NE MUTLU SAKATAT SEVERLERİN KOYUNUYUM DİYENE
Sizi gidi iki cihanda lekeliler, sizi gidi insanlıktan anlamaz, barıştan haz etmezler, kesin sesinizi oturun bakiiim. İyilikten anlamayan, hayrı şerre yoran bre cahiller, görmüyor musunuz barış getiriyor bizi gütme lütfunda bulunanlar. Talimatı bizzat veren eskinin bebek katili bugünün Bodrum paşası zat-ı şahanenin, bizi gütme lütfunda bulunan zat-ı şahanelere sunduğu reçeteyi uygulamasın mı yani bizi gütme lütfunda bulunanlar? Boru mu bu, barış getiriyorlar barış, hemi de acayip bir barış!!
“Önderliğin talimatı”nı alır almaz barış temsilcisi olarak gelenleri böyle karşılamayacaklardı da ne yapacaklardı! Kellecinin bu açılımı olmasa barış gelebilir mi bu topraklara? Sizi gidi barış sevmez, demokrasiden haz etmez, analara kulak vermez barbarlar, kapayın çenenizi bakiiim.
Yurdum koyunları olarak bizlere layık görülenler kabak gibi meydanda. Benim aklım başka şeye takıldı, çünkü görüşlerini ve yaklaşımını önemserdim:
"Bölücü başını bize neden verdiler anlamış değilim!" şaşkınlığındaki Bülent Ecevit'in bugünleri görmesini öyle çok isterdim ki! Teslimini şaşkınlıkla izlediği zat-ı muhteremin, adım adım politik liderliğe yerleştirilişini görünce tepkisi ne olurdu acaba? Hele de “Salıverilip Türkbükü’ne paşa yapılsın” önerisini yapacak kadar ileri gidildiğine tanık olsa ne hale gelirdi acaba? Nerelere gelindiğini görüp nereye varılacağını ve 'Neden?'lerin 'Niçin?'lerin anlamını kavramaya başladığı anda ne yapardı acaba?
Bu teslim edilişteki amacı yıllar önce açıklayıp yazan Tuncay Özkan, Hergelekon (Cuk oturan bu tanımlama Müjdat Gezen’den alıntıdır. Bkz MSM Bursa Şubesi açılış töreni) kapsamında diğer azılı terörist(!) gazetecilerle, rektörlerle, emekli paşalarla ve diğer pek çok suçunu bilmeyenle birlikte aylardır sorgusuz sualsiz ağır(!)lan maktadır(!) Silivri’de. Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde(!) "Dağdakilerden daha tehlikeli teröristler…" diye tarif ederek sorgusuz sualsiz hapse yolladıklarından biri olan Tuncay Özkan yazdı, söyledi, anlattı ve bunu Ecevit de duydu; ne kadar itibar ettiği belli değil ama herkesin aldırmazlık içinde olmadığı aşikaar.
Ne diycem, bu azılı teröristleri sallandırın gitsin netekim. Asmayıp besleyeceksiniz de ne olacak? Sonra maazallah hukuka saygılı yargıçlar çıkar, bu azılı teröristleri serbest bırakır falan, onlar da gidip organ nakli ameliyatı, ekonomistlik, öğretim üyeliği, gazetecilik gibi azılı teröristlikler yapmaya devam ederler. Ne besliyorsunuz, sallandırın gitsin netekim.
Eşi bulunmaz savcının eşi bulunmaz iddianamesinde, dünyaca tanınan Prof. Haberal'ı, Prof. Manisalı'yı, Balbay'ı, Aygün'ü, generalleri, rektörleri ve isimlerini sayamadığım pek çoğunu "Dağdakilerden daha tehlikeli terörist…" olarak tanımlama utancını yaşattığı yetmezmiş gibi, dağdakilerin, neredeyse kırmızı halıyla karşılanması ve örgüt şovu yapmalarının yolunun açılması öfkeleri büyütmeyecekti de ne olacaktı?
Yurdum koyunlarının barut fıçısına dönmesine sebep olacak sayısız utanç sergilendi bu örgütü meşrulaştırma faaliyetlerinde. Bodrum paşası üreticisigiller bilir, onlara sorulsa yeridir; sakatatçının açılımı iyi gelmiyor mu yordum koyunlarına? Bebek katilliğinden Bodrum paşalığına geçiş hazımsızlık mı yaratıyor nedir?
Bir de "Bazı tarikatlar iyidir…" görüşünde değişiklik olup olmadığını ve bugünkü hangi yaşananlardan sonra tepesinin atıp atmayacağını görmeyi çok isterdim. Malum, hassasiyeti çok yüksek bir devlet adamıydı Bülent Ecevit. Bu çarpıklıkları, çapaçullukları, otoritesizlikleri, hukuksuzlukları, kuralsızlıkları gördüğünde tepesinin atacağından kuşku duyacak kimsenin çıkacağını sanmıyorum.
Açıklamalarına bakılırsa ve tabii şaşırtmak amacıyla hareket etmediyse, o günkü MİT müsteşarı da habersizdi teslimatın amacından.
Bütün bunlar bir şeyi daha, çok net şekilde ortaya koyuyor: En tepelere çıkıp çıkmamak hiçbir şeyi değiştirmiyor; büyük sırlardan ve bunların kapsamındaki planlardan haberdar olunamıyor.
Çok aşağılayıcı ve zavallı bir durum…
Bilerek veya bilmeyerek, görevini iyi yaparak veya planı fark ederek sürece sekte vuran herkes bir biçimde tasfiye edildi. En tepeye çıkanların bile ulaşamadığı yerdeki bu iradeyi temsil edenler kimlerdir, nerededirler, planlarını paylaştıkları kim ya da kimler olmuştur diye tahmin yürütmek pek işe yaramıyor. Örneğin, ABD'ye bağlılığını ve aidiyetini yeminle tescillemiş Tansu Çiller'in, Kürt meselesi hakkında sıradan vatandaş kadar, hatta daha da bilgisiz olduğunun işareti sayısız olay, geçtik bu büyük sırrı, daha önemsiz sırların bile kendisiyle paylaşılmadığının göstergesi değilse nedir? Büyük ihtimalle zeka özürlü bir zır cahil olması yüzündendir…
Sırrı paylaşmakta çok çekinildiğini anlamak zor değil. Sızmayı engellemenin başka çaresi de yok, ne kadar az kişi bilirse o kadar güvende olur. Sekteye uğramamalı plan. Ve büyük ihtimalle bu iradeyi temsil eden büyük patron dışında bir iki kişi var.
Bir yazarı hedefe yerleştiren de aynı irade, bir generali de... Genelkurmay Başkanına veya tepedeki bir bürokrata ya da bakana, bilmem hangi örgütün hangi hücresinin suikast düzenlenmeye karar verdiğini düşünmek için epeyce cahil ve saf olmak gerekir.
Göremeyeceğim yerlerdeki oluşumlara kafa yormanın yararı yok, en iyisi ortalıklara döneyim.
Bizi gütme lütfunda bulunanların son gözdesi dışişleri bakanını şaşkınlıkla izlemekteyim.
Bürokratlığından beri "Davutoğlu duruma el koydu… Davutoğlu gidiyor… Davutoğlu telefon etti. Davutoğlu geldi…" tezahüratlarıyla yolcu edilip karşılanıyor yeni dışişleri bakanı. Bir patırtı bir gürültü, bir şamata, neler oluyor merakına kapılmamak mümkün değil. Tabii kısa bir bakış atmak yetiyor neler olup bittiğini anlamaya.
Olan şudur: Şeyh uçmamakta, müritleri uçurmaktadır.
Bir "Oooffff bee…" çekerek dönersin müritlerine ki, niyesini nasılını anlayabilesin yaygaranın.
Bir de bakarsın, hep aynı kesimlerden yağmaktadır gaz verme haykırışları: Müritlerden, yandaşlardan ve pazarlık/hesaplaşma masalarına oturduğu ülkelerdeki muhataplarından.
Sıkça duyunca "Neler oluyor, neler olacak" diye insan ister istemez meraklanıyor. Kolay değil, şamatadan, patırtıdan inlemektedir ortalık. Sanırsın ki, ilgili konu tamamdır, o defter kapatılmış, kazanç hanesine önemli şeyler yazılmıştır. Ne gezer, aynen durmaktadır veya çoğunlukla olduğu gibi eskisinden daha beter hale gelmiştir.
Bilirsin kimse duymayacaktır sesini ama yine de sorup durursun “Netice ne netice? Ne kazanıldı bu işten?”. Duyulmaz kazanca dair en küçük şey. Sadece zafer çığlıkları, vaatler, umutlar yağar ilgili kesimlerden, taraftarlardan.
Taze bakanın müthiş bir vizyona ve de misyona sahip olduğuna dair eşsiz(!) fikirlerdir çoğunlukla duyabildiklerin. Bu methiyeleri düzmekte olanların epeycesinin eski üst düzey bürokrat olması şaşkınlığını daha da büyütür. Yoksa ben mi göremiyorum kuşkusuyla daha da meraklanır bakınmayı sürdürürsün. Nafiledir görmeye çalışmak; olmayan bir şeyi, ancak, uçurucu müritlerin, uçuştaki hayalperestlerin ve beyaz adam tapınıcılarının görebileceği bir kez daha kafana dank eder.
Çaresizsindir; "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına harfiyen uymak, hesapta Ermenilerin ikna edilmesini tezgahta dizilmiş palamutlar gibi beklemek dışında en küçük dahilinin ve katkısının gözükmediği bir sürecin ardından yere göğe konulmayışını şaşkınlıkla izlemektir tek yapabileceğin.
Mümkün mü göresin yeni bağlayıcılıklardan ve eskisinden daha ağır yükümlülüklerden başka sonuç monuç! Şaşkınlıkla kala kalırsın…
"Haticeniz batsın, netice ne netice!" diye bakınmayı sürdürürsün, belki bir kazanç, elde edilen bir şey görürüm diye. Ne gezer… Kazanca dair çıt çıkmıyordur ne ortalığı inletenlerden ne de ısrarla uçurtulmaya çalışılan bakandan.
Yani insan dertleniyor, öfkeleniyor bir türlü uçamayışından: Müritleri, uçurmak için bu kadar yırtınırken, şeyhte, pardon bakanda, uçabildiğine dair en küçük işaret yok. Müritlerin yırtınıyor uçsana… İnsan biraz gayret eder falan di mi! Ne gezer, vizyon misyon abidesi bizim bakanda tık yok…
İlgi alanıma girdiği için satın aldığım ve zırvadan ibaret olduğunu gördüğüm zihin kontrolüyle ilgili bir kitapta, aynı anda iki yerde birden bulunabileceğine dair bölümle karşılaştığımı hatırlamak için bu uçurulma faaliyetlerine tanık olmam gerekiyormuş. Evliyalık falan yani… Kısacası, öyle sıradan işler değil bu uçurulma işleri, bir projenin eseri her şey.
Bilmem farkında mı uçurulmakla ve uçmakla meşgul dışişleri bakanı ve de diğerleri: Soykırım iddiaları dünyadaki desteğini yitirmeye yüz tutmuş, sorgulanmaya başlanmışken Zürih anlaşması cankurtaran simidi oldu en küçük gevşeme işareti vermeyen Ermenilere.
Tamam, anladık, çaresizce gidip bastılar imzayı ama hiç olmazsa marifet yapmış gibi şişinerek ortalıkta dolanmasınlar.
MHP milletvekili Mehmet Şandır açık bir biçimde soruyor: “Arkadaş sen bu protokolü uygulayacak mısın, uygulamayacak mısın? İşgal kalkmadıkça uygulamayacaksan niye TBMM’ye getiriyorsun?”
Ermenistan, sınırı kapatmamızın sebebi olan Azerbaycan topraklarının beşte birini işgal etmesine son vereceğine dair en küçük bir imada bile bulunmazken, Ülkemizle ilgili talep ve iddialarında değişiklik yapacağına veya yumuşayabileceğine yönelik hiçbir işaret vermezken neyin zaferini ilan etmektedir bizi gütme lütfunda bulunanlar? "Gel buraya, otur oraya, imzayı bas şuraya…" talimatlarına uymaktan ibaret eşsiz marifetlerine, milleti ve TBMM'yi dahil etme kurnazlığının bu Ülkeye ne yararı olacaktır?
Laf ebelikleriyle, hamasetle milleti bastırıp kandırsalar ne olacak! Bir laf ebesi çıkmış, diasporanın tepkilerinin, bu açılımdaki başarılarının işareti sayılması gerektiğini ciddi ciddi anlatıyor. "Diasporaya biçilen görev, bağırıp çağırarak sizlere gaz vermektir" demenin yararı olur mu bilemiyorum. Her şeyi kahve muhabbeti, cemaat sohbeti gibi algılıyor, bütün meselelere bu kıvamdaki kafayla yaklaşıyorlar. Birileri bu ters gazları vermese bu kadar kolay basar mıydınız o imzaları denilse hiç yararı olacağını sanmıyorum. Kazanmak bir yana, ödünler verirken, tam anlamıyla yuları kaptırıp teslim olurken kazandığınızı sanmanız nasıl sağlanacaktı demek de yararsızdır. Hep yaptıkları gibi çıkıp nutuklarını patlatır, boğuntuya getirir, lafla yıldırır ve de meseleyi hallederler! İşleri bu…
Rusya'nın desteğiyle başlayıp sürdürdüğü Azerbaycan işgalinden geri adım atmayı aklından geçirmeyen ve ABD'yi Avrupa'yı arkasında gören Ermenistan, hiçbir yükümlülüğü yerine getirmeden, en küçük ödün vermeden, en küçük pişmanlık işareti vermeden sınır kapısını açtırıyor mu açtırmıyor mu? Görünüşe bakılırsa dayatıp açtıracak… Olan da, Ermenistan işgali yüzünden yerinden yurdundan edilip mülteci konumuna düşürülerek kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilen bir milyon Azeri'ye olacak.
Öfke, şaşkınlık, kırgınlık dolu bakışlarla olan biteni izleyen Azerilerin de Mehmet Şandır'ın sorusunu sordukları kuşku götürmez.
Bizi gütme lütfunda bulunanların, bir tarafı yakıp yıkmadan, kırıp dökmeden diğer tarafta bir şeyler yapamadıklarının tek işareti Azerilerin büyük kırgınlığı ve şaşkınlığı değil:
İsrail-Suriye cephesinde yapılanlar ise hamaset kaynaklı fantezi ürünü işler gibi gözüküyor. Dahası, makas değiştirme falan değil, bir yolu dinamitle uçurup yeni bir yol inşa etmeyi çağrıştırıyor. Güzergaah değişikliği gibi duran böylesine radikal siyasi tercihler, böylesine basit yaklaşımlarla gerçekleştirilebilir mi? Olacak şey değil.
Ne kadar çaba harcanırsa harcansın "Vardır bir bildikleri" düşüncesini sağlam zemine oturtamıyor insan. Oturtmak bir yana, düşüncesizce olduğu zannı daha da pekişiyor: Sergiledikleri, içlerine işlemiş Yahudi karşıtlığının ve Arap hayranlığının yansımalarından başka şey değil duygusunu şiddetli şekilde uyandırıyor insanda. Eğer öyleyse çok düşündürücü.
Hepsinden vahim olan, bu değişiklikleri yaparken ne elde edecekleri konusunda doğru dürüst fikirlerinin olmadığının işaretlerini yaymalarıdır. Kafalarındaki Yahudi karşıtlığı ve Arap hayranlığıyla, bir de o sınır tanımaz hayalperestlikleriyle kaptırmış gitmekte oldukları izlenimi veriyorlar.
Çok açık ki, dillerinden düşürmedikleri Osmanlı hayranlığından kaynaklanıyor bu hastalıklı bakış. Hastalıklı, çünkü Osmanlı'nın bu hakimiyetleri din sayesinde kurduğunu zannetmektedirler…
Uçmakla/uçurulmakla meşgul bizi gütme lütfunda bulunanların öncelikle iki şeyi çok iyi öğrenmesi ve anlaması gerekiyor. Din yapıştırıcı değil, çok şiddetli bir tutuşturucudur. İkincisi, dini ancak çok güçlüysen kullanabilirsin, yoksa gelir seni de yakar. Dahası, tek başına güçlü olmak da yetmez; kontrolündeki gücü kullanmayı beceremez veya yanlış kullanırsan da işe yaramaz, işe yaraması bir yana, kendi gücün döner seni yakar. Bununla da kalmaz, gözüne kestiren kestirmeyen herkes üstüne çullanır.
Bunlarla ilgili sayısız örnekle doludur tarih ve günümüz.
Görmemek, anlamamak için fantezi düşkünü hayalperest olmak gerekiyor demek ki.
Osmanlı'nın başarısı, tartışılmaz gücünden geliyordu, dinden değil. Tarihçiler daha iyi açıklayacaklardır; Osmanlı'nın yaklaşımı dinci değildi, aksine laikliğe yakındı. Yeri geldiğinde dini de kullanmış olabilirler ama başarılarının kaynağı din değil, reddedilmez güçleriydi… Tıpkı diğer imparatorluklar, güçlü devletler gibi… Osmanlı'ya benzeyen günümüz ABD'sinin laik sanılması bu yüzdendir. Osmanlı, "Kimse ilişmeyecek, kendi dünyanızda inançlarınızı yaşamakta serbestsiniz ama sakın ola açılıp saçılmaya kalkmayın, ezerim, koparırım kafanızı…" demiş ve gerileme/yıkılma sürecine kadar da titizlikle uygulamıştır. Peş peşe gelen büyük kayıpları engelleyemeyince de işe yarayabilir umuduyla son çare olarak din gücüne sarılmıştır.
Sözün özü şudur; ayakları yere basmayan hayalperestler, Dimyat'taki pirinç, evdeki bulgur hesaplarının yanından bile geçemeden ancak başkalarının hesaplarına hizmet ederler. Zira hesabını kitabını bilmemek yüzünden daha baştan kaybetmişlerdir zaten.
Müritlerinin uçurmak için yırtındığı büyük dışişleri dehasına(!) sır olmayan bir sırrı vermenin yararı olur mu bilemiyorum: İslamiyet aracılığıyla hakimiyet hayalleri kurduğu o Ortadoğu var ya o Ortadoğu, orası ancak laiklikle huzura kavuşturulabilir. Dinsel hesaplar ise yakıp kavurmaya devam eder. Devam etmekle de kalmaz, bu durumun bilinciyle oradaki hesaplarını kovalayanların kesin kazancına sebep olur.
Bir taraftan ikide bir kendilerine dikte ettirilenleri sektirmeden yerine getirecek, bas denildiğinde imzaları basacak, "Deliğe süpürmeyin…" ricacısı elçilerle iktidar dilenecekler, diğer yandan, tartışmasız güç gerektiren 'İslam Alemi Patronluğu'na soyunacaklar. Şaka gibi…
İsrail'in küstah ve kimseyi umursamaz tavırlarına tepki göstermek başka şeydir, defterden silercesine farklı taraflara yönelmek başka şey. Ayrıca, sergilenen bu yaklaşımın, Gazze'ye ve Filistin'e yararı olacağı ise fazlasıyla kuşkuludur. Gerçekten tercih yapmayı gerektirecek şartlar söz konusu değilken değişiklikler yapılması, kaçınılmaz şekilde sorgulamaları getirir; "Niyetiniz ne? Bahane mi yaratıyorsunuz?" kuşkularının tatmin edici cevaplar bulununcaya kadar sürmesi de doğaldır.
Dahi diye, böyle vizyonlusu misyonlusu yok diye yere göğe konulmayanların sebep oldukları öyle gizli saklı değil, her şey apaçık ortada: Zücaciyeciye giren filler gibi kırıp döküyor, bir tane kulpu kırık fincanla dışarı çıkıyorlar ama alkış yağıyor zat-ı şahanelere.
İnsanın aklı almıyor.
Kulpu kırık fincanı gösterip "Bu ne bu?" diye sormaya kalkanları doğduğuna doğacağına pişman etmek için her koldan başlattıkları saldırılardan bunalmamak herkesin harcı değil.
Bir nefes alıp sorarsın tekrar: "Bırakın lafazanlığı, umut tacirliğini, boş vaatler sıralamayı. Bu ne bu? Tutacak yeri bile yok…"
"Doldurulacak içi, söz verdiler…" açıklamaları yağar hepsinden.
"Kim verdi sözü. Geçtik söz vermeyi, imasını bile yapmadan taleplerini dayatmaya devam ediyorlar. Ne sözü?" demeniz de nafiledir, yağdırmayı sürdürürler umutlarını. Başka çareleri yoktur, çünkü sadece umut vardır ellerinde.
Kulpu kırık fincana bakakalırsın.
550'nin eski başı büyük din ve devlet büyüğü, yeni makamının hakkını verdiğini göstermekte de gecikmedi ve de hemen belli etti TRT'den sorumlu olmaktaki farkını. Dahiliğinin eşsizliğiyle çıkartmıştı Meclis kürsüsüne kıllı bebeği, şimdi de donatıverdi devlet kanalını Siyonist saplantısının marifetleriyle.
Böylece bir kez daha, ne derin, ne engin diplomasi ve siyaset ustaları olduklarını öğrendik bizi gütme lütfunda bulunanların.
Medyatik yaldızlamalardan sıyrılıp baktığımızda bir şeyi açık biçimde görürüz:
Bizi gütme lütfunda bulunanların el atıp daha beter, daha içinden çıkılmaz hale getirmediği hiçbir mesele yok. Nafile yere gürültü patırtı yapılmasın, daha berbat hale getirmedikleri tek bir örnek veremez hiç kimse. Kürt meselesinin de içine edecekleri belliydi. Yine şaşırtmadılar… Atılan her yeni adım bu inancı biraz daha pekiştiriyor.
Bir çuval incirin berbat olduğunu gördükten sonraki tavırlarını kim yutar: Günlerdir görüşmeler yaparak hazırlayıp uygulamaya koyuldukları planlarının işe yarayacağına inançları öylesine sağlamdı ki, sınırdan girenlerin ve karşılayanların örgütsel şovlarında en küçük sakınca görmediler. Görmek bir yana alkışladılar, övdüler. Çünkü her şey planlarına uygun şekilde seyrediyordu. İşlerin sarpa sardığını görünce de 'Durun bakalım, ayıp oluyor…' hallerine bürünmeye başladılar.
Peki, ne olacak şimdi!
Ne olacak!
Sakatatçıların gütme lütfunda bulunduğu yurdum koyunları diyecek ki, "Ne mutlu koyunum diyene".
Eyüp ŞEKER
23-27-31 Ekim 2009