KANADA HANÇERİ

BENİM TRAJEDİM SENİN TRAJEDİNİ DÖVER

Kanada ordusu ABD'nin kuzey eyaletlerini işgal etmeye başlamıştır. Bir yandan da bu eyaletlerdeki Fransız kökenlileri isyan için teşvik edip silahlandırmaktadırlar. Bu azdırma ve silahlandırma işine İtalya, Almanya, İspanya gibi başka ülkeler de katılır.

Kanada Salamı'ndan değil gerçek bir senaryodan, KANADA HANÇERİ'nden söz ediyorum. Biraz sabır lütfen…

Böylesine güçlü ve yaygın desteği görerek iyice azan Fransız kökenliler, azınlık olmalarından kaynaklanan güçsüzlüklerini büyük katliamlara girişerek gidermeye çalışır. Korku ve dehşet saçarak yöre halkını sindirip egemenlik kurmayı amaçlamaktadırlar.

Yerleşim birimlerindeki Kiliselere okullara doldurulan ahali topluca katledilir, diri diri yakılır. Özellikle kadınlara ve çocuklara uyguladıkları akıl almaz vahşet, sergiledikleri anormal şiddet, yabancı devlet temsilcilerini ve Budist misyonerleri bile isyan ettirmiştir. Konsolosluk görevlileri durumu resmi yazışmalarla merkeze bildirmekten geri duramamış, bir kısmı ise daha sonra anılarını yayınlayarak tanık olduklarını insanlarla paylaşma sorumluluğunu hissetmiştir. Din temsilcisi yabancıların bazıları da ülkelerine döndükten sonra anılarında bunlara yer vermeden edemeyecektir. Tanık oldukları vahşet, işgalci Kanada gücü komutanlarını bile dehşete düşürüp isyan ettirmiş, gördüklerini üstlerine ve hükümetlerine rapor etme zorunda bırakmıştır. Kıyımlar çok büyük, çok dehşet vericidir ve giderek büyümektedir…

Çok büyük trajediler yaşanır…

Katliamlarla da yetinmeyen Fransız kökenliler, çeşitli cephelerde olduğu gibi Alaska'da da savaşmakta olan ABD ordusunun bütün destek ve ikmal yollarında sabotajlara girişirler. Bir iki göstermelik askerin koruduğu tren yolları bombalanır, katarlar yağmalanır, havaya uçurulur, kara yolundaki kafilelere saldırı üstüne saldırı düzenlenir… İkmalsiz bırakılan cephedeki ABD askerleri büyük yokluklar yaşamaya başlar, yiyecek, ilaç ve cephane sıkıntısı had safhaya çıkar. Zaten zor durumdaki ABD ordusunun bu cephedeki yenilgisi kaçınılmaz hale gelir.

Fransız kökenliler çete olmayı çoktan geride bırakmış ve sayıları binlerle ifade edilen düzenli birliklere dönüşmeye başlamıştır. Sabotajlarla, vur kaç saldırılarıyla yetinmeyip cephedeki ABD askerlerini arkadan vurmaya girişmişlerdir artık. Kendi vatandaşlarının ve düşmanın ateşi arasında kalan ordu şaşkına dönmüştür. Bir çözüm bulunması için başkente çağrı üstüne çağrı gönderilir.

Saldırıya uğrayan yöre sakinleri de silaha sarılır, boğazlaşmalar çatışmalar başlar. Canını malını mülkünü korumaya çalışanlar olduğu gibi intikam için silaha sarılanlar da vardır. Tabii para pul peşindeki eşkıyalar da… Bölge artık çetelerden sorulmaktadır… Karşılıklı kıyımlar, boğazlaşmalar almış başını gitmiştir… Bütün gücünü dört bir yandaki düşman saldırılarını savuşturmaya yöneltmiş ABD yönetimi yöredeki güvenlik zafiyetini giderecek tedbirleri alamaz.

Saldırılara ve çatışmalara engel olmak mümkün gözükmemektedir.

Dünyanın belli başlı ülkeleri ABD'ye yüklenmiştir, dört bir yanda çok büyük saldırılarla baş etmeye çalışmaktadırlar. Eli silah tutan gencinden yaşlısına herkes askere alınmış, cephelere sevk edilmiştir. Çatışma ve boğazlaşmaların yaşandığı bölgeye doğru dürüst bir güvenlik gücü ayırmak mümkün olamamaktadır.

Kuzey eyaletlerinde bu dehşetler yaşanırken ülkenin diğer taraflarındaki Fransız kökenliler normal şekilde hayatlarını sürdürmektedir. Bir takım küçük olaylar yaşansa da genelde kimsenin kimseyle bir alıp veremediği yoktur.

Dört bir yandan saldırı altındaki ABD'de Kaliforniya'ya saldıran büyük gücün içinde, dünyanın bir ucundan gelmiş Güney Afrikalılar bile vardır ve neden orada savaştıkları hakkında en küçük fikirleri yoktur. Tek bildikleri, Hollandalılar yardıma çağırınca koştuklarıdır. Nedenini anlamasalar da dünyanın bir ucundan gelmiş ve Kaliforniya'yı ele geçirmeye çalışan büyük güce katılıp canlarını dişlerine takmış savaşmaktadırlar.

Başkan ve Kongre önemli bir karar vermekle karşı karşıyadır. Durum çok vahimdir… Tabii seçenekler arasında Arni'yi veya Rambo'yu bölgeye gönderip sorunu kökünden çözmek de vardır ama geride tek bir insan hatta tek bir canlı bile bırakmayacakları akıllara gelince hemen vazgeçilir bu fikirden.

Daha sağlıklı kararlar almak durumunda olduklarının bilinciyle hareket ederler. Karşılaştıkları ihanet kabul edilir gibi değildir, düşündükçe öfkeleri büyümektedir. Sırtlarından hançerlenmeyi akılları almamaktadır… Sindirmeleri mümkün değildir… Herkes çıldırmış vaziyettedir, birbirinden dehşetli fikirler havada uçuşmaktadır: İçlerinde "Zamanın Başkan'ı afyon krizi yüzünden İstanbul'a atmayı düşünmüştü, biz de bölgeyi atom bombasıyla dümdüz edelim" diyeni de vardır, kuzey eyaletlerindeki Fransız kökenlilerin hepsini kurşuna dizelim diyeni de… Bunların sesi öyle gür çıkıyordur ki, aklıselimin kontrolü ele alması kolay olmaz.

Öfkeden kudurmuş ve aklı başından gitmişlere kulak verilmez, serinkanlılar ağırlığını koyar…

Tam bir gündüz külahlı gece silahlı durumu söz konusudur; kim düşman işbirlikçisi isyancı çetecidir, kim değildir kestirmek mümkün değildir. Kaybedecek zaman da yoktur. Bölgedeki bütün Fransız asıllıların zorunlu göçle Teksas'a gönderilmesine karar verilir. Çatışmalara ve sabotajlara engel olmanın en iyi yolu budur. Başka çare bulunamamıştır. Fransız kökenliler Teksas'a yerleştirilecektir.

Karar uygulamaya konulur.

Savaşta bitap ve yoksul düşmüş ABD'nin olanakları iyice tükenmiş durumdadır. Ne doğru dürüst araç vardır, ne de hazinede kuruş… Zorunlu göç sırasında salgın hastalıklar ve mahrumiyetler yüzünden kitlesel ölümler yaşanmasına engel olunamaz. Yöresel çetelerin, eşkıyaların saldırıları bu kayıpları daha da büyütür.

Çok büyük trajediler yaşanır…

Zorunlu göçten kurtulmak isteyen Fransız asıllıların bir kısmı din ve mezhep değiştirerek gizlenmeye çalışır. Komşu dayanışmaları devreye girer, kimlik değiştirerek saklanmaları sağlanır bir kısmının.

Pek çok acı yaşanır… Yaşananlar artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının göstergesidir.

Sayısız şey yaşanmıştır ama olayların nasıl çığırından çıktığına örnek olması bakımından söz etmek gerekir: Fransız asıllıların Yeni Zelanda'daki bir gazetesinde "Boston'da 1.300 tane Anglosakson kökenli insan kaldı" müjdesini veren bir haber yayınlanır o günlerde. Bu haberdeki dehşeti kavrayabilmek için, bölgedeki hiçbir yerleşim biriminde, Fransız kökenlilerin, nüfusun yüzde on beşini geçmediğini bilmek gerekir. Sözü edilen bir köy veya kasaba değil koskoca bir şehirdir ve Fransız kökenliler burada yaptıkları katliam sonrasında sadece 1.300 Anglosakson'un kaldığını müjdelemektedirler.

Büyük savaş boyunca dört bir yanda pek çok ülkeyle savaşan ABD sonunda topraklarının çoğunu kaybeder. Kaybettikleri arasında Teksas da vardır. Savaşmış olduğu büyük ülkeler orada Uydurmaistan diye bir ülke kurmuşlardır. Artık Teksas yoktur, yerinde Uydurmaistan vardır ve zorunlu göçle oraya yerleştirilen ABD vatandaşı Fransız kökenliler de artık Uydurmaistan vatandaşıdırlar. Kısacası, savaş sonunda ABD sınırları dışında kalmış ve otomatikman Uydurmaistanlı olmuşlardır.

Aslında artık ABD'de kalmamış, geriye kalan topraklarda yepyeni bir ülke kurulmuştur. Koskoca ABD tarih olmuştur; kendisinden kopartılan her bir parçada yeni bir devlet kurulmuştur. Bunlardan biri de eski Teksas'taki Uydurmaistan'dır. Zorunlu göçle Teksas'a gönderilen Fransız kökenlilerin çoğu orada da kalmamış, dört bir yandaki pek çok ülkeye göç etmiştir.

Evet, Kanada Hançeri senaryosu böyle…

Çok mu saçma geldi, olmaz mı yani: Kanada işgale kalkışmaz mı, Fransız kökenliler işgalci Kanadalılarla işbirliği yapıp katliamlara başlamaz mı, kendi ordusunu arkadan vurmaz mı yani?

İşte bizde tam olarak bu yaşandı; Birinci Dünya Savaşında Ruslar doğudaki topraklarımızı işgal etti. İşgalle yetinmeyip bölgedeki Ermenileri de silahlandırıp ayaklandırdı.

Öncesi de sonrası da kan ve gözyaşı…

Rus işgalinin ve pek çok cepheden Osmanlı'ya saldıran zamanın büyük devletlerinin azdırdığı, Osmanlı'nın el üstünde tuttuğu ayrıcalıklı tebaası Ermenilerin başlattığı olayların çok kısa özeti böyledir.

İnsan ister istemez merak ediyor: Eğer Suriye ve Lübnan kurulmasaydı, o topraklar Türkiye Cumhuriyeti'nin parçası, zorunlu göçe tabi tutulan Ermeniler de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kalsaydı, yine de yapılır mıydı bu soykırım suçlamaları?

İşte o gün yaşanan bu olaylar yüzünden bugün bize soykırım yaftası yapıştırılmak istenmektedir. Oysa başta ABD olmak üzere pek çok ülkenin arşivlerinde tam aksini gösteren sayısız belge vardır ama bunlar gün ışığına çıkartılmazken bizler sürekli olarak siyasi arenalarda mahkum edilmeye çalışılıyoruz. Konu hakkında kulaktan dolma birkaç yalan yanlış şey dışında doğru dürüst bilgisi ve fikri olmayan parlamento mensupları da parmak kaldırarak görevlerini yaptıklarını zannetmektedirler.

Çok açıktır ki yapılması gereken tek doğru vardır: Bizim gibi arşivleri açmak, meseleyi tarihçilerin açıklığa kavuşturmasını sağlamak. Ermenistan ısrarla arşivlerini açmamakta, sürekli uydurma ve düzmece belgelerle bizi suçlamayı sürdürmektedir. Ve kimse de Ermenilere "Arşivlerinizi açın, neden açmıyorsunuz?" dememektedir. Bunun yerine, savunma hakkı bile tanınmadan, bize "Kabul edin, soykırım yaptınız…" diye dayatılmaktadır her türlü siyasi ortamda.

Meseleyi tarihçilerin açıklığa kavuşturması neden istenmemektedir? Neden belirsizlik ve bulanıklık yeğlenmektedir? Konu açıkça ortaya çıkartıldığı takdirde diyecek sözümüz, karşı çıkacak direncimiz kalabilir mi?

Sorun bakalım nereden bulmuşlar 1.5 milyon rakamını?

Bu rakama kargalar bile gülüyor ama ne acıdır ki Dünyanın haberi bile olamıyor.

Benim trajedim çok büyüktür, çünkü gövdeme inen baltanın sapı da bendendir.

Ve insan her geçen gün biraz daha inanıyor:

"Çok komik ve aptal bir dünya bu. "


Eyüp Şeker

25/26/27.04.2009

.

İLAÇ VE BİTKİLERE DİKKAT!

KANSERDEN KORUYOR DENİLEN BAZI VİTAMİNLER DAHA ÇOK HASTA EDEBİLİR!

Okan Bayülgen'in NTV'deki 'Sade Vatandaş' programına konuk olan Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, ilaçlarla ve son dönemde çok konuşulan bir takım bitkilerle ilgili son derece ilginç açıklamalar yaptı.

'Biri Bizi Hasta Ediyor' isimli kitabındaki bir çok bilgiyi izleyenlerle paylaşan Küçükusta, modern tıbba hiç bir şekilde karşı olmadığının altını çizerek "Karşı olmam zaten mümkün değil. Ben bir hekim olarak modern tıbbin teknolojisinden, imkanlarından faydalanarak hastalarıma teşhis koyuyorum ve modern tıbbin imkanlarıyla onları tedavi ediyorum. Başarılıysam bu sayededir ama modern tıbbın eleştirilmesi gereken yanlışları, olumsuzlukları, kötü tarafları da var. Bu kitapta onları ortaya koymaya çalıştım" diye konuştu.

İLAÇLARIN NEDEN REKLAMI YAPILMIYOR?

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, İlaç endüstrisi ile hekimler arasındaki iletişimin düzeltilmesi gerektiğini ve bunun küresel bir sorun olduğunu vurguladı. İstenildiği kadar kanunlar çıkarılsın, ilaçtaki gereksiz israfı önlemenin hiç bir yolu olmadığını belirten Küçükusta, Bayülgen'in "Neden Türkiye'de ilaç reklamı yok?" sorusuna "İlaç reklamı sadece Amerika'da ve Avustralya'da var. Bu son derece yanlış. Çünkü ilaç gelişigüzel tüketilecek bir şey değil" diye konuştu.

VİTAMİNLER O KADAR MASUM DEĞİL

Özellikle son yıllarda sıklıkla konuşulan vitamin haplarının da hiç de masum şeyler olmadığını belirten Küçükusta, "İlaç denince ben bunun için vitamin haplarını da katıyorum. Çünkü insanlar zannediyor ki vitamin hapı deyince, biz bunu alırız faydası olur, faydası yoksa zararı da yoktur diye düşünüyor. Halbuki hiç öyle değil. Mutlaka eczanede satılmalı ve hekimin yazdığı reçeteyle eczaneye gidip alınmalı ve mutlaka onun söylediği dozlarda ve o aralıklarda kullanılmalı. Aksi takdirde insanlar bundan fayda değil zarar görürler" dedi.

KANSER KORUYOR DENİLEN BAZI VİTAMİNLER DAHA ÇOK HASTA EDEBİLİYOR

Son yıllarda bir çok çalışmayla kanıtlanmaya başlanan bir araştırmaya dikkat çeken Küçükusta, Amerikalılar'ın 'antioksidan' deniler C, E ve A vitamini, selenyum gibi bazı mineralleri müthiş bir şekilde tükettiklerini ve bunun kansere, kalp ve damar hastalıklarına karşı iyi geldiğini savunduklarını belirterek şu açıklamayı yaptı:

"Araştırmalar gösterdi ki tam tersine fazla miktarda alınan E ve A vitamini bu hastalıkları önlemediği gibi tam tersine bu vitaminleri alanların kalp ve kanser hastalıklarından ölümleri daha çok görülüyor."

TÜRKİYE GİBİ BİR ÜLKEDE BU MÜMKÜN DEĞİL

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, Türkiye gibi besin yönünden zengin bir ülkede vitamin eksikliği yaşanmasının da pek mümkün olmadığı görüşünde.

Küçükusta, "Türkiye gibi bir ülkede, en sade vatandaşta bile ciddi anlamda vitamin eksikliği çıkması bence mümkün değil. Çünkü Türkiye'de yetişmeyen bir sebze, meyve, ot, bitki vs. hiç bir şey yok. Süt var, ayran var, yoğurt var, yumurta var. Herşey var" diye konuştu.

Prof. Küçükusta, kendisinin de hiç vitamin hapı almadığını ve çocuklarına da asla vermediğini sözlerine ekledi.

ENDER SARAÇ'TAN FARKLI GÖRÜŞ

Programın diğer konuğu Prof. Dr. Ender Saraç da Küçükusta'nın bu görüşlerine katılmakla birlikte bir ayrıntıya da dikkat çekti. Saraç, "Pek çok gıdanın doğallığı da kalmadı. Örneğin tavukta, sarımsakta yüksek oranda selenyum var. Fakat İngiltere topraklarında çok önemli bir madde olan selenyum miktarı yüzde 40 azalmış" diyerek ekolojik tarımın bozulmasıyla, bir yılda topraktan 3 kez ürün alınması nedeniyle toprağın yorgun düştüğüne dikkat çekti ve şöyle konuştu.

"Bu nedenlerle hekime danışmak koşuluyla bazı antioksidanların ve vitaminlerin, bilinçli olmak koşuluyla, kan tahlili ve hekim kararıyla, bazı antioksidanların ve vitaminlerin dışarıdan gerekiyorsa alınmasının yararı olduğu görüşündeyim."

BİTKİLER KONUSUNDA CİDDİ UYARI

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, bir çok bitkiyle ilgili açıklamanın da ticari bir olay olduğunu savunarak "Belli bir bitki, belli bir ot zaman zaman lanse ediliyor. Mesela bir dönem Aloavera diye bir şey vardı. Astımdan alerjiye, kalp hastalığına, herşeye iyi geldiği söyleniyordu. Bu tamamen ticari bir olay. Ekinezya diye bir ot var mesela. Ne işe yaradığı hiç belli değil. Aksine kesinlikle kullanılmaması gereken bir şey bence. Çünkü bu konuda yapılmış hiç bir güvenilir, bilimsel bir kanıt yok" açıklamasını yaptı.

DOĞAL BESLENME ÜRÜNÜ DİYE BİR ŞEY YOKTUR!

Prof. Dr. Küçükusta, 'Doğal Beslenme Ürünü' adı altında satılan bir çok ürünü de eleştirerek, bir takım işlemlerden geçirilen bu ürünlerin doğallıktan nasıl çıktığını şöyle anlatıyor:

"Doğal Beslenme Ürünü dediğiniz şey zaten şişeye girdiği anda doğal olmaktan çıkar. Neden çıkar? Çünkü bu madde fabrikaya giriyor. Orada eziliyor, bozuluyor, kimyasal işlemlerden geçiyor, bozulmasın diye katkı maddesi ilave ediliyor, mikrop almasın diye maddeler konuluyor, renklendiriliyor, tatlandırılıyor, üzeri draje kaplanıyor veya kapsüle konuluyor. Bunlar artık doğallıkla hiç bir alakası kalmayan bir madde haline geliyor. Doğal beslenme ürünü nedir biliyor musunuz? Sizin pazardan gidip aldığınız domates, biber, soğan, patlıcandır. Bir madde şişeye girdikten sonra o artık doğal beslenme ürünü olmaz ve hiç bir doğal beslenme ürününün hiç bir hastalığı önlemesi mümkün değildir."

PEKİ BİZ NE YEYİP NE İÇECEĞİZ?

Prof. Küçükusta, insanların ne yeyip ne içecekleri konusundaki kafa karışıklığını da şu sözlerle gidermeyi ihmal etmedi:

"Benim söylediğim temel olarak şu: Mevsiminde çıkan her türlü sebzeyi, meyveyi, yeşilliği, otu, çöpü yeyin. Hiç bir bitki, hiç bir ot, hiç bir meyve, hiç bir hastalıktan korumaz. Genel olarak mevsiminde çıkmış, uygun şartlarda yetiştirilmiş olan şeyleri dengeli bir şekilde yiyeceksiniz.

Bitki dediğimiz şey herkesin bildiği tanıdığı bir şeyse onu yeyin için ama bilinmeyen, bilmem ne otunun bilmem ne kökü falan gibi şeyler son derece sakıncalı. Bunları anlamak araştırmak da yıllar sürer. Mümkün değil."

(Vatan gazetesi)

.

DYAAS BİLDİRMİŞTİ DEPREMİ

DEPREM GÜNLERİNDE KUŞBEYİNLİYLE HAYAT


Günlerdir beklediğim deprem İtalya’yı sallamış.

Ya bize yakın bir yerlerde 5 civarında ölümcül olmayan bir deprem olacak ya da uzaklarda eski kıtaların bir yerlerinde daha şiddetli ama çok ölümcül olmayan bir deprem olacak diyordu DYAAS.

Yine doğru çıktı…

Çok büyük bir ölümcül afet olmadıkça paylaşmamaya karar vermiştim DYAAS’la ilgili gözlemlerimi. Çünkü yeri ve zamanıyla ilgili hiçbir şey söyleyemeyeceğim bir olayla herkesi huzursuz etmenin, kafaları allak bullak etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Bu kararımın yerinde olduğuna haalaa inanıyorum.

Tuttuğum notları son üç gündür bir e-mail adresimden diğerine gönderdim sadece. “DEPREM GÜNLERİNDE KUŞBEYİNLİYLE HAYAT” başlıklı eli ayağı düzgün bir yazıya dönüştürmeyi düşünüyordum ama her zamanki gibi yine elim varmıyor/varmayacaktı. İtiraf etmeliyim ki gerçek neden bu değil; çok ölümcül o afetin gerçekleşmesini bekliyordum. O taktirde çok daha sağlam bulgular elde edecek ve oturup gerekçelerini sıralayabileceğim çok daha dayanaklı bir yazı yazabilecektim.

Kimseye bir şeyler kanıtlamak gibi bir amaç peşinde olmasam da elimde bir dayanak bulunması gerektiğini düşündüm. Gerçi notlarımı bilenler(!) çok iyi biliyor ama yine de kanıt oluşturmanın pek çok yararı var. Bu yüzden kendime postaladım notlarımı.

Evet, hayvanlar depremin gücünü şiddetini ve tabii ki yerini konuşup tartışıyorlar günlerce ve bize de söylüyorlar ama anlamıyoruz.

Kendime postaladığım bu notların yakın günlerle ilgili kısmını buraya alıyorum.

(Özellikle merak edenler için not: Tutsak dün gece çıtını çıkartmadan horul horul uyudu. Dışarıdaki kuşbeyinlilerden de çıt çıkmadı. 07.04.2009)


Eyüp Şeker


“07 Şubat 2009 Cumartesi
Günlerdir sallanıp durmamızın işaretlerini sergileyip duruyordu zaten Tutsak ama dün geceyarısından sonra uyandı ve sesi sedasız çıkmazken kafesindeki oyuncak halkalarıyla oynamaya başladı. Neredeyse bir saate yakın oynadı… Tuhaftı çünkü gecenin bu kadar ileri bir vaktinde yapmazdı. Günlerdir beşik gibi sallanıp duruyorduk zaten ama dün gece daha küçükler dışında Gelibolu açıklarında 3,7, Gökova’da 3,6’lık deprem olmuş.
Tutsak’ın dün geceki davranışını şöyle yorumlayacak olsak yanlışa düşmeyiz sanırım: Depremleri biliyordu ama ölümcül olmadıklarını da biliyordu. Yine de uyumayıp sessizce oyalanarak beklemeden edemedi..
Bu davranışı daha önceki tespitlerimle de uyuşuyor: Depreme yakın günlerde sessizce ama çok huzursuz bekliyor.

05 Mart 2009 Perşembe 11:23 Deprem olacak gibi gözüküyor ama büyük bir afet değil. Zaten günlerdir süregelen sayısız depremler söz konusu. Belki bunlardan biraz daha şiddetli bir deprem olur ama taş üstünde taş kalmayan çok ölümcül bir afet yok görünürde. Kafes altını eşelediğinin işareti bir miktar fıstık kabuğu buldum sabah yerde ama çok değildi. Yaygara da pek yok… Gece bir iki martı çığlığı vardı 02 gibi… Yani paniği gerektirecek bir durum söz konusu değil. Beşin altında, bir ihtimal de 5’in üstünde çok yıkıcı olmayan bir deprem var ama nerede bilmiyorum.
……
09 Mart 09 00:47 Beş on dakika önce Uyanan Tutsak birkaç çığlık attı, biraz ıslık çaldı. Rastgele olmadıkları çok belirgindi. Sistemli ses duyurmaları gibiydiler. Şu anda kafeste dönüp durmalarına son verdi. Uuuaakk diye bir çığlık, düşük perdeden ıslıklar ve yutkunmalar sürüyor. Kafeste dönmeler de. Havlama benzeri o ses, güçlü bir ıslık, dil şaklatması, fiyuv diye bir ıslık, çanhıraş çığlık, iiiaaaeeyyy… Uuuaavvkkk,
Sonunda saat 01:09’da bağırıp çağırmaları sona erdi ve duruldu.
Bakalım her hangi bir şeyle mi ilgili bu yaygaraları?
11:45 Dün geceki hallerini ilişkilendirebileceğim bir deprem aktivitesi yok yakın yerlerde. İkiyle 3,5 arası 10 civarında deprem var ama zaten günlerdir oluyor. Hatta bazı günler bunun birkaç katı meydana geldi ama dün geceki tepkiyi vermedi Tutsak. Peki uzak coğrafyalarda ilişkilendirebileceğim bir şey oldu mu? Gazetelerde bir şey göremedim. Bir açıklaması olmalı dün geceki yaygaralarının.
10 Mart 2009 Salı Japonya’da faaliyete geçen yanardağla ilgili olabilir mi Tutsak’ın ve dışarıdakilerin bu cazgırlıkları? Yatışmış değil, tedirginliği sürüyor… Yanardağın harekete geçmesi başka şeyin habercisi mi?
11 Mart Çarşamba 17:26’da Erentepe Bulanık Muş’ta 4.3’lük bir deprem oldu. Her gün 15-20 sarsıntı oluyor ve bunların birkaçı 3’ün üzerinde. Tutsak’ın tetikteliği/huzursuzluğu ise sürüyor. Bunun nedeni bu depremler mi yoksa daha büyük bir deprem beklentisi mi göreceğiz sanırım. İnsan ister istemez şartlanmış gibi yine Asya’dan bekliyor afet haberini. ..

13 Mart 2009 Cuma - Sabah 6 civarında o ünlü yaygaralarını kopartıyordu. Dışarıda ise martılar çığlık çığlığa turluyor.
Akşamüzeri 17:00 civarında türlü çığlıkları ıslıkları koyverme faslına başladı yine. Görünüşe bakılırsa büyük depremin işaretlerini sergiliyor.
15 Mart 2009 Pazar - Bu sabah kafes altını bir miktar eşelemiş, bir avuç kadar fıstık kabuğunu yere saçmış. Bir afet işareti daha … Midilli açıklarında 4.0’lük deprem olmuş 06:34’te, sebebi bu olabilir mi kafesi eşelemesinin? Hiç sanmıyorum; günlerdir yakın yerler sallanıp duruyor, hiç birinde eşelemedi ve daha önemlisi canhıraş çığlıklar, anlamlı gözüken çeşitli bağırışları yoktu. Ayrıca tedirginliği, tetikteliği sürüyor tüm şiddetiyle. Üstelik şaşıracak kadar bana alışmışken; artık yakınından geçerken yem yiyor su içiyor, hatta tek ayak üstündeyken istifini bozmuyor iki gündür. Bunlara rağmen bana dokunurken çok temkinli, şöyle bir dokunup kaçıyor. Hele de dokunurken bir ses duyarsa hemen panikleyip alarma geçiyor.
17 Mart Ünye ve Sivas Koyulhisar’da 3,5, Mora yarımadasında 4,2’lik deprem olmuş. 2,5’luk 3’lükler de çok fazla
18 Mart – Bugün 18:33’de Marmara’da 3,7’lik. Toplam 38 depremin arasında epeyce de 3’lük var.
20 Mart – Bugün çok daha tedirgin ve ürkekti. O kadar ki sabah bana dokunmaktan bile kaçındı. 22 Deprem olmuş. Edremit açıklarında sabah 4 civarında ve akşam 19:59’da Enes açıklarında Gökçeada’nın üstünde 3,7 ‘lik ler bizimkinin huzursuzluğunun nedeni gibi duruyor ama daha önemlisi tehlikenin geçmemiş olması. Sadece benimki değil dışarıdaki martılarda huzursuz. Büyük bir afeti işaret etmiyorlar kesinlikle. Çıkardığım sonuç; 4 civarında, en fazla 5’e yakın bir deprem, ya da günlerdir olduğu gibi 3-4 arası epeyce deprem.
21 Mart – Aynı depremsellik sürüyor. Enes açıklarında Gökçeada’nın üstündeki 3,7’lik dünkü depremi bugün ki 3,3 ve 3,5’luklar takip etmiş. Gökçeada’nın üstünde ve Tekirağ açıklarındaki hareketlilik çok dikkat çekici. Son 4 ayda ürkütücü bir deprem yığılması olmuş bu iki bölgede. Fayın ortası yani Gelibolu’nun en dar kısmı Enes ise çok sessiz, en son 6 Aralıkta 2.6’lık sarsıntı, olmuş; Enes’in kırılacağının işaretleri mi Gökçeada ve Tekirdağ’daki depremler?
Son 10 yıla bakıldığında korkutucu bir görüntü çıkıyor karşımıza. Tam anlamıyla çıt çıkmıyor Enes’den. Her taraf tam anlamıyla kıpkırmızı, Enes bomboş. Silivri Bakırköy arası da kısmen boş gözükse de epey deprem olmuş. Oysa Enes korkutucu bir sessizlikte. Sanki her an kırılacakmış gibi.
22 Mart – Saat 23:30 gibi uyandı ve artık kanıksadığım çeşitli bağırışlarını salmaya başladı. Çok fazla değil, sekiz on kere falan, 10 dakika kadar sürdü ve yeniden sessizliğe gömüldü, uyumaya başladı.
Sabah 8:30 da Enes yine 3,1’le sallanmış
27 Mart 20:15 Tutsak her geçen gün biraz daha huzursuzlanıp tetikte bekler hale geliyor, gerildikçe geriliyor. Dışarıda ise martıların huzursuz çığlık çığlığa dolanmaları sıklaşmaya başladı. Tutsak’ın ürkekliği öyle artmış durumdaki yanına gidip onunla oynamaya başladığımda kazara burnum yem kapaklarına değdiğinde çıkan o küçücük ses yerinden zıplamasına yetiyor. Özetle, gerilim artıyor…
Diğer dikkat çeken davranışı ise 2-3 gündür uyurken tüneğini sıkıp durması ki, tiki andıran bu davranışı çok depresif olduğu dönemlerdeki davranışı.

28.03.2009 15:49 - Tutsak çok gergin. Keyfi yerinde olması gerekirken, o berbatlık işareti tiki geri geldi ve gündüz vakti tüneği sıkıp bırakıyor. Sabah kafesi altını eşelemiş, 2, 3 avuç kabuğu yerlere saçmış. Çok büyük bir afeti işaret etmese de birkaç gün içinde bir yerlerin şiddetli şekilde sarsılacağını gösteriyor.
29.03.2009 20:53 – Tutsak’ın gerginliği had safhada… Yine eşelemiş, sabah yerde bir avuç kadar kabuk vardı. Bir de iki üç gündür burnumu ısırıyor. Cezalandırma olduğunu sanıyorum, çok ürkekleşip tedirginleştiğinden normal zamanda aldırmadığı şeyler bile yerinden zıplatıyor kuşbeyinliyi. Salona biraz hızlıca girdiğimde tünekten düşüyordu neredeyse ve akşam burnumu ısırarak ifademi aldı bir güzel. Yine de bu cezalandırmaların cezalandırma olmayabileceğini veya başka anlamı olabileceğini de düşünüyorum. Çünkü bu ısırmaları gerektirecek kadar şiddetli şeyler hatırlamakta çok zorlanıyorum.
30.03.2009 01:52 – Martılar sanki bir şey korkutmuş gibi çığlık çığlığa dolandılar birkaç dakika önce. Genel huzursuzluk sürüyor….
31.03.2009 22:06 - Martılar huzursuz huzursuz dolanıyor… Ve bu dolanıp durmaları gittikçe sıklaşıyor… Tutsak ise uyanık, sessizce oturuyor. Gündüzleri çok gergin ve tedirgin; yem bile zorla yiyor, tek yaptığı akrilik halka oyuncağıyla oynamak, başka hiçbir şey yapmak istemiyor.
Bütün bunlar uzaktaki çok yıkıcı bir afeti değil, yakındaki bir yerlerin sarsılacağını gösteriyor sanki. Şurası kesin, deprem çok gecikmeyecek. Bugün 3,5’tan büyük 3 sarsıntı olmuş Ege’nin karasında denizinde gerçi ama kuşbeyinlilerin gerginliğinin nedeni bunlar ve diğer küçük sarsıntılar olamaz gibi gözüküyor.
Birkaç gün içinde sallanacağız… Veya uzak bir yerde afet boyutunda değil, çok şiddetli bir deprem olacak.
02.04.2009 17:53 - Dün Düzce 3,8’le sarsılmış ama beklenen bu da değil. Çünkü kuşbeyinlilerin gerilimi sürüyor. 21:08’de olmuş deprem. Yanılmıyorsam tam o sırada dışarıdaki martı kuşbeyinlileri dellenmişti. Tutsak haalaa tedirgin, sabah burnuma dokunmadı ki bunu çok gergin olduğunda yapar. Ve canhıraş çığlıklar özellikle sabah ve akşam saatlerinde sürüyor. Çok şiddetli ve uzun süreli olmasa da bu yaygaralar kopartılmakta., Biz şabalak şabalak bakınıp bağırıp çağırmalarına isyan ederken onların depremin şiddetini tartıştıklarından adım gibi eminim.
03.04.2009 02:08 Üç dakika kadar önce matılar bağırtılarla dolanmaya başladılar. Tıpkı birkaç saniyelik bebek ağlamasına benziyor çığlıkları. Çok güçlü değil, inlemeyi çağrıştıran bir bebek ağlaması gibi. Sanki hüzün var seslerinde… Tutsak tabii ki uyandı ve sessizce oyalanıyor.
03.04.2009 02:52 Tutsak uyanık kalmayı sürdürüyor. Kaşınıyor, kanatlarını geriyor ve hep sessiz. Az önce bir karga 3-5 kez gakladı. Normal zamanda dikkatimi çekmeyecek büyük ihtimalle ama deprem beklentisiyle hemen kulak kesiliyorum. Normal zamanda hiçbir kuşbeyinli gecenin bu vaktinde bağırıp çağırmaz ya, neyse…
04.04.2009 11:42 – Tutsak sabah ısırdı yine, hem de burnumun içini, alttan girip orta direğe geçirdi gagasını. Yani en yumuşak yere gömdü o lanet gagasını. Bilerek isteyerek canımı yaktı yine ve bunun cezalandırmayla ilgisi yok. Neden yapıyor bunu? Oysa inanılmaz yakınlaşmış durumdayız. İki gündür gagasına parmağımla dokunuyorum ve bundan çok hoşlandığı ve arzuladığını fazlasıyla belli ediyor ama hiç olmadığı kadar da ürkek ve tedirgin, hemen geriliyor, uzaklaşabiliyor.
Sabah hiç sesi çıkmıyordu. Oysa düne kadar yaygara vardı. Az önce kafesin altına indi. Depremin her an olabileceğine işaret bunlar sanki. Büyük olasılıkla yarından sonra sarsılacak bir yerler. Üç dört güne bile kalmaz… Bakalım neresi sallanacak? Yakınımızda olacağını sanmıyorum.
Bakalım tahminim ne kadar doğru çıkacak.”

-