirlettiği gökyüzü koca bir bahane olabilir ancak. Veya insanoğlunun kirlettiği atmosfer... Çok çok iptidai bir teleskop yapabileceğin meydanda, onunla bakıp bir şey görebilmemin mümkün olabileceğini hiç sanmıyorum; be adam nasıl gördün? Hadi geçtim beni, sayısız insan Dünyadaki en karanlık, en berrak atmosferli yere götürülse, senin teleskop dediğin o ucube aletle içlerinden bir teki, değil uyduları, Jüpiter’i bile görmeyi başaramaz be adam. İnanılmaz… Hayranlık duymamak mümkün mü? Delilik bu ya… Daahi bu, durur mu, “Dünya değil Güneş'tir merkezde olan, diğerleri onun etrafında dönüyor” demiş, tabii çarşı karışmış. Zor kurtarmış canını. Bunları görüp düşünen birinden korkmayacaklardı da ne yapacaklardı? İktidar delilerinin böyle bir daahiyi anlamaları mümkün mü?
Bir başka daahi Lavoisier, Galileo kadar şanslı değildi; “Devrimin bilginlere ihtiyacı yok” diye buyuran gücü ele geçirmişlerce kesildi başı. Kimyayı simyacılıktan çıkartıp bilim yapan o muhteşem kafanın insanlığa neler daha armağan edebileceğini bir an bile düşünmemişler! Ne ahmaklık, ne akılsızlık… “Bilime ihtiyacımız yok” deyip kimya biliminin babasının kafasını kesivermişler iki saniyede… Taptığınız iktidarlarınıza da size de… Lanet olası salaklar…
Sanki günümüzde farklı mı; yine çıkıyor akılsız soytarı şebekler, tartışmalı tarihi bir meselede hiçbir geçerli bilimsel, tarihsel kanıt ve dayanak göstermeye gerek duymayıp en küçük savunma hakkı tanımaksızın "Biz buna inanıyoruz, aksini öne sürmek ve savunmak suçtur" yasası çıkartabiliyorlar güçlerini ilan ettikleri parlamentolarından. Bu nasıl bir dangalaklıktır anlamak mümkün değil. "Aksi iddia edilemez. Suçtur…" diye yasa çıkartabiliyorlar ya 21. Yy.ın dünyasında. Bu kadarını askeri rejimler bile yapmaz ya. Yapsa yapsa baskıcı şeriatçı yönetimler yapar diyorduk, bu soytarı şebekler hepsini yaya bıraktı. Bilimin başını kesenlerin torunları yapar da komşusu geri mi durur, orada da var şebek soytarılar, orada da çalışıyor muktedirler, orada da çıkartıldı "Aksini söylemek suçtur" yasası. Dangalaklığa bak ya, "Güç bizde…" deyip dayıyorlar "Buna inanılacaktır, İİİNAAAANNN…" yasasını… Parlamentolara bak ya, emrediyor buyuruyor, ifade ve savunma özgürlüğünü engelliyor ya… Soytarılığa bak ya… Evrimin tersine de işleyebildiği ve şebekleşmelerin hayat bulabildiği görülüyor. Hem de uygarlığın merkezi denilen Avrupa'nın göbeğinde.
Tarihçiler ve hukukçular varken karar almak bu soytarı şebek parlamenterlerin ne haddine! Salaklar, verebiliyorlarsa emir versinler tarihçilerine hukukçularına hiç olmazsa, onlar çıkarsın çıkartabiliyorlarsa bu dayatma kararını. Sıkı mı buna yeltenmesi o muktedirlerin, o saniye bulurlar kendilerini parmaklıklar ardına veya deli gömleğine götüren yolun başında. Dangalaklığa bak ya… Üstelik 21. Yy.da ya… Buna inanılacaktır, inanmayan suçludur diye yasa çıkarttılar ya… Hem de Dünyaya demokrasi ve özgürlük abideliği taslayıp zırt pırt ders verirken yaptı bunu soytarı şebekler ya… Dangalak soytarılar…
Doğa değişiyor, değişen doğa değişmeye zorluyor. En önemli, belki de tek nedenleri “Yaşamak” olan canlılar, kimi zaman iyiye, kimi zaman da kötüye doğru değişen şartlara uyum sağlayamazsa yok olacağının farkındalığıyla değişiyor, gelişiyor, güçleniyor ve nihayetinde de farklılaşıyor, dönüşüyorlar. Bunu yaparken de şartlarla başa çıkmasına engel olan özelliklerini yitirip daha rahat uyum sağlamasına yarayan unsurlarını geliştiriyorlar. Kullanılmayan uzuvların zaman içinde yitirilmesinin kaçınılmaz olduğu gibi, çok kullanılanın, çok işe yarayanın gelişmesi doğaldır.
Buzul çağının başlaması veya sona ermesi sayısız canlı için ölümcül tehdit anlamına gelmiyor mu? Geliyor… Karın buzun içinde yaşamaya alışmış canlılar, güneşin kavurduğu şartlara geçiş sürecinde uyum sağlayamazlarsa yok olacaktır. Bu kaçınılmaz… Göktaşı çarpması veya dev bir volkanik patlama gibi nedenler yüzünden geçiş çok aniyse zaten hiç şansları yoktur yaşamı sürdürmekten yana. Çarpmanın dehşetli ortamından sağ kurtulanlar ise aniden aşırı değişen ortama uymanın mücadelesini vermeye başlayacaklardır. Eski şartlara dönme sürecinin çok uzun sürmesi durumunda çok az canlı türü hayatta kalabilecek, yaşamını sürdürebilen türler ise evrimleşebilenler olacaktır.
Dünyanın ısınması yüzünden bitki örtüsünün göç ettiğinden söz ediliyor. Peki ya gidebilecek daha sıcak ya da soğuk bir yerler yoksa ve şartlar çok sertleşmiş, eskiye dönüş ihtimali kalmamışsa ne yapacaktır canlılar? Ya içlerinden az sayıdakileri yaşamanın alışılmışın dışında bir yolunu bulacaktır ya da topluca tamamen yok olacaklardır. Çok uzun dönem süren çok zor şartlarda hayatta kalmaya çalışan yeni nesillerde yaşamayı sağlayıcı uzuvlar belirmesi, özellikler gelişmesi kaçınılmazdır. Solunabilecek hava, ısıtıp aydınlatacak güneş, içilebilecek su yoksa ne yapacaktır yeryüzü canlıları? Derin mağaralardaki yeraltı sularını bulmaları, denizlerin derinliklerinde besin ve oksijen aramaları kaçınılmaz değil midir? Derin mağaralarda yaşamayı seçenlerin gözleri körelirken diğer duyuları gelişecektir. Yarasaların iki özelliği öne çıkar: Körleşmişlerdir ve görmek için ses dalgalarını kullanırlar. Çok çamurlu nehirlerde yaşayan yunuslar veya köstebekler hastalık yüzünden kaybetmediler, ihtiyaçları kalmadığı için köreldi gözleri.
Hızla yaşanmazlığa ve yetmezliğe götürüyoruz dünyayı. Son zamanlarda çok arttı iklim ve çevreye dair programlar. Küresel ısınma kaynaklı tehdit her zamankinden fazla ciddiye alınıyor. Eskisi gibi değil artık. Konuyla ilgili çok yayın yapılır hale geldi. Çöplerden kurtulmanın çareleri aranırken çöpteki büyük zenginlikler keşfedildi. Düne kadar beladan başka şey olmadığı düşünülen çöpten kazanılan paraların iştah kabartır duruma gelmesi sevindirici. Geri dönüştürme başlı başına sektör haline geldi. Ne diyor; süt kutularındaki plastik katmanı çıkartmak için plazma mı kullanıyorlarmış. Vay be, iyi fikir…
Özellikle gelinen bu aşamada insanlık için en büyük tehlike kendisi, yani geliştirdiği uygarlık; çevreye küçük bir bakış atmak bile yeterli, en büyük dertlerin belaların neredeyse tamamının kendi yarattıkları olduğunu görmek için... Kanser hep vardı, ama insan geliştirdiği teknolojilerle hastalık riskini katladı. Daha rahat ve iyi yaşamak adına gerçekleştirilen bütün buluşlar yeni yaşamsal tehditleri de beraberinde getirdi, ki bu kaçınılmaz. İlaçların yan etkisi kadar olağan karşılanması gereken bu durum, tamamen, milyarlarca yılda oluşmuş yaşama uygun olmamakla ilgili. Doğru olan, bu yan etkilerin ortadan kaldırılması için süregelenden çok daha fazla çaba harcanmasıdır. Haalaa telepatiyle haberleşmeye çalışan, balkarıncası yiyen Aborjinler'den veya uçsuz bucaksız Sibirya steplerinde rengeyiği sürülerinden geçinen ilkellerden(!) daha iyi yaşadığımızı iddia etmek, dünyaya geldiğinden fazlasını anlayamadan göçüp gitmek demektir. Rahat yaşamak iyi yaşamak anlamına asla gelmiyor. Diğer yandan, ilk yok olacak olan uygarlıktır. İnsanın var oluşunu sürdürme şansı pek çok canlıya kıyasla azsa da uygarlığa kıyasla çok yüksektir. Uygarlık yok olduğunda bile yaşayabilecektir insan. Uygarlıkla birlikte çoğalma hızı katlanan insanın yeni yaşam alanları bulma çabası gittikçe artan bir hızla devam edecektir, ki bu kaçınılmazdır. Ve uygar insan, gittikçe kendisine daha az uygun olan, hatta hiç uygun olmayan alanlara saldırısını sürdürecek, buraları da, yani çöl, orman, step, dağ gibi geriye kalmış son bakir doğal alanları da kendisine uygun hale getirerek yok edecektir. Kısacası, uygarlık yok olduğunda, yaşama şansı uygar insana göre çok yüksek olan ilkel(!) yerlilerin de elinden alınmış olacaktır yaşam alanları ve yaşama şansları. Sonuçta insan soyunu sürdürme şansı en yüksek olan ilkel toplumları da bunu yapamaz hale getirecektir uygar(!) insanlar.
Ne zaman düşünecek olsam, sanki Aborjinler, yıkılıp gitmiş geçmiş medeniyetlerinden alınan büyük dersle uygarlaşmayı reddediyorlar fikri gelişmeye çalışıyor beynimde. Doğayla tam bir uyum içinde yaşamalarını böylesine uçuk bir fikirle açıklamaya çalışmak yerine çok daha basit bir cevap neden aramıyorum? Çöle yakın ortamda yaşamaları ve yiyecek kaynaklarının sınırlı olması yüzünden oluşmuştur belki de doğaya aşırı saygılı yaşam anlayışları. Bu pek akla yatmıyor. Çünkü yiyeceği daha bol ormanlık bölgelere gitmediler, ısrarla yarı çölü andıran yerlerde yaşadılar. Neden? Alışkanlık tek cevap olabilir mi? Tuhaf bulduğum bir durum daha var; Avustralya'daki bütün memeliler keseli, peki Aborjinler neden keseli değil? Evrim karşıtları hemen atlayacaklardır bu sorunun üstüne. Sahi, Aborjinler neden keseli değil? Düşündükçe çok komik geliyor; bebeğini emzirdikten sonra kesesine koyan biri çok komik ya…
Dünyayı yok etme doğrultusunda epeyce yol almış olan insanoğlu çoktan doğal dengeleri bozarak anomaliler yarattı bile, ki büyük çoğunluk bunu bile görmemek için çaba harcamakta. Çoktan kanıksadık dengesizlikleri, düzensizlikleri... Dünya çığlık atıyor, haykırıyor, akılsızlar ise paylaşım ve zenginlik derdinde, saflar beyinsizler “Elektriğimiz, son teknoloji ürünü aletlerimiz var, bir şey olmaz. Hem gerektiğinde gereken teknolojiyi geliştirir bilim...” bilmişliğinde.
Mesele aynı mesele: Teknolojinin yaşamı kolaylaştırırken doğayla uyumu zorlaştırdığını anlamamak... Beyaz adamın uygarlaştırmak için epey uğraşıp iki arada bir derede kalmalarına sebep olmakla kalmayıp sosyal çöküntüye soktuğu ama buna rağmen halen daha bal karıncası yemeye devam eden (yabaniler işte) Aborjinler mi, yoksa teknolojinin bütün nimetlerine boğulmuş kentliler mi daha mutlu mesuttur? Hangisinin geleceği daha iyidir? Afrikalı, Amerikalı, Asyalı ilkel kabilelerin durumu ve de geleceği çok kötü olmalı bu eşsiz “Son teknoloji ürünü aletlerimiz, süper arabalarımız, gökdelenlerimiz, müthiş şehirlerimiz var” bakışına göre! Sahi, Amazon yerlileri şişeleri devirirken "Ne olacak bu kabilenin hali?" diye dertleniyorlar mıdır? Cep telefonu bile olmayan bu zavallı ilkel(!) canlılardaki intihar oranı, teknolojiye, lükse boğulup gözüne hırs büründürülmüş uygar kentlilerden yüksek midir? Değil mi, ilginç, neden acaba! Bu ilkellerin hormonlu domates, deli dana gibi dertleri neden yok? Deli dana teknolojinin değil de Yağmur Ormanlarındaki ilkelliğin bedeli mi? Teknolojinin neyi değiştirdiğini anlamalarını beklediğim yok. Eşsiz birikintilerine ters düşse de söylemem gerekiyor: Uzak olmayan bir gelecekte en büyük çatışmalar temiz bir doğa parçasına sahip olmak için yapılacak. Ki ben bile buna tanık olacağımdan kaygılıyım. İnsanlığın geleceğinde yaşam alanı seçenekleri cam fanuslar, uygar yaşama uygun olmayan alanlar ve kirlenmiş topraklardan ibaret olacak. Yani, yine binilecek ilkel yabanilerin tepesine, ellerinden alınacak son yaşam alanları da. Çünkü gözü iyice dönmüş milyarlarca beyaz adama dönüştürülmüş olacağız çoktan. Hele de, başını hızla gelişen Çin'in ve Hindistan'ın çektiği Asya ülkelerinde yüz milyonlarca beyaz adamın yetiştiğini görüp de kaygılanmamak mümkün mü geleceğin dünyasından? Teknoloji her zamanki gibi icatlarını sürdürecek tabii ki. Ne zaman nerede duyduğumu hatırlamıyorum; bir firma havadaki karbondioksiti süzen plastik ağaç yapmayı başarmış. Ne müjdeli haber değil mi? Ama ne yazık ki, karbondioksiti emen bu plastik ağaç oksijen üretemiyormuş. Yani fotosentezin yarısını yapabiliyormuş "Bunların ne yararı var" denerek küçümsenmesine rağmen yaşamın olmazsa olmazı ağaçların pek çok işlevinin yalnızca küçük bir görevini gerçekleştirmeyi başaran icat yapmış bu firma. Ne mutlu insanoğluna… Neyse... Plastik ağacın üretimi sırasında oluşan malum kirleticileri de görmezden geliriz olur biter. Tepemiz delinmiş, altımız kaynıyor, hava yakıp donduruyor, her bir yandan gelenler dört bir yana savuruyor, yenmezleşenler ortalığı kaplıyor, ama biz bozmamalıymışız moralimizi, çünkü insanlık kötüye gitmezmiş. Teknolojik gelişmeleri iyiye gidiş sayan mantığın bakışıdır bu anlayış. LCD'in varsa, mp3 dinliyorsan, iyi bir otomobile biniyorsan iyiye gitmişsin demekmiş, işte bu kadar basitmiş. Amazon'da yeni keşfedilen, uygarlıktan habersiz ilkel kabile kötü durumda öyle mi? Hadi oradan salaklar… İyiye gitmekmiş!
Gelişmek çok önemli ve gerekli bir zorunluluk insan için ama yaşam ortamını yok etme açmazından çıkmanın yollarını geliştirmek ihmal kabul etmez ve çok daha önemli bir zorunluluk.
Itır gitti, belli... Hemşirenin sesi de duyulmuyor. Uçak kazalarıyla ilgili ne çok program yapıyorlar? Atlantik'e düşen uçakla ilgili… Karakutu bulunamamış… Dünyanın 4'te üçü denizlerle kaplı değil mi? Bu karakutuları suyun yüzeyine çıkacak şekilde neden yapmıyorlar? Düşen uçakların epeycesi denize çakılmıyor mu? Karakutuları yüzeye çıkacak şekilde neden tasarlamıyorlar? Uçak suya düştüğünde bağlayıcı parçaların suyla etkileşime girince yerinden kopar, sonra yükselerek yüzeye çıkabilir kara kutular. Zor olmasa gerek böyle bir şeyi üretmek. Ne bileyim, uçak gövdesinin üstte kalma ihtimali fazla olan kolayca ayrılması en muhtemel kuyruk veya kanat ucu gibi bir bölgesine yerleştirilebilir karakutu. Belirli derinlikten itibaren anlamındaki yüksek basınç etkeni de eklendiğinde, normal uçuşlar sırasında gövde içine sızabilecek suyun yaratacağı kazalar engellenebilir. Gövde içine dolarak ortamı tamamen kaplayan su, bağlantılarını koparır, hooopp doğru yüzeye. İki dakikada bulunuverir kutu. Ne dalgıç, ne denizaltı… Salına salına, sinyal yaya yaya yüzmektedir karakutu, palamut gibi al at sandala. Vay be, fena fikir değil bu ya. Yarın kalkıp gideyim hemen patentini alayım. He he, çok komik, salak…
İnsana dair izlere ulaşılabilen son binlerce yılda belirgin ve fark edilebilir evrimleşmelere zorlayacak şartlar yok. Bu döneme bakıp yargıya varılamaz, fakat sanki varılabilirmiş gibi davranılıyor. Aslında Yaradılışçılar dışında yargıya varan yok ya. Utanmasalar "Kaya resimlerinde, duvar kabartmalarında neden kıllı atalarımız çizili değil" falan diyecekler. Hani neredeyse "Akşam yattım sabah neden kanatlarım çıkmadı, niye solungaçlarım belirmedi?" diye diklenecekler.
Şimdi düşünelim, bir şempanze neden değişmek için kendisini zorlasın, neden daha zekileşsin? İhtiyacı olmadıkça neden sıkıntıya soksun kendini? Çok olağanüstü şartlar söz konusu olmadıkça hiçbir canlı istifini bozmaz, kendisini sıkıntıya sokmaz, dertsiz başına dert almaz. Şempanze de dert etmez, benim zekaam bana yeter der keyfini çıkartır yaşamanın.
Değişimin etkisindeki bir numaralı organ zekaa değil mi? Canlıların en önemli organı olan zekaa, zorluklarla başa çıkmaya çalışırken diğer organlara göre daha hızlı evrimleşecektir. Soluk almaya, yiyecek bulmaya veya yiyecek olmamaya çalışan canlının zekaasına sarılmasından daha doğal ne olabilir?
Zekaa ve yeteneğe hep imrenilmiştir. Yağmur Adam’da Dustin Hoffman’ın müthiş oynadığı otistik karakterinin inanılmaz yeteneklerini gören kimi insanlar, otizmi iyi bir şey sanmaya başlamışlardı. Neredeyse, burnunu poposunu kestirip biçtirenler gibi "Böyle hafızam olsun, bunun gibi müthiş hesap yapabileyim, beni otistik yapar mısınız?" diye cerrahlara koşturacaklar. Ne ilginç, otistiklerin ne can yakıcı dünyalarda yaşadığını, neler çektiğini hiç akıllarına getirmiyor zekaalarının çarpıcılığına kapılanlar… Her şey gibi zekaanın da bedeli var.
Bilimsel kılıfla Evrim karşıtlığı yapanların fosillere baktık demelerinin anlamı yok; akılları tamamen binli yıllara bakışın tutsaklığında veya yaşanabilir alanlar bulmakta karadaki canlılardan çok daha fazla şansa sahip deniz canlılarında. Suyun koruyuculuğu karaya kıyasla çok daha fazla ve su hem oksijeni hem de ısıyı daha iyi muhafaza ediyor. Kirliliğin veya ısının, havaya ve karaya kıyasla çok çok yavaş yayıldığı, hatta tamamen yayılmadığı suda derine veya uzağa gitme şansları var su canlılarının. Bu yüzden değişmeye gereksinim duymayacaklardır.
Milyonlarca yıldır değişmeyen türleri, Evrim Kuramının geçersizliğine kanıt olarak sunmaya çalışanların öncelikle yapması gereken tek şey var ama akıllarına veya işlerine gelmiyor; "Bu türler neden değişmedi?" sorusuna yanıt aramak. Değişmediler, çünkü ihtiyaç duymadılar. Bir şempanzenin zekaasını geliştirmeye ihtiyaç duymaması da aynı sebeptendir, bir midyenin milyonlarca yıl önce de aynı olması da... İhtiyacı yok ki, yaşamını sürdürüyor, neden değişsin?
Bu noktada "Günümüzde de pek çoğuna tanık olduğumuz türleri yok olanlar neden değişmiyorlar peki?" diye sorulabilir. Burada da aynı yanıt geçerli; "Eyvah yok oluyoruz!" alarmını veremiyorlar. Çünkü değişimi gerektirecek olağanüstü şartlar söz konusu değilken hızlı şekilde tükeniyorlar. Alarmı çalıştıramıyor, değişimi sağlayacak gücü oluşturamıyorlar. Değişmeleri gerektiği kıvılcımını ateşleyecek aşamaya gelemedikçe yok olmaları kaçınılmaz.
Bütün bunlardan hareketle, canlıların, dönem dönem suların koruyuculuğuna sığınmak zorunda kaldığını, dönem dönem de rahatlayıp zenginleşen karalara döndüklerini öne sürmek yanlış olmaz. Hatta bu geçiş dönemleri birden fazla yaşanmıştır diye düşünmek de...
Yaşam deniz gibi, ilklerle dolu… Ölüm deniz gibi, sonlarla dolu…
Ve aynı tür bir bölgede karaya geçiş yaparken, bir başka yerde denizde yaşamayı sürdürebilir. Örneğin, Atlantik'in yaşanmazlaşmasıyla G.Amerika kıyılarında karaya çıkan tür, karaya kıyasla daha uygun şartlar nedeniyle Hint Okyanus'unda kaçabilir. Ya da tersi… Örneğin, Kuzey Pasifik'in Asya kıyılarında karaya veya bir adaya çıkan tür, Orta Amerika körfezine sığınıp denizde kalabilir; aynı türün daha önce karaya geçiş yapıp dönüşümünü tamamlamamış olan yarı su yarı kara hayvanı amfibiler de denize dönebilir. Okyanus ağır bir kirlilik altındayken o bölge sularına hayat vermeyi sürdüren yer altı kaynak suları bu çekimi yaratabilir. Bunlar tamamen çok ağır yaşam şartlarının zorunlu hale getirdiği seçimlerdir ve zaten Daahi Kuramcı da bu yüzden "Doğal Seçim" demiştir. Kuzey Yarımküre'de veya Kutup'ta olup Güney'de olmayan türlerin -ya da tersi- açıklaması bu olabilir. Evet evet budur… Hemen ardından Avustralya'nın keseli memelilerini düşünüp "Keseli memelilere karşılık gelen deniz türleri var mı?" sorusu takılıyor insanın aklına. Bu Avustralya çok karıştırıyor insanın kafasını; eldekilerin yetmediği, başka açıklamaların gerektiği çok açık…
Çıt çıkmıyor… Hemşirelerden bile…
"Sessizliğin sesleri" tanımlamasını kullanmam ne hoşuna gitmişti Itır'ın. Bir müddet sonra O'Henry'nin kitabını uzun yılların ardından bir kez daha okumaya başladığımda aynı tanımlamayla orada karşılaşmıştım. Bu tanımlamayı uzun yıllar önce O'henry'de görüp belleğime yerleştirdiğimden mi kullanmıştım, yoksa bütün güçlü seslerin yitip gittiği gecenin geç saatlerini yaşamak alışkanlığım sırasında edindiğim izlenimlerin eseri miydi, karar vermem kolay değil. Neruda'ya sarılan Postacı'nın dediği gibi, "Şiirler yazanın değil okuyanındır artık" durumu mu geçerli, yoksa "Aklın yolu birdir" ilkesi mi, gel de karar ver.
Hamam böceği, akrep gibi kimi canlılar kabuklarını radyasyondan bile etkilenmeyecek kadar güçlendirerek ve tahtaya varıncaya kadar çok çeşitli şeyleri yiyerek türlerini sürdürmüşler. Kaplumbağalar, timsahlar, hamam böcekleri, akrepler hayatta kalmalarını sağlayacak özellikler geliştirdikleri için dinozorları yok eden 65 milyon yıl önceki göktaşı çarpması sürecini bile atlatabilmişler.
O toplu yok oluş sürecini atlatanların belirgin özellikleri öne çıkıyor: Kabukları, yani zırhları çok sağlam, uzun süre açlığa susuzluğu dayanabiliyorlar, hemen her şeyi yiyip radyasyondan etkilenmiyorlar. Özetle, her türlü tehlikeden korunabilmeye dair özellikler geliştirme doğrultusunda kullandılar evrim mekanizmasını.
Zenginsen ölemiyorsun diyen Sabancı'mıydı? Vehbi Koç'tu Vehbi Koç… İnsanı makinelere bağlayıp yaşatmalarından yakınıyordu. Yoksa haklı mı ne! Böyle bitki gibi yaşamak daha uzun yıllar tartışılacaktır. Ne zaman beyin aktivitelerinin ayrıntılı dökümü ortaya konur hale gelir, o zaman biter bu tartışma. Niye bitsin, dışarıdan fark edilemeyen bilince erişilir hale gelinse bile bu kez de beyin aktivitelerinin geri gelip gelemeyeceği tartışılıp duracaktır.
Bir kez daha haklı çıktı filozof: "Bir şeyi çok iyi biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir."
Hatalı genetik kod diğer bir evrim gerekçesi... Hatalı gen işe yarar bir özellik ortaya çıkartırsa kalıcılaşma bilgileri kaydedilebilecektir genlere. Başta kusur olarak gözüken hatalı genin eseri zaman içinde işe yarar özelliğe dönüşürse evrim, işe yarar değilse sebep olduğu kusur gelişmeyip araz olarak aktarılacaktır sonraki nesillere.
Galapagos’taki iguanaların solungaç geliştirip geliştirmeyeceklerini görmek için sabırsızlanmakta pek çok insan. İnsan ömürleri içinde söz konusu değil bu değişimin gözlenmesi ama şimdiden sualtında kalma rekorları kıran iguanalar başka yere gitmediği veya adadaki bitki örtüsü bir nedenle çok zenginleşmediği sürece "Ekmek denizin dibinde" deyip dalarak yosunlarla beslenmeyi sürdürecekler, en sonunda da yarı balık yarı sürüngene, daha da sonunda ise balığa dönüşeceklerdir. Bu kaçınılmaz…
Denizlerin tuz oranıyla kanımızın tuz oranının aynı olması bir rastlantıdır denilip geçilebilir mi? Tabii ki denilemez, zira kökenimizin denizlere dayandığının göstergesidir diyor… Hay aksi, genetikçi mi yoksa biyolog mu, gel de kestir. Başını kaçırdım, sonrasına dikkat edeyim…
Uyumuşum… Ne zaman uyudum, ne kadar uyudum bilememek ne tuhaf. Zaman hiçbir şey ifade etmiyor ne zamandır. Dur bir dakika, artık radyom var. Televizyonu kapatmışlar… Programlar saat başlarında başlıyor, arada bir de saati söyledikleri oluyor. Tarihleri de söylüyorlar. Yaşasın, bundan sonra bileceğim geçip giden zamanı.
Ne ilginç, atom boyutunda baktığımızda her şeyin boşlukta yüzdüğünü göreceğimiz hiç aklıma gelmemişti. Aslında bildiğimiz bir şeyi birileri göstermedikçe görememek ne ilginç. Tıpkı uzay gibi; boşluklar cisimlerden kat be kat fazla… Her şey gibi bizler de koskoca boşluklarız ya. Ne kadar garibine gidiyor insanın.
Hemşire biriyle mi konuşuyor! Itır mı geldi yoksa! Gündüz olduğunu ne biliyorsun, ya gecenin bir yarısıysa. Sabredersem saati duyabilirim radyodan. Umudum yoktu, gelmez diyordum, kalktı geldi. Nerelerdeydi, neler yapıyordu? İzini kaybettirmişti, şaşırttı beni. Bir şekilde duymuş başıma geleni, kalktı geldi cadı. Ne diyor hemşire?
Parkeyi kemiren tahta kurtlarının sesini duyan yeğenim şaşkınlıkla "Siz duymuyor musunuz?" diye sormuştu. "Neyi" şaşkınlığıyla bakakalmıştık. "Tahta kurtlarının katır kutur seslerinin duymuyor musunuz?" diye diretmişti. Kalabalıktık, gençlerin sayısı azdı. İşaret ettiği kapı eşiğine baktığımda görmüştüm parkedeki delikleri. Farkında değildim o an'a kadar. Kemirme seslerini onun duyması, biz yetişkinlerin duymaması çok normalmiş meğer. Daha sonra bir belgeselde denk gelmiştim bunun açıklamasına. Çocuklar ve gençler belli bir yaşa kadar yetişkinlerin duyamadığı frekansları duyabilirlermiş. Yaş ilerleyince bu frekans aralığını duyamaz hale gelirmişiz. Sabahtan akşama kadar kapısının önünde aylaklık yapan gençlerden bıkan bir market sahibinin yardım istediği uzmanın yaptığı elektronik devre kapıya takıldıktan sonra hepsi hemen toz olmuşlar. Uzmanın sisteminin hoparlöründen yayılan rahatsız edici sesleri yetişkinler duyamazken, gençler bir saniye katlanamıyor, hemen kaçıp uzaklaşıyorlarmış. Yaşlandıkça sadece sesimiz değil, kulaklarımız da kartlaşıyormuş ya, vay be.
Evrim karşıtlarının en büyük yanılgısı "Değişkenlik"i görmeyişlerinden kaynaklanıyor. Değişkenlik üzerine kurulu bu evrende sabit canlılar oluşamaz, oluşsa bile yaşarlığı koruyamaz. İşte en önemli mesele bu…
Tanrısal pencereden bakalım; Tanrı, yaşayabilirliğini koruyamayacak olanları yaratır mıydı? Eğer yaratacak olsaydı her yok oluşun ardından sürekli olarak yeniden yaratmak zorunda kalırdı.
Yaratılışçıların açısından bakarak Dünyamıza kabaca bir göz attığımızda, Tanrının dönem dönem farklı türler yarattığı sonucuna varırız. Belli bir dönem mikroorganizmaları, diğer bir dönem dinozorlara hayat vermeyi istemiş, son dönemde yarattıklarının arasına insan da koymaya karar vermiş Tanrı. Görüntü bu. Böylesine basite indiriliyor yaradılış. Akıl alacak şey mi?
Dalmışım… Ne kadar uyudum? Ne güzel alışmıştım zaman kavramını yitirmeye, radyo televizyon geldikten sonra aniden çok önemli hale geldi. Salak, ne kadar uyduğunu, saatin kaç olduğunu, gündüz mü yoksa gece mi olduğunu bilsen ne değişecek! Anla işte, dünyanda zaman kavramının yeri yok artık. Kalın kafana soksana bunu beyinsiz.
Evrim mekanizmasının karşısındaki önemli güç sadece şartlar değil. Asıl güçlük canlıların kendi yapılarından kaynaklanıyor. Canlının yaşama güdüsü, var olan yapısını korumak için büyük mücadele veriyor, doğa şartlarına ve dönüşmeye direniyor. Değişmeye direnmek de yaradılışın önemli bir özelliği ve hayatta kalmanın temel mekanizması bunun üzerine kurulu. Değişmek çok zor… Zira her canlıda iki gücün çatışması söz konusu; hayatta kalma güdüsü ve evrim mekanizması. Bu iki mekanizma sürekli çatışma halinde olduğundan yaşam sürebiliyor. Yoksa başlamadan biterdi…
Halini korumak için mücadele ediyor bütün canlılar. Varlığını koruyamaz hale gelmedikçe, sahip olduklarını muhafaza etmek için tüm gücüyle direnir her canlı. Kilo vermeye çalışırken aşırıya kaçan açlık durumlarında, vücudun, yağları korumaya alarak tepki vermesi buna iyi örnek. Bu duruma engel olmak için vücuda alıştıra alıştıra bildirilmesi gerekiyor az yemenin.
İşte tıpkı sistemli diyette olduğu gibi çalışıyor evrim mekanizması; ikna etme süreci yaşandığında değişiyor, dönüşüyor, yüzerken yürür, yürürken uçabilir hale geliyor canlılar. Ani değişimin tek sonucu ise ölüm ve yok oluş.
Değişim ve farklılaşmanın gerçekleştiği yavaş geçiş evrelerinde yok olacağı kesinlik kazanırsa, o zaman yeni duruma uymak için mücadele etmeye başlıyor canlılar. Başka türlü hayatta kalamayacaktır, yeni şartlara uygun özelliklere sahip olmak zorundadır.
Hepsinden önemlisi; canlılar yaşama tutunma gücünü mükemmel olmayışlarından alıyor. Ve bu özellik canlıların en önemli silahıdır. Savaşma ve direnme gücünden yoksun canlıların güçlü, dirençli, sağlam yapılı olması mümkün değil. Savaşma ve direnme gücünü veren ise güçsüzlük ve zayıflıktır. Güçlü olan hayatta kalır ilkesiyle çelişir gibi gözükse de aslında örtüşüyor; çok güçsüzler veya zayıflar yaşayamaz ama bu kesinlikle güçlüler mükemmel canlılardır demek değildir. Canlılar, gücünü güçsüzlüklerinden alan yaratıklardır. Savaşma gücünden yoksun olanları ise yaşayamamaktadırlar.
Tersi olsaydı eğer, yaşam şartlarıyla mücadele edemeyen, direnme ve dayanma gücünden yoksun, güçsüz yaratıklar olurdu bütün canlılar. Dolayısıyla da yaşam var olamazdı. Tabii biz mükemmel(!) varlıklar da…
Çamura çöpe batmış az gelişmiş yoksul yörelerin insanlarında hemen hiç görülmezken, zengin diyarların steril ortamlarında yaşayanların önemli sorunlarından sayılıyor alerjiler. Günümüzde alerjilerin zengin hastalığı diye tanımlanmasını nedeni ise bağışıklık sisteminin gelişmesini sağlayacak bakteri, mantar, kirlilik gibi etkenlerin yokluğu. Zenginleşerek kendilerine steril dünyalar kuranlar, ‘Aşı’ diye tanımlayabileceğimiz bu güçlendiricilerden yoksunlaşıyorlar. Bedeli ise kolayca yataklara düşmek, her şeyi yiyip içememek, bulunacağı ortamlara çok dikkat göstermek oluyor...
"Beni öldürmeyen güçlendirir" deyişiyle özetlenebilecek bu ilkenin iki sonucu var: Aşırı güç şartlar yok ederken, üstesinden gelinebilen şartlar güçlendirir. Ve bu güçlendirme çok uzun dönemler için hayatta kalmaktan çok fazlasını, yani evrimi barındırır.
Doğa şartlarındaki uzun süreçli olağanüstü değişim dönemleri, canlıları değişime zorlamıştır. Bu olağanüstü dönemlere ilk tepki veren ise zekaadır. Hayatta kalmanın yeni ve başka yollarını arama güdüsü, canlılarda, öncelikle de insanda zekaayı fazlasıyla dürterek harekete geçirmiştir. Yiyecek bulmanın neredeyse imkaansızlaştığı veya yiyecek olmanın çok kolaylaştığı, hayatta kalmanın pamuk ipliğine bağlandığı ortamlarda yaşamını sürdürmenin yeni yollarını bulmak zorundadır canlılar. Bu arayışta en büyük görevin zekaaya düştüğü açık. Dişlerini, tırnaklarını sivriltmeyi veya saklanmayı ya da nerede yaşanarak neyin yenilip içileceğini, neyin solunacağını yine şartlar belirleyecektir. Tırtılda, kuşta veya insanda, hiç fark etmez, bütün bu kararları zekaa kontrol etmektedir.
Bir ağaç, suyun olduğu derinliklere köklerini uzatacak veya derinlerdeki suyun barındırdığı özellikler nedeniyle kendisine zarar vermesi durumunda, köklerini, yağmur suyunu hemen alacak şekilde yüzeye yakın yayacaktır. Eğer atmosfer zehirli gazlarla ve toz zerreleriyle fazlasıyla doluysa yaprak yüzeylerini küçültecek, hatta tamamen kökten ibaret hale gelebilecektir kaçınılmaz olarak.
Yaşam girişken ve saldırgandır ama bir o kadar da kırılgan ve dirençsiz.
Bu durumda, olağanüstü değişimlerin yaşandığı dönemlere ve hemen ardından gelenlere ait jeolojik katmanların, değişim, dönüşüm, geçiş örneklerini barındırması çok normal değil mi? Permiyen dönemi katmanları "Sonlara", izleyen dönemlerin katmanları ise "İlklere" dair örneklerle dolu olmalı.
Başta dinozorlar olmak üzere canlıların tamamına yakınının yok olmasına yol açan 65 milyon yıl önceki göktaşı çarpması gibi, hatta daha da ölümcül önceki olağanüstü şartların dönemleri canlı yaşamlarında köklü değişimlere sahne olmuştur. Topluca tamamen yok etmeyip yok olmanın eşiğine getiren şartlarda sağ kalabilen canlılar değişip dönüşmeyi başarabilenlerdir. Yani yakın atalarımız.
Bu değişebilme ve farklılaşabilme özelliği canlı yaşamının sürebilmesindeki en önemli etkendir. Hatta canlıların kilit mekanizmasıdır. Bu kilit mekanizma olmasaydı şu an birkaç türün bile yaşayacağı şüphelidir. Hepsinin soyu çoktan tükenmiş olurdu. Zira yaşam şartlarındaki uzun dönemli olağanüstü değişimler hepsini toptan yok eder, yenilerinin oluşumuna da izin vermezdi.
Canlıların en büyük gücü, evrim mekanizmasıyla desteklenmiş güçsüzlüklerinden geliyor. Güçlendirici ve geliştirici bu yapı canlıların en önemli silahıdır. Bir canlı ne kadar mükemmel olursa olsun, olağanüstü değişimlerin çok sıradan olduğu ve sürekli yaşandığı bu evrende hayatta kalamazdı. Değişimin, dönüşümün durması söz konusu olamayacağına göre canlılar da sabit varlıklar olamaz.
Bir an Tanrının yerine koyalım kendimizi; Tanrı olsaydık sürekli değişim üzerine kurgulanmış, aynılığın ve simetrinin bile olmadığı bir evrende sabit canlılar yaratır mıydık? Büyük değişim ve dönüşüm süreçlerinde sürekli yok olmaları yüzünden canlıları tekrar ve tekrar yaratmak zorunda kalmak sırtımızda ağır bir yük olmaz mıydı? Basitçe örneklersek; yıldız tozuna dönüşen yıldızlar, yıldız tozlarının meydana getirdiği yıldızlar. Sürekli değişip dönüşen bir sistemde sabit canlılar olacak şey mi? Değil ki biz insanlar gibi güçsüz ve yetersiz canlılar yaratalım. Bütün işimiz gücümüz ikide bir yok olan canlıları ve biz mükemmel(!) varlıkları sürekli yaratmak olurdu.
Sayılara sığdırmamızın bile imkaansız gözüktüğü, ucu bucağı hakkında bile fikrimizin olmadığı Evrenimizdeki minicik Dünyamızda yaşamı ilişkilendirdiğimiz binli yıllar, kozmik ölçülerde hesaba kitaba girmeyecek kadar küçücükken, bütün bu muazzam ömürlü muazzam yapıların yanında bir hiç bile sayılamayacak hiçlikteki biz mükemmel(!) canlıların ne önemi olabilir?
"Yine yok oldu şuradaki mükemmel yarattıklarım, yeniden yaratayım… Bak oradakiler de yok oldu… Şuralarda süpernovalar patlamış, buralarda yaşam kaynakları kurumuş, oralarda galaksiler çarpışmış, gezegenler birbirine girmiş, göktaşları ile kuyruklu yıldızlar denk geldiklerine bindirmiş, karadelikler durmaksızın önüne geleni yutuyor, her yerden yok olma haberleri yağıyor… Mükemmel varlıklarımı yeniden yaratmaktan usandım… Öööfff yaaa, işim gücüm bunları…" telaşlarını yaşamak ister miydim Tanrı olsam, yoksa evrim mekanizmalı müthiş sistemi mi yeğlerdim?
Galaksimizde 100-200 milyar yıldız olduğu düşünülüyor. Bunların hepsinin değilse bile önemli bir bölümünün de büyük olasılıkla gezegenleri var. Görebildiğimiz Evren'de ise 200 milyar civarında galaksi olduğu tahmin ediliyor. Yeni oluşum nedeniyle hadi diyelim epeycesinin yıldızları gezegenleri tam oluşmuş değil, buna rağmen görebildiğimiz Evren'deki galaksilerin yarısında yıldızlar ve bunların epeycesinde de gezegenler olduğunu varsaymak yanlış olmaz. Hadi diyelim bunların çok çok azında dünyamızdakine yakın canlı yaşamı, çok azında da bize, yani insana eşdeğer canlılar var. Ne kadar elemine edersek edelim yine de trilyonlarcasında, en azından milyarlarcasında insan benzeri canlı olduğu sonucuna ulaşırız. Yanılmıyorsam Drake formülüydü bunu ortaya koymaya çalışan. Hiç de uzun ömürlü ve dayanıklı olmayan insanı ve ondan çok daha uzun ömürlü olmasına rağmen yine de yaşanılırlığı Evren ölçülerinde epeyce kısa olan yaşadığı bu Dünyayı ve eşdeğeri gezegenleri, onların yıldızlarını, galaksilerini yeniden yaratmak zorunda olan Tanrı'nın işi çok ama çok zordur. Tam anlamıyla başını kaşıyacak zamanı olmaması gerekirdi.
Ne kadar aza indirgersek indirgeyelim 100 milyarlarca yaşam, milyonlarca zeki yaşam olabileceği sonucuna varmaktan kurtulamayız. Uygarlık geliştirme aşamasına hangilerinin geldiği veya uygarlık düzeylerinin ne olduğu ayrı konudur, yaratılma veya var olma biçimleri ayrı konu. Ama varlar… Oradalar ve bizler gibi onlar da başkalarına dair sorular soruyorlar.
Itır gelmedi mi? Hemşirelerin mırıltısı bile duyulmuyor… Gece olmalı, beni yaşatan bu lanet aletlerin sesleri dışında çıt çıkmıyor hastanede. Bir de radyom… Hayat verdi bana…
İlk yok olacaklar listesinin en başında yer alan insan mı mükemmel yaratıktır? Evet, aşırı güç şartlar ortaya çıktığında ilk yok olacak canlılar, doğaya uyumu çok azalmış insanlardır. Özellikle de uygar şartlarda yaşayanlar... Büyük bir tehditten kurtulabilecekler ise, ilkel toplumlarla vahşi hayvanlardır.
En başta atomların evrim geçirdiğini biliyoruz. Hidrojeni, aşama aşama oluşan atomları, molekülleri ve diğerlerini bilirken, "Evrim yoktur" demeyi nasıl beceriyoruz anlamak kolay değil. Kabaca her şeyin özü saydığımız atomların evrim geçirmesini normal, canlıların evrim geçirmesini anormal karşılıyoruz.
Ya atom altı parçacıkların geçirdikleri süreci nasıl tanımlayacağız? Canlılarınkinden farkı ne atomların veya atom altı parçacıkların geçirdiklerinin? Hepsi için, değişime dönüşüme zorlayıcı çok olağanüstü pek çok şart gerekiyor, hepsi bu. Şartlar oluştuğunda dönüşüm yani evrim gerçekleşmiyor mu? Şartlarda eksiklik veya farklılık ortaya çıktığında oluşan atom da farklı oluyor. Ya da atomları etkileyen şartlar değişirse farklı maddeler… Kömürden başka şey olmayan elmas şartların eseridir, tıpkı bizler gibi… Buradan hareketle ve geçmiş yaşamlara bakarak, her yaşam ortamında insanın ortaya çıkmayacağını söyleyebiliriz. Gerçekleşebilmesi için pek çok şartın aynı anda belirmesi şart. Tıpkı Dünyamızda doğal olarak bulunmayan ama başka gezegenlerde olan elementler gibi.
Evrim sürecinin zirvesindeki insan türü büyük olasılıkla çok güç ve çok ender şekilde ortaya çıkabiliyor. Her yaşam kombinasyonunda insanın ortaya çıkmadığını geçmiş dönemlere bakarak rahatça söyleyebiliyoruz. Buradan hareketle pek çok yaşam ortamında insan türünün olmadığı, hatta oluşamayacağı öne sürülebilir. O kadar güç ve o kadar zor ortaya çıkıyor ki insan, en gelişkin uygarlıklar, karşılaştıkları topyekun yok olma tehdidinde tek yapabileceklerinin kendilerine dair örnekleri yaşanabilir yerlere göndermek olacağını düşüneceklerdir. Bu öyle saltanatlı ve lüks bir yolculuk olmayacak, büyük olasılıkla, yokluk ve yoksunluk içinde bir yerlere varılmaya çalışılacaktır. Elden bir şey gelmiyorsa en azından en korunaklı şekilde saklamanın yolları bulunmaya çalışılacaktır. Geç bir kalem, yok olacak gezegende neyi nasıl saklayasın? Tek yol uzaya göndermek… Artık nereye gidebilirse…
Her şey sürekli dönüşüyor; atom altı parçacıklar atomlara dönüşüyor, atomlar molekülleri, maddeleri, yani her şeyi oluşturuyor. Artık bu değişim ve dönüşümlerin hiçbiri yadırganmıyor. Çünkü mekanizma kanıtlarıyla ortaya konulalı çok oldu. Aklı başında hiç kimse de "Hayır olamaz…" diye ortaya çıkmıyor ama iş canlıların evrimine geldiğinde "Hayır olamaz, Tanrı bizi eşsiz benzersiz yarattı…" diyen birileri ortalığı ayağa kaldırmaya çalışıyor.
Bildiğimiz Evrende her şeyin ama her şeyin sürekli değişip dönüştüğünü tartışmıyoruz bile. Elementler, maddeler, gezegenler, yıldızlar, galaksiler, hepsi böyle değişim ve dönüşümlerin eseri. Ama sıra canlılara, özellikle de insana geldiğinde "Tanrı bizi özel olarak yaratıp Dünyaya yerleştirdi" deniyor.
Doğanın yaptığı pek çok şeyi biz de yapabiliyoruz. Yanmış ekmek kırıntılarını elmasa dönüştürmeyi anlamakta sorun yok. Evrim karşıtı hazretlerin cevabı hazır "Bunlar canlı değil cansız". Ne yani cansızlar akıldan uzak tasarımlar mı?
Akıl almaz bir evren, akıl durduran sistemler, akıl sır erdirilemeyen mekanizmalar ve bütün bunların yanında küçüklüğünü tarif etmeye ifadelerin bile yetersiz kaldığı, ikide bir yeniden yaratılması(!) gereken mükemmel(!) canlılar, yani insanlar.
İnsanların değişmez mükemmel varlıklar olduğunu öne sürmek en hafif deyimle küstahlıktır.
Ne kadar mükemmel olursa olsun, değişmez canlıların, değişkenlik üzerine kurgulanmış bir evrende yaşamaları mümkün değildir; yaşadığı evrenin ve içindeki her şeyin de sabit olması gerekir.
Diğer bir önemli soru: "Sabit bir canlı ne kadar mükemmel olabilir."
Mükemmelliği nasıl tanımlamak gerekir bilemiyorum. Hiç zarar görmez, asla etkilenmez, ölümsüz bir varlık olmalı mükemmellikten kast edilen. Peki, böyle bir varlık canlı olabilir mi? Doğuyor gelişiyor ölüyor; canlı buyken nasıl mükemmel sayılabilir? Değişmez sabit bir canlı ne kadar mükemmel olursa mükemmel sayılabilir? Bunun sınırı olabilir mi?
Canlıyı bir kenara bırakalım, mükemmel cansız varlık var mı Evrenimizde? Yani değişmez, sabit, hep aynı kalan, dönüşmeyen… Cansızlar bile mükemmel sabit tanımlamasına uymazken ölümlülerin değişmez mükemmel varlıklar olduğu iddia edilebilir mi?
Tamamen değişkenlik üzerine kurulu bir evrende sabit canlılar yani ölümsüz canlılar olması mümkün mü?
Zaten eğer bir mükemmellikten söz edilecekse, bu evrim mekanizmalı canlılardan başkası olamaz. Aksini düşünmek Tanrıyı küçümsemektir.
Bizler bu kadar mı önemli ve vazgeçilmez varlıklarız ki, evren ölçülerinde an bile sayılamayacak süredir var olduğumuz bu dünya için yaratıldık. Demek öncemiz yok, şunun şurasında birkaç bin yıldır varız ve buna rağmen bizler mükemmel varlıklarız öyle mi! Çünkü Tanrı bizi mükemmel yarattı öyle mi? Milyarlarca yıllık süreçlerde yokuz, sabit yaratılmış biz mükemmellere dair kalıntılar da yok. Çünkü biz akıllı tasarımla birkaç bin yıl önce yaratıldık öyle mi? Bu büyük bir küstahlık, şımarıklık değilse nedir? Ucu bucağı hakkında çok çok az şey bildiğimiz muazzam bir Evren ve bu Evrene kısa süre önce bir lütuf olarak yaratılmış biz mükemmel ve değişmez canlılar, ne saçmalık.
Değişim üzerine kurulu bir evrende sabit canlılar olması, tıpkı dik virajlarla, yokuşlarla dolu bir yolda direksiyonsuz frensiz arabalar kullanılmasına benzer. Daha ilk virajlarda uçurumu boylayacaktır araçların hepsi.
Yaşadığımız dünyanın gerçek sahipleri ve asıl efendileri/hükmedenleri bakterilerken, insanın sahiplenmesi ve efendilik taslaması olacak şey mi? Varlığımız onlardan soruluyor, yokluğumuzda da onlar sorumlu olacak buralardan. Evren de onlardan soruluyor. Çünkü güç onlarda, onlarsız yaşaması imkaansız olan insanlarda değil. İnsan, onların dünyasında geçici bir konuk, yaşam sürdürme gücü kalmayınca gidecek olan bir konuk. Ve onlar insanın olup olmadığına bakmaksızın yaşamı biçimlendirmeyi sürdürecekler…
Tanrı bizi mükemmel yarattı toz kondurmazlığıyla üstünlük taslayanlar kendilerine sormazlar, ben sorayım; en küçük etkide hemen arıza veren bizler mi mükemmel yaratıklarız? Yaradılış içinde bir zerrenin zerresinin zerresi bile değilken, sorunlar hastalıklar yumağından ibaretken mi üstün yaratıklarız?
İnsanları cayır cayır yakanların döneminin üzerinden ne geçti daha. Şunun şurasında birkaç Yy… Tanrı bizi mükemmel yarattı derken kendilerinden tek farkları makam ve mevki olan insanları diri diri yakıyor, türlü eza cefaya layık görüyorlardı. Mükemmel yaratıldılar ya, ortalama ömür de hepi topu 30-40 yıldı. Cayır cayır yakılıp türlü eziyetlere uğrayanlar için bir şey demek zor ama yakanların hepsinin, Tanrının kendilerini mükemmel yarattığına inandıkları çok açık.
Geçtik yakıp yıktıklarını, mükemmellik neresindedir 30-40 yıl zar zor yaşayabilmenin?
Tanrı bizi mükemmel yarattı deyip insanları kavuranlar bir yandan da "Tanrı bize dünyayı ele geçirip yönetmeyi de emretti" deyip sefer üstüne sefer düzenliyor, ortalığı kan deryasına çeviriyorlar. Günümüzde de değişen bir şey yok, yine görevde mükemmel yaratılmışlar ve yine nizam intizam veriyorlar defolu dolu diyarlara.
Tanrının isteyip emrettiği mükemmellik bu mu?
"Bizi mükemmel yarattı… Konuştum, hep konuşuyorum…" deyip yakıp yıkmaya koşuyorlar. Öyle bir ifade edişleri var ki, sanki Tanrı "Şuralardakileri defolu, arızalı yarattım, gidin oraları toparlayıp temizleyin… Akıllı tasarımımın ürünleri olarak bu görev size düşüyor… Hadi bakiim, görev sizi çağırıyor üstün yaratıklar…" diye buyuruyor, bunlar da mükemmel yaratıklar olarak ikiletmeksizin koşturuyorlar.
Tanrı bu mükemmel hıyarları mükemmel yaratmış ve mükemmel yaratmadığı defolu, arızalı olanları düzeltip temizleme görevinin de yine mükemmel hıyarlara vermiş. Evet, mükemmel hıyarlara göre durum bu…
Altı üstü bir hıyar, ona sorsan tanrısı onu çok özel ve üstün yaratmış, özel yaratmakla kalmamış arızalı defolu olanları düzeltip temizleme görevini de vermiş. Yerimden bir kalkabilsem kıçına öyle bir tekme basardım ki, bağırsaklarındaki beyni ağzından püskürürdü. Özel olarak mükemmel ve üstün yaratıldığına göre özel muameleyi fazlasıyla hak etmiyor mu? Böyle yüce bir hıyar nasıl bir tutulabilirmiş, ilişkilendirilebilirmiş kara kuru, kıllı tüylü yamru yumrularla! Bir hıyar bunu diyebilir, pek bir şey de olmaz. Ne zaman ki yakıp yıkma, asıp kesme gücünü elde eder, işte o zaman kan ve gözyaşını işaret eden sirenler çalmaya başlamış demektir.
Bunları yapanların, kast ettikleri gibi akıllı tasarım ürünü mükemmel yaratıklar olmaları mümkün mü? Sadece değişip dönüşerek farklılaşabilen yaradılışın yok edici unsurlardandırlar, hepsi bu. Bir de, gerçekleştirdikleri ve sebep oldukları yıkımlarla, düşündüklerinin tersine etki yaratarak insanların iyiye doğru evrimleşmesine sebep olurlar.
Bir tek mükemmellik vardır, o da evrimleşebilme özelliğidir.
Yalnızca biz değil bütün canlılar mükemmeldir, çünkü evrimleşebilirler.
Bütün canlılarda olduğu gibi tek bir mükemmel tarafımız vardır; evrimleşebilme özelliği. Yaradılış denilen şey de tamamen bir evrimleşmeden ibarettir.
Asıl küstahlık, biz insanların çok üstün ve mükemmel yaratılmış varlıklar olduğunu düşünmektir. Eğer bir mükemmellikten söz edilecekse, bu ancak yetersizliğimizden kaynaklanan değişebilme, gelişebilme ve dönüşebilme özelliğimiz olabilir.
Tanrısal pencereden bakalım: Deniz yosunundan alınan fosfor geninin aşılandığı fareler gece ışıl ışıl parlıyor. Gen bloklarının yerleri değiştirilen böceğin karnı en arkada, arkası ortada oluşması sağlanıyor. Göz genleri ilave edilmiş böcek dört adet gözle yaşama merhaba diyor. Genetiği değiştirilen yiyecekler, gen aşısıyla tedavi edilen canlılar… Örnekleri çoğaltmak mümkün… Eğer Tanrı değişimi ve dönüşümü kurgulamasa, bütün bunların yapılabilmesine izin verecek şekilde yaratır mıydı canlıları? Diğer şekliyle soracak olursak; evrim mekanizmasız olarak yarattığı sabit canlılarda böylesi değişikliklerin yapılmasına izin verir miydi Tanrı? Peki, insanı bunları yapabilecek yetiyle donatır mıydı?
İnsan ulaştığı bilimsel düzey sayesinde böylesi değişiklikleri kolayca yapar hale geldi. Böylece küçük müdahalelerle yeni veya farklı canlılar oluşturabiliyor. Bir anlamda evrim gerçekleştiriyor insan. Peki, Tanrı bunları yapabilmesine izin verecek şekilde yaratır mıydı insanı? Bütün bunlardan sonra nasıl öne sürülebilir canlıların evrim mekanizmasız sabit varlıklar olduğu?
Yaradılışa dair neye bakarsak bakalım değişim ve dönüşüm görürüz. Ve asla öncekinin veya başkasının benzeri değildir yeniler. Değişim dönüşüm süreklidir ve asla bir tıpa tıplık söz konusu değildir. Sabit hiçbir şeyin olmadığı bir evrende sabit canlılar nasıl olsun? Daha da önemlisi neden olsun? Ve neden yeniden yeniden yaratılmak zorunda olsun?
Evrim karşıtlarının kast ettiği mükemmel sabit canlılar ancak değişimsiz dönüşümsüz durağan bir evrende var olabilirler, yaşadığımızda değil.
Bizimkisi sürekli değişip dönüşen bir evren; en küçüğünden en büyüğüne her unsurun sürekli değişip dönüşmesi gerekiyor. Kim bilir belki de bize paralel evrenler, aralarında da sabit olanlar vardır; barındırdıkları her şey gibi canlıları da değişmeye, dönüşmeye, farklılaşmaya ihtiyaç duymayan evrimsiz sabit türdendir. Oraya gidip görmeden bilemeyiz evrimsiz canlıların mümkün olup olmadığını ve neye benzediklerini.
Evren'i ve canlıları neyin veya kimin yarattığı ayrı konudur, yaradılışın ve canlıların mekanizmalarını anlamaya çalışmak ayrı konu.
Evrim teorisinin Tanrıyla hiçbir alıp veremediği yoktur. Sadece süregelen yapıyı açıklamaya, anlamaya ve anlatmaya çalışır.
"Yaradılış teorisi" çok büyük bir saçmalık, dahası tam bir komedidir ve hiçbir şey açıklamaz. Sadece yaradılışa ve yaşama dair görüntüleri bulanıklaştırarak düşünmeyi ve anlamaya dair çaba harcamayı engellemeye çalışır. Açıkça "Tanrı yaratmış, siz ne kurcalıyorsunuz! Tanrının işine karışmak sizin ne haddinize…" tavrıyla kestirip atar.
"Tanrının işine karışmak…" ürkütmesiyle kabul ettirilmeye çalışılan "Yaradılış teorisi" aslında bir teori bile değil. Bilimsel değeri ve kabulü zaten söz konusu olamaz. Sanki bir şeyler açıklıyormuş ve sanki bilimsel dayanakları varmış gibi sunulması 21. Yy insanlığı için büyük bir utançtan başka şey değildir.
İnsanın eriştiği bilgi ve bilinç düzeyi Tanrı'nın var veya yok olduğunu kanıtlamaktan çok uzaktır. Evrenin ve yaşamın nasıl oluştuğunu, varlığını nasıl sürdürdüğünü anlamaya ve açıklamaya yönelik çabalar, Tanrı'nın varlığını yokluğunu açıklayamaz, hatta açıklamanın yanına bile yaklaşamaz.
Tanrı'nın olmadığını, "Yaşam şöyle başladı, Büyük Patlama böyle gerçekleşti, kozmik çorba böyle fokurdadı, sonrası da şöyleydi" diye başlayarak kanıtlamaya kalkışanlar, "Peki Büyük Patlama'yı kim ya da ne yarattı?" basit ve yalın sorusuna çarparak darmadağın olur.
Ya öncesi… Bunun öncesi veya daha ötesi yok mu? Büyük Patlamayı yaratanı ya da oluşturanı, ne ya da kim yarattı ya da oluşturdu? Büyük Patlamanın öncesi ve çok daha ötesi olup olmadığını bilmemiz imkaansızken, evreni, kaainatı ve yaradılışı belli bir şeye dayandırmanın ne dayanağı olabilir?
Bildiklerimiz konusunda değişen hiçbir şey yok; bir şeyi çok iyi biliyoruz, o da hiçbir şey bilmediğimizdir. Tek bildiğimiz "Neden varız?" sorusuna yanıt arama yolculuğunda olduğumuzdur. Eriştiğimiz bilgi ve bilinç düzeyi Tanrı'nın var olup olmadığını algılamaktan çok uzaktır. Ama insanın en önemli gıdası olan felsefi bilinç düzeyini beslemesi bakımından, Tanrının varlığını irdeleyen tartışmaların önemi olduğu da gerçektir. Sonuca ulaşılamayacağının bilinmesi bu tartışmaların yapılmayacağı, yapılamayacağı anlamına gelemez, gelmemelidir ve zaten en karanlık dönemlerde bile gelmemiştir. Beyazı kavramak için siyaha, siyah için beyaza ihtiyaç vardır, iyiyi anlamak için kötü, kötü için iyi şarttır…
En değerli varlığımızdır bilincimiz ve sürekli beslememiz gerekir. Bunu yapmayı bıraktığımızda, evrim tersine işlemeye başlamış ve ilkelleşmeye, kıllı primatlığa doğru yol alıyoruz demektir.
Bütün canlılar gibi insan da gücünü zorladığı ve aştığı için var olmuştur; aşması mümkün olmayan bir güçle karşılaşmadığı sürece de var olacaktır.
Ne kadar uyudum? Bırak saati günü… Sesler geliyor, Itır mı? Doktorlarmış… Çoktan sabah olmuş. Ne diyorlar? Yaklaşıyorlar… Hızlı yürüsenize uyuzlar… Çabuk gelin…
Neden duymuyorsunuz beni? Nerede zihin okuma sistemleriniz? Siyasi değilim diye mi? Tehlikeli muhalif sayılmadığımdan mı zihnimdekilerle ilgilenmiyorsunuz? Hadi gelin enseleyin beynimdekileri? Ben azılı tehlikeli bir muhalifim, izlemeye alın beni'
"Hastamız müziğe tepki vermekle kalmıyor, durumunda iyileşme ummamızı düşündürecek kadar olumlu işaretler veriyor. Hocam, yanılmıyorsam bu vakaa ilk örnek. Literatüre girmiş bir başkası yok bildiğim kadarıyla. Yanılıyor muyum? Diğer merak ettiğim konu ise, müziğe verdiği tepki bilinçli mi, yoksa bilinç dışı bir etkileşim mi söz konusu. Hoşgörünüze sığınarak kaba bir benzetme yapacağım: Şehir efsanesi olmasını göz ardı edersek; bitkilerin müzikten etkilendiği gibi bir durum mu söz konusu? Müzik dinlediğinin farkında olması mümkün mü hocam?"
"Kesin yargıya varmak mümkün değil. Bakalım gelecek günler ne gösterecek!"
'Hey salaklar, başlatmayın müziğinden. Duyun beni beyinsizler. Kafama elektrot mu bağlayacaksınız, kask mı takacaksınız, ne yapacaksanız yapın, okuyun zihnimi beyinsizler. Getirin uydularınızı tepeme, algılayıcılarınızı yerleştirin etrafımdaki cihazlara, ne yapacağınızı ben mi öğreteceğim sizlere.
Duuyuuuun beeniiiiiiiiiiiiiiii, okuuyuuun beyniiimmiiiiiii…'
Eyüp ŞEKER
16.05.2009 22:29 / 19-26 Kasım 2009 / 01-02-03-08 Aralık 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)