FIRINDA KURU FASULYE

PAMBUUK GİBİ LEZZET TANELERİ


Memlekette İspir fasulyesinden daha lezzetlisinin olmadığına kuşku yok. Hiç ihtimal vermesem de yine de merak ediyor insan, dünyada daha lezzetli fasulye var mıdır acaba? Sanmıyorum.


Uğraşamam diye kestirip atmak yüzünden yıllardır fasulyeyi ocakta yapıyordum. Memleketin baş ağız sulandırıcılarından Vedat Milor geçenlerde Rize’ye uğrayıp karşılaştığı lezzetleri anlata anlata bitiremeyince kanıma girmiş oldu, daha doğrusu cesaret yükleyiverdi. Derhal karar verdim, bundan böyle fasulye Rize usulü yapılacaktı.


Rize usulünün en önemli farkı fırında pişirilmesi… Sanki bir güçlüğü varmış gibi uğraşmaktan çekindiğim buydu işte.


Kapalıçarşı’daki dükkanda birkaç kez yapılmıştı Rize usulü fasulye. Bu yüzden bir adı da esnaf usulüdür zaten. Malzemeler evde hazırlanır, büyük bir güveç kabına doldurulur, suyu ilave edildikten sonra Gedikpaşa’daki odun ateşli fırına gönderilirdi. Fırıncı tembihliydi, suyu eksildiğinde ilave eder, saati yaklaşık olarak bilindiğinden gidilip alınır, komşular çağrılır, evden o gün için getirilmiş kaşıklarla girişilirdi. Aynı usulle güveç de yapılır. Zaten Anadolu’daki pek çok çarşıda yaygındır bu yöntem.


İspir fasulyesiyle yapılmasa da Rize usulünün benzerini Göreme’de görmüştüm. Bir restoranda testi içinde yapılan fasulye ilgimizi çekmiş, girip yemiştik. Ağzı hamurla kapatılmış testideki fasulye fırında pişirilmesine rağmen çok kötüydü. Müşterilere yetişmek derdiyle tam pişirilmediğinden takır tukurdu fasulyeler. Yani çok datsızdı datsız… Muhakkak bugün de yapılıyordur, bilmiyorum hakkını veriyorlar mı veya bize denk gelmeyen hakkıyla pişiren yerler var mı?


Biz dönelim Rize usulü İspir fasulyemize: Önemli malzemelerinden biri dana kemiğidir. Ne yazık ki, ne kasaplarda ne de markette satılıyor artık dana kemiği, mecburen kuzu kemiği alıyor, biraz dana kuşbaşı ekleyerek koyun tadını hafifletiyorum.


Güveç kabı o kadar da şart olmadığından, yanmasınlar diye bakalit saplarını söktüğüm bir çelik tencereyi kapaksız olarak kullanıyorum. Sonuncuyu cam tencerede pişirdim.


Tarif basit: Biraz zeytinyağında soğanları kavurup doğranmış acı biberleri ekliyorum, biracık daha kavuruyorum. Doğranmış domatesleri, salçayı, kemikleri, ilave edeceksem dana kuşbaşıları, akşamdan suya konulmuş fasulyeleri tencereye doldurduktan sonra sıcak su koyup tuzunu, biberini falan tamam ediyor, 150 derecede ısıtılmış fırına atıyorum.


Pek dikkat etmedim; arada bir karıştırarak eksilen suyunu ilave edip o düşük ısıda 2-3 saat kadar pişiyorum. Sonunda fasulyeler oluyor 'Pambuuk pambuuk…'.


Benim yöntem bu ve aslında fasulyecilerin nasıl yaptığını tam bilmiyorum. Deneyin görün, sonra da ilk kez fasulye yediğinizi bir güzel itiraf edin kendinize. Tabii daha önce İspir fasulyecilerinde yemediyseniz…


İspir yoksa herhangi bir fasulyeyle deneyin veya her zamanki fasulyenizi fırında pişirin, ne kadar fark ettiğine çok şaşıracaksınız.


Memleketin baş ağız sulandırma yetkililerinden Vedat Milor’uın açıklamasına göre, düşük ısıda pişmekmiş lezzetin sırlarından biri. Yani yavaş yavaş pişerken malzemeleri güzelce içine çeken fasulyeler ‘pambuuk’ gibi olup "Karşı konulamaz lezzet taneleri"ne dönüşüyorlarmış.


Bu kıyağımı unutmayıp bir tabak gönderirsiniz artık. Yazarken ağzımız sulandı burada…


Pilav ve de sivribiber turşusuyla cacığı eşlikçi olarak kattığımda şölen tamam demektir.


Yavaş olun, parmaklarınızı yemeyin bakiiim.



Eyüp Şeker


30 Haziran 2010


TAMİR EDİLMEYİ BEKLEYEN AMFİ

YANLIŞLIKLA HATASIZ İŞ YAPMIŞTIM


Elektronikteki beceriksizliklerimi detaylandırmam isteniyor duygusuna kapıldığım için biraz açsam iyi olacak.


Ataköy 2. Kısım’ın sonundan yayın yapan arkadaşı, çatıdaki uzun TV anten direğinin en tepesindeki radyo anteni sayesinde Kızılay’ın oradan alabiliyordum. Fakat çatıdaki radyo antenini vericiye bağlamama rağmen ben asla sinyallerimi ona ulaştırmayı başaramamıştım. Alıcıyla vericinin haniyse birbirini görmesini sağlayan çatıdaki anteni kullanmadığımda sinyalleri almam mümkün olamıyordu. Yaklaşık 1,5-2 km kadar bir mesafeden söz ediyoruz.


TAV2’yle çok eğlenirdik aslında. FM radyoyu kaldırıma yakın şimşir benzeri sık yapraklı küçük bir ağacın içine gizler, şüphe çekmeyecek uzaklıkta bir yerlere kurulur, ağacın yanından geçen birilerini yakalayınca, mikrofonun başındaki arkadaşın “Ben konuşan ağaç, ne bakıyorsun, hiç mi konuşan ağaç görmedin…” diye başlamasının yarattığı şaşkınlıklarla eğlenirdik. İnsanlar irkilerek bakınır, kimseyi göremeyince ve gördüklerini ilişkilendiremeyince hızla uzaklaşırlardı.


Her yanımızın kablosuz cihazlarla, telsiz aletlerle dolduğu günümüzde herkesin hemen çakıp hiç iplemeyeceği bu şaka, o günün şartlarında fazlasıyla etkileyiciydi. Bugün sıradan bir bebek telsiziyle veya oyuncakçılarda satılan küçük telsizlerle, cep telefonlarıyla, sabit telsiz telefonlarla kolayca yapılabilecek bu tür bir şaka, telsiz yasağının olduğu o günlerde, akıl edememek yüzünden insanları fazlasıyla şaşırtabiliyordu.


O günlerde en küçük FM radyonun en az 500 sayfalık bir kitap boyutunda olduğunu söylemekte yarar var. Bir yerlere radyo gizlemek bile epeyce meseleydi.


Telsiz yasağı (Yanılmıyorsam 2222 sayılı yasaydı veya benzeri bir rakamdı) 80’lerin ortalarına doğru kaldırılmıştı. O güne kadar sıradan insanların iletişim araçları hep kabloluydu, telsiz kimsenin aklına gelmiyordu.


Alarm, siren, radyo gibi ufak tefek ucuz devreler yapardık çoğunlukla. Benim kadar beceriksiz olmayan arkadaşlar amfi falan yapıyordu. Hem de esaslı şeyler… Onlar yapar da ben geri mi dururum, "Gel sana bir amfi yapayım" diye birinin kanına girdim hemen. "Bir de pikap toplarım, al sana canavar gibi müzik sistemi, tepe tepe kullan" dememle yatmıştı herhalde aklına.


Öyle sanıyorum entegreler çıkmış, tek tük de olsa piyasada bulunur hale gelmişti. Kolayca daha kaliteli, çok daha güçlü cihazlar yapmak mümkündü fakat çok pahalıydılar. O günlerde en güçlü transistorlardan biri 2N3055’ti ve 10 vattan güçlü amfiler yapılabiliyordu ama hem devreleri daha karmaşıktı hem de fazla pahalıya çıkıyordu. Bu yüzden AD161-AD162 transistor çiftinde karar kılıp 2x6 vatlık amfi yapmaya koyuldum. Yazıyla da yazayım, iki çarpı altı vat, boru değil yani, iki çarpı altı vat.


Stereo olması için aynı amfi devresinden iki tane yapacaktım. Bas tiz ayarları için bir de preamfi devresi denkledim. Çiftli potansiyometrelere bağladım mı stereo olacaktı amfi. İşlem tamamdı. Bir de, bir de stereo besleme, yani adaptör kısmı vardı işin. Onun şemasını da ayarladım. Malzemeleri aldıktan sonra montaja başladım.


AD161-162 transistorlar epeyce ısındığından, gidip doğramacıda iki parça alüminyum profil kestirdim. Transistorları üzerine vidayla bağlayıp devreleri de profilin iç kısmına sakladım. Böylece alüminyum profil hem koruyucu hem de soğutucu vazifesi görüyordu.


Suntadan bir de kutu yaptım. Alüminyum profillerdeki sağ sol kanallar ve besleme devresi trafosuyla birlikte kutuya yerleştirildi, bas, tiz ve ses potansiyometreleri de ön tarafa monte edildi, amfi tamamdı.


Tamam ne demek, canavar gibi çalışıyordu. Artık nerede yanlış yaptıysam hatasız çalıştırabilmiştim amfiyi. Halen daha şaşarım…


Bitpazarından eski pikap alıp boyayla cilayla güzelleştirdikten sonra motor devirlerini ayarlayan düzenlemeler yapıp yeni kol ve kafa (kristal) takmak yaygın bir yöntemdi. İnce uzun Philips kristalin fiyatının düşüklüğüne göre kalitesi yüksek olduğundan genellikle herkes bunu tercih ederdi. Bu eski 45-78 devirlik pikapların motor kafasını 33-45 devirlikle değiştirmek yetiyordu.


Bodrumdaki atölyede bulduğum boya için sentetik tiner denkleyemeyince selülozik tinerle sulandırıp öyle boyamıştım pikabı. Unutmam mümkün değil, çünkü birkaç dakika sonra kuraklık yüzünden çatlayan toprak gibi olmuştu boyadığım pikap. Sonradan o çatlak çatlak halinin güzel göründüğüne karar vermiş, boyayı değiştirmemiştik.


Yıllar sonra bir ressamın resimlerindeki çatlamış toprak benzeri doku için "Boyayı çatlatma yöntemini kimseye söylemiyor, kendine saklıyor…" dendiğini duyunca pikap boyama olayını hatırlayarak gülümsemiş, bu rağmen "Büyük ihtimalle bitirdikten sonra fısfısla selülozik tiner püskürtüyor resimlerinin üzerine" dememeyi yeğlemiştim.


İki de hoparlör sunta kutulara yerleştirildi.


Müzik sistemi hazırdı ve çatır çatır çalışıyordu.


Güzel güzel de kullanıyordu…


Artık kaç ay ya da yıl, belki de hafta, ne kadar geçti aradan şimdi bilemiyorum; "Kanallardan biri bozuldu, bir taraftaki hoparlörden hiç ses gelmiyor" diye çıkıp gelince, bozuk olan tarafı söküp aldım, "Ben bunu tamir ederken sen amfiyi mono olarak kullanırsın" dedim.


O gün bugündür temiz bir 35 senedir tamir edilmeyi bekliyor.


Tamir edeceğimden değil, saklıyorum işte… Hoş, tamir etsem ne olacak ki…


Zaten bir bunu, bir de en sonuncu TAV2'yi saklamaktayım bunca yıldır. Çünkü ikisi de çok önemli, biriyle çok boğuşmuştum, diğeri ise hem gurur hem de yük…


Bu müzik sistemi yaptığım en kapsamlı montajdı ama hepsinden önemlisi, düzgün çalıştırabildiğim tek büyük bileşik devre ve işe yarayan adamakıllı sistemdi.


Yaptım, çalıştın işte, ne bozulursun, çalışmaya devam etsene… Kalleş amfi ne olacak…


Aniden nereden çıktı bu telsiz muhabbetleri diye sorgu sual edenler için; bir yerlerde alıp başını gitmiş geyikler döndürüldüğü duygusuna kapılınca topa girip bir şeyler anlatmam gerektiğini düşündüm. Mesele bundan ibarettir.


O günlerdeki elektronik merakımla ilgili hatırlayabildiklerim bunlardan ibaret. Demek ki iyice kazınmış bunlar beynime. Bir de PNP ve NPN transistorların bacaklarını karıştırdığımı iyi hatırlıyorum. Arkadaşlara sorardım, (sıralamaları halen bilmediğim için atıyorum) "Bu emitör, base, kollektör, bu da kollektör, emitör, base" diye gösterirlerdi, iki saniye sonra unutur, yine karıştırırdım. Bütün bu sözünü ettiklerim dışında bir şey yok belleğimde.


Arada bir aklıma takıldığından olacak, daha geçenlerde birkaç küçük hazır kit satın aldım internetten. Bilmem elim varıp da montajlarını yapabilecek miyim, haftalardır duruyorlar içeride.


80'lerin başlarında çıkıyordu TRAC dergisi, bilmiyorum yayınlanıyor mu haalaa. Bir de Elektor diye bir dergi çıkmaya başlamıştı, bir müddet de onu satın almıştım. 80'lerde yeni yeni bilgisayar sistemleri yer almaya başlamıştı dergilerde. Herhalde günümüzde daha çoktur elektronikle ilgili dergi seçenekleri. Zaten artık internet var, basılı dergi çoktan ikinci plana düşmüştür.


Elektronik çok keyiflidir. Hele de benim gibi fazla çakmayan beceriksizlerdenseniz, saç baş yolacağınız için daha çok keyif verir. Kaşağı hesabı…



Eyüp Şeker


28 Haziran 2010


SEVDAM ÖLDÜRÜLÜYOR

RADYOM GÖMÜLÜRKEN

Radyo çok önemli hepimiz için.

MP3 ve internet, radyoyu tahtından indirecekmiş gibi görünse de, kolay değildir yaşamımızdan çıkıp gitmesi.


Islıkla dolu Kısa Dalga (SW), cızırtıya boğulmuş Uzun Dalga (LW), kötülerin en iyisi gibi duran Orta Dalga (MW/AM) yayınlarının, evlerimizdeki plakların kalitesinin, hele de 33'lüklerin yanına yaklaşmaktan çok uzak kalması, UKW/FM'i büyük ödüle dönüştürüyordu bizler için. Makaralı teypler vardı uzun yıllardır ama büyüktüler, pratik değildiler. Kaset teypler ise yeni yeni girmeye başlamışlardı dünyamıza fakat ses kaliteleri yüksek değildi. Zaten plaklar bantlar ne kadar kaliteli olursa olsun radyonun yerine geçemezlerdi.


Yanlış hatırlamıyorsam ilk stereo Hi-Fi yayını yine İTÜ'den yapılmıştı. Ondan yıllar sonra TRT stereo'ya geçmişti. Bunlardan emin değilim, karıştırıyor olabilirim. Zaten amacım ansiklopedik bilgi vermek değil, FM'in ve Radyo3'ün yaşamımızdaki önemini anlatmak.


Portatif radyolar stereo değildi zaten, sadece müzik dolaplarının radyolarında vardı bu özellik. Stereo ışığının yandığını görmek bayram etmemize yeterdi. Stereo, Hi-Fi gibi kavramlar uzun yıllardır farkında bile olmadığımız özellikler, oysa o zamanlar çok müthiş yeniliklerdi.


Özetle, müzik önemli hale geldikçe daha kalitelisi bekleniyor. Radyonun da…


Müzik söz konusuysa, FM öncesi yayınlar radyoyu çok sevdiremiyordu. Ajans, ya da yarışma programları veya maç yayınları bağlıyordu insanları, müzik değil. Müzik ancak mahalle berberinin kısık sesle çalan orta dalgaya ayarlanmış radyosundan duyulurdu. Bir de uzun yolculuklarda otobüsün radyosundan duyulan bol cızırtılı uzun dalga yayını yerleşmiştir sanırım belleklerimize. Evlerde dinlendiğinde ise, müziğe sevdalanmış bizler duymazdık sanki o radyoları.


İlk FM nesliydik demek yanlış olmayacaktır. TRT3'ün gündüz saatlerinde yaptığı o ilk yayınlara tanık olmak bu sıfatı hak etmemize yeter sanırım.


İTÜ'nün arada sırada yaptığı birkaç saatlik test yayınları sayılmayacağına göre, FM'deki tek ve vazgeçilmez radyomuzdu TRT3. Bomboştu koca FM bandı. Bazen Hava Harp Okulu'nun yakınlarına veya Florya civarına gider İtalyan radyolarını falan yakalardık. O günlerde farkında değildik, Yeşilköy havaalanın dev telsiz direkleri sayesinde o radyoların dinlenebildiğinin. O yabancı radyoların yansımalarının denk geldiği bir koridor olduğunu düşünürdük Yeşilyurt'la Florya sahilinin.


Kaliteli ses müziğin vazgeçilmezi olunca çok çabuk tutkuya dönüşüvermişti. Gündüz belli bir saat dilimi içinde yapılan yayın yanılmıyorsam 80'lerin başında 24 saate çıkartılmıştı. Birkaç yıl sonra da özel radyolarla tıka basa dolmuştu FM bandı.


Özel radyolara kadar FM bandı öylesine boştu ki, sadece 88.2'den yayın yapan TRT3, bir de 105 civarından yayın yapan İTÜ dışında sadece hışırtı egemendi başından sonuna. Elektroniğe merak saldığımız o günlerde telsiz sevdasına da kapılmıştık. Türkiye Radyo Amatörleri Cemiyeti'nin yayınladığı TRAC dergisini alırdık. Yanlış bilmiyorsam başka bir yerli yayın da yoktu zaten. TRAC'ın 12. sayısında yayınlanan TAV2 verici şeması yüzünden meraklısı meraksızı bu telsizi yapmaya koyulmuştuk. Tabii ben de… Geçmiş gün, yanlış hatırlayabilirim; gidip Karaköy'deki Selanik pasajından aldığım malzemelerinin tamamı 205.- TL tutmuş, cebimde bilet alacak 25 kuruş bile kalmadığından otobüste bilet almamış, sonunda dayanamayan biletçinin fırçasını yiyip Zeytinburnu Çimento Fabrikası'nın orada inip eve kadar yürümek zorunda kalmıştım. TRAC'ın bütün sayıları bulunurdu Selanik Pasajında ama TAV2 vericinin meraklısının çokluğu yüzünden derginin o sayısının (Temmuz-Ağustos 1970) baskısının daha çok yapıldığını hatırlıyorum. Haalaa saklarım bu sayıyı. Son yaptığım TAV2'de duruyor. Dergiyle birlikte fotoğrafını çekip o günleri anmak istedim.


Daha sonraları TAV2'nin baskılı devresi hazırlanmış, dükkanlarda satılır olmuştu. Bu da işi çok kolaylaştırıyordu; malzemeleri yerlerine yerleştirip lehimlemek yetiyordu. Oysa delikli kartta (pertinaksta) malzemeleri deliklerden geçirip ayaklarını tellerle birleştirmek gerekiyordu. Hepsinden önemlisi, titizlikle takip edip şemaya uygun bağlantıları doğru şekilde yapmak gerekiyordu. Diyotların, kondansatörlerin yönleri doğru olmalı, transistorların ayakları doğru bağlantılanmalı, ne nereye bağlanacak, hangisinden sonra hangisi gelecek, aradan nereye ne eklenecek, hepsi hatasız yapılmalıydı. Kısacası daha zahmetliydi. Oysa baskılı devrede malzemeleri işaretlenmiş yerlere doğru şekilde yerleştirip lehimlemek yeterliydi.


TAV2 bittiğinde 2 parmak kadar bir devre çıkıyordu ortaya. Tek sorun çalışıp çalışmamasıydı. O kadar yoğrulmuştuk ki bu vericiyle, neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen pek çok şeyini hatırlıyorum. 2 adet 2N2217 asıl transistorlardı, 2 de BC109 vardı sanırım. Kalkıp dergiye bakarak hatasızca yazabilirdim bunları. Mesele o değil, mesele kafama kazınmış olmaları. 2N2217 değil de 2218'dir, BC109 değil de 108'dir belki de. Bobin 5 milimdi, yoksa 7'miydi? 5 sargının her iki tarafının 1,5'uncu noktasından birer çıkış alınıyordu. Epeyce küçüğün haricinde 1 adet 100 mikrofarat kondansatör vardı. 2 adet de diyot. Bunlar hiç bakmadan hatırlayabildiklerim. Haniyse ezberden yapabiliyorduk o günlerde.


TAV2 FM bandından yayın yapan bir vericiydi sadece. FM'li radyoları alıcı olarak kullanıyorduk. Yaptığımız bu vericiden konuşup karşıdan yayın yapanı radyodan dinliyorduk. Özetle, biriyle konuşabilmemiz için radyo gerekiyordu.


Devredeki 5-6 sargılık bobini açıp kapatarak frekansı kaydırıyor, en güçlü sinyal verdiği yeri bulmaya çalışıyorduk. Bir de minik bir ayarlı kondansatörü (Trimerdi sanırım) çevirerek hassas ayar yapıyorduk. Bir iki arkadaşın yaptıkları çok iyiydi ve 2-3 km. öteden alınabiliyordu yayınları. Benimkisi ise evin arkasından önüne sinyal göndermeyi başaramadı hiçbir zaman. Üstelik birden fazla kez yapmıştım TAV2 denen mereti. Her seferinde aynı hezimetle karşılaşmıştım. Sonuncu montajımı da beceriksizliğimin kanıtı olarak özellikle saklıyorum.


Bütün bunları neden mi anlattım? FM bandı öyle boş öyle boştu ki, çok ama çok çok güçsüz böylesine bir telsizin sinyalini yakalayabiliyorduk. Bugün her tarafımızın dolu olduğu vericilerden -telsiz telefonlar, kablosuz cihazlar- pek de güçlü olmayan (hatta çoğundan güçsüz) o vericinin sinyali alınabiliyordu ki, bugün imkansızdır o kadar zayıf bir sinyali radyodan duyabilmek. Ancak SETI'dekilerden rica edebiliriz sinyali tespit etmelerini. Tabii yakınlarına sokulduktan sonra…


Neredeyse kendimi bildim bileli dinlediğim TRT3'ü artık dinlemez oldum. 33'lük kalitesine yakın tek radyomuzdu ve tam anlamıyla bir alışkanlığa dönüşmüştü. İşyerinde veya evde sürekli açıktı. Uyurken bile onu kullanırım ninni niyetine. Ve epeydir sadece yatağımın başucundaki radyodan dinler oldum Radyo3'ü, o kadar. Çoğu kere ondan da vazgeçmeye başladım ya; çileden çıkartan yayın binmeleri yüzünden radyoyu kapatıp MP3'ünü açıyorum. Bir dinci radyo özellikle bindiriliyor üzerine. Arada bir birkaç dakikalığına resmen 88.2'ye kaydırılıyor o radyo veya kısa süreliğine TRT Radyo3 yapılıveriyor o yayın. Bunun başka açıklaması olabilir mi bilmiyorum! Bence bilerek isteyerek yapılmasa mümkün değil. Atmosferik etkilerle belli günler veya saatler boyunca yayınlar binebilir, bozulabilir; öyle birkaç dakikalığına sinyal binmesi mümkün değil. Özellikle yapılamadıkça imkansız olduğunu bilmek için uzmanlık gerekmiyor sanırım.


Sözün özü, müzik setinin radyosunu aylardır açmadım, bilgisayarı müzik setine bağlayıp Radyo3'ün internet yayınını dinledim bir süre. Yayınların sıkça kesilmesi ve en önemlisi ses kalitesinin çok kötü olması yüzünden ona da son verdim, artık hiç dinlemiyorum. Bilgisayarım bütün gün açık, internet tıka basa radyoyla doluyken, yayınların karıştığı vericilerle de, ses kalitesi çok düşük Radyo'3'le de boğuşmanın anlamı var mı?


Terk ettim bunca yıldır büyük sevgiyle bağlandığım tek radyomu, çünkü terk etmeye zorluyorlar. Çeşitli ülkelerden yapılan klasik, caz ve pop müzik radyolarına yöneldim.


Bana göre bütün bunların tek açıklaması var, adım adım Radyo3 yok ediliyor.


Geçen yıl programcılara bir yoklama çekilmişti ve tepkiler pek hoşa gitmemiş olacak ki, geri adım atılıp yeni strateji belirlenerek müdavimlerinin kaçması sağlanmaya çalışılıyor galiba. Olan bitenlere baktığımda başka açıklama getiremiyorum, açıklaması olan varsa dinlemeye hazırım.


Özetle çok zamandır dinlemez oldum Radyo3'ü. Oysa vazgeçilmezimdi…


70'lerin başında kısık bir ses duyabilmek veya birkaç dakikalığına bir plağı yayınlamak için harcadığımız çabaları ve katlandıklarımızı hatırladıkça bilgisayarıma şaşırarak bakmadan edemiyorum. Şimdi ne birkaç kilometresi ne metresi, tüm dünyaya her türlü yayını yapabilir bilgisayar sahibi herkes.


Unutmadan, o günlerde telsiz yasası vardı ve bizim yaptığımız telsizler kesinlikle suç kapsamındaydı. Üstüne üstlük sıkıyönetim günleriydi. Başı derde giren çok kişi olmuştu zaten. Bu yüzden bizler de birkaç dakikadan fazla açık tutmazdık o kıytırık vericileri, hemen kapatırdık. Gerçi kimsenin de o sinyalleri aldığını falan sanmıyorum ya. Ama korkuyorduk ve fazlasıyla denk alıyorduk ayağımızı.


Yaşamımda böylesine önemli yeri olan FM bandı haniyse çıkıp gitti dünyamdan. Ama hepsinden önemlisi Radyo3 çıktı yaşamımdan.


Tamam, FM'i terk etme nedenim sinyal karışmaları, ya Radyo3'ün internet yayını sorusunu defalarca sordum kendime. İnternet üzerinden bu kadar kötü yayın özel çaba harcanmadan yapılamaz, muhakkak özellikle düşük tutuluyordur yayın kalitesi diyorum.


Klasik vericileri anlayabilir insan, başka yayınlar biniyordur, sinyal kalitesi yüksek tutulamıyordur falan filan ama internette yayın kalitesinin düşmesi imkansızdır. Çünkü yayın yapıldığı yerden 0-1'lere dönüştürülerek gönderilir, alıcılar yani bilgisayarlar da bu 0-1'leri yeniden sese çevirir. İnternet bağlantı sağlayıcıları ne kadar kötü olursa olsun 0-1'leri aldığı sürece yayın kalitesi değişmez. İster 14400'lük bir çevirmeli bağlantı olsun, ister uydu, ister fiberoptik bağlantı, yayının kalitesi değişmez, bozulmaz. Değişen sadece hızdır. Kesik kesik de olsa yayın alınır ama bu kesiklikler ses kalitesine etki yapmaz. Çünkü alınıp verilenler 0-1'lerden ibaret sayısal (dijital) sinyallerdir.


Eski bantlar kullanılıyor, stüdyo aletleri köhnedi gibi bahaneler palavradan öteye gidemez. Herkesin, bir iPOD'a bilmem kaç bin şarkı yükleyip herhangi bir bilgisayardan veya bir cep telefonundan MP'3 kalitesinde yayın yapabileceği gerçeği karşımızda dururken, köhnemişlik veya yapılanma eksikliği sıkı bir palavra olarak kalır.


Yayın düzeltilmediği ve düzeltileceğine dair bir belirti de görmediğim, aksine sürekli rahatsız ediciliklerle karşılaştığım için artık terk ettim Radyo3'ü.


Görünüşe bakılırsa unutulanlar arasına yerleştireceğim Radyo3'ü de.


Artık nasıl becereceksem…



Eyüp ŞEKER


25.06.2010 02:30