ZORDUR BİLİNÇALTINI KONTROL ETMEK
Kim akıl ettiyse büyük bir kutlamayı hak ediyor; 'Mor Menekşe' şakası müthişti ama eline geçirdiğini sahaya fırlatma moronlukları bu muhteşem şakanın ateşlediği şenlik havasını yerle bir etmeye yetti.
'Mor menekşe'yi duyduklarında kaybedecekleri duygusunun esiri olmuşken yağan cisimler dirilmesini sağladı GS'lilerin, fakat bu da yetmedi.
Haftalardır karşılaşıp durdukları hakarete varan cinsel imalı şakalar, sataşmalar yüzünden küçücük de olsa bilinçaltlarına yerleşmiş mor renk rahatsızlığı vardı büyük ihtimalle ve bu bir anda devasalaşıp yüzeye çıktı. Yabancı oyuncular açısından sorun yoktu ama yerliler daha baştan bitip tükenerek yine kaybedecekleri duygusunun esiri oluverdiler.
Mor forma tercihini yapan uzmanların belli bir düşünceyle (Eskinin unutulup yeni bir sayfanın açıldığı duygusunu yerleştirmek olabilir) hareket ettikleri muhakkak, ancak bu strateji geri teperek takımı vurmuş gibi gözüküyor.
O oldu bu oldu, ne olduysa oldu, hepsi bir yana…
'Mor menekşe' şakası muhteşem oldu.
Eyüp ŞEKER
NOT: Eminim başta Arda olmak üzere bütün Galatasaraylılar "Olan oldu…" deyip çoktan başlamışlardır Fener'i devirip yerle bir etmenin hesaplarını yapmaya.
Arda'nın bir işi daha var tabii; saksıyı çalıştırıp piyasaya yeni sürülen "ArdArda…" şakasına bir karşılık bulması gerekiyor.
.
BÖYLE OLUR KELLECİNİN AÇILIMI
NE MUTLU SAKATAT SEVERLERİN KOYUNUYUM DİYENE
Sizi gidi iki cihanda lekeliler, sizi gidi insanlıktan anlamaz, barıştan haz etmezler, kesin sesinizi oturun bakiiim. İyilikten anlamayan, hayrı şerre yoran bre cahiller, görmüyor musunuz barış getiriyor bizi gütme lütfunda bulunanlar. Talimatı bizzat veren eskinin bebek katili bugünün Bodrum paşası zat-ı şahanenin, bizi gütme lütfunda bulunan zat-ı şahanelere sunduğu reçeteyi uygulamasın mı yani bizi gütme lütfunda bulunanlar? Boru mu bu, barış getiriyorlar barış, hemi de acayip bir barış!!
“Önderliğin talimatı”nı alır almaz barış temsilcisi olarak gelenleri böyle karşılamayacaklardı da ne yapacaklardı! Kellecinin bu açılımı olmasa barış gelebilir mi bu topraklara? Sizi gidi barış sevmez, demokrasiden haz etmez, analara kulak vermez barbarlar, kapayın çenenizi bakiiim.
Yurdum koyunları olarak bizlere layık görülenler kabak gibi meydanda. Benim aklım başka şeye takıldı, çünkü görüşlerini ve yaklaşımını önemserdim:
"Bölücü başını bize neden verdiler anlamış değilim!" şaşkınlığındaki Bülent Ecevit'in bugünleri görmesini öyle çok isterdim ki! Teslimini şaşkınlıkla izlediği zat-ı muhteremin, adım adım politik liderliğe yerleştirilişini görünce tepkisi ne olurdu acaba? Hele de “Salıverilip Türkbükü’ne paşa yapılsın” önerisini yapacak kadar ileri gidildiğine tanık olsa ne hale gelirdi acaba? Nerelere gelindiğini görüp nereye varılacağını ve 'Neden?'lerin 'Niçin?'lerin anlamını kavramaya başladığı anda ne yapardı acaba?
Bu teslim edilişteki amacı yıllar önce açıklayıp yazan Tuncay Özkan, Hergelekon (Cuk oturan bu tanımlama Müjdat Gezen’den alıntıdır. Bkz MSM Bursa Şubesi açılış töreni) kapsamında diğer azılı terörist(!) gazetecilerle, rektörlerle, emekli paşalarla ve diğer pek çok suçunu bilmeyenle birlikte aylardır sorgusuz sualsiz ağır(!)lan maktadır(!) Silivri’de. Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde(!) "Dağdakilerden daha tehlikeli teröristler…" diye tarif ederek sorgusuz sualsiz hapse yolladıklarından biri olan Tuncay Özkan yazdı, söyledi, anlattı ve bunu Ecevit de duydu; ne kadar itibar ettiği belli değil ama herkesin aldırmazlık içinde olmadığı aşikaar.
Ne diycem, bu azılı teröristleri sallandırın gitsin netekim. Asmayıp besleyeceksiniz de ne olacak? Sonra maazallah hukuka saygılı yargıçlar çıkar, bu azılı teröristleri serbest bırakır falan, onlar da gidip organ nakli ameliyatı, ekonomistlik, öğretim üyeliği, gazetecilik gibi azılı teröristlikler yapmaya devam ederler. Ne besliyorsunuz, sallandırın gitsin netekim.
Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde, dünyaca tanınan Prof. Haberal'ı, Prof. Manisalı'yı, Balbay'ı, Aygün'ü, generalleri, rektörleri ve isimlerini sayamadığım pek çoğunu "Dağdakilerden daha tehlikeli terörist…" olarak tanımlama utancını yaşattığı yetmezmiş gibi, dağdakilerin, neredeyse kırmızı halıyla karşılanması ve örgüt şovu yapmalarının yolunun açılması öfkeleri büyütmeyecekti de ne olacaktı?
Yurdum koyunlarının barut fıçısına dönmesine sebep olacak sayısız utanç sergilendi bu örgütü meşrulaştırma faaliyetlerinde. Bodrum paşası üreticisigiller bilir, onlara sorulsa yeridir; sakatatçının açılımı iyi gelmiyor mu yordum koyunlarına? Bebek katilliğinden Bodrum paşalığına geçiş hazımsızlık mı yaratıyor nedir?
Bir de "Bazı tarikatlar iyidir…" görüşünde değişiklik olup olmadığını ve bugünkü hangi yaşananlardan sonra tepesinin atıp atmayacağını görmeyi çok isterdim. Malum, hassasiyeti çok yüksek bir devlet adamıydı Bülent Ecevit. Bu çarpıklıkları, çapaçullukları, otoritesizlikleri, hukuksuzlukları, kuralsızlıkları gördüğünde tepesinin atacağından kuşku duyacak kimsenin çıkacağını sanmıyorum.
Açıklamalarına bakılırsa ve tabii şaşırtmak amacıyla hareket etmediyse, o günkü MİT müsteşarı da habersizdi teslimatın amacından.
Bütün bunlar bir şeyi daha, çok net şekilde ortaya koyuyor: En tepelere çıkıp çıkmamak hiçbir şeyi değiştirmiyor; büyük sırlardan ve bunların kapsamındaki planlardan haberdar olunamıyor.
Çok aşağılayıcı ve zavallı bir durum…
Bilerek veya bilmeyerek, görevini iyi yaparak veya planı fark ederek sürece sekte vuran herkes bir biçimde tasfiye edildi. En tepeye çıkanların bile ulaşamadığı yerdeki bu iradeyi temsil edenler kimlerdir, nerededirler, planlarını paylaştıkları kim ya da kimler olmuştur diye tahmin yürütmek pek işe yaramıyor. Örneğin, ABD'ye bağlılığını ve aidiyetini yeminle tescillemiş Tansu Çiller'in, Kürt meselesi hakkında sıradan vatandaş kadar, hatta daha da bilgisiz olduğunun işareti sayısız olay, geçtik bu büyük sırrı, daha önemsiz sırların bile kendisiyle paylaşılmadığının göstergesi değilse nedir? Büyük ihtimalle zeka özürlü bir zır cahil olması yüzündendir…
Sırrı paylaşmakta çok çekinildiğini anlamak zor değil. Sızmayı engellemenin başka çaresi de yok, ne kadar az kişi bilirse o kadar güvende olur. Sekteye uğramamalı plan. Ve büyük ihtimalle bu iradeyi temsil eden büyük patron dışında bir iki kişi var.
Bir yazarı hedefe yerleştiren de aynı irade, bir generali de... Genelkurmay Başkanına veya tepedeki bir bürokrata ya da bakana, bilmem hangi örgütün hangi hücresinin suikast düzenlenmeye karar verdiğini düşünmek için epeyce cahil ve saf olmak gerekir.
Göremeyeceğim yerlerdeki oluşumlara kafa yormanın yararı yok, en iyisi ortalıklara döneyim.
Bizi gütme lütfunda bulunanların son gözdesi dışişleri bakanını şaşkınlıkla izlemekteyim.
Bürokratlığından beri "Davutoğlu duruma el koydu… Davutoğlu gidiyor… Davutoğlu telefon etti. Davutoğlu geldi…" tezahüratlarıyla yolcu edilip karşılanıyor yeni dışişleri bakanı. Bir patırtı bir gürültü, bir şamata, neler oluyor merakına kapılmamak mümkün değil. Tabii kısa bir bakış atmak yetiyor neler olup bittiğini anlamaya.
Olan şudur: Şeyh uçmamakta, müritleri uçurmaktadır.
Bir "Oooffff bee…" çekerek dönersin müritlerine ki, niyesini nasılını anlayabilesin yaygaranın.
Bir de bakarsın, hep aynı kesimlerden yağmaktadır gaz verme haykırışları: Müritlerden, yandaşlardan ve pazarlık/hesaplaşma masalarına oturduğu ülkelerdeki muhataplarından.
Sıkça duyunca "Neler oluyor, neler olacak" diye insan ister istemez meraklanıyor. Kolay değil, şamatadan, patırtıdan inlemektedir ortalık. Sanırsın ki, ilgili konu tamamdır, o defter kapatılmış, kazanç hanesine önemli şeyler yazılmıştır. Ne gezer, aynen durmaktadır veya çoğunlukla olduğu gibi eskisinden daha beter hale gelmiştir.
Bilirsin kimse duymayacaktır sesini ama yine de sorup durursun “Netice ne netice? Ne kazanıldı bu işten?”. Duyulmaz kazanca dair en küçük şey. Sadece zafer çığlıkları, vaatler, umutlar yağar ilgili kesimlerden, taraftarlardan.
Taze bakanın müthiş bir vizyona ve de misyona sahip olduğuna dair eşsiz(!) fikirlerdir çoğunlukla duyabildiklerin. Bu methiyeleri düzmekte olanların epeycesinin eski üst düzey bürokrat olması şaşkınlığını daha da büyütür. Yoksa ben mi göremiyorum kuşkusuyla daha da meraklanır bakınmayı sürdürürsün. Nafiledir görmeye çalışmak; olmayan bir şeyi, ancak, uçurucu müritlerin, uçuştaki hayalperestlerin ve beyaz adam tapınıcılarının görebileceği bir kez daha kafana dank eder.
Çaresizsindir; "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına harfiyen uymak, hesapta Ermenilerin ikna edilmesini tezgahta dizilmiş palamutlar gibi beklemek dışında en küçük dahilinin ve katkısının gözükmediği bir sürecin ardından yere göğe konulmayışını şaşkınlıkla izlemektir tek yapabileceğin.
Mümkün mü göresin yeni bağlayıcılıklardan ve eskisinden daha ağır yükümlülüklerden başka sonuç monuç! Şaşkınlıkla kala kalırsın…
"Haticeniz batsın, netice ne netice!" diye bakınmayı sürdürürsün, belki bir kazanç, elde edilen bir şey görürüm diye. Ne gezer… Kazanca dair çıt çıkmıyordur ne ortalığı inletenlerden ne de ısrarla uçurtulmaya çalışılan bakandan.
Yani insan dertleniyor, öfkeleniyor bir türlü uçamayışından: Müritleri, uçurmak için bu kadar yırtınırken, şeyhte, pardon bakanda, uçabildiğine dair en küçük işaret yok. Müritlerin yırtınıyor uçsana… İnsan biraz gayret eder falan di mi! Ne gezer, vizyon misyon abidesi bizim bakanda tık yok…
İlgi alanıma girdiği için satın aldığım ve zırvadan ibaret olduğunu gördüğüm zihin kontrolüyle ilgili bir kitapta, aynı anda iki yerde birden bulunabileceğine dair bölümle karşılaştığımı hatırlamak için bu uçurulma faaliyetlerine tanık olmam gerekiyormuş. Evliyalık falan yani… Kısacası, öyle sıradan işler değil bu uçurulma işleri, bir projenin eseri her şey.
Bilmem farkında mı uçurulmakla ve uçmakla meşgul dışişleri bakanı ve de diğerleri: Soykırım iddiaları dünyadaki desteğini yitirmeye yüz tutmuş, sorgulanmaya başlanmışken Zürih anlaşması cankurtaran simidi oldu en küçük gevşeme işareti vermeyen Ermenilere.
Tamam, anladık, çaresizce gidip bastılar imzayı ama hiç olmazsa marifet yapmış gibi şişinerek ortalıkta dolanmasınlar.
MHP milletvekili Mehmet Şandır açık bir biçimde soruyor: “Arkadaş sen bu protokolü uygulayacak mısın, uygulamayacak mısın? İşgal kalkmadıkça uygulamayacaksan niye TBMM’ye getiriyorsun?”
Ermenistan, sınırı kapatmamızın sebebi olan Azerbaycan topraklarının beşte birini işgal etmesine son vereceğine dair en küçük bir imada bile bulunmazken, Ülkemizle ilgili talep ve iddialarında değişiklik yapacağına veya yumuşayabileceğine yönelik hiçbir işaret vermezken neyin zaferini ilan etmektedir bizi gütme lütfunda bulunanlar? "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına uymaktan ibaret eşsiz marifetlerine, milleti ve TBMM'yi dahil etme kurnazlığının bu Ülkeye ne yararı olacaktır?
Laf ebelikleriyle, hamasetle milleti bastırıp kandırsalar ne olacak! Bir laf ebesi çıkmış, diasporanın tepkilerinin, bu açılımdaki başarılarının işareti sayılması gerektiğini ciddi ciddi anlatıyor. "Diasporaya biçilen görev, bağırıp çağırarak sizlere gaz vermektir" demenin yararı olur mu bilemiyorum. Her şeyi kahve muhabbeti, cemaat sohbeti gibi algılıyor, bütün meselelere bu kıvamdaki kafayla yaklaşıyorlar. Birileri bu ters gazları vermese bu kadar kolay basar mıydınız o imzaları denilse hiç yararı olacağını sanmıyorum. Kazanmak bir yana, ödünler verirken, tam anlamıyla yuları kaptırıp teslim olurken kazandığınızı sanmanız nasıl sağlanacaktı demek de yararsızdır. Hep yaptıkları gibi çıkıp nutuklarını patlatır, boğuntuya getirir, lafla yıldırır ve de meseleyi hallederler! İşleri bu…
Rusya'nın desteğiyle başlayıp sürdürdüğü Azerbaycan işgalinden geri adım atmayı aklından geçirmeyen ve ABD'yi Avrupa'yı arkasında gören Ermenistan, hiçbir yükümlülüğü yerine getirmeden, en küçük ödün vermeden, en küçük pişmanlık işareti vermeden sınır kapısını açtırıyor mu açtırmıyor mu? Görünüşe bakılırsa dayatıp açtıracak… Olan da, Ermenistan işgali yüzünden yerinden yurdundan edilip mülteci konumuna düşürülerek kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilen bir milyon Azeri'ye olacak.
Öfke, şaşkınlık, kırgınlık dolu bakışlarla olan biteni izleyen Azerilerin de Mehmet Şandır'ın sorusunu sordukları kuşku götürmez.
Bizi gütme lütfunda bulunanların, bir tarafı yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden diğer tarafta bir şeyler yapamadıklarının tek işareti Azerilerin büyük kırgınlığı ve şaşkınlığı değil:
İsrail-Suriye cephesinde yapılanlar ise hamaset kaynaklı fantezi ürünü işler gibi gözüküyor. Dahası, makas değiştirme falan değil, bir yolu dinamitle uçurup yeni bir yol inşa etmeyi çağrıştırıyor. Güzergaah değişikliği gibi duran böylesine radikal siyasi tercihler, böylesine basit yaklaşımlarla gerçekleştirilebilir mi? Olacak şey değil.
Ne kadar çaba harcanırsa harcansın "Vardır bir bildikleri" düşüncesini sağlam zemine oturtamıyor insan. Oturtmak bir yana, düşüncesizce olduğu zannı daha da pekişiyor: Sergiledikleri, içlerine işlemiş Yahudi karşıtlığının ve Arap hayranlığının yansımalarından başka şey değil duygusunu şiddetli şekilde uyandırıyor insanda. Eğer öyleyse çok düşündürücü.
Hepsinden vahim olan, bu değişiklikleri yaparken ne elde edecekleri konusunda doğru dürüst fikirlerinin olmadığının işaretlerini yaymalarıdır. Kafalarındaki Yahudi karşıtlığı ve Arap hayranlığıyla, bir de o sınır tanımaz hayalperestlikleriyle kaptırmış gitmekte oldukları izlenimi veriyorlar.
Çok açık ki, dillerinden düşürmedikleri Osmanlı hayranlığından kaynaklanıyor bu hastalıklı bakış. Hastalıklı, çünkü Osmanlı'nın bu hakimiyetleri din sayesinde kurduğunu zannetmektedirler…
Uçmakla/uçurulmakla meşgul bizi gütme lütfunda bulunanların öncelikle iki şeyi çok iyi öğrenmesi ve anlaması gerekiyor. Din yapıştırıcı değil, çok şiddetli bir tutuşturucudur. İkincisi, dini ancak çok güçlüysen kullanabilirsin, yoksa gelir seni de yakar. Dahası, tek başına güçlü olmak da yetmez; kontrolündeki gücü kullanmayı beceremez veya yanlış kullanırsan da işe yaramaz, işe yaraması bir yana, kendi gücün döner seni yakar. Bununla da kalmaz, gözüne kestiren kestirmeyen herkes üstüne çullanır.
Bunlarla ilgili sayısız örnekle doludur tarih ve günümüz.
Görmemek, anlamamak için fantezi düşkünü hayalperest olmak gerekiyor demek ki.
Osmanlı'nın başarısı, tartışılmaz gücünden geliyordu, dinden değil. Tarihçiler daha iyi açıklayacaklardır; Osmanlı'nın yaklaşımı dinci değildi, aksine laikliğe yakındı. Yeri geldiğinde dini de kullanmış olabilirler ama başarılarının kaynağı din değil, reddedilmez güçleriydi… Tıpkı diğer imparatorluklar, güçlü devletler gibi… Osmanlı'ya benzeyen günümüz ABD'sinin laik sanılması bu yüzdendir. Osmanlı, "Kimse ilişmeyecek, kendi dünyanızda inançlarınızı yaşamakta serbestsiniz ama sakın ola açılıp saçılmaya kalkmayın, ezerim, koparırım kafanızı…" demiş ve gerileme/yıkılma sürecine kadar da titizlikle uygulamıştır. Peş peşe gelen büyük kayıpları engelleyemeyince de işe yarayabilir umuduyla son çare olarak din gücüne sarılmıştır.
Sözün özü şudur; ayakları yere basmayan hayalperestler, Dimyat'taki pirinç, evdeki bulgur hesaplarının yanından bile geçemeden ancak başkalarının hesaplarına hizmet ederler. Zira hesabını kitabını bilmemek yüzünden daha baştan kaybetmişlerdir zaten.
Müritlerinin uçurmak için yırtındığı büyük dışişleri dehasına(!) sır olmayan bir sırrı vermenin yararı olur mu bilemiyorum: İslamiyet aracılığıyla hakimiyet hayalleri kurduğu o Ortadoğu var ya o Ortadoğu, orası ancak laiklikle huzura kavuşturulabilir. Dinsel hesaplar ise yakıp kavurmaya devam eder. Devam etmekle de kalmaz, bu durumun bilinciyle oradaki hesaplarını kovalayanların kesin kazancına sebep olur.
Bir taraftan ikide bir kendilerine dikte ettirilenleri sektirmeden yerine getirecek, bas denildiğinde imzaları basacak, "Deliğe süpürmeyin…" ricacısı elçilerle iktidar dilenecekler, diğer yandan, tartışmasız güç gerektiren 'İslam Alemi Patronluğu'na soyunacaklar. Şaka gibi…
İsrail'in küstah ve kimseyi umursamaz tavırlarına tepki göstermek başka şeydir, defterden silercesine farklı taraflara yönelmek başka şey. Ayrıca, sergilenen bu yaklaşımın, Gazze'ye ve Filistin'e yararı olacağı ise fazlasıyla kuşkuludur. Gerçekten tercih yapmayı gerektirecek şartlar söz konusu değilken değişiklikler yapılması, kaçınılmaz şekilde sorgulamaları getirir; "Niyetiniz ne? Bahane mi yaratıyorsunuz?" kuşkularının tatmin edici cevaplar bulununcaya kadar sürmesi de doğaldır.
Dahi diye, böyle vizyonlusu misyonlusu yok diye yere göğe konulmayanların sebep oldukları öyle gizli saklı değil, her şey apaçık ortada: Zücaciyeciye giren filler gibi kırıp döküyor, bir tane kulpu kırık fincanla dışarı çıkıyorlar ama alkış yağıyor zat-ı şahanelere.
İnsanın aklı almıyor.
Kulpu kırık fincanı gösterip "Bu ne bu?" diye sormaya kalkanları doğduğuna doğacağına pişman etmek için her koldan başlattıkları saldırılardan bunalmamak herkesin harcı değil.
Bir nefes alıp sorarsın tekrar: "Bırakın lafazanlığı, umut tacirliğini, boş vaatler sıralamayı. Bu ne bu? Tutacak yeri bile yok…"
"Doldurulacak içi, söz verdiler…" açıklamaları yağar hepsinden.
"Kim verdi sözü. Geçtik söz vermeyi, imasını bile yapmadan taleplerini dayatmaya devam ediyorlar. Ne sözü?" demeniz de nafiledir, yağdırmayı sürdürürler umutlarını. Başka çareleri yoktur, çünkü sadece umut vardır ellerinde.
Kulpu kırık fincana bakakalırsın.
550'nin eski başı büyük din ve devlet büyüğü, yeni makamının hakkını verdiğini göstermekte de gecikmedi ve de hemen belli etti TRT'den sorumlu olmaktaki farkını. Dahiliğinin eşsizliğiyle çıkartmıştı Meclis kürsüsüne kıllı bebeği, şimdi de donatıverdi devlet kanalını Siyonist saplantısının marifetleriyle.
Böylece bir kez daha, ne derin, ne engin diplomasi ve siyaset ustaları olduklarını öğrendik bizi gütme lütfunda bulunanların.
Medyatik yaldızlamalardan sıyrılıp baktığımızda bir şeyi açık biçimde görürüz:
Bizi gütme lütfunda bulunanların el atıp daha beter, daha içinden çıkılmaz hale getirmediği hiçbir mesele yok. Nafile yere gürültü patırtı yapılmasın, daha berbat hale getirmedikleri tek bir örnek veremez hiç kimse. Kürt meselesinin de içine edecekleri belliydi. Yine şaşırtmadılar… Atılan her yeni adım bu inancı biraz daha pekiştiriyor.
Bir çuval incirin berbat olduğunu gördükten sonraki tavırlarını kim yutar: Günlerdir görüşmeler yaparak hazırlayıp uygulamaya koyuldukları planlarının işe yarayacağına inançları öylesine sağlamdı ki, sınırdan girenlerin ve karşılayanların örgütsel şovlarında en küçük sakınca görmediler. Görmek bir yana alkışladılar, övdüler. Çünkü her şey planlarına uygun şekilde seyrediyordu. İşlerin sarpa sardığını görünce de 'Durun bakalım, ayıp oluyor…' hallerine bürünmeye başladılar.
Peki, ne olacak şimdi!
Ne olacak!
Sakatatçıların gütme lütfunda bulunduğu yurdum koyunları diyecek ki, "Ne mutlu koyunum diyene".
Eyüp ŞEKER
23-27-31 Ekim 2009
Sizi gidi iki cihanda lekeliler, sizi gidi insanlıktan anlamaz, barıştan haz etmezler, kesin sesinizi oturun bakiiim. İyilikten anlamayan, hayrı şerre yoran bre cahiller, görmüyor musunuz barış getiriyor bizi gütme lütfunda bulunanlar. Talimatı bizzat veren eskinin bebek katili bugünün Bodrum paşası zat-ı şahanenin, bizi gütme lütfunda bulunan zat-ı şahanelere sunduğu reçeteyi uygulamasın mı yani bizi gütme lütfunda bulunanlar? Boru mu bu, barış getiriyorlar barış, hemi de acayip bir barış!!
“Önderliğin talimatı”nı alır almaz barış temsilcisi olarak gelenleri böyle karşılamayacaklardı da ne yapacaklardı! Kellecinin bu açılımı olmasa barış gelebilir mi bu topraklara? Sizi gidi barış sevmez, demokrasiden haz etmez, analara kulak vermez barbarlar, kapayın çenenizi bakiiim.
Yurdum koyunları olarak bizlere layık görülenler kabak gibi meydanda. Benim aklım başka şeye takıldı, çünkü görüşlerini ve yaklaşımını önemserdim:
"Bölücü başını bize neden verdiler anlamış değilim!" şaşkınlığındaki Bülent Ecevit'in bugünleri görmesini öyle çok isterdim ki! Teslimini şaşkınlıkla izlediği zat-ı muhteremin, adım adım politik liderliğe yerleştirilişini görünce tepkisi ne olurdu acaba? Hele de “Salıverilip Türkbükü’ne paşa yapılsın” önerisini yapacak kadar ileri gidildiğine tanık olsa ne hale gelirdi acaba? Nerelere gelindiğini görüp nereye varılacağını ve 'Neden?'lerin 'Niçin?'lerin anlamını kavramaya başladığı anda ne yapardı acaba?
Bu teslim edilişteki amacı yıllar önce açıklayıp yazan Tuncay Özkan, Hergelekon (Cuk oturan bu tanımlama Müjdat Gezen’den alıntıdır. Bkz MSM Bursa Şubesi açılış töreni) kapsamında diğer azılı terörist(!) gazetecilerle, rektörlerle, emekli paşalarla ve diğer pek çok suçunu bilmeyenle birlikte aylardır sorgusuz sualsiz ağır(!)lan maktadır(!) Silivri’de. Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde(!) "Dağdakilerden daha tehlikeli teröristler…" diye tarif ederek sorgusuz sualsiz hapse yolladıklarından biri olan Tuncay Özkan yazdı, söyledi, anlattı ve bunu Ecevit de duydu; ne kadar itibar ettiği belli değil ama herkesin aldırmazlık içinde olmadığı aşikaar.
Ne diycem, bu azılı teröristleri sallandırın gitsin netekim. Asmayıp besleyeceksiniz de ne olacak? Sonra maazallah hukuka saygılı yargıçlar çıkar, bu azılı teröristleri serbest bırakır falan, onlar da gidip organ nakli ameliyatı, ekonomistlik, öğretim üyeliği, gazetecilik gibi azılı teröristlikler yapmaya devam ederler. Ne besliyorsunuz, sallandırın gitsin netekim.
Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde, dünyaca tanınan Prof. Haberal'ı, Prof. Manisalı'yı, Balbay'ı, Aygün'ü, generalleri, rektörleri ve isimlerini sayamadığım pek çoğunu "Dağdakilerden daha tehlikeli terörist…" olarak tanımlama utancını yaşattığı yetmezmiş gibi, dağdakilerin, neredeyse kırmızı halıyla karşılanması ve örgüt şovu yapmalarının yolunun açılması öfkeleri büyütmeyecekti de ne olacaktı?
Yurdum koyunlarının barut fıçısına dönmesine sebep olacak sayısız utanç sergilendi bu örgütü meşrulaştırma faaliyetlerinde. Bodrum paşası üreticisigiller bilir, onlara sorulsa yeridir; sakatatçının açılımı iyi gelmiyor mu yordum koyunlarına? Bebek katilliğinden Bodrum paşalığına geçiş hazımsızlık mı yaratıyor nedir?
Bir de "Bazı tarikatlar iyidir…" görüşünde değişiklik olup olmadığını ve bugünkü hangi yaşananlardan sonra tepesinin atıp atmayacağını görmeyi çok isterdim. Malum, hassasiyeti çok yüksek bir devlet adamıydı Bülent Ecevit. Bu çarpıklıkları, çapaçullukları, otoritesizlikleri, hukuksuzlukları, kuralsızlıkları gördüğünde tepesinin atacağından kuşku duyacak kimsenin çıkacağını sanmıyorum.
Açıklamalarına bakılırsa ve tabii şaşırtmak amacıyla hareket etmediyse, o günkü MİT müsteşarı da habersizdi teslimatın amacından.
Bütün bunlar bir şeyi daha, çok net şekilde ortaya koyuyor: En tepelere çıkıp çıkmamak hiçbir şeyi değiştirmiyor; büyük sırlardan ve bunların kapsamındaki planlardan haberdar olunamıyor.
Çok aşağılayıcı ve zavallı bir durum…
Bilerek veya bilmeyerek, görevini iyi yaparak veya planı fark ederek sürece sekte vuran herkes bir biçimde tasfiye edildi. En tepeye çıkanların bile ulaşamadığı yerdeki bu iradeyi temsil edenler kimlerdir, nerededirler, planlarını paylaştıkları kim ya da kimler olmuştur diye tahmin yürütmek pek işe yaramıyor. Örneğin, ABD'ye bağlılığını ve aidiyetini yeminle tescillemiş Tansu Çiller'in, Kürt meselesi hakkında sıradan vatandaş kadar, hatta daha da bilgisiz olduğunun işareti sayısız olay, geçtik bu büyük sırrı, daha önemsiz sırların bile kendisiyle paylaşılmadığının göstergesi değilse nedir? Büyük ihtimalle zeka özürlü bir zır cahil olması yüzündendir…
Sırrı paylaşmakta çok çekinildiğini anlamak zor değil. Sızmayı engellemenin başka çaresi de yok, ne kadar az kişi bilirse o kadar güvende olur. Sekteye uğramamalı plan. Ve büyük ihtimalle bu iradeyi temsil eden büyük patron dışında bir iki kişi var.
Bir yazarı hedefe yerleştiren de aynı irade, bir generali de... Genelkurmay Başkanına veya tepedeki bir bürokrata ya da bakana, bilmem hangi örgütün hangi hücresinin suikast düzenlenmeye karar verdiğini düşünmek için epeyce cahil ve saf olmak gerekir.
Göremeyeceğim yerlerdeki oluşumlara kafa yormanın yararı yok, en iyisi ortalıklara döneyim.
Bizi gütme lütfunda bulunanların son gözdesi dışişleri bakanını şaşkınlıkla izlemekteyim.
Bürokratlığından beri "Davutoğlu duruma el koydu… Davutoğlu gidiyor… Davutoğlu telefon etti. Davutoğlu geldi…" tezahüratlarıyla yolcu edilip karşılanıyor yeni dışişleri bakanı. Bir patırtı bir gürültü, bir şamata, neler oluyor merakına kapılmamak mümkün değil. Tabii kısa bir bakış atmak yetiyor neler olup bittiğini anlamaya.
Olan şudur: Şeyh uçmamakta, müritleri uçurmaktadır.
Bir "Oooffff bee…" çekerek dönersin müritlerine ki, niyesini nasılını anlayabilesin yaygaranın.
Bir de bakarsın, hep aynı kesimlerden yağmaktadır gaz verme haykırışları: Müritlerden, yandaşlardan ve pazarlık/hesaplaşma masalarına oturduğu ülkelerdeki muhataplarından.
Sıkça duyunca "Neler oluyor, neler olacak" diye insan ister istemez meraklanıyor. Kolay değil, şamatadan, patırtıdan inlemektedir ortalık. Sanırsın ki, ilgili konu tamamdır, o defter kapatılmış, kazanç hanesine önemli şeyler yazılmıştır. Ne gezer, aynen durmaktadır veya çoğunlukla olduğu gibi eskisinden daha beter hale gelmiştir.
Bilirsin kimse duymayacaktır sesini ama yine de sorup durursun “Netice ne netice? Ne kazanıldı bu işten?”. Duyulmaz kazanca dair en küçük şey. Sadece zafer çığlıkları, vaatler, umutlar yağar ilgili kesimlerden, taraftarlardan.
Taze bakanın müthiş bir vizyona ve de misyona sahip olduğuna dair eşsiz(!) fikirlerdir çoğunlukla duyabildiklerin. Bu methiyeleri düzmekte olanların epeycesinin eski üst düzey bürokrat olması şaşkınlığını daha da büyütür. Yoksa ben mi göremiyorum kuşkusuyla daha da meraklanır bakınmayı sürdürürsün. Nafiledir görmeye çalışmak; olmayan bir şeyi, ancak, uçurucu müritlerin, uçuştaki hayalperestlerin ve beyaz adam tapınıcılarının görebileceği bir kez daha kafana dank eder.
Çaresizsindir; "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına harfiyen uymak, hesapta Ermenilerin ikna edilmesini tezgahta dizilmiş palamutlar gibi beklemek dışında en küçük dahilinin ve katkısının gözükmediği bir sürecin ardından yere göğe konulmayışını şaşkınlıkla izlemektir tek yapabileceğin.
Mümkün mü göresin yeni bağlayıcılıklardan ve eskisinden daha ağır yükümlülüklerden başka sonuç monuç! Şaşkınlıkla kala kalırsın…
"Haticeniz batsın, netice ne netice!" diye bakınmayı sürdürürsün, belki bir kazanç, elde edilen bir şey görürüm diye. Ne gezer… Kazanca dair çıt çıkmıyordur ne ortalığı inletenlerden ne de ısrarla uçurtulmaya çalışılan bakandan.
Yani insan dertleniyor, öfkeleniyor bir türlü uçamayışından: Müritleri, uçurmak için bu kadar yırtınırken, şeyhte, pardon bakanda, uçabildiğine dair en küçük işaret yok. Müritlerin yırtınıyor uçsana… İnsan biraz gayret eder falan di mi! Ne gezer, vizyon misyon abidesi bizim bakanda tık yok…
İlgi alanıma girdiği için satın aldığım ve zırvadan ibaret olduğunu gördüğüm zihin kontrolüyle ilgili bir kitapta, aynı anda iki yerde birden bulunabileceğine dair bölümle karşılaştığımı hatırlamak için bu uçurulma faaliyetlerine tanık olmam gerekiyormuş. Evliyalık falan yani… Kısacası, öyle sıradan işler değil bu uçurulma işleri, bir projenin eseri her şey.
Bilmem farkında mı uçurulmakla ve uçmakla meşgul dışişleri bakanı ve de diğerleri: Soykırım iddiaları dünyadaki desteğini yitirmeye yüz tutmuş, sorgulanmaya başlanmışken Zürih anlaşması cankurtaran simidi oldu en küçük gevşeme işareti vermeyen Ermenilere.
Tamam, anladık, çaresizce gidip bastılar imzayı ama hiç olmazsa marifet yapmış gibi şişinerek ortalıkta dolanmasınlar.
MHP milletvekili Mehmet Şandır açık bir biçimde soruyor: “Arkadaş sen bu protokolü uygulayacak mısın, uygulamayacak mısın? İşgal kalkmadıkça uygulamayacaksan niye TBMM’ye getiriyorsun?”
Ermenistan, sınırı kapatmamızın sebebi olan Azerbaycan topraklarının beşte birini işgal etmesine son vereceğine dair en küçük bir imada bile bulunmazken, Ülkemizle ilgili talep ve iddialarında değişiklik yapacağına veya yumuşayabileceğine yönelik hiçbir işaret vermezken neyin zaferini ilan etmektedir bizi gütme lütfunda bulunanlar? "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına uymaktan ibaret eşsiz marifetlerine, milleti ve TBMM'yi dahil etme kurnazlığının bu Ülkeye ne yararı olacaktır?
Laf ebelikleriyle, hamasetle milleti bastırıp kandırsalar ne olacak! Bir laf ebesi çıkmış, diasporanın tepkilerinin, bu açılımdaki başarılarının işareti sayılması gerektiğini ciddi ciddi anlatıyor. "Diasporaya biçilen görev, bağırıp çağırarak sizlere gaz vermektir" demenin yararı olur mu bilemiyorum. Her şeyi kahve muhabbeti, cemaat sohbeti gibi algılıyor, bütün meselelere bu kıvamdaki kafayla yaklaşıyorlar. Birileri bu ters gazları vermese bu kadar kolay basar mıydınız o imzaları denilse hiç yararı olacağını sanmıyorum. Kazanmak bir yana, ödünler verirken, tam anlamıyla yuları kaptırıp teslim olurken kazandığınızı sanmanız nasıl sağlanacaktı demek de yararsızdır. Hep yaptıkları gibi çıkıp nutuklarını patlatır, boğuntuya getirir, lafla yıldırır ve de meseleyi hallederler! İşleri bu…
Rusya'nın desteğiyle başlayıp sürdürdüğü Azerbaycan işgalinden geri adım atmayı aklından geçirmeyen ve ABD'yi Avrupa'yı arkasında gören Ermenistan, hiçbir yükümlülüğü yerine getirmeden, en küçük ödün vermeden, en küçük pişmanlık işareti vermeden sınır kapısını açtırıyor mu açtırmıyor mu? Görünüşe bakılırsa dayatıp açtıracak… Olan da, Ermenistan işgali yüzünden yerinden yurdundan edilip mülteci konumuna düşürülerek kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilen bir milyon Azeri'ye olacak.
Öfke, şaşkınlık, kırgınlık dolu bakışlarla olan biteni izleyen Azerilerin de Mehmet Şandır'ın sorusunu sordukları kuşku götürmez.
Bizi gütme lütfunda bulunanların, bir tarafı yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden diğer tarafta bir şeyler yapamadıklarının tek işareti Azerilerin büyük kırgınlığı ve şaşkınlığı değil:
İsrail-Suriye cephesinde yapılanlar ise hamaset kaynaklı fantezi ürünü işler gibi gözüküyor. Dahası, makas değiştirme falan değil, bir yolu dinamitle uçurup yeni bir yol inşa etmeyi çağrıştırıyor. Güzergaah değişikliği gibi duran böylesine radikal siyasi tercihler, böylesine basit yaklaşımlarla gerçekleştirilebilir mi? Olacak şey değil.
Ne kadar çaba harcanırsa harcansın "Vardır bir bildikleri" düşüncesini sağlam zemine oturtamıyor insan. Oturtmak bir yana, düşüncesizce olduğu zannı daha da pekişiyor: Sergiledikleri, içlerine işlemiş Yahudi karşıtlığının ve Arap hayranlığının yansımalarından başka şey değil duygusunu şiddetli şekilde uyandırıyor insanda. Eğer öyleyse çok düşündürücü.
Hepsinden vahim olan, bu değişiklikleri yaparken ne elde edecekleri konusunda doğru dürüst fikirlerinin olmadığının işaretlerini yaymalarıdır. Kafalarındaki Yahudi karşıtlığı ve Arap hayranlığıyla, bir de o sınır tanımaz hayalperestlikleriyle kaptırmış gitmekte oldukları izlenimi veriyorlar.
Çok açık ki, dillerinden düşürmedikleri Osmanlı hayranlığından kaynaklanıyor bu hastalıklı bakış. Hastalıklı, çünkü Osmanlı'nın bu hakimiyetleri din sayesinde kurduğunu zannetmektedirler…
Uçmakla/uçurulmakla meşgul bizi gütme lütfunda bulunanların öncelikle iki şeyi çok iyi öğrenmesi ve anlaması gerekiyor. Din yapıştırıcı değil, çok şiddetli bir tutuşturucudur. İkincisi, dini ancak çok güçlüysen kullanabilirsin, yoksa gelir seni de yakar. Dahası, tek başına güçlü olmak da yetmez; kontrolündeki gücü kullanmayı beceremez veya yanlış kullanırsan da işe yaramaz, işe yaraması bir yana, kendi gücün döner seni yakar. Bununla da kalmaz, gözüne kestiren kestirmeyen herkes üstüne çullanır.
Bunlarla ilgili sayısız örnekle doludur tarih ve günümüz.
Görmemek, anlamamak için fantezi düşkünü hayalperest olmak gerekiyor demek ki.
Osmanlı'nın başarısı, tartışılmaz gücünden geliyordu, dinden değil. Tarihçiler daha iyi açıklayacaklardır; Osmanlı'nın yaklaşımı dinci değildi, aksine laikliğe yakındı. Yeri geldiğinde dini de kullanmış olabilirler ama başarılarının kaynağı din değil, reddedilmez güçleriydi… Tıpkı diğer imparatorluklar, güçlü devletler gibi… Osmanlı'ya benzeyen günümüz ABD'sinin laik sanılması bu yüzdendir. Osmanlı, "Kimse ilişmeyecek, kendi dünyanızda inançlarınızı yaşamakta serbestsiniz ama sakın ola açılıp saçılmaya kalkmayın, ezerim, koparırım kafanızı…" demiş ve gerileme/yıkılma sürecine kadar da titizlikle uygulamıştır. Peş peşe gelen büyük kayıpları engelleyemeyince de işe yarayabilir umuduyla son çare olarak din gücüne sarılmıştır.
Sözün özü şudur; ayakları yere basmayan hayalperestler, Dimyat'taki pirinç, evdeki bulgur hesaplarının yanından bile geçemeden ancak başkalarının hesaplarına hizmet ederler. Zira hesabını kitabını bilmemek yüzünden daha baştan kaybetmişlerdir zaten.
Müritlerinin uçurmak için yırtındığı büyük dışişleri dehasına(!) sır olmayan bir sırrı vermenin yararı olur mu bilemiyorum: İslamiyet aracılığıyla hakimiyet hayalleri kurduğu o Ortadoğu var ya o Ortadoğu, orası ancak laiklikle huzura kavuşturulabilir. Dinsel hesaplar ise yakıp kavurmaya devam eder. Devam etmekle de kalmaz, bu durumun bilinciyle oradaki hesaplarını kovalayanların kesin kazancına sebep olur.
Bir taraftan ikide bir kendilerine dikte ettirilenleri sektirmeden yerine getirecek, bas denildiğinde imzaları basacak, "Deliğe süpürmeyin…" ricacısı elçilerle iktidar dilenecekler, diğer yandan, tartışmasız güç gerektiren 'İslam Alemi Patronluğu'na soyunacaklar. Şaka gibi…
İsrail'in küstah ve kimseyi umursamaz tavırlarına tepki göstermek başka şeydir, defterden silercesine farklı taraflara yönelmek başka şey. Ayrıca, sergilenen bu yaklaşımın, Gazze'ye ve Filistin'e yararı olacağı ise fazlasıyla kuşkuludur. Gerçekten tercih yapmayı gerektirecek şartlar söz konusu değilken değişiklikler yapılması, kaçınılmaz şekilde sorgulamaları getirir; "Niyetiniz ne? Bahane mi yaratıyorsunuz?" kuşkularının tatmin edici cevaplar bulununcaya kadar sürmesi de doğaldır.
Dahi diye, böyle vizyonlusu misyonlusu yok diye yere göğe konulmayanların sebep oldukları öyle gizli saklı değil, her şey apaçık ortada: Zücaciyeciye giren filler gibi kırıp döküyor, bir tane kulpu kırık fincanla dışarı çıkıyorlar ama alkış yağıyor zat-ı şahanelere.
İnsanın aklı almıyor.
Kulpu kırık fincanı gösterip "Bu ne bu?" diye sormaya kalkanları doğduğuna doğacağına pişman etmek için her koldan başlattıkları saldırılardan bunalmamak herkesin harcı değil.
Bir nefes alıp sorarsın tekrar: "Bırakın lafazanlığı, umut tacirliğini, boş vaatler sıralamayı. Bu ne bu? Tutacak yeri bile yok…"
"Doldurulacak içi, söz verdiler…" açıklamaları yağar hepsinden.
"Kim verdi sözü. Geçtik söz vermeyi, imasını bile yapmadan taleplerini dayatmaya devam ediyorlar. Ne sözü?" demeniz de nafiledir, yağdırmayı sürdürürler umutlarını. Başka çareleri yoktur, çünkü sadece umut vardır ellerinde.
Kulpu kırık fincana bakakalırsın.
550'nin eski başı büyük din ve devlet büyüğü, yeni makamının hakkını verdiğini göstermekte de gecikmedi ve de hemen belli etti TRT'den sorumlu olmaktaki farkını. Dahiliğinin eşsizliğiyle çıkartmıştı Meclis kürsüsüne kıllı bebeği, şimdi de donatıverdi devlet kanalını Siyonist saplantısının marifetleriyle.
Böylece bir kez daha, ne derin, ne engin diplomasi ve siyaset ustaları olduklarını öğrendik bizi gütme lütfunda bulunanların.
Medyatik yaldızlamalardan sıyrılıp baktığımızda bir şeyi açık biçimde görürüz:
Bizi gütme lütfunda bulunanların el atıp daha beter, daha içinden çıkılmaz hale getirmediği hiçbir mesele yok. Nafile yere gürültü patırtı yapılmasın, daha berbat hale getirmedikleri tek bir örnek veremez hiç kimse. Kürt meselesinin de içine edecekleri belliydi. Yine şaşırtmadılar… Atılan her yeni adım bu inancı biraz daha pekiştiriyor.
Bir çuval incirin berbat olduğunu gördükten sonraki tavırlarını kim yutar: Günlerdir görüşmeler yaparak hazırlayıp uygulamaya koyuldukları planlarının işe yarayacağına inançları öylesine sağlamdı ki, sınırdan girenlerin ve karşılayanların örgütsel şovlarında en küçük sakınca görmediler. Görmek bir yana alkışladılar, övdüler. Çünkü her şey planlarına uygun şekilde seyrediyordu. İşlerin sarpa sardığını görünce de 'Durun bakalım, ayıp oluyor…' hallerine bürünmeye başladılar.
Peki, ne olacak şimdi!
Ne olacak!
Sakatatçıların gütme lütfunda bulunduğu yurdum koyunları diyecek ki, "Ne mutlu koyunum diyene".
Eyüp ŞEKER
23-27-31 Ekim 2009
TEBLİĞCİLER
GEMİSİYLE BATMIYOR KAPTANLAR
Son yıllarda çevrenin yabancısı kapı kapı dolaşan çocuklar bayramın olağan görüntüleri haline geldi. Ne zaman kapımı çalsalar “Yapmayın çocuklar, bu doğru değil. Tanımadığınız insanların kapısına gitmeyin” diye uyarmaya çalışıyordum. Arsızlarıyla karşılaştığım kimi zamanlar ise "Çok yanlış… Bu kötülüğü kendinize yapmayın, dilenciliktir…" türü sert uyarılar yaptığım da oluyordu. Arada bir içlerinden bazılarının “Bayram değil mi, adettir...” dersleri verdiğini görmüştüm ama bu bayram karşılaştığım ‘Ders verme’ bir ilk olması açısından not düşülmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Kapı çaldı, açtım. Sekizle on yaş arası üç kız çocuğu. Aynı uyarıları yapıp kapattım kapıyı. Akşam vakti açtığımda seloteyple iliştirilmiş iki küçük not kaağıdı buldum kapıda.
Kağıtların birinde “Bayramın neşesi olan çocuklara kapı açıp bir şeker vermediğiniz için artık bayramların neşesi yok!” yazılıydı.
Diğerinin ön yüzünde: “Senin gibiler sayesinde bayram bayramlıktan çıkıyor. ‘Çok yanlış’mış bayramın adı şeker bayramı.”, arka yüzünde ise “Gerizekâlı” yazılıydı.
Sanırım en büyükleriydi yazıları yazan; geri zekaalının a’sının şapkasını bile koymuş. Dil bilgisi benden iyi yani. O derece hazır geleceğe... Sadece geri zekaalıyı birleşik yazmış. Aynen benim gibi... Dilcilerin aksine gerizekaalı ve kuşbeyinliyi birleşik yazmayı daha yerinde buluyorum. Beyinsizliği tanımlayan sözcükler olduklarına göre ‘Beyinsiz’ gibi tek sözcük olmalılar. İleri veya üstün zekalı ne olacak diye sual edenlere verilecek tek yanıt var; tabii ki ayrı olmalı. Onlar ayrı gerizekaalı, kuşbeyinli ayrı, ilişmeyin bakiim gerizekaalı’ma kuşbeyinli’me. Sonra ‘Kuş’ları kastetmek istediğimde ‘Kuş beyinli’ diyemez hale geleceğim. Neyse, asıl konudan kopmayayım.
Başka gelen giden olmadığına göre onlar yapıştırmıştı…
Hazırlıklı çıkmış çocuklar. Yanlarına küçük kare not kaağıtlarından ve kalemle seloteyp almışlar. Kendi başlarına akıl etmeleri de çok zor, cesaret etmeleri de... Belli ki ana babaları, Kemalizm dinine mensup benim gibi din düşmanı kaafir ‘gerizekâlı’ların haddini bildirmekle ve bayramın ulviliğini, güzelliğini hatırlatmakla görevlendirmiş çocukları.
Aslında iyi oluyor hakikatin tebliğ edilmesi, insan ne olduğunu öğreniyor, aslıyla yüzleşip layığıyla tanışıyor.
Burası artık badembıyıkistan olduğundan çocuklar da tebliğ ve yola getirmeyle görevlendirilebiliyor. Kolay değil tabii işleri, ortalık kafir ve sapkın Kemalist dininden olanlarla dolu. Yola getirmekle biter mi! Amaçladıkları yaşam biçimini yerleştirmek için de her aracı, her fırsatı ve her ortamı kullanmaları gerekiyor. Çocuklar derhal göreve...
Savaşın çatışmanın eksik olmadığı Afrika’nın, Ortadoğu’nun iğrenç hastalığı bizde de kendini göstermeye başladı ne zamandır. Çocuklar öne sürülüyor siyasal oyunlarda. Çocuk bu; taş atmayı hemen oyuna çevirmeleri kaçınılmaz. Etkili yetkililerimiz geri durur mu, yakaladıklarını tıkıyorlar içeri, basıyorlar sopayı, dayıyorlar çeyrek yüzyılı. Bence çok yanlış yapıyorlar, bir de 25 yıl mı besleyecekler? Yakaladıklarını yakaladıkları yerde sallandırmalıdırlar. Asmayıp da besleyecekler mi yani? Hem 25 yıl vermelerle yerleşmez nefret, çocukları asacaksın ki netekim, kazınamayacak şekilde alabildiğine kök salsın! O ne öyle, asmayıp beslemeler falan! Sallandırın gitsin netekim.
Nefret eken sadece nefret biçer netekim. Hem de misli misli… Çok kazançlı hasatlar umacak kadar zokayı yutmuşlar da bunu öğreneceklerdir netekim.
Taşçı çocuklar, tebliğci çocuklar, kaçırılan çocuklar, evden kaçan çocuklar, can kaynağı çocuklar, ırgat çocuklar, istismar edilen çocuklar... Memleketimden çocuk manzaraları... Say say biter mi?
Konu komşu ve tanıdık olmayanların kapısına dayanmanın dilencilikten farkı olmadığını anlatması gereken kimi ana babalarının işleri başından aşkın tabii; zaman makinesinin yolunu beş göz beklerken “Yapımı bitse de binip gitsek Hz. Muhammed’e İslam’ı öğretsek” diye dertleniyorlardır. Gittiklerinde işleri de kolay değil hani; göze kestirilen her yerde, asfaltta betonda, banyoda mutfakta balkonda etrafı kan gölüne çevirerek deve koyun sığır artık ne denklenirse kesmenin gereklerini mi anlatsınlar, kadınları kızları görünmez kılmanın şartlarını mı sıralasınlar, din düşmanı Kemalist kafirlerin nasıl yola getirileceğinin inceliklerini mi göstersinler bilemeyeceklerdir.
Geçmiş zaman, bakkaldan gazete almış dönüyorum. Okulların açılma dönemi olmalı, hediye olarak kalem silgi cetvel falan verilmişti gazetelerle birlikte. Baktım karşıdan dokuz on yaşlarında bir çocuk geliyor, ona vereyim en iyisi dedim; hediyeleri uzattım, daha derdimi anlatacak kadar sözümü tamamlamaya fırsat vermeden hızlı adımlarla uzaklaştı çocuk. Ve çok doğaldı davranışı; yabancılardan bir şey almaması, hatta konuşmaması gerektiği tembihlenerek yetiştiriliyor veya çevresinden böyle görerek büyüyordu. Ve ben potansiyel tehlikeydim, çünkü yabancıydım. Ne dediğimin, ne yaptığımın hiçbir önemi yoktu. Uzaklaşması gerekiyordu, uzaklaştı.
Kısacası, çocuklarımızın kalkanları vardır. Çünkü kötülüklerden korunabilmeleri için böyle yetiştiririz. Ve pek çok ana babanın böyle yetiştirmeyi sürdürdükleri de ortada ama son yıllarda yayılmaya başlayan bir anlayışla çocuklar kendi sokaklarının, hatta semtlerinin dışındaki yerlerde kapı kapı dolaşmaya başladılar bayramlarda. Yani kalkanları yok olmaya başladı çocukların. Bayram diye her yere gidip her kapıya dayanabileceklerini düşünüyor artık çocuklar. Çünkü kalkanlarını indirdiler, çünkü bayram, çünkü gelebilecek kötülüklere dair uyarıları unuttular...
Ebeveynleri ya anlatmıyor bunun yanlış ve ayıp olduğunu, ya da ailelerinden habersizce yapıyorlar... Büyük ihtimalle çoğunluğu arkadaşlarından veya başka çocuklardan görüp gidiyordur tanımadıklarının kapılarına, uzak semtlere.
Yoksulluk asıl tetikleyici olsa da çocukların para ve şeker toplamayı oyun gibi gördükleri de çok açık. Bayramdır, adettir diyor, kapı kapı dolaşıyorlar. Ana babaları “Konu komşuya, tanıdıklara, akrabalara gidilir. Sakın bilmediğiniz yerlere, tanımadığınız insanlara gitmeyin. Bu çok ayıp, çok yanlıştır” diyorlarsa bile, dini, yaşamın her anına her yerine yerleştirme faaliyetleri, ebeveynlerin bu doğrultudaki uyarılarını etkisizleştirmeye fazlasıyla yetiyor.
Hızla şekillendiriliyoruz, en hızlı şekillendirilenler ise çocuklar.
“Katı laiklikten bıktık artık. Yok öyle, Din’i camiye kapatmak da neymiş, yaşamın her alanında, her anında olmalı” dayatmaları ağırlığını iyice hissettiriyor her yeni gün. Bizi gütme lütfunda bulunan uygulamacılar bilimsel(!) kılıfını bile hazırlamış dayatmalarının: Pasif laiklik.
Ne isim ama… Ilımlı İslam'a da yakışıyor hani…
Ne mutlu bize, sonunda niyetlerinin baklasını çıkardılar; bizi gütme lütfunda bulunan etkili yetkililerimiz pasif laikliği münasip buyurmuşlar. Bundan böyle pasif olacakmışız...
Müjdeler olsun, baskın Sünni çoğunluğun kontrolündeki memleketimizde pasif laiklik uygulamasına geçilecek diye buyurdu bir tebliğci. Böyle buyuran tebliğci profesör 'Pasif laiklik' yumurtasını başkasının yumurtladığını belirtmeden de geçmiyor. Şey demekmiş, dinsel sembol ve kıyafetlere özgürlük tanınması ve de dinin, yaşama dair her yerde özgürce sergilenmesi ve yaşanması demekmiş.
Dinsel dayatmaların çekincesizce at koşturduğu memlekette baskıların ne hale geleceğine kafa yorup yormadıklarına dair açıklama yapma lütfunda bulunmadı ne tebliğci ne de bizi gütme lütfunda bulunan herhangi bir etkili yetkili.
Belli ki insanlar da hoş görüyle korunacak.
Kapı gibi güvence var yani; hoşgörü.
Katı laiklik demelerle küçümseyip suçlayarak ortadan kaldırmaya çalıştıkları güvenceler varken hoşgörü yoktu demek; can yakmalar, katliamlar yapılabildi, bunlarla ilgili suçlular korundu, görmezden gelindi. Artık pasif laiklik gelecek ve de kapı gibi hoşgörü yurdum koyunlarının güvencesi olacak ya, oruç dayakları, içki sopaları, alkolü yok etme faaliyetleri görülmeyecek herhalde bundan böyle. Kendisi görülmese de hep dillerdeydi sevdiğimin hoşgörüsü. Artık pasif laiklik getirildiğinden bundan böyle görünür olacaktır sanırsam. Müjdeler olsun biz yurdum koyunlarına.
Aman ne güzel ne güzel, pasif laiklik gelecek, insanlar hemen özgürleşecek; tutmak istemeyen orucunu tutmayacak, ramazanda yemek yiyecek lokanta, çay içecek kahve bulacak, sigarasını tüttürürken korkmayacak, başka mezhep ve dini inançlardakiler rahat rahat gereklerini yerine getirilecek, rahip misyoner katledilmeyecek. Oh ne aalaa ne aalaa… Bırakın şiddet ve baskı eylemleri yapmayı, aklından geçirenin bile anında tepesine binilip etkisizleştirilecektir yani. Boru mu, pasif laiklik bu pasif laiklik…
Hoşgörü hakim kılındığından baskın sünni çoğunluğun hakimiyetine rağmen kimse kendini baskı altında hissetmeyecek ve de badem bıyık bırakıp sakal uzatmayacak, iş ve ihale peşindekiler bu postlara bürünme kurnazlığıyla hareket etmeyecek, kadınlarını kızlarını türbana çarşafa girmeye zorlamayacak. Boru mu, kapı gibi pasif laiklik var, sıkı mı zorlama olsun. Baskıcılar, kimsenin sesini çıkartmayacağını, görmezden gelineceğini bilse de, şiddet ve baskı uygulamayı akıllarından geçirdiklerinde kapı gibi hoşgörüyü hatırlayarak derhal kendilerine gelecek, anında vazgeçeceklerdir. Mini eteğe, küpeye uzun saça, sevgililerin sarılmasına tepki göstermeler falan tarih olacak ve de insanlar özgülüğün ve güvende olmanın tadını doyasıya çıkartacaklardır. Her yerde özgürlük, zebaha kadar hoşgörü.
Tramvayseverlerin demokrasisinde yurdum koyunlarına münasip buyrulan güvence pasif laiklik olmayacaktı da ne olacaktı? Yaşasın pasif laiklik.
Hangi çağda yaşıyoruz, kimin ne haddine kimin ne giyip giymeyeceğine karışmak; ne okulu ne üniversitesi ne resmisi ne özeli, şalvarı cüppesi türbanı çarşafı artık her yerde fiiriiii kılınacak.
Kılıktan kıyafetten sembollerden inançlar belli olsa ne olacak! Hoşgörü denen şeyden haberiniz yok mu be hey cahiller! Kapı gibi hoşgörü ve de kapı gibi hem de çelik kapı gibi pasif laiklik koruyacak insanları. Çelik kapı da neymiş, en sağlamından tank zırhı gibi...
Hem sonra kimin ne haddine dayatmaya kalkma, görünüşüyle sindirme, hakimiyetiyle yıldırma, anında yapışılacaktır yakasına.
Bizdendir kayırmalarına, suça göz yummalara kesinlikle izin verilmeyeceğinden, inanç ve görünüşleri yüzünden birilerini cezalandırmayı, ezmeyi, itip kakmayı kimse aklından geçiremeyecektir. Boru mu, pasif laiklik bu pasif laiklik! Ve de peşi sıra ekürisi hoşgörü...
Polisin askerin gözü önünde insanların diri diri yakılabildiği, türban kararı aldılar diye baş yargıçların toplantılarının basılıp kurşuna dizildiği günlerin geçmişe gömüleceğini vaat ettiği falan yok hiç birinin. Görevlendirildi bir tebliğci ve “Pasif laikliğe geçilecek” diye duyurdu. Hepsi bu… Ne edelim, yurdum koyunuyuz, önümüze ne sürülse yeriz.
Laiklik kaldırılacak demek işlerine gelmediğinden bu işi alıştıra alıştıra yapmak için pasif laiklik paravanını çıkarttılar. "Pasifleşen bir şeyin işlevi kalır mı?" falan diye sorgu sual eylemez hiç kimse diyerek kendilerini kandırmayacak kadar akılları başlarında olduğuna göre, bağırıp çağırsalar da biz güzelce yerleştiririz pasifize edilmiş sözde laikliği diyorlardır.
Bütün bunlar “Amerikanya’dan bakma” hastalığının eseri.
Amerika’da Amerikalı olunur, başka yerlerde, hele de kurumları doğru dürüst çalışmayan diyarlarda Amerikalı gibi olmaya çalışanlar amerikanyalı, yapılandırmaya çalıştıkları da amerikanya olur.
Bu tür yanlışlarda ısrarla ısrar edenlerin aklına nedense Amerika’nın çok özel şartları hiç gelmiyor. Amerika, her taraftan gelen, çoğunluğunun kaybedecek şeyi kalmamış göçmenlerce, yerli nüfusun çok az olduğu yeni bir ada kıtada, bugünkü ulaşım ve iletişim olanaklarının ve araçlarının söz konusu olmadığı bir çağda kuruldu. Buna rağmen yerlilere büyük kıyım yapıldı. Bu çok açık şartlar nedeniyle eski kıtaların herhangi bir yerinde Amerika anlayışıyla ülke yönetmek de, ABD benzeri bir ülke kurup yaşatmak da imkaansızdır. Hele de bizim gibi, kurum ve yasaları körleştirilmiş alilleştirilmiş topallaştırılmış ve belli zihniyetlere müptelalaştırılmış bir ülkede imkaansızdan da ötedir ve açık anlamı intihardır.
Amerika'nın bir yenisi daha kurulamaz, kurulsa bile yönetilemez, yönetilse bile yaşamaz.
Kuzey kutbunda, Antarktika'da, okyanus ortasında yapılacak bir suni adada veya okyanus altında dev bir denizaltı ülkesi inşa edilse bile mümkün gözükmüyor. Günümüzün ulaşım ve iletişim olanaklarının sınırsızlığı yeni bir ABD kurulmasına ve yaşatılmasına imkan tanımaz.
Bilerek ya da bilmeyerek bir yanlış ısrarla sergileniyor: Boyuna ABD’deki laiklik örnek gösteriliyor.
ABD sistemi laiklikle değil, bireysel güvencelerle ilgileniyor.
Her yerde üzerine basa basa belirtildiği gibi bireysel güvenceler üzerine kurulu bir hukuk devleti ABD.
Kimi zaman baş ağrıtacak kadar güçlü bir hukuksal yapıyla bireyi koruyarak sorunlara engel oluyor ABD sistemi, bizde ise toplum korunarak birey güvenceye alınmaya çalışılıyor. Aslında hukuk tek başına yeterli değil ama çok güçlü bir hukuk sistemi kurulmadıkça laiklikten başka seçenek de yok.
Hukuk sistemi doğru düzgün çalışmaktan çok uzak, yakın dönemde çalışması da hayal olan olan, çok büyük boğazlaşmalar için minicik kıvılcımların yettiği, ele geçirme ve baskın çıkma hesaplarının hep fırsat kolladığı, kapkaççıların zafiyet beklediği ülkemizde ikide bir birilerinin çıkıp ABD'yi örnek göstermesi fena halde bıkkınlık verdi. Daha baş yargıçlarını bile koruyamayan bir ülkede yaşıyoruz. Cani giriyor içeri, kurşun yağdırıyor yargıçlara. Nasıl uygulanacak ABD sistemi?
Sosyal grupların güçlü ve köklü olduğu toplumlarda bu mesele bireysel güvencelerle halledilemez. Hadi git Ortadoğu'da, Filistin'de falan bireysel özgürlükleri güvenceye alacak müthiş güçlü bir hukuk sistemi kur da sağla bakalım toplumsal huzuru ve güvenliği. Bireysel güvenceler umurunda olabilir mi üzerine sardığı bombaları patlatanın?
ABD’deki çok güçlü hukuksal yapıya laik demokrasi demeye son vermek nedense pek işlerine gelmiyor örnek göstermekten vazgeçmeyenlerin.
ABD sistemine demokrasi demek bile güç aslında. Çünkü çoğunluk rejimi değil, çünkü toplumsal değil bireysel açıdan yaklaşıyor yaşama. Yaklaşım toplumsal olmadığında demokrasi demek ne kadar doğrudur? Oy vermek demokrasinin tek ölçüsü olmadığına göre; krallık sistemine, hatta diktatörlüğe yakın ve yatkındır demek gerekmez mi? Ve zaten hukuk sistemindeki zayıflamalarla birlikte baskıcı eğilimlerin ortaya çıkmaya başlaması ve çöküntünün gelmesi kaçınılmazdır.
Yenidünya’da birey korunarak “Özgürsün” deniyor, oysa eski kıtalarda toplum korunarak “Eşitsin” denmek zorunda. Eşitlikçi toplumlarda, yani laik sistemlerde, yani demokrasilerde hiç kimseye hiçbir kesime "Siz daha eşitsiniz" denemez. Denmesi, laikliğin yok edildiği, demokrasinin sulandırıldığı ve eşitliğin kalmadığı anlamına gelir. Pasif laiklik çıkışıyla belli baskın kesime "Bundan böyle siz daha eşitsiniz" denmektedir.
Yurdum koyunuyuz ya… Yersen rafta dolma var.
Yenidünya’ya gidenler her şeyi geride bırakarak, hatta büyük çoğunluğu gemileri bile yakarak yeni bir yaşam kurmaya çalışıyor. Oysa eski kıtalarda geçmişe sünger çekilemez; hiç bitmeyecek hesaplar, hesaplaşmalar ve kan davaları gücünden bir şey kaybetmek bir yana, her geçen gün daha da güçlenerek hüküm sürmektedir.
Yenidünya’nın bireysel özgürlükçü anlayışını eski kıtalarda uygulamaya kalkmak yığınla bombanın fitilini ateşlemek demektir. Bu nedenle özgürlükleri sağlamanın tek yolu eşitliği sağlamaktan geçer. Zira eski kıtalarda bireye “Özgürsün” demek, ona “Dayatma” ayrıcalığı vermek demektir. Doğal olarak “Benim özgürlüğüme saygı duymak zorundasın” inancıyla diğer bireylere kendi anlayışını ve inancını dayatacaktır. Bu da çatışma demektir. Çünkü karşısındakiler de kendi inançlarıyla ilgili taleplerinde direteceklerdir. İşte bu nedenle “Özgürlük istiyorsan eşitsin” demek ve eşitliği sağlamanın yollarını bulmak zorundadır eski kıtalardakiler.
Yenidünya’nın bireysel özgürlükçü bakışının özellikle eski kıtalarda uygulanması imkansızdır ve kaçınılmaz şekilde, toplumsal bakış açısıyla “Eşitsin” denmek zorundadır.
Geçen haftanın bir 'Yorum Farkı'nda Mehmet Barlas "ABD'deki jüri sistemini getirmek lazım" dediğinde, Emre Kongar, oradan olumsuz bir örnek de vererek "ABD'de jürilere çapraz denetim uygulanır. Burada denetim nasıl sağlanacak…" diye karşı çıkmıştı.
Ortalığın, suçsuz bulunan azılı suçlularla, canilerle, dolandırıcılarla, hortumcularla dolup taşması için iki gün yeter de artar. Onca jürinin hangi biri korunacak, daha baş yargıçlar korunamıyor. Ancak ekmek çalanları, taksitlerini ödeyemeyenleri yargılamakta işe yarar.
Fanteziden öteye geçmeyecek uygulamaların ciddi ciddi düşünülüyor olması çok şaşırtıcı. İşin ilginç yanı, bu tür fantezimsi şeyleri savunanların memleketi de tanıması ve iyi bilmesidir. Şartlarını bilmez, insanını toplumunu tanımaz değiller ama yine de savunabiliyor, düşünebiliyorlar. Amerika'da iyi olan bizde de iyi olur kestirip atmasından başka şey değil yaptıkları. Kısacası yine amerikanya… Ah amerikanya vah amerikanya…
Nerenin kralıydı emin olamıyorum: elektrikli sandalyenin üretildiğini duyan kral, infaz işlerinin kolaylaşacağı hesabıyla hemen iki tane sipariş verir. Sandalyeler gelir gelmesine de çalışabilmeleri için elektrik gerekmektedir ama ülkede elektrik yoktur, kullanmak mümkün değildir. Yanılmıyorsam boş boş duracağına işe yarasın deyip bir tanesini taht yapmış kendine…
Belli bir kesim ısrarla laikliği bir eza ceza sistemi ve dinsizlik gibi göstermeye çalışıyor. Laiklik insanları koruma mekanizmasıdır; bir kesimin diğerleri üzerinde baskı kurmasını engellemeye çalışır. Herkesin buluşup sorunsuzca yaşayabileceği ortak düzlemi bulmak ya da oluşturmaktır amacı. Ve bilimsel kılıflara sokma komikliklerinde kast edildiği gibi azı çoğu, aktifi pasifi, laytı hartı, ehveni serti olmaz.
Laiklik, kimsenin inancına karışmamak, karışılmasına da izin vermemektir.
ABD’de hukuk sistemiyle bireysel özgürlükler korunuyor; her türlüsünden abuk sabuk tarikatın faaliyetine bile özgürlükler kapsamında izin veriliyor, hatta subap olarak görülüp teşvik bile ediliyor bu tür şeyler ama kendi inanç sisteminin dışındaki herhangi bir inanç yapısının sivrilmesine kesinlikle müsamaha gösterilmiyor. Kısacası “Git kendi dünyanda ne yaparsan yap ama sakın ola açılıp saçılmaya kalkma, başına yıkarım o dünyanı” deniyor. Çünkü asla "Eşitsin" demiyor sistem, "Güvendesin" diyor.
Sonuçta aynı kapıya çıkıyor gibi gözükse de ABD’deki siyasal yapının eski kıtalardaki laiklikle ilgisi olmadığı ortada. Tek başına güçlü bir hukuk sistemi de yeterli değil bireysel özgürlükler sistemi için; tehdit oluşturucu yapıların veya bunlara zemin hazırlayıcı ortamların, şartların da olmaması gerekiyor. "Şu bataklığı kurutma zamanı geldi mi? Patlayıcıların hararetinde değişiklik var mı?" sorularıyla hiç meşgul olmaması gerekiyor zihinlerin. Zaten ABD de herhangi bir tehditte hemen çok sertleşeceğini 11 Eylül sonrasında gösterdi.
Bekara karı boşamak kolaydır deyişiyle özetlenebilecek bir tavır söz konusu laiklik gibi gözüken ABD yaklaşımında. Dini veya baskıcı yönetim kurma ihtirasındakiler yoksa niye dert etsin insanların inançlarının yansımalarını. Geçtik dincileri, arıza çıkartabilecek yerli bile kalmamış…
Bekara karı boşamak kolaydır yaklaşımını birçok Avrupa ülkesinde de görüyoruz; ötesine berisine derinine gerisine bakmadan "Ne demek efendim, insanların inancına, giyimine nasıl karışılır" kestirip atması sıkça sergileniyor. G7 zirvesiydi sanırım; sıkça "İnsan hakları…" diye parlayarak bize sert eleştiriler gönderen İsveç'in etkili yetkilileri göstericilere karşı gerçek mermi kullanmışlardı. Birkaç cam çerçeve indirildi diye hemen silaha sarılanlar, yaşamımızın parçası olmuş Kalaşnikoflu gerçek teröristlerle karşılaşacak olsalar kim bilir neler kullanırlar? Napalmdan aşağısının kurtaracağını sanmıyorum…
Kalkınmış ülkelerde tehdit söz konusu değilse aldırılmıyor; aldırılması için uzak veya yakın toplumsal tehdit oluşması veya işaretlerinin belirmesi gerekiyor.
ABD'dekinin laiklik olup olmadığı neyi değiştirir itirazlarının hiçbir geçerliliği yok. Aynı kapıya çıksa da aynı şey değil. Bireysel güvenceler sağlandığı için laiklik kaygısını taşımıyor ABD sistemi. Çünkü gerekmiyor, çünkü tehdit yok. Bireysel güvencelerin sağlanması sorunları ortadan kaldırmaya yetiyor.
Aynı kapıya çıkıyor gibi gözükse de aynı şey değil. Birinin, kişisel güvenceleri sağlaması yeterliyken, diğerinin, toplumsal baskı ve çatışma ortamlarına izin vermemek için eşitlik ilkesinin herkesi buluşturabileceği ortak alanı ortaya koyması gerekiyor.
Bireyselliğin önemini gösteren bir tartışma yaşanıyor bugünlerde ABD'de.
Yoksullara sağlanmaya çalışılan birtakım sağlık hizmetleri Amerikalıları ayağa kaldırmaya yetmiş. "Komünist Obama bizi komünist yapacak" diye bağırıp çağıran Amerikalılar çok enteresan doğrusu. Şaka gibi… İnsan ister istemez merak ediyor: İşsizlik parasını ne sanıyorlar, Noel Baba armağanı mı? Bunlar komünistlikse Sovyetlerdeki falan nedir acaba? En küçük sosyal güvence bile rahatsız edebiliyor Amerikalıları. "Alttakilere bakma, sen yükselmene bak" tek ilkesi olmuşların aklına hiç gelmiyor sanırım bir gün düşebilecekleri. Veya düştüklerinde yaşayacaklarını baştan kabullenmişler. Zaten sosyal devletleri de, Kilise, aşevleri ve evsiz barınaklarından ibaret. Bunun ötesini komünistlik sayıyorlar.
Bizi gütme lütfunda bulunan badembıyıklılar, Kilise, aşevleri ve evsiz barınaklarından ibaret bu sosyal devlet sistemine öyle hayranlar öyle hayranlar ki, aynısını burada hayata geçirmek için harıl harıl çalışıyorlar. Sistemi oturtmakta hayli yol aldıkları da ramazanlarda, seçim dönemlerinde kendini gösteriyor. Parası olana sağlık, parası olana sigorta, parası olana güvenlik… Olmayanlar ramazan çadırına, dağıtımlardan bulgur nohut makarna kapmaya…
Diğer bir yanılgı ise son yıllarda liberalizmin hiç olmadığı kadar yaygınlaşmasıyla ortaya çıktı. Profesyonel yöneticiliğin ölçüsüzce yüceltilmesinden kaynaklanıyor bu yanılgı.
İş dünyasındaki büyük kazançlarla birlikte devlet yönetimlerinin de profesyonel yöneticilere bırakılabileceği konuşulmaya başlandı birtakım çevrelerde. Herhangi bir şirketin başındaki herhangi bir ülke vatandaşının getirilip bakan yapılabilmesinden söz edilerek, devletlerin de şirket gibi yönetilebileceği öne sürülüyor.
Şirket gibi olur da, batar, battığında ağlayanı çok olsa da dönüp bakan bakanı olmaz.
Sakin, durgun, tehditsiz ülkeler için belli görevlere uygulanabilir belki bu düşünce. Türkiye'den ne şirket olur ne şirket, oooff ki ne oooofff; en kanlısından en masumuna hesapların hesaplaşmaların hiç bitmediği, bitmesi de imkaansız olan, hiç rahat bırakılmamış, hiç rahat durmamış, dirlik esenlik fırsatının zor elde edilip zor korunduğu, Dünyanın en eski, en hareketli, en gözde yöresi Anadolu’nun şirket gibi yönetileceğini düşünmek için öyle böyle değil acayip sıyırmak gerek kayışı.
Her zaman daha çok ödeyenin çıkacağı şartlarda sadece paranın sağladıklarına güvenmek en hafif deyimle budalalıktan başka şey değildir? Başka bağlayıcılıklar ve güvenceler gerekir.
Ve bu durum son ekonomik krizde yaşanarak iyice öğrenilmiştir. Kurumları batmış yöneticilerin sözleşmelerindeki çok büyük meblağları almaları/istemeleri tartışılmakta. Şirket batmış batmamış aldıran yok, gelsin sözleşmedeki paralar.
Gemisiyle beraber batma ilkesi çoktan terk edilmişse de insan yine de bu türden şeyleri çağrıştırır davranışları görmek için bakınıyor ama tek görülebilen büyük bir aldırmazlıkla "Sözleşme…" diye ayak sürüyenler oluyor. Şirket batıyor, mensupları bedeller ödüyor, hazreti ceolar boşlukta dolaştırdıkları bakışlarıyla elleri ceplerinde ıslık çalarak "Bu benim hakkım, alırım…" diyorlar. Çünkü gemisiyle birlikte tek batan alacağı para olduğundan onun peşine düşüyor. Batan başka şeyi yok ki dert etsin gemiyi, gemidekileri…
Gemisiyle beraber batmıyor artık kaptanlar.
İşte bu ahval ve şerait içindeki Amerika görmüşlerimiz, yani hamburger patatesle beslenmişlerimiz, Amerika ile amerikanya farkını bilip bilmezden gelirken ortalığa döküldüler. Amerika'nın kendine has -nevi kıtasına münhasır- çok özel şartları için konulmuş kurallarının başka yerde uygulanamayacağını anlamadılar veya anlaşılmasını istemediler. Başka yerlerde ancak amerikanya'lar kurulabileceğini görmediler, görseler bile göstermek istemediler.
Sonuçta güçlendirici Amerikan sığırlarının beslemesiyle iyice gürbüzleşip semiren badembıyıklılar obezleşmeyecekti de kim obezleşecekti. Semirdikçe semirdiler, gürbüzleştikçe gürbüzleştiler, yayıldıkça yayıldılar ve artık çoğunluğu kapalı durumdaki perdelerin bazılarını açıp alenen bizi gütme lütfunda bulunmaya başladılar. Böylece, önüne konanı yemeye alışmış yurdum koyunları için pasif laikliğin çok münasip olacağına karar verdiklerini tebliğ ettikleri aşamaya gelindi. Ne edelim, yurdum koyunuyuz, ne konsa önümüze yemeye alışmışız. Bunu da yeriz…
Gerizekâlılığı tebliğ edilmiş biri olarak diyorum ki, ne mutlu koyunum diyene.
Eyüp ŞEKER
.
Son yıllarda çevrenin yabancısı kapı kapı dolaşan çocuklar bayramın olağan görüntüleri haline geldi. Ne zaman kapımı çalsalar “Yapmayın çocuklar, bu doğru değil. Tanımadığınız insanların kapısına gitmeyin” diye uyarmaya çalışıyordum. Arsızlarıyla karşılaştığım kimi zamanlar ise "Çok yanlış… Bu kötülüğü kendinize yapmayın, dilenciliktir…" türü sert uyarılar yaptığım da oluyordu. Arada bir içlerinden bazılarının “Bayram değil mi, adettir...” dersleri verdiğini görmüştüm ama bu bayram karşılaştığım ‘Ders verme’ bir ilk olması açısından not düşülmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Kapı çaldı, açtım. Sekizle on yaş arası üç kız çocuğu. Aynı uyarıları yapıp kapattım kapıyı. Akşam vakti açtığımda seloteyple iliştirilmiş iki küçük not kaağıdı buldum kapıda.
Kağıtların birinde “Bayramın neşesi olan çocuklara kapı açıp bir şeker vermediğiniz için artık bayramların neşesi yok!” yazılıydı.
Diğerinin ön yüzünde: “Senin gibiler sayesinde bayram bayramlıktan çıkıyor. ‘Çok yanlış’mış bayramın adı şeker bayramı.”, arka yüzünde ise “Gerizekâlı” yazılıydı.
Sanırım en büyükleriydi yazıları yazan; geri zekaalının a’sının şapkasını bile koymuş. Dil bilgisi benden iyi yani. O derece hazır geleceğe... Sadece geri zekaalıyı birleşik yazmış. Aynen benim gibi... Dilcilerin aksine gerizekaalı ve kuşbeyinliyi birleşik yazmayı daha yerinde buluyorum. Beyinsizliği tanımlayan sözcükler olduklarına göre ‘Beyinsiz’ gibi tek sözcük olmalılar. İleri veya üstün zekalı ne olacak diye sual edenlere verilecek tek yanıt var; tabii ki ayrı olmalı. Onlar ayrı gerizekaalı, kuşbeyinli ayrı, ilişmeyin bakiim gerizekaalı’ma kuşbeyinli’me. Sonra ‘Kuş’ları kastetmek istediğimde ‘Kuş beyinli’ diyemez hale geleceğim. Neyse, asıl konudan kopmayayım.
Başka gelen giden olmadığına göre onlar yapıştırmıştı…
Hazırlıklı çıkmış çocuklar. Yanlarına küçük kare not kaağıtlarından ve kalemle seloteyp almışlar. Kendi başlarına akıl etmeleri de çok zor, cesaret etmeleri de... Belli ki ana babaları, Kemalizm dinine mensup benim gibi din düşmanı kaafir ‘gerizekâlı’ların haddini bildirmekle ve bayramın ulviliğini, güzelliğini hatırlatmakla görevlendirmiş çocukları.
Aslında iyi oluyor hakikatin tebliğ edilmesi, insan ne olduğunu öğreniyor, aslıyla yüzleşip layığıyla tanışıyor.
Burası artık badembıyıkistan olduğundan çocuklar da tebliğ ve yola getirmeyle görevlendirilebiliyor. Kolay değil tabii işleri, ortalık kafir ve sapkın Kemalist dininden olanlarla dolu. Yola getirmekle biter mi! Amaçladıkları yaşam biçimini yerleştirmek için de her aracı, her fırsatı ve her ortamı kullanmaları gerekiyor. Çocuklar derhal göreve...
Savaşın çatışmanın eksik olmadığı Afrika’nın, Ortadoğu’nun iğrenç hastalığı bizde de kendini göstermeye başladı ne zamandır. Çocuklar öne sürülüyor siyasal oyunlarda. Çocuk bu; taş atmayı hemen oyuna çevirmeleri kaçınılmaz. Etkili yetkililerimiz geri durur mu, yakaladıklarını tıkıyorlar içeri, basıyorlar sopayı, dayıyorlar çeyrek yüzyılı. Bence çok yanlış yapıyorlar, bir de 25 yıl mı besleyecekler? Yakaladıklarını yakaladıkları yerde sallandırmalıdırlar. Asmayıp da besleyecekler mi yani? Hem 25 yıl vermelerle yerleşmez nefret, çocukları asacaksın ki netekim, kazınamayacak şekilde alabildiğine kök salsın! O ne öyle, asmayıp beslemeler falan! Sallandırın gitsin netekim.
Nefret eken sadece nefret biçer netekim. Hem de misli misli… Çok kazançlı hasatlar umacak kadar zokayı yutmuşlar da bunu öğreneceklerdir netekim.
Taşçı çocuklar, tebliğci çocuklar, kaçırılan çocuklar, evden kaçan çocuklar, can kaynağı çocuklar, ırgat çocuklar, istismar edilen çocuklar... Memleketimden çocuk manzaraları... Say say biter mi?
Konu komşu ve tanıdık olmayanların kapısına dayanmanın dilencilikten farkı olmadığını anlatması gereken kimi ana babalarının işleri başından aşkın tabii; zaman makinesinin yolunu beş göz beklerken “Yapımı bitse de binip gitsek Hz. Muhammed’e İslam’ı öğretsek” diye dertleniyorlardır. Gittiklerinde işleri de kolay değil hani; göze kestirilen her yerde, asfaltta betonda, banyoda mutfakta balkonda etrafı kan gölüne çevirerek deve koyun sığır artık ne denklenirse kesmenin gereklerini mi anlatsınlar, kadınları kızları görünmez kılmanın şartlarını mı sıralasınlar, din düşmanı Kemalist kafirlerin nasıl yola getirileceğinin inceliklerini mi göstersinler bilemeyeceklerdir.
Geçmiş zaman, bakkaldan gazete almış dönüyorum. Okulların açılma dönemi olmalı, hediye olarak kalem silgi cetvel falan verilmişti gazetelerle birlikte. Baktım karşıdan dokuz on yaşlarında bir çocuk geliyor, ona vereyim en iyisi dedim; hediyeleri uzattım, daha derdimi anlatacak kadar sözümü tamamlamaya fırsat vermeden hızlı adımlarla uzaklaştı çocuk. Ve çok doğaldı davranışı; yabancılardan bir şey almaması, hatta konuşmaması gerektiği tembihlenerek yetiştiriliyor veya çevresinden böyle görerek büyüyordu. Ve ben potansiyel tehlikeydim, çünkü yabancıydım. Ne dediğimin, ne yaptığımın hiçbir önemi yoktu. Uzaklaşması gerekiyordu, uzaklaştı.
Kısacası, çocuklarımızın kalkanları vardır. Çünkü kötülüklerden korunabilmeleri için böyle yetiştiririz. Ve pek çok ana babanın böyle yetiştirmeyi sürdürdükleri de ortada ama son yıllarda yayılmaya başlayan bir anlayışla çocuklar kendi sokaklarının, hatta semtlerinin dışındaki yerlerde kapı kapı dolaşmaya başladılar bayramlarda. Yani kalkanları yok olmaya başladı çocukların. Bayram diye her yere gidip her kapıya dayanabileceklerini düşünüyor artık çocuklar. Çünkü kalkanlarını indirdiler, çünkü bayram, çünkü gelebilecek kötülüklere dair uyarıları unuttular...
Ebeveynleri ya anlatmıyor bunun yanlış ve ayıp olduğunu, ya da ailelerinden habersizce yapıyorlar... Büyük ihtimalle çoğunluğu arkadaşlarından veya başka çocuklardan görüp gidiyordur tanımadıklarının kapılarına, uzak semtlere.
Yoksulluk asıl tetikleyici olsa da çocukların para ve şeker toplamayı oyun gibi gördükleri de çok açık. Bayramdır, adettir diyor, kapı kapı dolaşıyorlar. Ana babaları “Konu komşuya, tanıdıklara, akrabalara gidilir. Sakın bilmediğiniz yerlere, tanımadığınız insanlara gitmeyin. Bu çok ayıp, çok yanlıştır” diyorlarsa bile, dini, yaşamın her anına her yerine yerleştirme faaliyetleri, ebeveynlerin bu doğrultudaki uyarılarını etkisizleştirmeye fazlasıyla yetiyor.
Hızla şekillendiriliyoruz, en hızlı şekillendirilenler ise çocuklar.
“Katı laiklikten bıktık artık. Yok öyle, Din’i camiye kapatmak da neymiş, yaşamın her alanında, her anında olmalı” dayatmaları ağırlığını iyice hissettiriyor her yeni gün. Bizi gütme lütfunda bulunan uygulamacılar bilimsel(!) kılıfını bile hazırlamış dayatmalarının: Pasif laiklik.
Ne isim ama… Ilımlı İslam'a da yakışıyor hani…
Ne mutlu bize, sonunda niyetlerinin baklasını çıkardılar; bizi gütme lütfunda bulunan etkili yetkililerimiz pasif laikliği münasip buyurmuşlar. Bundan böyle pasif olacakmışız...
Müjdeler olsun, baskın Sünni çoğunluğun kontrolündeki memleketimizde pasif laiklik uygulamasına geçilecek diye buyurdu bir tebliğci. Böyle buyuran tebliğci profesör 'Pasif laiklik' yumurtasını başkasının yumurtladığını belirtmeden de geçmiyor. Şey demekmiş, dinsel sembol ve kıyafetlere özgürlük tanınması ve de dinin, yaşama dair her yerde özgürce sergilenmesi ve yaşanması demekmiş.
Dinsel dayatmaların çekincesizce at koşturduğu memlekette baskıların ne hale geleceğine kafa yorup yormadıklarına dair açıklama yapma lütfunda bulunmadı ne tebliğci ne de bizi gütme lütfunda bulunan herhangi bir etkili yetkili.
Belli ki insanlar da hoş görüyle korunacak.
Kapı gibi güvence var yani; hoşgörü.
Katı laiklik demelerle küçümseyip suçlayarak ortadan kaldırmaya çalıştıkları güvenceler varken hoşgörü yoktu demek; can yakmalar, katliamlar yapılabildi, bunlarla ilgili suçlular korundu, görmezden gelindi. Artık pasif laiklik gelecek ve de kapı gibi hoşgörü yurdum koyunlarının güvencesi olacak ya, oruç dayakları, içki sopaları, alkolü yok etme faaliyetleri görülmeyecek herhalde bundan böyle. Kendisi görülmese de hep dillerdeydi sevdiğimin hoşgörüsü. Artık pasif laiklik getirildiğinden bundan böyle görünür olacaktır sanırsam. Müjdeler olsun biz yurdum koyunlarına.
Aman ne güzel ne güzel, pasif laiklik gelecek, insanlar hemen özgürleşecek; tutmak istemeyen orucunu tutmayacak, ramazanda yemek yiyecek lokanta, çay içecek kahve bulacak, sigarasını tüttürürken korkmayacak, başka mezhep ve dini inançlardakiler rahat rahat gereklerini yerine getirilecek, rahip misyoner katledilmeyecek. Oh ne aalaa ne aalaa… Bırakın şiddet ve baskı eylemleri yapmayı, aklından geçirenin bile anında tepesine binilip etkisizleştirilecektir yani. Boru mu, pasif laiklik bu pasif laiklik…
Hoşgörü hakim kılındığından baskın sünni çoğunluğun hakimiyetine rağmen kimse kendini baskı altında hissetmeyecek ve de badem bıyık bırakıp sakal uzatmayacak, iş ve ihale peşindekiler bu postlara bürünme kurnazlığıyla hareket etmeyecek, kadınlarını kızlarını türbana çarşafa girmeye zorlamayacak. Boru mu, kapı gibi pasif laiklik var, sıkı mı zorlama olsun. Baskıcılar, kimsenin sesini çıkartmayacağını, görmezden gelineceğini bilse de, şiddet ve baskı uygulamayı akıllarından geçirdiklerinde kapı gibi hoşgörüyü hatırlayarak derhal kendilerine gelecek, anında vazgeçeceklerdir. Mini eteğe, küpeye uzun saça, sevgililerin sarılmasına tepki göstermeler falan tarih olacak ve de insanlar özgülüğün ve güvende olmanın tadını doyasıya çıkartacaklardır. Her yerde özgürlük, zebaha kadar hoşgörü.
Tramvayseverlerin demokrasisinde yurdum koyunlarına münasip buyrulan güvence pasif laiklik olmayacaktı da ne olacaktı? Yaşasın pasif laiklik.
Hangi çağda yaşıyoruz, kimin ne haddine kimin ne giyip giymeyeceğine karışmak; ne okulu ne üniversitesi ne resmisi ne özeli, şalvarı cüppesi türbanı çarşafı artık her yerde fiiriiii kılınacak.
Kılıktan kıyafetten sembollerden inançlar belli olsa ne olacak! Hoşgörü denen şeyden haberiniz yok mu be hey cahiller! Kapı gibi hoşgörü ve de kapı gibi hem de çelik kapı gibi pasif laiklik koruyacak insanları. Çelik kapı da neymiş, en sağlamından tank zırhı gibi...
Hem sonra kimin ne haddine dayatmaya kalkma, görünüşüyle sindirme, hakimiyetiyle yıldırma, anında yapışılacaktır yakasına.
Bizdendir kayırmalarına, suça göz yummalara kesinlikle izin verilmeyeceğinden, inanç ve görünüşleri yüzünden birilerini cezalandırmayı, ezmeyi, itip kakmayı kimse aklından geçiremeyecektir. Boru mu, pasif laiklik bu pasif laiklik! Ve de peşi sıra ekürisi hoşgörü...
Polisin askerin gözü önünde insanların diri diri yakılabildiği, türban kararı aldılar diye baş yargıçların toplantılarının basılıp kurşuna dizildiği günlerin geçmişe gömüleceğini vaat ettiği falan yok hiç birinin. Görevlendirildi bir tebliğci ve “Pasif laikliğe geçilecek” diye duyurdu. Hepsi bu… Ne edelim, yurdum koyunuyuz, önümüze ne sürülse yeriz.
Laiklik kaldırılacak demek işlerine gelmediğinden bu işi alıştıra alıştıra yapmak için pasif laiklik paravanını çıkarttılar. "Pasifleşen bir şeyin işlevi kalır mı?" falan diye sorgu sual eylemez hiç kimse diyerek kendilerini kandırmayacak kadar akılları başlarında olduğuna göre, bağırıp çağırsalar da biz güzelce yerleştiririz pasifize edilmiş sözde laikliği diyorlardır.
Bütün bunlar “Amerikanya’dan bakma” hastalığının eseri.
Amerika’da Amerikalı olunur, başka yerlerde, hele de kurumları doğru dürüst çalışmayan diyarlarda Amerikalı gibi olmaya çalışanlar amerikanyalı, yapılandırmaya çalıştıkları da amerikanya olur.
Bu tür yanlışlarda ısrarla ısrar edenlerin aklına nedense Amerika’nın çok özel şartları hiç gelmiyor. Amerika, her taraftan gelen, çoğunluğunun kaybedecek şeyi kalmamış göçmenlerce, yerli nüfusun çok az olduğu yeni bir ada kıtada, bugünkü ulaşım ve iletişim olanaklarının ve araçlarının söz konusu olmadığı bir çağda kuruldu. Buna rağmen yerlilere büyük kıyım yapıldı. Bu çok açık şartlar nedeniyle eski kıtaların herhangi bir yerinde Amerika anlayışıyla ülke yönetmek de, ABD benzeri bir ülke kurup yaşatmak da imkaansızdır. Hele de bizim gibi, kurum ve yasaları körleştirilmiş alilleştirilmiş topallaştırılmış ve belli zihniyetlere müptelalaştırılmış bir ülkede imkaansızdan da ötedir ve açık anlamı intihardır.
Amerika'nın bir yenisi daha kurulamaz, kurulsa bile yönetilemez, yönetilse bile yaşamaz.
Kuzey kutbunda, Antarktika'da, okyanus ortasında yapılacak bir suni adada veya okyanus altında dev bir denizaltı ülkesi inşa edilse bile mümkün gözükmüyor. Günümüzün ulaşım ve iletişim olanaklarının sınırsızlığı yeni bir ABD kurulmasına ve yaşatılmasına imkan tanımaz.
Bilerek ya da bilmeyerek bir yanlış ısrarla sergileniyor: Boyuna ABD’deki laiklik örnek gösteriliyor.
ABD sistemi laiklikle değil, bireysel güvencelerle ilgileniyor.
Her yerde üzerine basa basa belirtildiği gibi bireysel güvenceler üzerine kurulu bir hukuk devleti ABD.
Kimi zaman baş ağrıtacak kadar güçlü bir hukuksal yapıyla bireyi koruyarak sorunlara engel oluyor ABD sistemi, bizde ise toplum korunarak birey güvenceye alınmaya çalışılıyor. Aslında hukuk tek başına yeterli değil ama çok güçlü bir hukuk sistemi kurulmadıkça laiklikten başka seçenek de yok.
Hukuk sistemi doğru düzgün çalışmaktan çok uzak, yakın dönemde çalışması da hayal olan olan, çok büyük boğazlaşmalar için minicik kıvılcımların yettiği, ele geçirme ve baskın çıkma hesaplarının hep fırsat kolladığı, kapkaççıların zafiyet beklediği ülkemizde ikide bir birilerinin çıkıp ABD'yi örnek göstermesi fena halde bıkkınlık verdi. Daha baş yargıçlarını bile koruyamayan bir ülkede yaşıyoruz. Cani giriyor içeri, kurşun yağdırıyor yargıçlara. Nasıl uygulanacak ABD sistemi?
Sosyal grupların güçlü ve köklü olduğu toplumlarda bu mesele bireysel güvencelerle halledilemez. Hadi git Ortadoğu'da, Filistin'de falan bireysel özgürlükleri güvenceye alacak müthiş güçlü bir hukuk sistemi kur da sağla bakalım toplumsal huzuru ve güvenliği. Bireysel güvenceler umurunda olabilir mi üzerine sardığı bombaları patlatanın?
ABD’deki çok güçlü hukuksal yapıya laik demokrasi demeye son vermek nedense pek işlerine gelmiyor örnek göstermekten vazgeçmeyenlerin.
ABD sistemine demokrasi demek bile güç aslında. Çünkü çoğunluk rejimi değil, çünkü toplumsal değil bireysel açıdan yaklaşıyor yaşama. Yaklaşım toplumsal olmadığında demokrasi demek ne kadar doğrudur? Oy vermek demokrasinin tek ölçüsü olmadığına göre; krallık sistemine, hatta diktatörlüğe yakın ve yatkındır demek gerekmez mi? Ve zaten hukuk sistemindeki zayıflamalarla birlikte baskıcı eğilimlerin ortaya çıkmaya başlaması ve çöküntünün gelmesi kaçınılmazdır.
Yenidünya’da birey korunarak “Özgürsün” deniyor, oysa eski kıtalarda toplum korunarak “Eşitsin” denmek zorunda. Eşitlikçi toplumlarda, yani laik sistemlerde, yani demokrasilerde hiç kimseye hiçbir kesime "Siz daha eşitsiniz" denemez. Denmesi, laikliğin yok edildiği, demokrasinin sulandırıldığı ve eşitliğin kalmadığı anlamına gelir. Pasif laiklik çıkışıyla belli baskın kesime "Bundan böyle siz daha eşitsiniz" denmektedir.
Yurdum koyunuyuz ya… Yersen rafta dolma var.
Yenidünya’ya gidenler her şeyi geride bırakarak, hatta büyük çoğunluğu gemileri bile yakarak yeni bir yaşam kurmaya çalışıyor. Oysa eski kıtalarda geçmişe sünger çekilemez; hiç bitmeyecek hesaplar, hesaplaşmalar ve kan davaları gücünden bir şey kaybetmek bir yana, her geçen gün daha da güçlenerek hüküm sürmektedir.
Yenidünya’nın bireysel özgürlükçü anlayışını eski kıtalarda uygulamaya kalkmak yığınla bombanın fitilini ateşlemek demektir. Bu nedenle özgürlükleri sağlamanın tek yolu eşitliği sağlamaktan geçer. Zira eski kıtalarda bireye “Özgürsün” demek, ona “Dayatma” ayrıcalığı vermek demektir. Doğal olarak “Benim özgürlüğüme saygı duymak zorundasın” inancıyla diğer bireylere kendi anlayışını ve inancını dayatacaktır. Bu da çatışma demektir. Çünkü karşısındakiler de kendi inançlarıyla ilgili taleplerinde direteceklerdir. İşte bu nedenle “Özgürlük istiyorsan eşitsin” demek ve eşitliği sağlamanın yollarını bulmak zorundadır eski kıtalardakiler.
Yenidünya’nın bireysel özgürlükçü bakışının özellikle eski kıtalarda uygulanması imkansızdır ve kaçınılmaz şekilde, toplumsal bakış açısıyla “Eşitsin” denmek zorundadır.
Geçen haftanın bir 'Yorum Farkı'nda Mehmet Barlas "ABD'deki jüri sistemini getirmek lazım" dediğinde, Emre Kongar, oradan olumsuz bir örnek de vererek "ABD'de jürilere çapraz denetim uygulanır. Burada denetim nasıl sağlanacak…" diye karşı çıkmıştı.
Ortalığın, suçsuz bulunan azılı suçlularla, canilerle, dolandırıcılarla, hortumcularla dolup taşması için iki gün yeter de artar. Onca jürinin hangi biri korunacak, daha baş yargıçlar korunamıyor. Ancak ekmek çalanları, taksitlerini ödeyemeyenleri yargılamakta işe yarar.
Fanteziden öteye geçmeyecek uygulamaların ciddi ciddi düşünülüyor olması çok şaşırtıcı. İşin ilginç yanı, bu tür fantezimsi şeyleri savunanların memleketi de tanıması ve iyi bilmesidir. Şartlarını bilmez, insanını toplumunu tanımaz değiller ama yine de savunabiliyor, düşünebiliyorlar. Amerika'da iyi olan bizde de iyi olur kestirip atmasından başka şey değil yaptıkları. Kısacası yine amerikanya… Ah amerikanya vah amerikanya…
Nerenin kralıydı emin olamıyorum: elektrikli sandalyenin üretildiğini duyan kral, infaz işlerinin kolaylaşacağı hesabıyla hemen iki tane sipariş verir. Sandalyeler gelir gelmesine de çalışabilmeleri için elektrik gerekmektedir ama ülkede elektrik yoktur, kullanmak mümkün değildir. Yanılmıyorsam boş boş duracağına işe yarasın deyip bir tanesini taht yapmış kendine…
Belli bir kesim ısrarla laikliği bir eza ceza sistemi ve dinsizlik gibi göstermeye çalışıyor. Laiklik insanları koruma mekanizmasıdır; bir kesimin diğerleri üzerinde baskı kurmasını engellemeye çalışır. Herkesin buluşup sorunsuzca yaşayabileceği ortak düzlemi bulmak ya da oluşturmaktır amacı. Ve bilimsel kılıflara sokma komikliklerinde kast edildiği gibi azı çoğu, aktifi pasifi, laytı hartı, ehveni serti olmaz.
Laiklik, kimsenin inancına karışmamak, karışılmasına da izin vermemektir.
ABD’de hukuk sistemiyle bireysel özgürlükler korunuyor; her türlüsünden abuk sabuk tarikatın faaliyetine bile özgürlükler kapsamında izin veriliyor, hatta subap olarak görülüp teşvik bile ediliyor bu tür şeyler ama kendi inanç sisteminin dışındaki herhangi bir inanç yapısının sivrilmesine kesinlikle müsamaha gösterilmiyor. Kısacası “Git kendi dünyanda ne yaparsan yap ama sakın ola açılıp saçılmaya kalkma, başına yıkarım o dünyanı” deniyor. Çünkü asla "Eşitsin" demiyor sistem, "Güvendesin" diyor.
Sonuçta aynı kapıya çıkıyor gibi gözükse de ABD’deki siyasal yapının eski kıtalardaki laiklikle ilgisi olmadığı ortada. Tek başına güçlü bir hukuk sistemi de yeterli değil bireysel özgürlükler sistemi için; tehdit oluşturucu yapıların veya bunlara zemin hazırlayıcı ortamların, şartların da olmaması gerekiyor. "Şu bataklığı kurutma zamanı geldi mi? Patlayıcıların hararetinde değişiklik var mı?" sorularıyla hiç meşgul olmaması gerekiyor zihinlerin. Zaten ABD de herhangi bir tehditte hemen çok sertleşeceğini 11 Eylül sonrasında gösterdi.
Bekara karı boşamak kolaydır deyişiyle özetlenebilecek bir tavır söz konusu laiklik gibi gözüken ABD yaklaşımında. Dini veya baskıcı yönetim kurma ihtirasındakiler yoksa niye dert etsin insanların inançlarının yansımalarını. Geçtik dincileri, arıza çıkartabilecek yerli bile kalmamış…
Bekara karı boşamak kolaydır yaklaşımını birçok Avrupa ülkesinde de görüyoruz; ötesine berisine derinine gerisine bakmadan "Ne demek efendim, insanların inancına, giyimine nasıl karışılır" kestirip atması sıkça sergileniyor. G7 zirvesiydi sanırım; sıkça "İnsan hakları…" diye parlayarak bize sert eleştiriler gönderen İsveç'in etkili yetkilileri göstericilere karşı gerçek mermi kullanmışlardı. Birkaç cam çerçeve indirildi diye hemen silaha sarılanlar, yaşamımızın parçası olmuş Kalaşnikoflu gerçek teröristlerle karşılaşacak olsalar kim bilir neler kullanırlar? Napalmdan aşağısının kurtaracağını sanmıyorum…
Kalkınmış ülkelerde tehdit söz konusu değilse aldırılmıyor; aldırılması için uzak veya yakın toplumsal tehdit oluşması veya işaretlerinin belirmesi gerekiyor.
ABD'dekinin laiklik olup olmadığı neyi değiştirir itirazlarının hiçbir geçerliliği yok. Aynı kapıya çıksa da aynı şey değil. Bireysel güvenceler sağlandığı için laiklik kaygısını taşımıyor ABD sistemi. Çünkü gerekmiyor, çünkü tehdit yok. Bireysel güvencelerin sağlanması sorunları ortadan kaldırmaya yetiyor.
Aynı kapıya çıkıyor gibi gözükse de aynı şey değil. Birinin, kişisel güvenceleri sağlaması yeterliyken, diğerinin, toplumsal baskı ve çatışma ortamlarına izin vermemek için eşitlik ilkesinin herkesi buluşturabileceği ortak alanı ortaya koyması gerekiyor.
Bireyselliğin önemini gösteren bir tartışma yaşanıyor bugünlerde ABD'de.
Yoksullara sağlanmaya çalışılan birtakım sağlık hizmetleri Amerikalıları ayağa kaldırmaya yetmiş. "Komünist Obama bizi komünist yapacak" diye bağırıp çağıran Amerikalılar çok enteresan doğrusu. Şaka gibi… İnsan ister istemez merak ediyor: İşsizlik parasını ne sanıyorlar, Noel Baba armağanı mı? Bunlar komünistlikse Sovyetlerdeki falan nedir acaba? En küçük sosyal güvence bile rahatsız edebiliyor Amerikalıları. "Alttakilere bakma, sen yükselmene bak" tek ilkesi olmuşların aklına hiç gelmiyor sanırım bir gün düşebilecekleri. Veya düştüklerinde yaşayacaklarını baştan kabullenmişler. Zaten sosyal devletleri de, Kilise, aşevleri ve evsiz barınaklarından ibaret. Bunun ötesini komünistlik sayıyorlar.
Bizi gütme lütfunda bulunan badembıyıklılar, Kilise, aşevleri ve evsiz barınaklarından ibaret bu sosyal devlet sistemine öyle hayranlar öyle hayranlar ki, aynısını burada hayata geçirmek için harıl harıl çalışıyorlar. Sistemi oturtmakta hayli yol aldıkları da ramazanlarda, seçim dönemlerinde kendini gösteriyor. Parası olana sağlık, parası olana sigorta, parası olana güvenlik… Olmayanlar ramazan çadırına, dağıtımlardan bulgur nohut makarna kapmaya…
Diğer bir yanılgı ise son yıllarda liberalizmin hiç olmadığı kadar yaygınlaşmasıyla ortaya çıktı. Profesyonel yöneticiliğin ölçüsüzce yüceltilmesinden kaynaklanıyor bu yanılgı.
İş dünyasındaki büyük kazançlarla birlikte devlet yönetimlerinin de profesyonel yöneticilere bırakılabileceği konuşulmaya başlandı birtakım çevrelerde. Herhangi bir şirketin başındaki herhangi bir ülke vatandaşının getirilip bakan yapılabilmesinden söz edilerek, devletlerin de şirket gibi yönetilebileceği öne sürülüyor.
Şirket gibi olur da, batar, battığında ağlayanı çok olsa da dönüp bakan bakanı olmaz.
Sakin, durgun, tehditsiz ülkeler için belli görevlere uygulanabilir belki bu düşünce. Türkiye'den ne şirket olur ne şirket, oooff ki ne oooofff; en kanlısından en masumuna hesapların hesaplaşmaların hiç bitmediği, bitmesi de imkaansız olan, hiç rahat bırakılmamış, hiç rahat durmamış, dirlik esenlik fırsatının zor elde edilip zor korunduğu, Dünyanın en eski, en hareketli, en gözde yöresi Anadolu’nun şirket gibi yönetileceğini düşünmek için öyle böyle değil acayip sıyırmak gerek kayışı.
Her zaman daha çok ödeyenin çıkacağı şartlarda sadece paranın sağladıklarına güvenmek en hafif deyimle budalalıktan başka şey değildir? Başka bağlayıcılıklar ve güvenceler gerekir.
Ve bu durum son ekonomik krizde yaşanarak iyice öğrenilmiştir. Kurumları batmış yöneticilerin sözleşmelerindeki çok büyük meblağları almaları/istemeleri tartışılmakta. Şirket batmış batmamış aldıran yok, gelsin sözleşmedeki paralar.
Gemisiyle beraber batma ilkesi çoktan terk edilmişse de insan yine de bu türden şeyleri çağrıştırır davranışları görmek için bakınıyor ama tek görülebilen büyük bir aldırmazlıkla "Sözleşme…" diye ayak sürüyenler oluyor. Şirket batıyor, mensupları bedeller ödüyor, hazreti ceolar boşlukta dolaştırdıkları bakışlarıyla elleri ceplerinde ıslık çalarak "Bu benim hakkım, alırım…" diyorlar. Çünkü gemisiyle birlikte tek batan alacağı para olduğundan onun peşine düşüyor. Batan başka şeyi yok ki dert etsin gemiyi, gemidekileri…
Gemisiyle beraber batmıyor artık kaptanlar.
İşte bu ahval ve şerait içindeki Amerika görmüşlerimiz, yani hamburger patatesle beslenmişlerimiz, Amerika ile amerikanya farkını bilip bilmezden gelirken ortalığa döküldüler. Amerika'nın kendine has -nevi kıtasına münhasır- çok özel şartları için konulmuş kurallarının başka yerde uygulanamayacağını anlamadılar veya anlaşılmasını istemediler. Başka yerlerde ancak amerikanya'lar kurulabileceğini görmediler, görseler bile göstermek istemediler.
Sonuçta güçlendirici Amerikan sığırlarının beslemesiyle iyice gürbüzleşip semiren badembıyıklılar obezleşmeyecekti de kim obezleşecekti. Semirdikçe semirdiler, gürbüzleştikçe gürbüzleştiler, yayıldıkça yayıldılar ve artık çoğunluğu kapalı durumdaki perdelerin bazılarını açıp alenen bizi gütme lütfunda bulunmaya başladılar. Böylece, önüne konanı yemeye alışmış yurdum koyunları için pasif laikliğin çok münasip olacağına karar verdiklerini tebliğ ettikleri aşamaya gelindi. Ne edelim, yurdum koyunuyuz, ne konsa önümüze yemeye alışmışız. Bunu da yeriz…
Gerizekâlılığı tebliğ edilmiş biri olarak diyorum ki, ne mutlu koyunum diyene.
Eyüp ŞEKER
.
HEY KENDİNİZE GELİN
DİĞERLERİNİN BAŞI KEL Mİ?
Öyküleri internette tutarken “En güvende olabilecekleri yer herkesin gözünün önüdür” diye düşünmüştüm. Meğer kendimi aldatırmışım; götüren götürene durumu oluşmuş:
Dört ışık yılı uzaktaki bir gezegen yerine ıssız bir adaya giderek dizi dizi götürmeyi esinlenme saymış birileri belli ki.
Bir diğeri, ayıp olmasın diye mi kafadan ‘Aktarılış’ı çekmemiş yoksa doğru dürüst Türkçe bilmeyen ve kendini yazar zanneden ben komik manyağının yazdığı tuhaflıkları düzeltip eli yüzü düzgün(!) metinler haline getirdikten sonra film yaparak bana büyük bir lütufta mı bulunmuş henüz karar veremedim.
Ne oluyoruz, bu kadar mı sahipsiz buldunuz?
Eyüp ŞEKER
.
Öyküleri internette tutarken “En güvende olabilecekleri yer herkesin gözünün önüdür” diye düşünmüştüm. Meğer kendimi aldatırmışım; götüren götürene durumu oluşmuş:
Dört ışık yılı uzaktaki bir gezegen yerine ıssız bir adaya giderek dizi dizi götürmeyi esinlenme saymış birileri belli ki.
Bir diğeri, ayıp olmasın diye mi kafadan ‘Aktarılış’ı çekmemiş yoksa doğru dürüst Türkçe bilmeyen ve kendini yazar zanneden ben komik manyağının yazdığı tuhaflıkları düzeltip eli yüzü düzgün(!) metinler haline getirdikten sonra film yaparak bana büyük bir lütufta mı bulunmuş henüz karar veremedim.
Ne oluyoruz, bu kadar mı sahipsiz buldunuz?
Eyüp ŞEKER
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)