HİLAL KÖRELTMESİ

TÜKETİRSEN CİĞERİ, GÖRÜRSÜN HİLALİ


Genetik ve mikrobik etkenler haricindeki rahatsızlıklarımızın çoğunluğunun yiyip içtiklerimizle ilgili olduğu göz önünde bulundurunca retina ayrılmasının da diğer rahatsızlıklarım gibi vitamin kaynaklı olabileceğini düşündüm epey bir zaman. Hele de ömür boyunca vücutta biriktirilmiş maddelerin ileri yaşlardaki etkileri düşünüldüğünde daha bir ağırlık kazanıyordu bu göz rahatsızlığının da yiyip içtiklerimizden kaynaklanabileceği düşüncesi.

Bu yüzden, çeşitli rahatsızlıklarla boğuşurken belli vitaminlere yüklendiğimde nasıl etkiler ortaya çıktığını anlamaya çalışırken görmeyle ilgili bu bozukluğun ortaya çıkışlarını çözmeye çalışıp durdum. Bir ara B vitaminleriyle ilişkilendirirken, bir ara da A vitaminiyle ilgili olduğuna neredeyse emin oldum. Aslında epey sağlam bir dayanağım da vardı A vitamini diye düşünürken. Zira gece körlüğü veya ışığa hassasiyetin sorumlusu bir vitamini baş şüpheli yapmam çok doğaldı.

Diğerlerindeki gibi göze dair değişiklikleri de not etmeye çalıştım. Vitaminlerle ilgili rahatsızlıklarla boğuşurken gözdeki bu bozulmanın suçlusunu başka yerde aramak haniyse hiç aklıma gelmiyordu.

Bunca zaman ve bunca perhizden sonra vitaminlerin bendeki etkilerini birazcık açmam yerinde olacaktır:

Yüzümdeki son kahverengi leke bir iki ay kadar önce ancak kayboldu. Bu sonucu elde edebilmek için 3 yıl kepekli ürünlerden, nohuttan, barbunya fasulyeden, beyaz leblebiden neredeyse tamamen uzak durdum. Bu besinlerin ortak noktası, en fazla B1 ve B6 barındırmaları.

Ciltte yaraya dönüşebilen kahverengi lekelerin sorumlusu bu iki vitamin gibi gözüküyor. Buradaki önemli etki beyaz ve sarı leblebi arasındaki farkta gizli; Beyaz leblebi rahatsızlık etkilerini artırırken sarı leblebi hiç sıkıntı yaratmıyor. Bu yüzden beyaz leblebiye elimi hiç sürmeyip her akşam 100 gr sarı leblebiyi mideye indirip duruyorum kaç yıldır ama hiçbir sorunla karşılaşmadım. Kısacası, her şey beyaz leblebinin kabuğunda gizli: Sarı leblebide olmayıp beyaz leblebide yani kabukta olan hangi maddedir sorusu cevaplanırsa bu cilt sorunundan ve diğer fazlalık etkilerinden hangi maddenin sorumlu olduğu ortaya çıkartılmış olacaktır. Benzer durum fasulyede de var; taze fasulye A vitamini açısından çok zenginken kuru fasulyede hiç yok. Ne kadar kuru fasulye yersem yiyeyim eklem ağrılarında artış falan olmuyor, fakat bir iki kg taze fasulyeyi 10 15 günde mideye indirdiğimde parmaklarımdaki ağrılar katlanılmaz oluyor. Yani kururken kaybolmuyorsa eğer, A vitamini, kurutmak için soyulup atılmış olan kabuklarda.

Eklem ağrılarındaki etki çok daha hızlı şekilde kendini gösteriyor. Bir hafta on gün A vitamini açısından güçlü kaynaklara yüklendiğimde eklem ağrılarımda çok belirgin artışlar oluyor. Şöyle ki; iri bir marul veya iki adet kıvırcık salata, 1 kg domates ve 1 kg taze fasulyeyi aynı hafta içinde tükettiğimde yumruklarımı sıkamayacak kadar ağrımaya başlıyor parmak eklemlerim.

Buna ve diğer belirgin etki ışığa hassasiyete engel olmak için marul ve kıvırcıktan uzak durup göbek salatayı tercih ederken, domatesi az tutuyor, koyu yapraklı sebzelere, havuca, bezelyeye elimi çok ender sürüyor, taze fasulyeyi iki üç haftada bir sokuyorum mutfağa.

Koldaki uyuşma ve ağrının ortaya çıkması için beyaz kırmızı fark etmeksizin haftada üç dört öğün et yemem yetiyor; kollarımı hareketsiz tutmak işkenceye dönüşürken özellikle bilgisayar kullanmak eziyet haline gelebiliyor. Bunun ilacı ise bolca su, 3-4 duble rakı veya viski. Bolca su derken, günlerce damacanalar dolusu suyu mideye indirmeyi kast ediyorum. Kısacası, damacanayla klozet arasında boru olmak gerekiyor. Veya birkaç dubleyle keyifli bir gece geçirmek...

Ağrılar çok şiddetlendiğinde alkol almasam ve bir de bol su içmesem kolumu kıpırdatamayacak hale gelmem kaçınılmaz. Bir de proteinleri bir hafta on gün sofradan uzak tutmam etkisini hemen belli ediyor, ağrı ve uyuşmalar hissedilir şekilde azalmaya başlıyor.

Böylesine aşikar şeyler yaşarken uyuşma ve ağrıların nedenlerini başka yerde arayamam. Et ürünlerine yüklendiğimde ağrı artıyor, kestiğimde azalıyorsa, alkol ve su ilaç gibi etki ediyorsa ve B vitamini fazlasının suyla atıldığını, alkolle etkisizleştiğini öğrenmişsem, nasıl düşünmem uyuşma ve ağrıların B vitamini kaynaklı olduğunu?

Vitaminlerle ilgili gözleme dair notlar almaya başlamam 2005 Eylül’ü. Retina ayrılmasına yoğunlaşmam ise 2006’da başlamış ve özellikle A vitaminini sorumlu tutmuşum ama çelişkilerle karşılaştıkça da B vitaminini suçlamışım. Yiyip içtiklerimi düzenli olarak not tutup bendeki değişiklikleri ilişkilendirmeye çalıştığım uzun dönem sonunda ancak fark edebildim retina ayrılmasının yiyeceklerle değil soluduğumla ilgili olduğunu.

Yanlışlarla çelişkilerle saçmalıklarla dolu olsa bile aldığım notlardaki retinayla ilgili bölümleri özellikle buraya almak istiyorum. Çünkü konuyla ilgilenen bir uzmanın dikkatini çekebilecek ama bana hiçbir şey ifade etmeyen bir ayrıntı olabilir aralarında:

(2006) İki üç yıldır ise retina ayrılmasıyla boğuşuyorum. Dikkat etmemiştim ve konuya dair hiç bilgim olmadığından yanlış tanımlama kullanabilirim, belki de retina yırtılması diyordu doktorlar. Görme alanının merkezinde belirginleşmeye başladığında daha çok hilal, bazen de daire şeklinde kristalize bir alan beliriyor ve yavaş yavaş büyüyerek yaklaşık yarım saat sürdükten sonra görme alanının sınırında kayboluyor. Bu görme bozukluğunun nedeninin bilinmediğini, baş ağrısıyla başladığını söyledi danıştığım doktorlar.

A vitamini retina ayrılmasının kesin sorumlusu. 1 hafta 10 gün uzak durup yeniden fazlasıyla yüklendiğimde kesinlikle retina ayrılması oluyor. A vitaminli gıdaları tükettiğimin sonraki gününde belli belirsiz olurken, iki gün sonra şiddetli şekilde gerçekleşiyor. 3'ncü gün yine belirsizce kendini gösterip sonraki günlerde tekrarlamaz oluyor. En şaşırtıcı olan ise, aynı günlerde başlayan görme zorluğu. A vitaminine yüklenmem öncesinde gözlüksüz olarak TV seyredebildiğimi, Teletext metinlerini rahatlıkla okuyabilir hale geldiğimi şaşkınlıkla fark ettiğim bu durum o günden sonra değişti ve yine gözlük kullanmak zorunda kaldım. Şaşırtan diğer durum ise yakın gözlüğümün pek bir işe yaramaz gibi olmasıydı. İnce işlerle uğraşırken yakın gözlüğümü takmama rağmen doğru dürüst görememem, bunun daha farklı bir görme problemi olduğunu düşündürttü. Sorun netlikle ilgili değil, belirsiz hatta adeta kayıp noktalardan kaynaklanıyor ve gözlük pek işe yaramıyor. Görme sorunu yüzünden gittiğim doktorların müstehzi ifadelerinin nedeni bu durumla açıklanabilir sanırım. (Bu kadar küçük numaralara gözlük gerekmez halleriyle bakıyorlardı.)

(11 Mayıs) Retina ayrılması, A vitamini fazlalığında ortaya çıkan diğer belirtilerle aynı günlerde gerçekleşiyor. Deride pullanma kepek, görme bozukluğu, baş ağrısı, eklem ağrılarında artış daha çabuk belirti verirken, retina ayrılması için daha fazla birikim gerekiyor gibi gözüküyor. Diğer belirtiler çok arttığında ancak retina ayrılması gerçekleşiyor. Notlarımdan çıkarttığım bu sonuç kesindir diyemeyişimin tek nedeni çok detaylı notlar almayışım. Bütün gıdaları, her yaptığımı, her değişkeni en hassas şekilde izleyecek kadar ne zamanım ne de sabrım var. Bu konunun araştırılmasının çok önemli olduğuna inanıyorum.

Beni çok şaşırtan ayrılmanın aynı gün içinde 2 kere gerçekleşmesi oldu. Bunun nedeni ne olabilir diye düşündüğümde, yaşamımdaki en önemli değişikliğin, soğuğun sebep olduğu romatizmal ağrılar yüzünden camı açıp evi çok az havalandırmak olduğunu fark ettim. O akşam ağır bir yükü üçüncü kata çıkartmak yüzünden nefes nefese kalmış, ardından yemekleri ısıttığım penceresi kapalı mutfakta yemek yemiştim. Salona geçip camı açtıktan 10-15 dakika sonra ayrılma başlayınca "Temiz havanın etkisi ne?" sorusuna yanıt aramaya başladım. Bunu test etmek için ayrılmanın ortalarına doğru pipo içtim. Görme alanı sınırına yaklaşmış hilal yapı ilerlemesini durdurdu ve aynı halini korudu. Daha da ilginci, belirsizleşmiş görmemin (kast ettiğim netlik değil, bulanıklaşma gibi) pipodan her nefes çekişim sonrasında kısa bir anlığına berraklaşıp düzelmesiydi. Pipo bitinceye kadar halini koruyan hilal benzeri kristalize yapı sonrasında genişlemesini sürdürerek kayboldu. Yaklaşık 1 saat sürmüştü ki bu süre epeyce uzundu. Pipo içişim ise 5 dakika civarında...

Bir hafta sonraki ayrılmada camı açıp odayı havalandırdım temiz havayı bolca çektim içime ve kısa sürdü.

10 gün sonra 2 gün peş peşe ayrılma oldu. 2 gün sonra ayrılma başlar başlamaz pipo yaktım, gerilemeye başladı ve kayboldu. Yaklaşık 25 dakika sonra yeniden başladı. Bu ayrılmayı beklediğimi özellikle not düştüğümü söylemeliyim, çünkü A kaynaklı yiyeceklere yüklenmiştim öncesinde. Kristalize yapı görme alanı kenarına yaklaştığında yeniden pipo yaktım. Çektiğim derin nefeslerde görüş çok açık şekilde berraklaşıyor ve bir iki saniye sonra eski bulanıkla dönüyordu. Vardığım sonuç; pipo içmek, yani kirli hava veya yetersiz oksijen, ayrılmayı geciktiriyor, uzatıyor ve erteliyor, ama engellemiyor. Son günlerde havaların soğuk olması yüzünden yürüyüşe çıkmadığımı ve evi çok az havalandırdığımı da belirtmeliyim.

Sonraki gün de az etkili ayrılma oldu. Bir hafta sonra da ayrılma başladı ama ilerlemeden kayboldu. Yani A fazlalığının diğer etkileriyle birlikte retina yırtılması da etkisini yitiriyor.

Şaşırtıcı bulduğum bir diğer gözlem ise; peş peşe ayrılma gerçekleştiği günlerde (23-27 Nisan) sabah 07:00'de tuvalet için uyandığımda ayrılmanın başladığını fark ettim. Uyku sırasında da olabildiğine ilk kez tanık olmaktan çok, gündüz gerçekleşen ayrılmalardaki beyaz şeffaf kristalize yapının bu kez kirli sarı/açık kahverenginde olması beni şaşırttı. Loş evde tuvalete gidiş gelişim sırasında rengi açılır gibi olsa da gözlerimi kapar kapamaz önceki koyu/kirli haline döndü. Işıksızlık kristalize yapıyı kirli koyu yapsa da dokusunu değiştirmiyor. Hemen uyuduğum için sonrasını bilemiyorum. Fosfor ve ışık ilişkisinin tersi bir durum diye düşündüm.

A vitaminin görmedeki etkisi çok açık, ancak beni asıl şaşırtan netlik derinliğindeki değişiklik oldu. A etkilerinin azaldığı dönemlerde gözlüksüz olarak TV seyretmeye başlayışım beni fazlasıyla şaşırtmıştı, ama aynı zamanda yakın görüşümdeki değişiklik de şaşırttı. Uzak görüşümde düzelme olduğunda yakın görüşüm biraz bozuluyor gibi. A fazlalığında netlik derinliği yaklaşık 30 cm'le 2 m arasındayken, A etkileri azaldığında 50 cm'le 3 m arasına çıkıyor gibi gözüküyor. Yani görme tamamen düzelmiyor, yakın/uzak netliği değişiyor. Bu notları yazdığım anda ekranı ve klavyeyi rahatça görüyor ama 3-4 m ötedeki duvardaki saatin rakamlarını zor seçebiliyorum. Oysa A etkisinin azaldığı dönemde saatin rakamlarını net görüyordum. Bu konuda yanılabileceğimi düşünsem de incelenmesi gerektiğine inanıyorum.

(21 Temmuz 2006) A vitamininden uzak durduğum süreçlerde uzak görüşüm belirgin şekilde iyileşip yakın görüşüm bozulurken, A vitaminine yüklendiğimde uzak görüş bozulup yakın görüş iyileşiyor. Yani netlik alanında kaymaya sebep oluyor A vitamini. Ancak, retina ayrılmasını A vitaminiyle ilişkilendirecek bir sonuca ulaşamadım. A kaynaklarından uzak durduğum dönemde 3 gün üst üste ayrılma gerçekleşti, ancak bu ayrılmalar çok belirsizdi ve büyümeden daha çok küçükken kayboldu, yani başlamadan bitti. Yaklaşık 10 gündür A vitaminine yükleniyorum ve uzak görüşüm kötüleşti, kepek illeti şampuan kullanmaya zorluyor, fakat retina ayrılmasını etkilediğine dair bir belirti yok.

(06 Mart 2007) Notlarıma göre geçen yıl Ekim ayında pipoyu bıraktıktan sonra 27 Kasımda retina ayrılması olmuş. Ondan önceki gün ve bir hafta önce birer sigara içmişim.

13 Ocakta çok belirsizce retina ayrılması olmuş. Yılbaşı akşamı 1 paket, sonraki günlerde de 2 günde bir 1’er sigara içtiğimi ve retina ayrılmasının solunum yetmezliğiyle ilgili olduğuna inandığımı not düşmüşüm.

17 Ocakta gece retina ayrılması olduğunu ve 2 günde bir sigara içtiğimi not almışım.

20 Ocak sabah 10 gibi, önceki gün de belli belirsiz ayrılma gerçekleştiğini not etmişim.

O günden sonra bir daha retina ayrılması olmadı. 10, 15 günde 1 sigara içtim, yani çok ender içtim. Bunlardan hareketle retina ayrılmasının solunum yetmezliğiyle ilişkili olduğundan kuşkum kalmadığını düşünüyorum. Özellikle pipoyu bırakmadan önceki son aylarda her ay birden fazla gerçekleşir hale gelmiş retina ayrılmasının artık gerçekleşmemesi bunun en önemli göstergesi ki, artık olmayışını ilişkilendirebileceğim başka bir değişiklik yok yaşamımda. Zaten nefes darlığı çektiğim de aşikar.

Özetle: Sağ veya sol gözde merkezden küçük bir noktadan başlayıp gittikçe büyüyen ve genellikle hilal şeklini alarak görme alanının dış sınırında kaybolan ve yaklaşık 45 dakika süren kristalize yapı baş ağrısıyla birlikte ortaya çıkıyordu. Artık gerçekleşmez oldu ve sigaradan uzak durduğum sürece de tekrarlayacağını sanmıyorum. Tabii ciğerlerim iflas etmediği müddetçe ki ciğerlerimin durumu berbat. Arada içtiğim tek bir sigara ciğerlerimde üşümeye sebep olurken özellikle sağ omzumda ve ayaklarımda ağrıya sebep oluyor ki omzumdaki ve ayaklarımdaki ağrılar son yıllardaki ayrılmaz parçam olmuştu. Tüberküloz veya kanser nasıl belirtiler verir bilmiyorum ama ister istemez düşünüyorum bu illetleri.

Retina ayrılması yakamı bırakmış gibi gözüküyor. Aylardır gerçekleşmedi. Solunum yetmezliğiyle ilişkisi olduğundan kuşkum yok. 20 Ocak’tan sonra Nisan ayındaki 10 günlük süreç dışında tam anlamıyla solunum yetmezliği açıklamasına uygun şekilde gerçekleşmedi. 19, 21, 26, 29, 30 Nisan günlerinde ise hiç olmadığı kadar sıklıkla gerçekleşti. On onbeş günde bir tane tüttürme dışında sigara içmediğim bu günlerin özelliği fazlasıyla stresli olmamdı. Tütünden uzak dururken, çevremdekilerin tepemi attırması mı tetikledi sorusu ağırlık kazandı ister istemez? Retina ayrılmasının baş ağrısı ve stresle ilişkisi olduğu biliniyor. Sigara içmediğim, daha doğrusu seyrek içtiğim halde neden gerçekleşti sorusu yanıt bekliyor. Son iki aydır ve ondan önceki iki ay da hiç olmaması “Retina ayrılması solunum yetmezliğiyle ilişkilidir” tezimi doğrular mahiyette. Böylesine emin konuşmamın nedeni, her ay birkaç kez gerçekleşen ayrılmanın artık olmayışını önemli bir işaret saymamdır. En azından, ayda birkaç kez gerçekleşecek kadar sıklaşmış ayrılma, artık 2 ayda bir oluyor diyebiliyorum. Özetle: Solunum yetmezliği retina ayrılmasının asıl sebebi değilse bile çok önemli faktör.

(31 Ekim 2007 – 17:40) Retina ayrılmasının gerçek sebebi şudur diyemem, çünkü bunu söyleyebilecek tıbbi donanımın zerresine bile sahip değilim. Fakat solunum yetmezliğiyle kesin ilişkili olduğuna hiç kuşkum kalmadı. Ne zaman kendimi zorlar, nefes nefese kalırsam ayrılma ortaya çıkıyor. Pipoyu bıraktığım aylar süresince çok seyrekleşmişti ve sadece nefes nefese kalacak kadar kendimi zorladığımda gerçekleşmesinin dikkatten kaçması imkansızdı. Üç beş haftadır tekrar pipoya başladım, ayrılmalar da sıklaşmaya başladı. Saat 5 gibi terleyeyim diye koşu bandında kendimi çok zorlamıştım. Birkaç dakika önce retina ayrılması başladı ve yazıları görmekte zorlanıyorum. Gittikçe büyüyor, şu anda, dizüstü bilgisayarın ekranına baktığımda iki üç cm boyunda küçük bir hilal durumunda, 3 m ötedeki duvara baktığımda yirmi cm kadar… Yazıları görmem iyice zorlaştı.

(02 Kasım 2007 – 10:20) Eklemem gereken; tekrar pipoya başlamamla gözlerim belirgin şekilde bozuldu. Gözlüksüz bilgisayar kullanamaz hale geldim.

(07 Kasım 2007 – 15:10) Yirmi dakika kadar önce ayrılma başlamıştı ve normal ilerleyişini sürdürüyordu, yani hilal büyüyordu. Bir takım işler yapmış, yorulmuştum… On dakika önce yürüyüş bandının üzerine çıkmamla, bugün Ç harfini andıran sol taraftaki (sol göz demek oluyor bu herhalde) hilal şeklindeki retina ayrılmasının dışa doğru büyümesi durdu. Tam anlamıyla on dakika boyunca durdu, en küçük büyüme, dışa doğru kayma belirtisi göstermedi. 3 dakika önce balkon kapısının önünde soluk almaya başlamamla büyüme tekrar başladı. Önce belirsizceydi, ama şu anda tamamen hızlandı ve hemen hemen görme alanının sınırına dayandı. Kayboldu kaybolacak… Bu durum retina ayrılmasının solunum yetmezliğiyle kesin ilişkisi olduğunun tam bir kanıtı değil mi? Ayrılmanın tam mekanizmasını çözmenin beni aştığı çok açık, bunun cevabını bilginlerin/uzmanların bulabileceğinden eminim. Oksijen yetmezliğinin baş ağrısı yaptığı bilinmez şey değil. Oksijen yetmezliği gözlerde bu etkiyi nasıl yaratıyor? Ne bileyim, atıyorum; retina ayrılması başlamış birine oksijen verildiğinde nasıl bir sonuç elde edilebilir sorusundan yola çıkıp kişinin normal ortamdaki haliyle kıyaslanabilir. Şu anda saat 15:22 ve tamamen kayboldu… Bu arada; pipoya başlamamla birlikte hemen her gün retina ayrılması gerçekleşmeye başladı.

(11 Kasım – 21:05) Dikkat çekici yeni gelişme: Pipoya yeniden başladığım ve epeyce içtiğim günlerde belirgin şekilde bozulan gözlerim, içmeyi biraz azalttığım bir iki gündür önceki görüş düzeyine geri döndü. Bu duruma, organizmamın, tütünlü yeni şartlara uyum sağlaması denilebilir mi? Değilse ne olabilir?

(26 Kasım – 11:45) Gözlerim, yani aslında ciğerlerim felaket durumda… Günde birkaç kez retina ayrılması olabiliyor. Birazcık nefes nefese kalmam yetip artıyor bu illetin göstergesinin ortaya çıkmasına. Zıplamak gibi ani bir hareket bile yetiyor… Birkaç yıl önce gece işemek için kalktığımda banyoda yere yığılmış, kalkıp odaya gitmeye çalışırken antrede tekrar boş bir çuval gibi yere düşmüştüm. Kısa süreli baygınlık diye düşündüğüm bu olay bir daha tekrarlanmadı ama ciğerlerimin iflası çağrıştırır durumuna bakılırsa yakındır tekrar müşerref olmam bu boş çuvala dönme halleriyle.

Pipoyu tekrar bırakma taktiğim ise akıllara seza: Mümkün olduğunca çok içip sağlık nedenleriyle pes ederek bir daha elimi sürmemek.

Notlar bu kadar ve son nottan kısa süre sonra tamamen bıraktım pipoyu. Bırakmak zorunda kaldım demek daha doğru olacaktır.

Not almayı kestikten itibaren çok az ortaya çıktı retina ayrılması. Hepsi de soluk alma zorlanmalarıyla ilişkili zamanlardaydı. Mekanizmayı veya asıl sorumluyu bilemesem bile kendimden gayet emin şekilde “Retina ayrılması solunum/oksijen yetmezliğiyle ilgilidir veya ilişkilidir” diyebiliyorum.

Bu kesin düşünceyi destekleyen bir olay geldi başıma: Dikkatsiz davrandığım bir anda kaynayan sudaki çamaşır suyu buharını soludum beş on dakika kadar. Gözlerimdeki yanma bir yana, birkaç gün retina ayrılması belasını üst üste yaşamak zorunda kaldım.

Hepsi bir yana, zerre kuşku duymadan şunu söyleyebilirim:
“Sigara öyle böyle değil acayip süründürür. Hissettirmeden parça parça gömer bedeni, özellikle yaşlılıkta çevirir illet deposuna içeni”


Eyüp Şeker

07 Kasım 2008 / 11 Kasım 2008

ÇİÇEK ZAMANI MI?



MALTA ERİĞİ BU AYLARDA ÇİÇEK AÇAR MI?

Az önce çektiğim bu fotoğraf dört beş hafta önce meyvelerini yediğimiz bahçedeki malta eriğine ait. Peki, bu çiçekler neyin nesi?


Eyüp Şeker
30 Ekim 2008

BİLGİSAYARDAN ÇAKMAMAKTA DİRETMEK

KENDİ FRENİNE BASARAK BAŞKALARINI DURDURAMAZ HİÇ KİMSE


Her işi tabakhane yöntemiyle halletmekle yükümlü hiperaktife bir de panik atak ikramiyesi denk geldiğinde öyle eşsiz durumlar ortaya çıkar ki, görenlerin külliyatlı miktarı ya sıkılı tek cıvatası kalmayıncaya kadar geberircesine güler, ya da “Bu geri zekalı ayakkabısını bağlamayı becerebiliyor mudur?” gibi eşsiz düşünceler üretir. Geri kalanlar ise olan biteni anlamadığı için ifadesizce bakakalır.

Yani tabakhane yöntemi tutsaklığındaki hiperaktif bir de panik atak krizine yakalanırsa seyreyleyin cümbüşü. Sorulsa adını bilemez, en basit, hatta en iyi bildiği işleri bile yüzüne gözüne bulaştırır, her şeyi berbat eder, bozar kırar döker.

Örneğin, iki sokak ötedeki mağaza yerine neden Adana’dan bilgisayar satın aldığımı kimse anlayamaz. Ben de anlayamam...

Uzun yıllardır bu huyumu bildiğimden ciddiyet gerektiren veya önemsediğim bir işe başlarken “Hesabını kitabını birkaç kez yap, dikkatli ölç biç, hataya düşme” telkinleriyle hesapta titizlenirim. Sonuç mu, yine önemli hatalar çıkar ortaya.

Buna en iyi örnek mutfak dolabı yapma maceralarımdır. Maceralar diyorum, çünkü birden fazla mutfağa dolap yaptım ve her birinde de hata yapmaktan kurtulamadım. Üstelik defalarca ölçüp biçmeme, kılı kırk yararcasına hesap üstüne hesap yapmama rağmen. Ya dolap kapakları veya raflardan biri dar veya geniş çıkar, ya da eksik veya fazla sayıda kestiririm. Sonuçta kesip biçmekten veya yeni malzeme almaya gitmekten bitap düşerim.

Bir değil iki değil, dört beş kez menteşe yanlış alınır mı? Ben alırım... Kapakların dışta veya içte olmasına göre işlevi olan menteşeleri kaç kere ters aldım; ya düz yerine deveboynu alıp kapakların gerektiği şekilde kapanmaları için altlarına parça koymakla cebelleşirim, ya da düzünden alıp kapakları kesmekle gidip yeni menteşe almak ikilemiyle karşı karşıya kalırım. Titizlenmelerimin eseri yanlışlarım yüzünden birkaç takım menteşe öylece durmaktadır atölyemde.

Beni çağrıştırdığı için unutamadığım iki olay dinlemiştim ayak üstü denilebilecek bir yerde genç bir kadından.

Otomobille yeni yeni tanıştığı günlerde epeyce panikliyor kullanırken. En büyük kabusu ise yokuşta dur kalk. Acemi zaten, düz yolda sürerken bile zorlanıyor, kolayca panikleyip eli ayağına dolaşıyor, yetmezmiş gibi dik bir yokuşu çıkarken yakalanmaz mı dur kalk trafiğe. Üç sıra otomobil yokuşu santim santim tırmanıyor neredeyse. Bu ise ortadaki sıradan dahil olmuş otomobil dizisine. Birkaç saniyede bir ilerlemesi gerektiğini ve daha yokuşun düz sayılacak başında olduğunu düşündükçe ödü patlıyor. Bir müddet ilerliyor, yokuş meyillendikçe paniği dehşete doğru meyletmeye başlıyor.

Dehşet içinde “Ben şimdi ne yapacağım!” düşüncesiyle kıvranırken iki eliyle direksiyona sımsıkı yapışmış vaziyette frene basıyor. Aslında basmış demek hafif kalır, koltuktan güç aldığı bacağıyla tam manasıyla abanmış fren pedalına.

İçinden tekrarlayıp durduğu “Bu dik yokuşta nasıl kalkış yapacağım, ben şimdi ne yapacağım, nasıl kalkış yapacağım? Ya kaydırırsam?”dan başka şey yok aklında. Vites birde, sol ayağı debriyajda, diğeriyle frene abanmış şekilde bekliyor ve “Kaydırmadan nasıl kalkış yapacağım...” diye kıvranıyor.

Aslında baştaki o birkaç saniye içinde dehşete dönüşmüş paniği.

Birden arabasının geri geri kaymaya başladığını fark edip ellerini morartırcasına sıktığı direksiyondan ve koltuğundan güç alarak frene daha da yükleniyor ama durduramıyor, geriye kaymaya devam ediyor araba... Hızla uzaklaşıyor önündeki, sol ve sağındaki sıralardaki araçlar. Kan ter içinde arabasını durdurmaya çalışırken korna sesleri duyar gibi oluyor.

Önündeki arabalardan epey uzaklaşmış, sağındaki solundaki sıranın araçlarının birer birer yanından geçişi sürüyor. Dehşet içinde, alnından süzülüp görüşünü bozan terleri tersiyle silmek için olsun direksiyondan kaldıramadığı sağ elini “El frenini çekmeliyim, el frenini çekmeliyim” telkinlerinden aldığı güçle kaldırıp kola uzanırken korna seslerine biraz daha kulak verebiliyor. “Peki, kim çalıyor bu kornaları” düşüncesinin dürtmesiyle aynaya baktığında “Geri geri bu kadar kaydım, neden arkadakine çarpmadım!” sorusuyla ayılmaya başlayan bilinci bu tuhaflığı çözmeye doğru itiyor onu.

Arkasındakilerin, “İlerlesene, neden gitmiyorsun” diye bağırıp çağırırken kornaya basıp durmalarına önce anlam veremiyor, öylece bakıyor epeyce bir süre. Kafası iyice karışıyor...

“Ne saçmalıyor bunlar, ne gitmesi, geri geri kaymıyor muydum ben!” sorularını hızla aklından geçirirken aklı başına gelmeye başlıyor.

Geriye kaydığı falan yoktu, sadece önündeki ve yan sıralardaki araçlar aynı anda hareket edip ilerlemeye başlamış, “Arabayı geri kaydırmadan nasıl kaldıracağım!” paniğindeki bizimkisi ise geri geri kaydığını zannedip frene abanmaya başlamıştı.

Öyle büyük bir dehşet yaşamış ki, bu kez kendine gülememiş...

Ne kadar basarsa bassın diğer araçlardan uzaklaşmaya engel olamamıştı, çünkü bastığı kendi freniydi, gidenlerin değil.

Gülmemiz dinmemişti ki diğer macerasını anlatmaya başlamıştı.

Akşam havaalanına gitmesi gerekiyormuş. Sözünü ettiği günü “Bayan telaşe”liğine yakışır şekilde koşturmacayla geçirmiş, “Uçağa yetişemeyeceğim” kaygısı aklına takılıyken yapması gereken işlere yetişememek düşüncesiyle kıvranıp durmuş.

İşten zar zor çıkıp koşa koşa eve gelmiş, çantasını ve kendisini hazırlamak için telaşla hareket ediyormuş. Arada bir gözü saate kayıyor ve ilerleyen dakikalar kafasına daha çok takılırken paniği de artmaya başlamış. “Yetişemicem, yetişemicem...” diye tekrarlayıp dururken sonunda kendini dışarı atabilmiş. Taksi için koşturup bir tanesine binmeyi başardığı anda saatine bakmak istediğinde, o aceleyle takmayı unuttuğunu görüp şoföre sormuş saati. O andan itibaren de birkaç dakikada bir saati sormayı tam anlamıyla otomatiğe bağlamış.

Tekrarlayıp durduğu “Yetişemicem, yetişemicem...” nakaratı her dur kalkta, her kavşakta daha sıklaşırken, şoförün sergilemeye başladığı bıkkınlık belirtilerini görmezden gelerek sormaya devam ediyormuş saati. Ağır akan trafiğe rağmen sonunda geliyorlar havaalanına ama kalan sayılı dakikaların zirve yaptırdığı paniği yakasını bırakmıyor. Gerçekleşen tek değişiklik ise tekrarlatıp durduğu “Yetişemicem” sözcüğünün “Yetişebilecek miyim, yetişebilecek miyim...” halini alması oluyor. Aklı saatte, kafası geç kaldığına kilitlenmiş...

Birkaç metre ileride ineceği için “Vakit kaybetmeyim, inmeden ödeyeyim” düşüncesiyle cüzdanına uzanıp şoföre bakarak “Saat kaç?” diye soruyor. Farkında bile değil ücreti sormadığının...

Bakışları iyice “Deli midir nedir? Çattık ya...” halini almış şoför “Dokuz kırk altı” karşılığını veriyor.

Sesli şekilde “Dokuz kırk altı, dokuz kırk altı...” diye tekrarlayarak cüzdanını karıştırıp parayı denklemeye çalışırken bir türlü bulamamanın telaşlı sıkıntısıyla “Dokuz kırk altı demiştiniz di mi?” diye sormuş.

Sabrının sınırlarına gelmiş şoför daha fazla dayanamayıp öfkeli bir sesle “Hanfendi saati sordunuz, taksi ücretini değil...” dediğini duyunca para aramayı kesip öylece kala kalmış.

Paraların bol sıfırlı olduğu, ekmeğe, bir şişe suya milyon ödendiği o günlerde hangi akla hizmet dokuz kırk altı gibi tuhaf tutardaki parayı aradığını kesinlikle düşünmediği çok açıktı.

Neden sonra kendine gelerek kahkahayla gülmeye başladığında, şoförün “Deli midir nedir! Çattık belaya” içerikli bakışlarının daha da şiddetlendiğini fark edip apar topar inmiş taksiden, koşarak terminale atmış kendini.

Aslında, koştura koştura yeni maceralara koşturdu demek daha doğru olacaktır.

İşte hiperaktivite, yani kendini gösterdiği şekliyle dikkat eksikliği böylesine tedbirli yapar insanı ve de huyunu bilip tedbirli davrandığı için böylesine eşsiz durumlara düşürür tedbir üstüne tedbir alanı.

Kahkahalarla güler insan kendine, hem de çok sık...

Ve çoğunlukla “Ne anlarım” ruh hali egemen olur böylelerine, fakat karakterinde birazcık inatçılık olanlar üzerine giderek üstesinden gelmeye çalışırlar bu kusurlarının ve “Neden anlamayayım!” düşüncesiyle diklenmeye çalışırlar başlarının belası dikkat eksikliğinin büyütüp devasalaştırdıklarına.

Tıpkı “Dahi dedem” isimli kitabın başkarakteri gibi: Müthiş şekilde deniz tutmaktadır adamcağızı. Deniz de felaket dalgalıdır. Bir kaşık yemeğe kalksa hemen çıkartmaktadır. Pes etmez, bir kaşık yer koşar güverteye, kusar... Döner yemek salonuna bir kaşık daha yutar, atar kendini dışarı, zor yetişir kenara, yuttuğundan fazlasını püskürtür denize. Vazgeçmez, döner masasına bir kaşık daha yutmaya...

Servistekilere inat gidip daha yeni A6000VM modelini aldığım ASUS’un sorunu spy/casus yazılımlarıyla ilgiliydi ama bunu uzunca bir süre bilemeyecektim. Normal şekilde internette dolaştıktan sonra akşam bilgisayarı kapatıp sabah yeniden açtıktan bir müddet sonra monitörün sol üstünde 3x4 cm ebadında bir mesaj penceresi belirip yanıp sönmeye başlıyordu. Ne bir tarafa kaydırılabiliyor, ne de kapatılabiliyor ve küçültülebiliyor (minimize) edilebiliyor, mavi mavi çakıp duruyor, saç baş yolduruyordu insana. Yanıp sönen ve bütün pencerelerin üstünde kalıp görüntüye engel olan bu illetten kurtulmanın tek yolu ise görev yöneticisini açıp orada ATK programcığını bularak görevini sonlandırmaktı. Böylece idare ediyordum vaziyeti... Kesin çözüm ise asla düşünmediğim ve haalaa ilişkisini bilmediğim/bilemeyeceğim bir yerden geldi:

Her kullanıcı gibi benim başım da spy/casus’larla belada. Bu illetlerden kurtulmak için program aramaktan, bulduğumu çalıştırıp bilgisayarı temizlemeye çalışmaktan usanmıştım. Neden sonra bir spyware programlarının aslında pek işe yaramadığından kuşkulanıp Explorer’ın İnternet Seçenekleri’nde geçici internet dosyalarını ve geçmişi silmenin en iyi yol olduğunu fark ettim. Bilgisayarı kapatmadan önce geçici internet dosyalarını sildiğimde başımın belası ATK programcığının başıma musallat olmadığını fark etmem de çok sürmedi.

İki baş belamın çözümü de neredeyse kendiliğinden gelmişti.

Anladığım kadarıyla Spy’lar yani casus yazılımları site ziyaretleri sırasında yerleştiği bilgisayarı taramaya hemen başlamıyor, bilgisayarın gün boyu kullanılmasını, yani ziyaret edilen sitelere dair bilgiyle dolmasını ve bilgisayarın kapatılıp açılmasını bekliyor ki, kullanıcının eğilimlerine, düşkünlüklerine, yatkınlıklarına dair toplayıp derlediği ve efendisine bildireceği bilgiler etli butlu olsun.

Bu yüzden sonraki gün bilgisayar açıldıktan bir süre sonra spy, yani casus yazılımı çalışmaya başlayıp internet ziyaretlerine dair bilgileri derlerken bilgisayarın kendi programcıklarından biriyle, yani ATK ile çakışıyor. Çakışınca da ATK sapıtıp amaçlanmamış ve istenmeyecek şekilde çalışarak yanıp sönmeye ve de kullanıcının, yani benim tepemi attırmaya başlıyor.

Şimdi tam hatırlamıyorum, yanılmıyorsam bataryayla ilgili bir yazılımdı ATK. Neyse, ATK’nın ne olduğu o kadar önemli değil zaten. Birdenbire ekranda ve her şeyin üstünde belirip bir türlü gitmek bilmeyen baş belası bir mesajdı yanıp sönen ATK ve kurtulmanın en emin yolu, bilgisayarı kapatmadan önce geçmişi silmekten geçiyordu. Hem böylece tam olarak ne işe yaradıkları belli olmayan AntiSpyWare programlarını da gereksiz yere yüklemekten ve bunları çalıştırıp bilgisayarı spy/casus’lardan temizlemelerini kırk saat beklemekten kurtulmuş oluyordu insan.

Bana göre spy’ların başa bela olmasını engellemenin en garantili, en temiz, en pratik yolu, bilgisayarı kapatmadan önce İnternet geçmişini silmektir. Ve bu bütün bilgisayarlarda geçerlidir. Kapatmadan sil geçmişi, kurtul spy’lardan. ASUS A6000VM’de de yapışıp kalan ATK’den...

Merak eden olursa diye söyleyeyim, artık bir ASUS’um yok.

Ve son ASUS’un hiçbir sorunu için servisi asla aramadığımı özellikle belirtmeliyim.

Epeydir Hp masaüstü kullanıyorum.

Pek çok kişi farkındadır marka bilgisayar firmalarının, Windows’la veya bilgisayarın üzerindeki başka markalara ait donanımla ilgili bilgi vermediğinin. Sadece bilgisayarı kullanmaya dair şeyler anlatıyorlar verdikleri kullanma kılavuzlarında falan. TV, disk çalar, DVD oynatıcı veya müzik seti gibi görülüyor artık bilgisayarlar da ve düğmesine bas aç, kullanmaya başla deniyor ama bilgisayarların TV veya müzik seti olmaktan çok uzak olduğu ve zırt pırt sorun yarattığı, kullanıcıların yapısal bilgilere sıkça ihtiyaç duyduğu fena halde göz ardı ediliyor.

Başta mantıklı ve doğru gibi gözüken “Windows veya kullandığımız diğer ürünler bizim üretimimiz değil, bu nedenle haklarında bilgi vermek bize düşmez” anlamındaki bu bakış açısı öylesine basit şeylerde öylesine içinden çıkılmaz durumlar yaratabiliyor ki, insan sık sık saç baş yolabiliyor. Belki de asıl sorun, bu bakış açısını çok ileri götürüp işi hiçbir bilgi vermemeye vardırmakla ilgilidir. Bir TV alır yıllarca kullanırsın, modelini bilmez, asla merak etmezsin, değiştirip yenisini satın alırken duyarsın modelleri falan ama onu da tez zamanda unutur gidersin. Televizyonu için gecenin bir yarısı teknik destek servisin aramış kimse yoktur dünya yüzünde, oysa her gün sayısız telefon edilir bilgisayar dertleri için.

Hp masaüstünü aldıktan kısa süre sonra faks için lazım oldu diye çevirmeli modem kartı alıp takayım dedim. Alışılmıştan daha küçük bir kasası var bilgisayarın, Hp’yi arayıp nasıl bir modem kartı takabileceğimi sorayım dedim. Görüştüğüm kişi “Modeli nedir?” diye sorduğunda başladı büyük arayış. Kasanın üzerinde Hp Pavilion Slimline dan başka şey yazılı değil. Ne var bunda demeyin hemen; bin tane Hp Pavilion Slimline var, hem de hem masaüstü hem de dizüstü olmak üzere... Gel gör ki benimkinin hangi Hp Pavilion Slimline olduğu hiçbir yerinde yazılı değil. Sonunda telefondaki görevli “Faturada yazılıdır, oraya bakın” dedi de gidip bulup getirdim de öyle öğrendik modelini.

Yok, yazmamışlar hiçbir yerine; hesapta TV ya, DVD oynatıcı ya, modelini belirtmeye gerek yok demişler herhalde. Kısacası “Siz kullanıcısınız, bir şey yapılacaksa servise getirmeniz gerekir, zaten dokunamazsınız, açarsanız garantisi bozulur” falan diyorlar. İyi de şehrin bu hengamesinde çok basit işler için kim taşır bilgisayarı servise ve günlerce işin yapılmasını bekler, sonra da almaya gider? Olacak şey değil.

Daha sonra RAM’i yükseltmek istedim ve derdin katmerlisiyle tanıştım.

Ne kutusundan çıkan tomarla kılavuzda belgede yazılıydı RAM bilgileri ne de internet sitesinde. Kullanma kılavuzlarında sayfalar dolusu, açma düğmesine nasıl basılır, mp3 nasıl çalınır, DVD nasıl seyredilir gibi bana göre anlamsız yığınla bilgi vardı ama anakart’ın markası modeli, kaç Mb RAM’i desteklediği hiçbir yerde belirtilmemişti. İnternetten bakayım dedim “Ekran şu büyüklükte, hardisk bu kapasitede, bellek şu kadar, DVD çift taraflı...” gibi birkaç kaba bilgiden fazlasını bulamadım. Teknik destek telefonunu aramak ise ayrı bir işkence. İşin yoksa şuna bas, buna bas diyen otomatik sese adım uydur, dakikalarca tekrarlanıp duran müziği dinle dur. Gözüm kesmedi, yine de riske girmeyip başta aklımdan geçirdiğim gibi 2 adet 2 Gb RAM yerine 2 adet 1 Gb alıp belleği iki katına çıkardım. Bilgisayarı rahatlatıp kısmen hızlandırdım ama haalaa bilmiyorum anakartın kaç mb RAM’i desteklediğini, dolayısıyla da bilgisayarı ne kadar daha hızlandırabileceğimi.

Terslik benim göbek adım. O beni bulmazsa ben arayıp onu bulurum.

Bilgisayardan çakıp çakmamak konuyla ilgili dertlerin eksik kalacağı anlamına kesinlikle gelmiyor. Son günlerdeki belam ADSL hattının ikide bir kopması. Özellikle hafta sonları tıpkı grev günlerindeki gibi daha bir azıyor arızalar. Arıyorum ttnet arızayı/teknik desteği, karşıma çıkan görevli kendisine öğretildiği şekilde kurulmuş makine gibi “Modem hattınıza bağlı telsiz telefon, faks hatta ikinci bir telefon var mı?” diye sıralıyor. Daha önce aradığımda söylemiştiniz, hepsini söktüm, artık yok, yine kopup duruyor bağlantı dediğimde bu kez “Hatlarımızda sorun yok. Ev içindeki telefon kablosunun kopuk olup olmadığına baktırın” tavsiyesinde bulunuyor, “O da tamam, önceki arayışımda söylemiştiniz, hepsini gözden geçirip yeniledim”

“Peki, arıza kaydınızı alıyorum. Görevliler ilgilenecektir”

Hattımı kontrol edip “Baktık, hiçbir sorun yok” demek için arayan teknisyen modemi yenilememi tavsiye edince gidip yeni bir tane aldım. Değişen bir şey olmadı, yine kopmalar devam etti ve artık aslanlar gibi 2 adet modemim var. Özellikle de hafta sonlarında çıldırtıyor hat kopmaları, video gibi büyük kapasiteli dosyaları indirmek imkansızlaşıyor, insanı zıvanadan çıkartıyor.

İşe yaramayacağını düşünsem de çaresizce yine arıyordum ttnet arızayı.

Hatta bir keresinde; aynı hat telefon amacıyla kullanıldığında modemin berbat cızırtılarını yok edip telefon görüşmesini mümkün kılmak için gerekli olan spliteri sökmemi bile söyledi karşıma çıkan görevli.

“Sizi doğru mu anladım? Spliteri sökersem telefonu nasıl kullanacağım” şaşkınlığıyla sorduğumda:

“İnternet bağlantısının kopmasının nedeni spliter olabilir. Onu sökün” diye diretti.

“Nasıl sökerim, telefonu kullanamam o zaman. Hem modem ve spliteri yeni aldım, daha birkaç günlük, niye bozuk olsun?

“Bozuk olamaz mı yani!” diye diklenmez mi, ne diyeceğimi bilemedim.

Baktım bir yere varamıyorum bari kapasiteyi yükselteyim dedim. Bir üst limite geçersem belki orada bu sorunla karşılaşmam gibi bir gerekçe uydurdum kendime.

İnternet çok hızlandı fakat bağlantı kopmaları aynı şekilde devam ediyordu.

Ve bir hafta sonunda 200’lük ortalamadaki yeni download hızı eski hız olan 100’e düşüverdi. Neden acaba, ondan mı şundan mı demenin yararı yoktu, Teknik servisi arayıp arıza kaydı yaptırdım. Ne ilginç tesadüf, yine hafta sonunda peydahlanıvermişti bu arızamsı arıza. Görüştüklerim hatlarda hiçbir sorun olmadığını ısrarla belirttiler ama ben hafta sonunu eski hıza düşmüş şekilde geçirdim. Pazartesi ise hız normale, yani yenisi olan 200’e dönüverdi. Kısacası hafta sonu sendromu kesintilerine/kopmalarına hızın yarı yarıya düşmesi eklenmişti.

Kesintiler illallah dedirtiyordu ve teknik servisi aramak olağan hale gelmişti benim için. Arıyordum çaresizce, telefona cevap veren otomatiğe bağlanmış şekilde sıralıyordu:

“Hattınıza bağlı telsiz telefon, faks veya paralel telefon var mı?”

“Yok, hepsini söktüm.”

“Evin içindeki telefon hattını kontrol ettirin, kopukluk olabilir”

“Onu da geçen gün baştan aşağı yeniledim. Bende hiçbir sorun yok, şu anda sizde, yani ttnet’in santrallerinde, hatlarında, sistemlerinde falan bir arıza var mı?”

“Evet var, giderilmeye çalışılıyor”

Neden baştan söylemiyorsunuz da modemdi hattı diye sayıp duruyorsunuz. Arızayı gidermek için neredeyse evi yıkıp yeniden yapacağım ama siz tttnet hatlarında arıza olduğunu söyleyemiyor, benim modemimi telefon kablomu sorgulayıp duruyorsunuz. İnsaf...” deyip telefonu kapattım.

Bir diğer seferinde ise daha farklı bir gerçekle karşılaşacaktım. Aradığımda karşıma çıkan görevliye “Sizi ararken modem kopuktu ve hat olmadığına dair ışık yanıp sönüyordu, tam şu anda hat geldi ve bağlantı düzeldi. Bu durum daha önce de birkaç kez dikkatimi çekmişti...” dediğimde:

“Evet, hat koptuğunda telefon edilirse modem tekrar aktif hale geçebiliyor” yanıtını verdi.

Öğrenmiştim artık. Bağlantı kesildiğinde bir numara çevirirsem, hatta bir numara çevirmeme bile gerek yoktu, ahizeyi kaldırıp bir kaç kere tıklamak bile yetiyordu birkaç saniye sonra modem aktif hale geçirmeye, bağlantıyı sağlamaya. Tabi bir teknik arıza yoksa.

Haftalardır cebelleştiğim arızaları tuş etmenin yolu numara çevirmekte, birkaç tıklamada yatıyordu. “Vay be...” demeyeyim de kim desin?

Mesele aydınlanmaya başlamıştı. Apaçık ortadaydı, kapasitesi yetersiz kalıyordu ttnet’in. Karşılayamıyordu ihtiyacı. Bir türlü düşmek bilmeyen jetonlarım birer birer düşmeye başlamıştı artık. Aylar önce bir ttnet yetkilisinin yaptığı “İnsanlar interneti kullanmadıklarında modemlerini kapatmıyorlar. Kapatılsa hatlar rahatlayacak...” içerikli açıklamayı da hatırladım.

Her şey öylesine açıktı ki, özellikle hafta sonları internete yükleniliyor, ttnet’in sistemleri ise talebi karşılayamıyor, kullanıcıların bağlantılarında kopmalara sebep oluyordu. Büyük ihtimalle de birkaç dakika veri alıp göndermeyen kullanıcının modemi santral bilgisayarı tarafından otomatik olarak devre dışı bırakılıyor, bu kullanıcıya sunulmuş kapasite sırada bekleyen başkasına veriliyordu. Örneğin birkaç sayfalık bir metni okuma esnasında veri akışı gerçekleşmediğinden bağlantın uçabiliyordu. Hızı iki kata çıkarttırdıktan sonraki hafta sonunda hızın yarıya düşmesi de bu durumla ilgiliydi. Benim 200’den tırtıklanan 100, kurdeşen olan başkalarını sevindirmekte kullanılmıştı.

Saç baş yolduran hafta sonu kesintileri bir de, çok önemli bir devlet konuğunun ziyareti sırasında veya Dünya boyutunda çok sarsıcı bir olay meydana geldiğinde peydahlanıveriyor. Haber ve bilgi alışverişi zirve yapınca çuvallıyor ttnet. Kullanıcılardan telefon yağmaya başlayınca “Modemleri, tesisatı, paralel cihazları kontrol ettirin” talimatları veriliyor hemen görevli personele. Kullanıcılara da duvarları tırmalamak kalıyor.

Haftalardır ilk kez bu hafta sonu hat kopmuyor. Umarım kalıcı ve sevindirici bir haberdir bu. Diğer anlamıyla, dileyelim de ttnet ilave kapasite donanımlarını bağlayarak yetersizlik durumunu ortadan kaldırmış ve hatları rahatlatmış olsun.

Terslik benim göbek adım, o beni bulmazsa ben onu bulurum demiştim.

Yeni sorunsal durumsalım ise bozuk digitürk Plus decoder’ı, yani kod çözücüsü.

Özellikle çok sevenim özellikle çok olduğundan mı kullanmak zorunda bırakılıyorum bozuk decoder’ları, yoksa digitürk’te olağan ve sık karşılaşılan bir durum mudur henüz kestirebilmiş değilim. Çünkü taze aboneyim ve ikinci bozuk decoder’a katlanma ve son getirilen bozuk decoder için bile 60 küsur kayme faturayla karşılaşma ve eğer lütufta bulunup bu bozuk decoder’ı değiştirmek için gelirlerse teknik servise 20.- YTL bayılma durumunda kalıp “Bu seferlik sizden servis ücret almayalım” diyen iyiliksever personelin yüce gönüllüğünü yaşama aşamasındayım.

Taze üyeyim, iki aydır paraları bayılmama, sayısız görüşme yapmama, pek çok sıkıntıya katlanmama rağmen sağlam çalışan bir digitürk Plus’a sahip olmayı başaramadım.

Ben bahtiyar olmayayım da kim olsun? Çalışmayan bir sistem kuruyorlar, sonra arızalı kod çözücü’yü değiştirip yerine daha arızalı bir kod çözücü takıyorlar ve bozuk olanın yerine getirilen daha bozuk olan için 64.- YTL tahsil ediyorlar. Biter mi hiç, haalaa çalıştırmayı başaramadıkları sistemi düzeltmek için tekrar gelirlerse servis ücreti isteyeceklerini üzerine basa basa belirtiliyorlar. Eminim değiştirecek olsalar yeni bozuk kod çözücü için de bir 64.- YTL’yi daha büyük rahatlıkla isteyeceklerdir. Ben sonsuz bahtiyar olmayayım da kim olsun di mi?

Bu yüzden:

TEŞEKKÜR: Sabah 10:00 civarında arayıp adres tarifi aldıktan sonra “15-20 dakika sonra sizdeyim...” deyip yığınla telefon görüşmesinden ve “1 saat sonra” veya “5-6 civarında gibi” sözler almama rağmen 3 gün sonra hiç beklemediğim anda çat kapı karşıma dikildiklerinde, “Günlerce beklettiniz, gelmeden önce niye aramıyorsunuz” tepkisi vermem üzerine “İstemiyorsanız geri gidelim” deme büyüklüğünü gösterebilen ve eskisi sadece durup dururken reset’leyerek dakikalarca yeniden yüklenmesi için bekletmek ve de “Kabloyu taktığınızdan emin misiniz içerikli E 52” arıza mesajı verip yayını ne sihirdir ne keramet yaparak uçururken, günlerdir değiştirilmesini beklediğim getirdikleri şimdiki decoder da durup dururken reset’lemek ve dakikalarca bekletmek ve de “Kabloyu taktığınızdan emin misiniz içerikli E 52” mesajı vermekle kalmayıp tamamen ekranı karartarak öylece beklettiği ve decoderi kapatıp açmadıkça görüntüyü geri getirmediği için digitürk’e ve buradaki teknik servisine sonsuz teşekkürler etmek insanlık borcumdur.

Terslik benim göbek adım ya, yaşamayı becerebilmeliyim tersliklerimle.

Yeni bozuk kod çözücüye katlandım birkaç gün. Çekilir gibi değildi; çözücünün üstündeki ışıklara falan bakılırsa her şey normal ama TV ekranı kapkara, görüntü mörüntü yok. Kod çözücüyü açıp kapayınca görüntü geri geliyor, o arada da kaçan kaçıyor. Hele de ihtiyaç molaları için beklemeye (Pouse) alınıp birkaç dakikalık kayıt yapılmışsa beter oluyor, filmin o kısmı tamamen uçup gidiyor. Aynı durum baş belası kod çözücüler kendini reset’lediğinde de ortaya çıkıyor. Film milm kalmamış, kalk gidelim olmuş...

İlk bozuk decoder/çözücü sadece reset’liyordu, bu ise katmerli arıza sunuyor hizmet olarak. Hem reset’liyor, hem de ekranı karartıyor. Yeme de yanında yat. Daha ne ister insan di mi!

Perşembe aradığımda yarın kesinlikle size gelecekler sözü almama rağmen kimseler gelmeyip aramayınca Pazar akşamı tekrar arıza bildiriminde bulunayım dedim. Yine söz verildi “Pazartesi kesinlikle gelmeleri sağlanacak” diye. Bütün gün ne gelen oldu ne de arayan. Akşam 17:30’da bir telefon. Efendim bilmem kim ustanın işi uzamış da bugün gelemeyeceğini bildirmek için aramışmış telefondaki kızcağız. Gelmediğini bildirmek için aramak nasıl bir zekanın ürünüdür anlayan varsa bir adım öne çıksın lütfen. Özür falan dinlense bir nebze anlayabilir insan, sadece bugün gelemedik demek için arıyor zeka küpleri. Gelmediğin ortada, bunun bildirilmesi mi olur! Bu yaşanandan sonra “Resmen kafa buluyorlar” diye düşünmemek imkansız değilse nedir?

Eksik kalsın, başlamayayım digisine, iptal ettireceğim üyeliği deyip kapattım ve merkez’i arayıp “Bakın böyleyken böyle oldu, bütün gün ağaç ettiler beni ve alay eder gibi bugün gelemedi usta demek için telefon ettiler, bıktım artık, buna daha fazla katlanmak istemiyorum” diye durumu açıklamaya çalışarak üyelik iptali için başvuru yaptım. Bir iki saat sonra Merkez’den bir kızcağız arayıp “Üyeliğinizi iptal edilmesini istemişsiniz, oysa arıza giderilmiş...” demez mi, zaten öfkem burnumda. “Ne giderilmesi, ne gelen oldu ne de giden. Decoder’ın değişmesi gerektiğini sizin teknik birim söylüyor söylemesine de ne gelen oldu ne de kutu getiren, nasıl giderilmiş arıza?” diye öfkeyle konuşmamı karşılıksız bırakmayan telefondaki kızcağız:

“Kampanyadan yararlandığınız için üyelikten çıkarsanız ceza ödemek zorunda kalırsınız!” demez mi?

Ya duymamışlar dünyanın en zengin adamı olduğumu, ya da ciddiye almamışlar duyduklarını; çoktan hazırlamışım kendimi birkaç yüzlüğe. “Ne kadarmış bu ceza” diye diklenip 25.- YTL’yi duyunca epeyce rahatlayarak:

“Canı cehenneme 25,- YTL’nin, bu da benden olsun digitürk’e. Zaten bozuk decoder’ı değiştirip yerine yeni bozuk decoder taktığınızda 64,- YTL fatura etmiştiniz, bunu da öderiz digi’ye, olur biter”

Telefonu kapattım fakat içim rahat değildi. Hem bozuk cihazı kullanmaya mecbur ediliyorum hem de sağlammış gibi kayıtlar oluşturuluyordu. Merkez’i yeniden arayıp hiçbir servis yetkilisinin gelmediğini, arızalı çözücünün kesinlikle değiştirilmediğinin kayıtlara geçilmesini istedim ve üyelik iptali istediğimi tekrar belirttim.

Artık digitürk’ü unutmaya hazırlanıyordum ki Cuma sabahı kapı ziliyle uyandım. Karşımda bir servis elemanı. Öfkelenmemeye ve üyelik iptalini unutmaya çalışarak “Madem gelmiş, düzeltsin bari sorunu” diye düşündüm önce, ancak bir baktım yanında sadece alet çantası var.
Şaşkınlıkla:

“Niye geldiniz? Decoder nerede, getirmediniz mi?”

Elindeki forma bakıp: “Decoder değişeceği belirtilmemiş, yayın bozukmuş. Öyle yazıyor burada” demez mi?

Pazartesi ağaç edip Cuma günü çat kapı geliyor ve dünya yüzünde bilmeyenin kalmadığı arızalı kod çözücü’den bihaber olduğunu söylüyor.

“Çekilin gidin başımdan, sizinle mi uğraşacağım” deyip kapıyı yüzüne kapattım.

Akıllanmıştım artık, merkezi arayıp decoder’sız bir servis yetkilisinin geldiğini ve decoder değişiminin kendilerine bildirilmediğini iddia ettiğini söyledim.

“Nasıl olur, biz onlara bildirmişiz decoder’ın değişeceğini. Ve arızanın giderildiğini birkaç dakika önce bize bildirmişler” yanıtını duymak hiç şaşırtmadı beni.

“Hayır, bu kesinlikle doğru değil, ne decoder getirmişti ne de herhangi bir işlem yaptı. İçeri bile girmedi, nasıl gidermiş arızayı? Neyse, ben sizi arızanın giderilmediğini söylemek için arıyorum. Yine yalan söyleyeceklerini, yanlış bildirimde bulunacaklarını düşündüğüm için haksızlıkla karşılaşma durumuna engel olmak istedim”

Akşam üstü yetikli servisten bir kız aradı “Elemanımızı kapıdan kovmuşsunuz...”

“Yine yalan ve yanlış bildirimde bulunup arıza giderildi demişsiniz merkez’e. Ayrıca kovmadım arkadaşınızı, üyelik iptali istememe rağmen, mademki gelmiş arızalı decoder değiştirilsin bari deyip içeri davet edecektim ki elinde kutu falan görmeyince, niye geldiniz diye sordum. ‘Yayın bozukmuş’ boş laflarıyla uğraşmanın yararsız olduğunu düşünerek ‘Çekilin gidin başımdan, sizinle uğraşamam’ deyip kapıyı kapattım.”

“Arızayı tespit edecekti”

“Laf ebeliği yapmayın. Ne arızasını tespit edecek! Neredeyse dünya yüzünde bilmeyen kalmadı decoder’ın bozuk olduğunu ama sizin elemanınızın haberi yok. Olur, günlerce ağaç ettiniz, lütfedip geldiniz bozuk decoder’ın arızalı olduğunu tespit etmek için, bir de tespit ettiğiniz bozuk decoder’ı değiştirmeniz için yüzyıl daha beklerim. Başka işim yok sizinle mi uğraşacağım”

“Arabada Decoder vardır, gidip alırdı”

“Gelen arkadaşın dili yok mu, o niye söylemedi arabada decoder’ın olduğunu, gidip alabileceğini?”

Konuşmanın tartışmanın kesinlikle yararı yoktu. Tekrar merkezi arayıp abonelik iptali istediğimi tekrar ve üzerine basa basa belirttim.

Son olarak geçen hafta arayan bir bayan “Arızanız giderildi mi?” diye sormaz mı?

“Ne giderilmesi, burnumdan getirdiler!”

“Hemen ilgileneceğim...”

“Hayır hanfendi, kesinlikle ilgilenmeyin. Üyeliğimi iptal edin ve beni rahatsız etmeye son verin. Başlatmayın digitürk’üne...”

Kapattı... O günden sonra arayan falan olmadı, umarım da olmaz.

Ve defalarca “Ben digitürk satın aldım, bilmem hangi ustanın veya teknik servisin hizmetini değil. Muhatabım digitürk’tür, falanca usta, filanca servis beni ne ilgilendirir” diye çıkışmam hiç kimseye kesinlikle hiçbir şey ifade etmedi, birkaç cılız “Haklısınız”dan fazlasıyla karşılaşmadım.

“Benim burada böyleyken böyledir, sizin oralarda digitürk+Plus durumları nasıldır?” diye de soramadım şimdiye dek kimselere.

Bilgisayardan çakmamakta diretmekten başka seçeneğim yoktur.


19 ‎Ağustos ‎/ 27 Ekim 2008

Eyüp Şeker




PATLANGOÇ YAPMAK

KUŞBEYİNLİLERİ BEZLEMEK SORUNSALI ÜZERİNE

Bizzat kendim, yani şahsım, yani bendeniz temizlemek zorunda olduğumdan ve de en miniğinden battal boyuna her ferde uygunu üretilirken henüz kuşları düşünen hiçbir girişimcinin çıkmaması yüzünden mahalledeki bütün kuşbeyinlilerin altına “Kuş Boyu Bebek Bezi” bağlayamayacağım gerçeği tüm çıplaklığıyla karşımda dururken, tek çarem, kuşbeyinlilere balkonda yem vermemekti. Bu kararıma ufak tefek kaçamaklar dışında özenle uydum şimdiye kadar.

Ne işim olur kuş pisliği temizlemekle. Seslerini duymak, uçuşup durmalarını seyretmek falan istersem, yüklerim bilgisayarıma en kuşlusundan bir ekran koruyucu, yetmez dersem, kurarım en cikciklisinden, en renkli kuşlusundan bir program, seyrederim istediğim kadar, keyfini sürerim bıkıncaya dek, olur biter. Ne pisliği var, ne kokusu, ne bilmem nesi. Di mi yani!

Birkaç gün önce bir kumru balkondaki asmaya yuva yapmaya başlayınca buna izin vermemeyi ve yuvayı bozmayı bile düşündüm önce. Pisliklerini temizleme meselesi çok düşündürüyordu beni. Bıraktım, derme çatma da olsa yuvayı yaptı, oturmaya başladı. Neredeyse bütün gün oturduğum bilgisayar masasının hemen üç dört metre ötesinde, neredeyse hiç kapatmadığım balkon kapısının tam karşısındaydı yuva, otururken başımı çevirdiğimde görüyordum kıpırtısızca oturan kumrumu. Balkona çıktığımda, yanına yaklaşıp baktığımda bile kılını kıpırdatmıyordu benim şabalak kumru. (Bence şavalak’tan daha sıcak şabalak, bu yüzden yanlış olduğunu bilsem de ben kumrularıma şabalak demeyi sürdüreceğim.) Daha fazla direnemezdim, benim kuşbeyinlinin yemlerinden doldurduğum bir tepsiyi balkona koydum. Yanına da bir su kabı...

İki gün sonra yerde kırılmış yumurtayı görünce üzüldüm. Aslında itiraf etmeliyim ki biraz da rahatladım. Yumurta düşmüştü, başka yumurta da yoktu, yine de oturmaya devam etti Kumru. Belli ki farkında değildi yumurtanın düştüğünün. Sonraki gün ise artık yuvada olmadığını, uçup gittiğini gördüm.

Gelip başkası kurulmasın diye yuvayı bozayım mı düşüncesi bir an aklımdan geçtiyse de pek itibar etmedim. Ve az önce o muydu değil miydi bilemediğim bir kumru geldi yuvayı bozup dağıttı, uçup gitti. Ben bu paragrafı yazarken o mu değil mi bilemediğim bir kumru geldi, yuvanın olduğu yere kondu, bakındı bir müddet, ardından yere indi, yerdeki yuva dallarını yokladı, birini ağzına aldı ve uçup gitti. Çok geçmeden gelip bir başkasını daha aldı... Yuvayı taşıyor gibiydi. Yere dökülmüş yuva dallarına dokunmamaya, öylece bırakmaya karar verdim.

Üç dört gün sonra geri geldi ve yuvayı yeniden yapmaya başladı. Bu kez eşi de yardım ediyordu yuva yapımına. Dişi çoktan kuluçka durumuna geçmiş, hiç yerinden kalkmaksızın oturuyor, dal bulup getiren eşinin gagasından aldığı dalları uygun yerlere yerleştiriyordu. Gözümden kaçmış; yanılmıyorsam bir sonraki gün yumurtladı. Kuluçka süresini takip edebilmek amacıyla “26 veya 27 Temmuz’da yumurtladı” diye not düştüm

1 Ağustos sabahı baktığımda ne kumru vardı ortalıkta ne de yumurtası. Yuva boşalmıştı, nedenini anlamaya çalışırken yerdeki büyük dışkı kalıntısı gözüme ilişti. Yumurtayı çalan arkasında muazzam bir iz bırakmıştı. Neredeyse avuç büyüklüğündeki dışkı suçlunun bir martı olduğunu kuşku bırakmayacak şekilde otaya koyuyordu. Nasıl görmüştü, nereden bulmuştu yuvayı da gelip yumurtayı çalmıştı o martı kuşbeyinlisi anlamak zor doğrusu. Çünkü üst kata uzanan asma dış cepheyi örtüyor, yuva sadece evden görülebiliyor. Bir de dar bir açıdan havadan kısmen görülebilir... Artık nasılsa bir şekilde gözüne ilişmiş ve gelip mideye indirmiş olmalı ben ortalarda yokken.

Kargalar neyse de, martılar burada ne arıyor diye hep şaşırırdım. Sokaktaki büyük arsada bolca ağaç vardı birkaç yıl öncesine kadar ve kuşbeyinli kısmısı çok daha kalabalıktı o günlerde. Epeyce azalsalar da tamamen terk etmediler semti ve ben kuş beyinlisini. Tabi bunda 100 m ötedeki tren yolunun bitki örtüsünün de çok etkisi var. Zaten koca şehirde yeşillik alan diye kala kala bir mezarlıklar bir de bu tren yolu kaldı neredeyse. Buraları da betonla kapladık mı tamamdır işimiz, tam medenileşmişiz demektir. Ne diyordum! Martı kuşbeyinli takımı buraya neden takılıyor diyordum. Birisinden, “Kuş yuvalarındaki yumurtaları çalıyorlar” açıklamasını duyana kadar tabi. Özellikle karga ve martılar birbirlerinin yumurtalarına iş tutmaktaymışlar, sürtüşüp durmaları da bu yüzdenmiş meğer. Bu arada daha küçük kuşbeyinlilerin yumurtalarını da çerez niyetine atıştırmayı ihmal etmedikleri de böylece açıklığa kavuşmuş oldu.

İki yumurtanın hazin sonu taş kalbimi yumuşattı ve daha fazla direnemeyip düzenli olarak yem vermeye başladım kuşbeyinlilere. Serçeler ve şabalak kumrular çabuk öğreniverdi yemi. Verdiğim de Tutsak’ın beğenmeyip yemediği yem kabında kalanlar, bir de ufaladığı kabuklu fıstık parçaları. Çöpe gitmelerine üzülüp duruyordum. Başlarda, üç dört hafta boyunca bir naylon torbada biriktirip dışarı çıktığımda kuşların yiyebileceği uygun bir yerlere, çoğunlukla da tren yolunun kenarına döküyordum bu artıkları. “Niye kirletiyorsun burayı, çöp kutusuna atsana çöplerini” halleriyle tepeme çöken bilmiş laf anlamazlara bir iki kereden fazla katlanamayıp son verdim ve çöpe atmaya başladım bu kırıntıları. Şimdi balkondaki yem servisimden çok mutluyum, süpürüp yıkamak zor gelmiyor. Her şeyden önemlisi bilmiş laf anlamazlar balkonumdan uzaklar.

Belli ki özellikle kabuklu fıstığı çok sevdi serçelerle kumrular. Hele de açgözlü kimi serçelerin yutmakta zorlanacağı büyüklükte fıstık parçasını yutmaya çalışması görülmeye değer. İnsanın aklına neler gelmiyor ki, ya şimdi boğazına takılıp kalırsa, boğulmaya yüz tutarsa ne yapacağım, sırtının nesine vuracağım bit kadar tüy yumağının, göğüs kafesinin neresini bulup sıkacağım. Bilmem hiç boğulanı olmuş mudur, olduysa ne yapılmıştır, ilk yardım kuralları arasında boğulmakta olan serçe kuşbeyinlisine ne yapılacağı yazılı mıdır? Aldık mı başımıza belayı; boğulmakta olan serçe sorunsalı oluverdi en baş sorunsalım.

Eskiden, henüz Tutsak’ı nüfusuma kaydettirmediğim günlerde de zaman zaman yem veriyordum kuşbeyinlilere. Tedbir olarak da sadece balkonda oturduğum sürelerle sınırlı tutuyordum yem verme işini. Oturma faslı bitince yem kabını alıp içeri giriyordum. İyi de oluyordu ama tuvalet terbiyesi almamaları yüzünden diplerine hakim olamamaya dair o durumları yok mu, adamı uyuz ediyor. Şöyle bir havalanıp yarım metre ötede salsalar bahçeye düşecek, hem balkon pislenmeyecek, hem de aşağıdaki ağaçlar çiçekler gübreden nasiplenecekler. Ama nerde o medeniyet kuşbeyinlilerde, illa balkona edecekler. İşin yoksa zırt pırt balkon yıka. Serçelerinki küçük, fazla pislik yaratmıyor ama sıra kumrulara güvercinlere geldiğinde iş karışıyor. Baktım balkonun gübrelenmesi faaliyetleri başa çıkılacak gibi değil, hemen bir su silahı hazırladım ve de serçe dışındakileri uzak tutmaya başladım. Su silahı da neyin nesi demeyin, kuşbeyinliler üzerinde çok etkilidir kendileri. Ne midir? Bir adet plastik enjektördür kendileri. Bir kavanoz suyu yan gelip yattığım plaj sandalyesinin yanına koyduktan sonra bekliyordum şabalak kumruların, kimine göre vakur fakat bence burnundan kıl aldırmaz kasıntı güvercinlerin gelmesini, görür görmez çekiyordum suyu basıyordum Kumru ve de Güvercin kuşbeyinlilerine. Güvercinlerin, müthiş silahımdan çıkan suyu bir kere yemeleri yetiyor, bir daha kolay kolay gözükmüyorlardı, oysa şabalak kumrular ne sıkılan sudan anlıyorlar, ne de nezih sözlerden. Sanki birkaç saniye önce tepesine çökmemişim gibi, şöyle bir havalanıp on onbeş metrelik tur atıyor, gelip yine konuyor. “Ulen az önce sana iş tutmadım mı ben, en basınçlısından su fışkırtmadım mı, niye geldin yine...” girizgahlı sevgi sözcüklerini sıralarken basıyorum tekrardan suyu ama nafile. Ne sudan anlıyorlar, ne de seçmece laftan...

Şaşılacak şeydir kumru kuşbeyinlisinin neslini nasıl sürdürdüğü. Hiçbir tehdit algılaması olmadan nasıl hayatta kalabilmiş, nasıl bugünlere gelebilmiş insanın aklı almıyor. Ne korkuyor, ne tırsıyor, ne de hatırlıyor... Demek ki, şabalaklığı, kumru kuşbeyinlisinin üstün tarafı oluyor. Olası düşmanları “Yahu bunlar korkmadığına göre gizli bir silahları falan olmalı, uzak duralım en iyisi kumrulardan” falan diyor herhalde. Yani şabalaklığı sayesinde neslini sürdürüyor şabalak kumru.

Alışmışlardı, balkona çıktığımdan kısa süre sonra yem için gelmeye başlamışlardı. Tabi sadece yem vermek için balkona çıkmadığımı kestiremiyorlardı ve beni her gördüklerinde hep yem bekliyorlardı.

O günlerde serçelerin eşsiz bir davranışına tanık olmuştum. Baskın olmaya, otorite kurmaya dair dövüşmeye benzer itişmeleri dağarcığıma fazlasıyla yerleştiğinden bu farklı davranışları dikkatimi ilk kez çektiğinde çok şaşırmıştım.

Benim balkon dar ve uzun. Yem kabını korkuluk duvarının üzerine, benden bir buçuk metre kadar uzağa koyuyorum. Özellikle ödlek serçeler korkuluk duvarının bana uzak diğer ucuna konup küçük sıçrayışlarla yavaş yavaş yem kabına yaklaşıyor, epeyce ürkeklikten, uçuşup konmalardan ardından zar zor atıştırmaya başlıyorlar. O arada her zamanki itişip kakışmalar, birbirini kovalamalar falan yaşanıyor. Yani olağan şeyler... Bir keresinde bir de baktım, irice bir serçe daha çelimsiz ufak tefek bir tanesini gagalayarak yem kabına doğru itiyor. Peşi sıra duvarın üzerine dizilmiş üç beş serçe de onları takip ediyor. Her zamanki gibi itişecek olsalar bir iki gagadan sonra uçup gitmesi gerekirdi çelimsiz serçenin... Oysa bu kaçmıyor, yavaş yavaş kaba yaklaşıyordu. Zaten arkasından dürten iri kıyım kuşbeyinli de döver gibi gagalamıyordu. Nihayetinde önce çelimsiz olanı kaba ulaşıp yemeye başladı, peşinden de arkadakiler. Bu davranışa bir kez değil, birçok kez tanık oldum. Resmen yeni yetme çelimsiz tıfılları öne sürüyor semtin dayısı iri kıyım serçeler.

Mayın eşeği kavramı yalnızca insanlarda yok. Serçeler de bu yöntemi kullanıyor.

Neyse, yine günümüze dönelim. Şimdilerde yem kabı sürekli balkonda... Kaderimse çekerim deyip üşenmiyor daha sık süpürüyor, daha çok yıkıyorum.

Yem vermeye başlamamdan on gün bile geçmemişti, müthiş gururlandığım bir ödülle karşılaştım. Bu kısa süre içinde şabalak kumrusundan serçesine hepsinde ortaya çıkan davranış; yem kabından atıştırırken, köşe başını mesken tutmuş mahalle gençleri misali balkon duvarına dizilip bekleşirken, arkalarını bana dönmeleri ve hemen birkaç metre ötelerinde oturan bana değil, dışarıya, sağa sola bakınmalarıydı. Ben mest olmayayım da kim olsun! Tehdit yaratmadığıma ve tehlikenin başka taraflardan geleceğine dair davranışlar sergilemeleri koltuklarımı nasıl kabartıyor sormayın gitsin. Ne iki karpuzu, temizinden dörder tane sığar, hem de hepsi ödüllük Diyarbakırlısından olmak koşuluyla. Öyle yani...

Kuşbeyinlilere yem vermemin hiç aklımdan geçirmediğim bir etkisi ortaya çıktı. Yem kabını doldurmak için balkona çıktığımda şabalak kumruların kaçmadığını gören Tutsak bir sırnaşıyor, bir yalakalaşıyor ki sormayın gitsin. Kumru kuşbeyinlileri korkmuyor, o zaman ben de daha çok seveyim sahibimi falan diyor yani.

Özetle balkondaki pisliğe katlanmamın en büyük ödülü Tutsak’ta ortaya çıktı. Gel de şaşma!

Tutsakla tahta krizi yaşıyoruz. Bir ara dağ bayır dolaşıp dal parçası toplamaya çalıştım kuşbeyinli için. Reçineli dalları sevmiyor. En sevdiği ise, çocukken, çok dayanıksız olması, hemen kırılması yüzünden osuruk ağacı dediğimiz ama aslında yapraklarının kokusu yüzünden böyle bilinen ağaç. Çatır çutur kırıp kemik iliğini yer gibi bir güzel yiyor içini, iyice kemiriyor o kahverengi un helvasını andıran kısmı. Yanlış mı anımsıyorum, Afrika kökenli bir ağaç türü diye biliyorum. Vatan hasreti mi çekiyor, yoksa bir yerlerine kaydedilmiş kültürel bilgiler yüzünden mi hatırlayıverdi osuruk ağacının içindekini bilemicem.

Dayanıksızdır koftur, çabucak kırılır, ne çıkılacak dalı, ne tırmanılacak tepesi vardır, ne de ok yay veya başka oyuncak yapılır beğenmezliğiyle çocukken osuruk ağacı diye küçümsediğimize bakmayın, aynı zamanda değerliydi de gözümüzde. Çünkü patlangoç yapmanın olmazsa olmazıdır osuruk ağacı. “O da neyin nesi!” diyecektir pek çok kişi. Haklılar, çocukluğumuzun oyuncaklarından Patlangoç’u bilmez büyük çoğunluk.

Tabakhane Yöntemi’ni çocukken de kullandığımdan hiçbir zaman doğru dürüst çalıştıramadığım patlangoç şöyle yapılırdı: Uygun kalınlıkta bir bir buçuk karış boyunda düz bir osuruk dalı bulunur ve içi boşaltılıp boru, daha doğrusu namlu haline getirilirdi. Daha sonra bu borunun içine girecek incelikte diğerinden daha uzun düz bir kıvrılıp bükülmeyen erik gibi sert dal bulunurdu. Bu ince dalı rahat tutabilmek için sap olacak tarafına bir şeyler sarılır veya öncekinden daha ince bir başka osuruk dalı parçasına saplanarak kalınca tutma kısmı yapılırdı ve böylece silah yani patlangoç tamamlanmış olurdu. İş kalırdı çitlembik bulmaya. Çitlembik şarttı, o yüzden patlangoç sadece çitlembik zamanında yapılırdı. Çitlembikler toplanıp cebe doldurulduktan sonra çıkılırdı meydana.

Önce içi boşaltılmış osuruk dalından namlunun her iki tarafına birer çitlembik zorla tıkıştırılır ve basınca uygun hale getirilirdi. Daha sonra ince erik dalından çubukla bir taraftaki çitlembiğe olanca gücünle bastırılır ve içerde oluşan basınçlı hava öte uçtaki çitlembiğin büyük bir patlama sesiyle fırlamasını sağlardı. Bu da dost düşman herkese korku salmaya yeterdi.

Patlangoç, silindir ve pistondan ibaret sıkıştırma/patlama tekniğiyle çalışan, yakıtı hava, supapları çitlembik olan basit bir içten yanmalı motordu aslında. Tıpkı dizel motorlu otomobillerimizdeki gibi... Sıkıştır patlat, sıkıştır patlat...

Hem ses, hem fırlayan küçük misket etkili bir silahtı. Korku salmaya yeterdi. Gerçekten de o basınçla hızla fırlayan öndeki çitlembik epey can yakardı.

Biz o zamanlar bile osuruktan tayyare değil, patlangoç yapardık. Çünkü Jet Model’in balsa uçakları vardı. Çıtalar ölçüsünde kesilir, kutudan çıkan plan üzerinde yapıştırılarak birleştirilirdi aşama aşama. Benim ilk Jet Model’im Serçe’ydi. Oturduğumuz ev iki katlıydı daha, çatıya çıkıp lastik tahrikli pervanesini kurduğum Serçe’yi bırakırdım aşağı. Uçtuğu söylenemezdi, bir tarafına yatarak çakılırdı yere. Kısa sürede onarılmaz hale gelmişti.

İlk balsa model olarak doğru seçim değildi benim için büyük gövdeli Serçe. Öncesinde bir iki basit planör yapıp deneyim kazanmam gerekirdi. Yaşıma uygun olmadığı gibi, hiç deneyimim de yoktu ama bir şekilde yapmıştım. Bütün bunlara ek olarak, Tabakhane Yöntemi’nden başka yöntem bilmeyen bir hiperaktif olarak daha iyisini çıkartmam beklenemezdi zaten.

Birkaç Jet Model’im daha oldu peşi sıra ama Serçe ilk göz ağrımdı, çok özel bir yeri vardır bende. Pek çok detayına varıncaya kadar bugün bile hatırlarım planlarını, sanki otursam kafamdan yapacakmışım hissini taşırım. Jet Model’in en büyük uçağı yanılmıyorsam Kartal’dı. Ve ilk tanıştığım anda aşkla tutulmuştum Jet Model’e. Gidip bulmuştum Tünel’deki yerini bile. 65, en çoğu 67 yılı olmalı. İlk defa orada görmüştüm yakıtlı küçük uçak motorlarını. Yanlışa düşebilirim; yakıt motorlu uçağı var mıydı Jet Model’in, Kartal yakıt motorlu muydu, yoksa başka marka modeller için mi satıyorlardı o motorları emin değilim şimdi. Kartal’ı alacak parayı bile denkleyemiyordum, mümkün müydü içten yanmalı uçak motorunu almam. Küçük dükkanın içinde fazla kalamazdık, çıkar vitrinin önünde dikilir “Bak şurası karbüratörü, buradaki de buji...” diye birbirimize gösterirdik arkadaşlarla.

Artık Jet Model yok. Farkında değilim benzeri yerli bir firmanın olup olmadığının.

Artık patlangoç yapmayı da bilmiyor kimse. Hoş istese de yapamaz ya. Nereden bulacak osuruk ağacını, erik dalını, çitlembiği...

Neyle tıpalayacak dibini başını, nasıl tıkayacak her tarafını, çubuğu bir tarafına nasıl sokup bastıracak, nasıl dürtüp nasıl kopartacak gürültünün esaslısını, nasıl ateşlenip fırlayacak peydahlanmış nüve.

Patlangoç yapmayı bilmiyor artık kimse.



Eyüp Şeker



17 Temmuz / 22 Ağustos 2008

DYAAS’DAN MESAJ VAR

ÜÇ VAKTE KADAR DEPREM OLACAK

Tutsak’a bakılırsa bir yerler sallanacak ama kesinlikle Marmara değil. Birkaç gündür gergin, diken üstünde ve kulağı kirişte; her geçen gün de biraz daha gerginleşiyor. O kadar ki, bugün, ne sabah, ne gün boyunca, ne de akşam dokundu bana. Hep uzak durdu, hatta kaçtı benden. Zaten dün de zoraki bir gagalaşma yaşayabilmiştik hazretle. Önceki sabah o muhteşem canhıraş çığlıklarından bir miktar sundu. Bu sabah duymadım; o mu bağırmadı yoksa ben mi kaçırdım farkında değilim.

Kısacası kulağı kirişte, yani DYAAS’ta. Her kulak verişten sonra biraz daha heyheyleniyor, biraz daha delleniyor.

Yani deprem olacak diyor, ama yakınlarda değil, uzakta ancak ölümcül değil, ya da çok uzakta ölümcül bir afet.

Marmara’da deprem gözükmüyor, çünkü Tutsak ortalığı inletmiyor. Kafesi eşelemiyor, sağı solu kemirmiyor... Ayrıca havada doğru dürüst elektrik bile yok.

Üç ihtimal var:

1. Ya 500-600 km uzağımızda 5-6 civarında.

2. Ya son Güneş tutulması bandının Asya bölümünde 6-7 civarında çok büyük afet olmayan boyutta.

3. Ya da Tutulma bandının Alaska-Kanada bölümünde çok ölümcül büyük bir afet meydana gelecek birkaç gün içinde.

Kısacası, tehdit ya ölümcül değil, ya da çok çok uzakta.

Falcılara benzediğimin ve sallar gibi gözüktüğümün farkındayım. Zaten çevreye ve doğaya bakıp bundan fazlası söylenemez, daha ötesi elden gelmez. En fazla, karıncaların topraktan dışarı çıkması, binaları terk etmesi gibi yerel hareketliliklere bakılarak biraz daha dayanaklı öngörülerde bulunabilir.

Bilim devreye girip bilimsel yöntemlerle elde ettiği sonuçları sunmadıkça, benimkiler gibi falcılığı andıran “Üç vakte kadar, zayıf mı desem, yoksa uzun mu desem, para mı desem, hediye mi desem...” gibi her yere çekilebilecek, her şeye yorulabilecek laflar edilebilir.

Ne zaman ki gaz çıkışı gibi, yeraltı sularındaki aşırı ani değişimler gibi veya yakın zaman önce NASA’nın açıkladığı yöntemle elde edilen belli bir noktadaki elektrik birikmesi gibi verilerle konuşulur, o zaman iş falcılıktan çıkıp gerçek tespite dönüşür.

Vahşi hayvan davranışları, bilimsel veri elde edilmesi için harekete geçilmesini veya bu doğrultudaki çalışmaların artırılmasını/hızlandırılmasını sağlayabilir ancak.

Evet bağırıp çağırıyor benim kuşbeyinli ve çok huzursuz, çok ürkek, diğerleri de öyle ama bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Tutup Asya Afrika Avrupa’nın, yani eski kıtaların bir yerlerinde deprem olacaktan başka şey söyleyemiyorum, söyleyemem de. Zaten öngörüde bulunmak bile yersiz, hatta budalaca; bu koca coğrafyada muhakkak deprem oluyor ve her zaman da olacak. Yarın güneş doğacak demekten ne farkı vardır bunun? Hep olanın öngörüsü mü olurmuş!

DYAAS’a bakılırsa Tutsak deprem olacak diyor, ya bilim ne diyor?


Eyüp Şeker

10.08.2008

NE ANLARIM KARPUZDAN !

BİLGİSAYARDAN ÇAKMAMAK


Çok kişi gibi bende anlamazdım karpuzun kabak olup olmadığından, ne anlarım karpuzdan deyip geçerdim. Bir keresinde market görevlisi genç kıza “Karpuz alsam pişirmek gerekir mi?” diye sormam üzerine dakikalarca katılırcasına gülmesi, cahilliğime dair o son günlere rastlar. Kısa süre sonra ise şans yüzüme gülmüştü, bir daha da kimseye "İyi midir kötü müdür" diye sorma gereğini duymamıştım. Zira bir yerlerde “Karpuz seçmeyi bilmiyorsanız sapına bakın, yeşil değil de kurumaya yüz tutmuşsa olgunlaşmış demektir, büyük ihtimalle iyidir, alabilirsiniz” tavsiyesini okumuştum.

Mantıklıydı, denedim, işe yarıyordu...

Ta ki, markette reyonun önündeki iki kişinin sohbetine kulak misafiri oluncaya dek... Biri diğerine hangisini alayım diye sorunca, yanındaki “İstediğini al, onların hepsi iyi” cevabını vermişti.

İyiyi seçmiyor, tamamı iyi olanlardan birini alıyordum. Karpuzun iyisinden anlamaya dair sahip olduğumu sandığım ayrıcalığımı bir anda yitirmiştim. Ben yıkılmayayım da kim yıkılsın! Hüngüüür...

Bu olayın sonrasında içgüdüsel şekilde karpuzları yoklamaya başladım ve o zaman asıl gerçeğimi kavradım.

Çok yaygın ancak fazla farkında olunmayan temel bir yanlışa düşürüyordum kendimi. “Ben ne anlarım karpuzdan” deyip geçiyordum.

Çok kişi gibi, hem de neredeyse herkes denecek kadar çok kişi gibi “Ne anlarım...” deyip kaçıyor, anlayanların nasıl anladığına hiç kafa yormuyordum.

Ve bilincine varmaya çalışarak yoklamaya başladım karpuzları. “Aralarında nasıl bir fark olabilir?” anahtar sorusuyla hareket ediyordum. Elimde hissettiğim titreşimin hepsinde aynı olmadığını fark etmem çok sürmedi. Evet, hepsi iyiydi ama kimisi daha iyi, kimisi daha az iyiydi, kimisi iyiliği fazlasıyla aşıp koflaşmıştı. Karpuza vurduğumda hissettiğim titreşim ne olduğunu belli ediyordu.

Alırken nasıl olduğuna dair yargıya varıp kestikten sonra kararımdaki isabeti kontrol ede ede bir de baktım, artık kapuz seçmeyi biliyorum.

İnternet market siparişleriyle gelen karpuzları da kesmeden önce yoklamayı ihmal etmedim ve artık “Ne anlarım karpuzdan” demiyorum. Çünkü karpuz seçmeyi biliyorum artık.

Her şey “Ne anlarım...” demeye son vermeye bağlı. Diyemediğin sürece anlamazsın karpuzdan.

Hiçbir zaman bostancı gibi olamam, çünkü olmayı amaçlamıyorum fakat tutup kabak karpuzu da satın almam artık.

Böyle anlatıyorum diye “Ne kolaymış” yanlışına düşmemek gerekir.

Bir sarraf da altının sesinden, renginden ve ağırlığından neyin nesi olduğunu kolayca anlar ama kaç yılda anlar hale gelmiştir sormak gerekir. Altın lirayı atar camın üzerine, verir kararını. Tarif et denilse, anlatamaz o sesi fakat duyar duymaz anlar neyin nesi olduğunu. Bugünden yarına öğrenilemez böylesi şeyler, o deneyime ulaşmak uzun zaman gerektirir.

Kesinlikle karpuz seçmekle bir tutulamaz düşük ayarlı altını ayırt etmek ve tutmuyorum zaten. Sadece, böylesi nitelikler deneyim kazanmayla ilgilidir diyorum.

Çarşıda anlatılan kıssadır: Kadının biri okumayan haylaz oğlunu, bari bir zanaat öğrensin diyerek “Eti senin kemiği benim” kararlılığıyla kuyumcuya çırak verir. Çocuk bir hafta çalışır, sonra işe gelmez olur. Bir gün iki gün, usta meraklanır, annesini arar, çocuğun neden işe gelmediğini sorar.

Kadın “Bilezik yapmayı öğrendi, artık gelmeyecek” deyince usta şaşkınlık içinde “Ne zaman nasıl öğrendi?” diye sorar.

Kadın soluk almadan anlatmaya başlar: “Altını bakırı potaya dolduruyor, birazcık da gümüş ekliyor, ocakta eritip çubuk döküyor, bunları da haddelerden geçirip tel yapıyormuş, ondan sonra da bunları boy boy kesip halka şeklinde büküyor uçlarını kaynakla birleştirip kalıplarda düzeltiyor, tavlayıp tuzruhuna sokarak parlatıyor, çelik ve elmas uçlu kalem keskilerle üzerine desen yapıyormuşsunuz. Oldu sana bilezik”

Usta öfkesini dizginlemek için büyük çaba harcayarak; “Bak it oğlu ite, kendi öğrendiği yetmemiş, bir de anasına öğretmiş.”

Epeyce ortamda sıkça anlatılan başka kıssa: Bir vidayı sıkarak otomobilindeki arızayı gideren tamirciye “Borcum ne kadar?” diye soran müşteri duyduğu miktarı fazla bulmanın öfkesiyle “Şu vidayı sıkıp gevşeterek ayar yapmanız bir dakika bile sürmedi, çok fazla değil mi bu para?” kızgınlığıyla yüklenince; Sinirlenmemeye çalışan tamirci “Elli yıl artı bir dakika. Bu kadar basitse bana gelmez, o vidayı siz sıkar arabanızı onarırdınız. Dakikanın saatin karşılığı değildir istediğim para, hangi vidayı sıkacağımı bilmemin karşılığıdır”

Bunlar uzun yıllarda edinilebilen deneyim ve birikimlerin ne derece önemli olduğuna iyi örneklerdir. Her şeyi kolayca öğrenip anlayabileceğini sanan, en hafifinden benim gibi büyük bir aptal durumuna düşer. Şöyle ki:

Başta Discovery, National Geographic olmak üzere belgesel kanallarının meraklısı boldur. Hatta belgesel kanallarındaki programların kahramanları da, normal dizlerdeki kahramanlar gibi aileden sayılır oldular pek çok kişi için.

Bu programlardan birini seyrederken “Ne işi var bu aptal suratlının bu programda!” diye geçirmiştim aklımdan. Çünkü programda, her biri sanat eseri sayılacak otomobillerin yapılışı gösteriliyordu.

Çok kişi biliyordur; sözünü ettiğim program, Discovery’deki müthiş otomobillerin yapımını gösteren Hot Road. İşte orada gördüğüm genç için “Bön bön bakan aptal suratlının ne işi var böylesine üst düzey zeka ve yetenek dolu ortamda?” diye geçirmiştim aklımdan. Bir müddet sonra çok kötü dersimi alacak, düşüncem için büyük utanç duyacaktım ama bir kere düşünmüştüm işte, yapacak bir şey yoktu, elimden bir şey gelmezdi...

Aptal bakışlı dediğim o genç, ölümcül bir trafik kazasından ağır yaralı kurtarılmış, ameliyat üstüne ameliyat geçirmiş, metal plakalarla desteklenen yüzü tam anlamıyla yeniden yaratılmıştı. O kadar utanmıştım ki, daha sonra programı izlerken neredeyse televizyona ve o gencin yüzüne bakamayacaktım.

Demek ki neymiş; her şeyi ancak benim gibi budala aptallar hemen anlarmış. Bir de kötü uzmanlar, kötü ustalar...

Aslında çok yaygındır hemen hükme varma anlayışı.

Birkaç yıl önce ASUS A3N Celeron dizüstü bilgisayar almıştım. 3 gün sonra tuhaf bir arızayla karşılaştım ve o andan itibaren pişman olmaya başladım aldığıma, alacağıma.

Başından kalkıp bilgisayarın kapağını kapattığımdan bir müddet sonra fanı çalışmaya başlıyordu. Kapağı açıp kullanmaya devam etmek istediğimde kesinlikle açılmıyordu bilgisayar. Tek çare vardı; reset’leyip kapatmak ve yeniden XP’nin yüklenmesini beklemek.

Önce satın aldığım büyük elektronik markete sordum bunun nedenini. Mağaza teknik servis bölümümüze getirin bakalım dediler. Götürdüm, arızayı gördüler ve “Bırakın bakalım” dediler.

Birkaç gün sonra gidip aldım bilgisayarı. İşletim sistemini, yani Windows XP’yi baştan yükledik, bilgisayarınız düzgün çalışıyor, hiç sorun yok dediler. Aldım geldim.

Güncellemeleri ve programları yükledim. Fazla beklemem gerekmedi aynı hastalığın ortaya çıkması için.

Yine servise... Yine bakarız dediler ve sanki ben yüklemeyi bilmiyormuşum gibi, yine yüklediler XP’yi ve yine tamamdır dediler.

Ne kadar “Burada başka bir sorun var. XP’yi yükleyip duruyorsunuz, asıl arızayı bulmak gerekmez mi? XP’yi yüklemeyi ben de bilirim, bunun için buraya gelmem gerekmez” desem de işe yaramadı.

Nispeten yakın saydığım mağazanın teknik servisine 3-5 sefer taşındıktan sonra şehrin bir ucu denecek yerdeki ASUS teknik servisine havale ettiler beni.

Bu sefer orada başladı, anlatmaya çalıştığımı anlamamalar ve “Şudur budur” dersleri vermeler. Şöyle ki:

“Neden şikayet ediyorsunuz, arıza değil ki bu. Bakınız, fanın çalışması çok normal, bunda hiçbir anormallik yok”

“Ben fan çalışmaz, fanda arıza var demiyorum ki, bilgisayarın kapağını kapattıktan bir müddet sonra fan hiç durmamacasına saatlerce çalışmaya başladığında kilitlendiğini anlıyorum. Eğer reset’lemezsem kesinlikle durmuyor... Kapalıyken fanın çalışması normal mi sizce? Ya bilgisayarın bir daha açılmaması?”

“İşlemci ısınır, ısındığında fan çalışmaya başlar, bunda anormal bir şey yok...”

“Bütün bunları biliyorum... Benim normal bulmadığım, kapak kapalıyken, yani bilgisayar çalışmazken, yani BEKLEME seçeneklerinden ASKIYA AL seçiliyken fanın çalışmaya başlaması ve bilgisayarın bir daha açılmaması. Fanından başka hiçbir şeyi çalışmayan bilgisayar normal mi sizce?”

“Peki, bırakın bakalım”

Aynı süreç burada da yaşanmaya başladı. Yeniden yüklenen XP’yle doğru düzgün olduğu sanılan bilgisayarı geri verdiler. Düzelen bir şey yoktu. Servise taşınmalar sırasında, RAM’in az geldiği, yükseltirsem düzeleceği söylendi. Aldım taktım ilave RAM’i, hiçbir şey değişmediğini söylememe gerek bile yok.

Servistekilerin kafalarından bin türlü şey geçiyor ama bana inanmayı ve anlatmaya çabaladığımı anlamayı akıllarından bile geçirmiyorlardı. Onlara göre baş belası pimpiriklinin biriydim ben. Şehrin bir ucundan oraya spor olsun diye taşınıyor, laf olsun diye RAM falan ilave ediyordum bilgisayara.

Daha da kötüsü, yalan söylediğimi ve bilgisayarı iade edebilmek için bir takım dümenler çevirdiğimi düşünmelerini hissetmemdi. Tabii ki kurtulmak isterdim o bilgisayardan ama bu tipini rengini falan beğenmediğim için değil, başıma bela olduğu içindi.

“Daha önce hiç böyle bir arızayla karşılaşmadık” deyip durmaları üzerine servis müdürüne “ASUS merkeze soramaz mısınız bu arızayı? Onlar bilebilirler” demiştim fakat öyle bir “Olur mu öyle şey, nasıl sorarım!” deyişi vardı ki fazla ısrar edememiştim.

Bilgisayara yüklediğim bütün programların disklerini yanıma alıp gittim servise bir keresinde. Servistekiler yapacaklarını yapsın, ardından ben onların gözünün önünde programları yükleyeyim ve arızayı yakalayayım istiyordum. Saatlerce kaldım serviste ama arıza ortaya çıkmadı. Aldım geldim, internet güncellemelerini yaptım ve hemen hortlayıverdi arıza.

Bir iki derken akıllanmaya başlamıştım yavaş yavaş: Tekrar gittim servise ve internet güncellemelerinden sonra ASKIYA AL’dayken ortaya çıkan arızayı anlattım. İşe yaramadı sözlerim, çünkü anlamayı bile denemiyorlardı.

Bu kez adım adım yöntemini denemeyi önerdim servis şefine. Bıyık altından gülse de, gönülsüzce olsa da denemeye karar verdi. “Gördünüz işte bu dediğinizi de yaptık bir şey değişmedi” diyerek benden kurtulmayı hesapladığı aşikardı.

Önce benim bilgisayarın hard diskini başka bir bilgisayara takıp deneyelim dedim. Yaptı... ASKIYA AL’da kilitlenip kilitlenmediğini kontrol ettik, kilitleniyordu. Sonunda talih yüzüme gülmeye başlamıştı ve benimkindeki arızayı düzgün bir bilgisayarda da ortaya çıkartmıştım. Kilitlendiğini ve aynı şekilde açılmadığını gördükten sonra, bu kez tersini yapmasını söyledim, o bilgisayarın hard diskini benimkine taktı. Tıkır tıkır çalıştı, kilitlenme falan yoktu.

Bütün bu denemeler yapılırken ben servisin kapısında bekliyor, bir şey söylemem gerektiğinde kapıdan başımı uzatıp “Bu kez şunu yapın, bunu deneyin...” falan diyordum. Oturacak bir şey yoktu ve ne içeri davet edildim ne de sandalye vermeyi teklif ettiler. Baş belası pimpirikli olarak uzun saatleri ayakta geçirdim. Katladıklarıma rağmen fazlasıyla değmişti, yalan söylemediğimi kanıtlamıştım.

Arızanın bilgisayardan değil de programlardan veya güncellemelerden kaynaklandığını ortaya çıkartınca teknik servis şefi yüzündeki kocaman gülümsemeyle gelip “Çak” demişti ve ben boş bulunup avucuna vurmuştum. Bunu neden yaptım diye şaşırıp dururum haalaa. Tek ayak üstünde durma cezası verilmiş öğrenci gibi beni kapıda tutan “Çak” diyen servis bu şefi değildi sanki.

Sorunun program veya güncelleme kaynaklı olması, bilgisayarın arızalı olmadığı anlamına gelmiyordu. Suçlu bulunduğunda açıklığa kavuşacaktı her şey.

“Arızanın nereden kaynaklandığı ortaya çıktı gibi. Eve gidip her bir program yüklemesinin ve her güncellemenin ardından ASKIYA AL’la deneyeceğim bilgisayarı. Suçluyu yakalayınca telefon edip bildiririm” deyip yorgun ama keyifli şekilde ayrıldım oradan.

Çok sürmedi suçluyu enselemem. İntel ekran kartının güncellenen sürücüsüydü, bana aylardır saç baş yolduran. Şunun sitesini bir kontrol edeyim deyip ekran kartı sürücüsünün sitesine baktığımda, sürücünün yenilendiğini/değiştirildiğini gördüm. Bana aylardır çektiren arızanın tescili de İntel Ekran Kartı’nın sitesindeydi.

Aradım teknik servis müdürünü ve anlattım durumu. Bir anda ses tonu değişti, “Buyurun gelin, hem bir çayımızı içersiniz hem de bilgisayarı yeniden kontrol ederiz, yeniden yükleriz XP’yi, programları...” gibi şeyler söyledi.

“Aman aman, eksik kalsın, o eziyetleri bir daha çekemem” deyip konuyu kapattım ama asıl hesaplaşmayı geçiştirmeye hiç niyetim yoktu. “Gördünüz işte bilgisayar arızalıymış. Onca zaman bana inanmadınız” dediğimde, kabul etmeye hiç niyeti olmadığını hemen belli etti, itirazlarını bir bir peşi sıra sıralamaya başladı.

Ne kadar “Dizüstü bilgisayarın ekran kartı, masa üstü bilgisayarlardaki gibi ayrı bir parça değil, bilgisayar anakartının üzerindeki bir bölümden ibarettir. Ayrı değildir ki, ayrı düşünülebilsin. Ekran kartını söküp yenisini takamazsınız. Bu durumda arızalı olan bilgisayar değil midir?” desem de anlamaya hiç niyeti yoktu. Zaten benim de pek derdim değildi. Haklılığımı kanıtlamak önemliydi ve bu her şeye değerdi.

Kızgınlığımın farkındaydı, “Artık ASUS satın almayacak mısınız yoksa!” gibi bir şeyler söylediğinde, “Benim şikayetim ASUS’tan değil, sizlerden. Çok kişi gibi ben de iyi biliyorum her bilgisayarda sorun çıkabileceğini, çünkü mükemmellik veya sorunsuzluk düzeyine ulaşmaya daha çok zaman olduğunun farkındayım. Bilgisayar sorunlarıyla hep karşılaşacağız hemen her markada...” diye tepki göstermem yüzünden sanırım, yine gidip bir ASUS dizüstü bilgisayar aldım bir zaman sonra.

Tabakhane Yöntemi en çok kullandığım yöntemdir demiştim. İşte bu dizüstü bilgisayar konusu Tabakhane Yöntemine verilecek en iyi örnektir. Sözde o günlerde yazacaktım bununla ilgili yazıyı. Başta marka ve isimlerden söz etmek istemiyordum aslında, ancak “Sallıyor”larla karşılaşmamak için yazmam gerektiğine karar verdim. Kısacası, öyle gözükse de amacım şikayet değil, bunu yapmak istesem o gün yapardım.

Kötü teknisyen insanı zorla uzman bile yapar. Bunun epeyce örneğiyle karşılaşmışsızdır. Adam çamaşır makinesi tamircisine kızdı, azmetti şehrin en iyi ustası oldu gibi haberlerle karşılaşmaktan söz ediyorum.

Ben de bilgisayar uzmanı oldum veya olacağım falan demeye çalışmıyorum. Sadece, ben ne anlarım bilgisayardan demeye son verdiğimde soruna çare bulmayı başardım diyorum.

Özetle, karpuzdan anlarım, eğer gerekirse bilgisayardan da çakarım...

Cevabını bulamadığım ilginç bir durumla karşı karşıyayım yıllardır. Zoom marka kablolu ADSL modemim var ve telefon kesikken bile internete bağlanabiliyorum. Evet, nasıl oluyor da oluyor? Gel çık işin içinden...

İki üç gibi yatarım. Sabahın köründe 5’ten itibaren arayacak kadar, özellikle çok sevenim özellikle çok olduğundan, telefon hattına bir anahtar bağladım. Özellikle çok sevenlerim, uykuyu haram etmesinler diye gece yatarken anahtarı kapatıp telefonu kesiyor, sabah kalktığımda açıyorum. Bazı günler kalktığımda açmayı unutuyorum daire girişindeki bu anahtarı. Telefona işim düşmedikçe saatlerce farkına varmadığım oluyor telefonun kesik olduğunun. Haalbuki o sırada internete bağlanmış ve saatlerce gazetelere göz atmış, dolaşmış falan, bir takım işleri halletmiş durumlardayım.

Gerçi telefon kesikken biraz yavaşlıyor veri akışı, sayfalar geç yükleniyor falan, fakat bunu telefonun kesikliğine bağlamak pek aklıma gelmiyor. Malum, internet çoğu zaman değişik nedenlerle epey yavaşlamakta, bu da onlardan biridir diye düşünüp uyanamıyorum. Bir de, çoğu zaman hep dalgınımdır, hem de fazlasıyla ve saatlerce modem ışıklarına ilişmez gözüm. Veya o kadar çok terslik ve sıkıntı vardır ki, internette/telefonda bir terslik olduğu hiç gelmez aklıma.

Telefon kesikken, modemin üzerindeki “link” ışığı bağlantı yok manasında yanıp sönerken, nasıl oluyor da internet bağlantım oluyor sorunsalına bulabildiğim en akla yatkın açıklama: Modem, elektrik tesisatının toprak hattını kullanıyor. Şöyle ki:

Çoğu insan bilir, telefon hattının kablosu ikilidir. Daire girişine taktığım anahtar ikili kablonun tekini kesiyor. Zaten gerek yok çiftli anahtar takmaya, kablonun biri kesildiğinde telefon kesiliyor. Tıpkı elektrik tesisatındaki gibi; lambayı açıp kapatan anahtar da, toprak ve fazdan oluşan ikili elektrik hattının birini, yani fazı keser, böylece lamba söner. Yakmak için anahtar açılır, devre tamamlanır. Başka şekilde anlatmak gerekirse; elimizde bir faz varsa toprak hattı olan diğer kabloya ihtiyacımız yoktur aslında. Alternatif akımın doğası gereği faz yeterlidir. Fazı alıp ampulün bir tarafına bağlar, diğer tarafına bağladığımız başka kabloyu da bahçemize uzatıp bildiğimiz toprağa saplarsak, normal tesisata bağlanmış gibi yanmaya başlar ampul.

Bunu en iyi bilen, başta alternatif akım ve radyo olmak üzere sayısız çok önemli buluşun sahibi, zamanının çok ilerisindeki dahi Nikola Tesla’ydı ve çiftli telgraf hatlarının gereksizliğini göstermek için, telli veya telsiz tek bir hatla dünyanın öbür ucuna sinyal ve enerji gönderebileceğini söylediğinde çok büyük şaşkınlıkla karşılanmıştı. Yerküremizi ikinci hat olarak kullanmakta yatıyordu Tesla’nın sırrı.

Bu arada bir not düşmek gerekiyor; radyonun mucidi Marconi değil Tesla’dır ama bunu tespit ve teslim eden mahkeme kararının ölümünden çok sonra çıkması yüzünden buluşunun çalınmasıyla uğradığı haksızlığın giderildiğini görememiştir. Zaten o süre içinde iyice yerleşip gitmiştir radyonun mucidinin Marconi olduğu. Bugün bile büyük çoğunluk haalaa öyle zanneder...

Kırgın, kızgın, küskün ve yoksulluk içinde New York’ta bir otel odasında son günlerini geçirirken bütün yardım tekliflerini reddetmiş, yalnızca ülkesinden gönderilen Belgrad hükümetinin bağladığı emekli maaşıyla yetinmiştir. Öyle kazıklar yemiş, öyle aldatılmıştır ki, yoksulluk içindeki son günlerinde, patentlerini vererek zengin ettiği Westinghouse şirketinin önerdiği paraları bile reddetmiştir. Oysa aynı Westinghouse şirketi iflasın eşiğine geldiğinde, patenlerinden alacağı olan 1 milyon doları hiç düşünmeksizin silmiştir Nikola Tesla.

Tıpkı Nobel Ödülünü reddettiğinde nedenini açıkladığındaki gibi; “Dört düzüne sayfa dolusu patentlerimden bir tekine değişmem ödüllerin hiçbirini”

800 civarında patenti var büyük Deha’nın, aldırmamış bile Nobel’e.

Umurunda değildi ödül, para ve alkış. Tek amacı başarmaktı, hepsi bu.

Ve öyle cezalandırıldı ki, her şey birer birer elinden alındı, yaptıkları yerle bir edildi ama hepsinden önemlisi adı bile silindi her yerden ama bir yandan da yaptıkları, yapılandırdıkları üzerinde yükseldi ve gelişti sayısız teknoloji. Yükselmeye gelişmeye de devam ediyor... Zamanının öylesine ilerisindeydi ki, anlaşılmak bir yana, korku veriyordu insanlara.

Ve affedilmedi, ve cezalandırıldı, ve sömürüldü, ve kullanıldı, hem de acımasızca...

Alternatif akımın özelliğini vurgulamak için elimden geldiğince açıklayayım derken, ister istemez, müthiş dehanın dünyasına azıcık girdim, nasıl katledilip yok edildiğine birazcık değindim.

Asıl konuya dönsem iyi olacak, Tesla’da kaybolup gitmem kaçınılmaz çünkü.

Şimdi, telefon kesik, yani anahtar kapalı olduğundan kablonun teki kesik, diğer taraftan modemin bir de elektrik bağlantısı var. Malum, modemin çalışabilmesi için elektrik gerekiyor ve bunu da adaptör aracığıyla elektrik tesisatından sağlıyor.

Bulabildiğim akla yatkın tek açıklama demiştim: Kesik olan tek telefon kablosunun yerini, modemin takılı olduğu priz üzerinden elektrik tesisatı tamamlıyor olabilir. Nasıl ki bir ampulü yakmak için faz yeterliyse ve bahçeye saplayacağımız kabloyu diğer uç olarak kullanabiliyorsak, modem de, eksik olan telefon kablosunun yerine elektrik hattının kablosunu kullanıyor olabilir.

Uzman değilim, benimkisi bir fikir yalnızca. Aslında, sihirli modemimin nasıl çalışabildiğini anlayamamaya devam ediyorum.

Sihirli modemin sırrını ben biliyorum, ben açıklayabilirim diyen varsa bir adım öne çıksın lütfen.

En doğrusu “Büyülü modem” deyip sıyrılmak galiba...

Sekiz on yıl kadar önce yayın organlarında, İngiltere’deki bir pub’ın tuvaletinde yaklaşık yüzyıldır yanmakta olan bir ampulün haberi yer almıştı. Bilimsel bir açıklama getirilemeyince büyülü ampul denmeye başlanmış. Eminim ampul patladığında incelemek isteyen bilginler çoktan sıraya girmişlerdir.

Benimki de misal işte.

Büyülü modem, ne olacak... De kurtul...

Enteresan bulup belleğimdeki istisnai köşelerden birine yerleştirdiğim diğer haber ise yanılmıyorsam Hollanda kaynaklıydı: Sıkça kaza meydana gelen dümdüz yolu uzun uzadıya inceleyen uzmanlar, kazaya sebep olabilecek en küçük neden veya kusur bulamayınca “Dikkat hayalet var” tabelası yerleştirmişler yolun o bölümüne. İnsanları bir şekilde uyarmak gerektiğinin sorumluluğunu taşıyan yetkililer, çareyi mizaha sığınmakta bulmuşlar, fakat birkaç yüzyıl sonra kazı yapan arkeologların bu tabelayı bulduktan sonra, büyük ihtimalle en ciddi hallerini takılarak “İnanılır gibi değil, 21. Yy. insanları hayaletlere inanıyorlarmış” yorumları yapacaklarını hiç hesap edememişler.

“Hemen Anlayanlar” bugün var da yarın olmayacak mı yani.

Pek çok “Karpuzdan anlamam” diyenimiz, belki de daha da fazla “Hemen anlayan”ımız var ve hep de olacak.

Ben anlarım karpuzdan.



Eyüp Şeker


17 Temmuz 2008




TUTSAĞA YUTTURMAK

KUŞBEYİNLİLER Mİ DAHA KUŞ BEYİNLİ, YOKSA BİZLER Mİ?

Bugüne kadar yapılan bilimsel araştırmaların hiçbirinde vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiğine dair en küçük bulguya rastlanmamış.

Bilim “Vitaminler ekstra güç ve sağlık vermiyor” diyor ama bu bize hiçbir şey ifade etmiyor?

Neden?

Bu türden açıklamaları duymazken, hiçbir bilimsel dayanağı olmamasına rağmen “Vitamin yutun” diyenleri pür dikkat dinliyoruz. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bilime ve akıla değil, doğru olup olmadığına hiç kafa yormaksızın hayallerimizi besleyenlere inanmayı yeğliyoruz.

Görünüşe bakılırsa, vitamin tabletlerinin ekstra güç ve sağlık verdiği inancı; vitaminlerin eksikliğinde ortaya çıkan ciddi rahatsızlıklardan hareketle kendiliğinden gelişmiş, dayanaksız, hatta yanlış bir efsaneden başka şey değil.

İnsanlar “Mademki eksikliğinde bunlar bunlar oluyor, ekstradan hap yutulursa gücümüze güç, sağlığımıza sağlık katarız” düşünce ve tavsiyeleriyle başlamış hap yutmaya. Çabucak da yaygınlaşmış...

Oysa hapı yuttukça hapı yuttuğumuz ortaya çıkmaya başladı artık. Ekstradan hap yutmakla ekstra güç ve sağlık kazanmadığımızı, aksine en ekstrasından hapı yuttuğumuzu söylüyor bilim.
Görmemeli duymamalı mıyız bu doğrultudaki uyarıları?

Biz yine de leblebi gibi vitamin hapı yutmaya devam ediyoruz. Bilim istediği kadar, sağlıklı insanlara hiçbir faydası yok, hatta kansere varıncaya kadar pek çok hastalığa yakalanmanıza sebep olabilirler, uzak durun tabletlerden desin, bir kulağımızdan girip ötekinden çıkıveriyor.

Oysa benim kuşbeyinli çok daha bilinçli ve ondan öğrenmem gereken epey şey var gibi gözüküyor. Evet, çok bilinçli ve kendisine zarar vereni kısa sürede anlayıp uzak duruyor.

Tutsak hiç meyve yemiyor. Epey yöntem denedim, kurutup verdim falan, hiçbiri işe yaramadı. Bu davranışını ishaline bağlıyorum. Bana geldiğinde ishaldi, epey zaman aldı düzelmesi. Satıcı “Sık meyve verme, haftada bir dilim elma versen yeter” gibi bir uyarı yapmıştı. “Neden acaba!” gibi dedektifliklere kalkışmıyor ve de “Ne haftası, ayda yılda bir dilim yese takla atacağım” diyor, fazla uzaklaşmadan asıl konuya dönüyorum.

Hastalanmasının sebebinin meyve olduğunu, meyvenin kendisine zarar verdiğini düşünüp uzak duruyor sanki. Demem o ki, neyi yiyip neyi yememesi gerektiğinin fazlasıyla farkında. Özetle benim eşek, yemediği otun başını ağrıtacağını düşünüyor ve gagasını sürmüyor meyvelere.

Bunu destekleyen bir davranışını daha gözlemledim. Meyveyi gagasına sürmediği için suyuna vitamin koyuyorum dönem dönem. Vitamin vermediğim uzun süreli dönemlerde kabuklu fıstıkları neredeyse son kırıntısına kadar yiyor. Halbuki vitamin verdiğim dönemlerde kabuklu fıstıkları ısırıp atıyor, hatta çoğunlukla su içtikten sonra gagasını silmek için kurutma kağıdı veya peçete niyetine kullanıyor. Sonuçta kısa sürede kafesin altında çoğunluğunu büyük parçaların oluşturduğu fıstık öbeği meydana geliyor. Oysa vitaminsiz dönemlerdeki öğütülmüşçesine ufalanan fıstık parçalarının küçük yığını bir parmak kalınlığa bile ulaşmıyor. Kafes altında birikenler kolayca belli ediyor aradaki farkı.

Bununla kast ettiğim; vitamin vermediğim dönemlerde eksikliğini hissettiği bir besini/maddeyi fıstıktan almaya çalıştığıdır. Sadece fıstıkla ilgili değil bu davranışı. Karışık yemindeki tahıllardan birine, örneğin mısıra düşkünleşiyor zaman zaman ve hepsini silip süpürüyor ama kimi dönemlerde de mısırlara pek dokunmadığı dikkatimi çekiyor. Hep aynı marka yemi veriyorum. Yani karışımdaki miktarlar belli. Eğer bayatladığı tadı bozulduğu gibi bir nedenle mısırdan uzak durmuyorsa, o zaman belli bir gıdanın eksikliğini hissedip hissetmemesi belirliyor demektir bu davranışını.

Özetle, benim eşek, yani kuşbeyinli, yemediği otun başını ağrıttığının veya başı ağrıdığında ne yemesi gerektiğinin fazlasıyla bilincinde.

Vitaminle ilgili bir gözlemimi veterinerlerin veya ilgili kişilerin dikkatini çeker, sağlıklı bir sonuca ulaşılmasında işe yarayabilir düşüncesiyle yazmak istiyorum: Tutsak yaklaşık dört yılda 4 kez kanama geçirdi. Dışkısında kan vardı. Bir de yere ve kafesi astığım duvara suyla seyrelmiş kan sıçratmıştı. Dışkıdaki kanı anlamakta sorun yoktu ama duvara ve yere sıçrattığı suyla seyrelmiş kanı açıklamak kolay değildi. Veteriner “Kanaması yüzünden poposunu gagasıyla kurcalamış, ardından su içip başını silkelemiş, ortalığa sulu kan sıçratmış olabilir” açıklamasını getirmişti. Ancak bana göre, kanama hem aşağıdan hem de yukarıdan geliyor gibiydi. Edindiğim izlenim, gagasına kıçından kan bulaştığı için değil, ağzından da kan geldiği içindi... Su içip başını salladığında ise ortalığa saçılıyordu sulu kan. Tıpkı mide kanaması geçiren insanda ağızdan da kan gelebildiğindeki gibi...

İşte bu 4 kanama da vitamine fazla yüklendiğimi düşündüğüm dönemlerde gerçekleşti.

Sonuncu kanamayla geçen hafta karşılaştım. Dışkısında kan göremedim. Sadece asılı durduğu duvara sıçramış üç beş santim uzunluğunda ince bir sızıntı şeklindeydi sulu kan. Hepsi bu... Bir kaç gün önce vitamin (Vitaform) vermiştim. Ondan 5 gün önce de yeni bir mineral çözeltisinden (Avimineral) koymuştum suyuna.

Önceki kanamalarından bir tanesinde, yanılmıyorsam ilkinde, çok ilginç bir davranışını gözlemlemiştim: Mercimek büyüklüğünde fakat biraz daha kalın kahverengi tabletler halindeki ithal vitaminden (Yanlış hatırlamıyorsam Vitakraft markaydı) günde iki üç adet koydum bir süre yem kabına. Kanama başladığında nedeninin vitamin olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Veteriner geldi falan, tedavi uygulandı...

Yem kabına koyduğum vitamin tabletlerine dokunmadığı, hatta kaldırıp attığı çekti dikkatimi bir ara. Bir müddet böyle devam ettim, yemediğinden emin olunca boş bir yem kabına sadece 3 tablet vitamin koydum. Dokunmadı... Birkaç gün yeniledim tabletleri. Hiç dokunmadığından emin olunca vitaminin kalanını kaldırıp attım.

Eğer Tutsak kendisine zarar verdiğini düşündüğü için vitamin tabletlerine dokunmuyorsa, yani kendisini hasta edenden uzak duracak kadar bilinçliyse, vitamini suyuna karıştırarak vermekten daha yanlış ne olabilir? Birer uzman veya veteriner olmayan bizler, durumundan ve davranışlarından ihtiyacı olup olmadığını kestiremeden bize söylenen programları uyguluyor ve içmeye mecbur olduğu suyla hasta ediyor olabiliriz garipleri.

Tabii ki vitaminler kanamaya sebep oldu/oluyor diyecek kadar kesin konuşabilecek durumda değilim. Fakat Tutsak’ın davranışları, rahatsızlıkları ve vitaminle ilişkisi göz ardı edilemeyecek kadar belirgin. Bilinmesinde, üzerinde durulmasında yarar var diye düşünüyorum.

Kısacası hapı verdiğimde yutmuyor hayvan, çünkü hayvan. Hayvan olmasa, çok daha zeki insan gibi olsa yutacak. “Her sabah bir kaşık” “Her gün bir tablet” diyerek karşısına dikilen pazarlamacıları dinleyecek hayvan olmasa. Ama hayvan işte, yutmuyor, zeki değil ki, akıl küpü değil ki... Suyuna karıştırmadıkça ağzına sürmüyor, hatta yem kabında, hatta mekanında bile tutmayıp fırlatıp kafesten dışarı atıyor. Çünkü hayvan... Tabletlerdeki hastalığın fakında ama sudakinin değil... Sıkıysa hapı yuttur bakayım, imkanı yok yutturamaz kimse ama suyu kuzu kuzu, üstelik kana kana içiyor. Çaresi yok, eli mahkum. İçine tıktığım kafeste değil de özgür dünyasında olsaydı vitaminli suyu içip içmeyeceğini kim bilebilir? Tadı ve kokusu bozuk olmasa bile, büyük ihtimalle kendisini hasta eden o suya gagasını sürmez, o su kaynağının semtine uğramazdı. Hayvan olmasaydı, suyu içtiği gibi hapları da hapır hupur yutardı. Çünkü biz insanlar gibi zeki değil. Hayvan işte...

Unutulmamalı ki, hiçbir canlı enerjisini gereksiz yere harcamaz, kendini öldürmenin türlü yoluna kafa yormaz. Gecenin köründe havalanıp çığlık çığlığa dönüp durmaz, sebepsizce bağırmaz, birbirini boğazlamaz. Biz karşıdan gelen havlamaları duymuyoruz diye köpeğimizin durup dururken kendi kendine anlamsızca havladığını düşünemeyiz. Muhakkak bir nedeni vardır, ya bir havlayana karşılık veriyordur, ya da tehdit algılamıştır.

İnsan gibi akıl küpü olmadığından depremden de çok korkuyor ve kaçıp kurtulmaya çalışıyor Tutsak. Çünkü hayvan... Deprem olacağını öğrendiğinde içine tıktığım hücresinden çıkmak için yırtınıyor. Çünkü hayvan... Bizim gibi akıl küpü değil, oturup beklemiyor yerle bir olmayı. Çünkü hayvan... Bizler gibi değil ki, ona söylendiğinde anlıyor, tedbir almaya çalışıyor. Çünkü hayvan o hayvan. Biz insanız, biz akıllıyız, o yüzden kıpırdamıyor kılımız. Ne kadar söylenirse söylensin aldırmayız, deneyimi de, bilimi de, akılı da takmayız. Çünkü biz insanız insan. Biz akıl küpüyüz akıl küpü. O yüzden yutarız hapı. Çünkü ölümsüzlük peşindeyiz, bu yüzden yutarız hapları hapır hupur. Çünkü biz insanız, akıllıyız, bilimi de deneyimi de takmayız, ölümsüzüz, ölümü bilen hayvanlar gibi değiliz, hayvanlık etmeyiz, yutarız ve yan gelip yatarız.

Söz konusu kanamalı vaka Tutsak değil de ben olsaydım, tereddütsüz kobay hayvanı yapardım kendimi, yutardım vitaminleri hemen ve sonuçları gözlemlerdim. Tutsak kuşbeyinlisine fazla vitamin vermem mümkün değil. Zaten kanlı bıçaklıyız, iyice hasımlaşacağız. İyisi mi eksik kalsın kobay hayvanlığı. Sonra tam bir alikıran baş kesen olup çıkar, ya da eşek cennetini boylayıverir ve de ben kime “Salak, beyinsiz, kuşbeyinli...” derim sonra. Sayesinde kendimi akıllı ve de çok zeki hissettiğim kuş beyinlimden mahrum kalamam, eksik kalsın, öğrenmeyivereyim vitaminlerin ondaki etkisini.

Normalde Vitaform marka yerli ürünü veriyorum Tutsak’a. Özellikle ishalini tedavi etmek için dozu artırdığım iki dönemde kanama olmuştu.

Bu arada “Haşırt” diye geçirme mevzuuna birazcık açıklık getirsem iyi olacak. Önce ben geçirdim “Haşırt” diye, hem de kaç kere. Kuyruk acısı çok olduğundan, fırsatını yakaladımı kuşbeyinli, hemen geçiriyor “Haşırt” diye.

Özellikle bir vaka yeterince açıklayıcı olduğundan onu anlatayım önce. Olay şöyle gelişti: Suyuna kattığımız antibiyotikli vitamin tozla (Vitaform) ishalini tedavi edemiyorduk. Veteriner en küçüğünden bir enjektöre 2cc antibiyotik çekip yarısını ilk gün, kalanını sonraki gün vermemi tembihledi.

O güne kadar sorun yoktu; elimden fıstık alıyor, uzattığım her şeyi ısırıp çekiştiriyordu. Hiç aklına bile gelmiyordu “Haşırt” diye geçireceğim. Nereden gelsin safoşun aklına hain emellerim!
Enjektörü uzatınca hemen yeni gelin gibi sarıldı, ucunu ısırdı, ben de “Haşırt” diye geçirdim, yani bastırıp 1cc verdim. Fışkırarak ağzına dolan sıvı yüzünden gözleri fal taşı gibi açıldı, anında taş kesildi, neden sonra yutkunabildi. “Ne oldu bana!” şavalaklığıyla öylece kalakalmıştı. Ertesi gün kalan ilacı yutturacağım, mümkinati yok yaklaşmıyor enjektöre. Aklıma eşsiz bir fikir geldi. Enjektörün ucunu fıstık kabuğuna gizledim. Salak, fıstık sandığı fıstığı almak için uzanınca da “Haşırt” diye geçiriverdim, yani bastım enjektöre. Benimki yine put kesiliverdi, şapşallaştı, “Bana yine kamyon çarptı, plakasını alan var mı?” ya da “Yoksa yine mi kızlığım bozuldu?” ya da “Sanki beni yine sevirler” ifadeli bir yüzle kalakaldı... Önemli olan ilacı verebilmekti, dert etmedim.

İshalden kurtulmasına kurtuldu da, bilin bakalım ne oldu? Bir daha asla elimden fıstık almadı. Israrlı denemelerim sonucunda ancak üç beş ay önce iki üç kere fıstık aldı elimden ama hemen attı. Boşuna verme yemem diyor ya, beni terbiye ediyor ukala şey ya... Alıyor ve hemen yere atıyor ya... Şeytan diyor kafesini geçir kafasına...

Tavrı öyle açık ki, en küçük kuşkuya yer bırakmıyor... Boşuna verme, senin elinden bir şey yemem diyor. Ve halen daha da yememeyi sürdürüyor kuşbeyinli...

Aslında daha geldiği ilk günlerde terbiye etmeye başlamıştı beni fakat kalın kafalı olduğumdan eğitilemedim ve de Tutsak’ı depresyonlardan depresyon beğenir hallere soktum.

İlk olay şöyle gelişti: Çok zekiyim ya kuşbeyinli boşuna yorulmasın diye, kabuksuz fıstık alayım şuna dedim. Tuzlu fıstık her yerde var, tuzsuzunu bulabilmek için kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp kabuklu fıstığın ayıklanmışından bulup aldım. Tabanlarım şişse de çok mutlu vaziyetlerde koşa koşa eve gelip heyecanla uzattım bir tanesini. Aldı ve kenara gidip dışarı attı. Bulunduğu yerde bırakabilirdi ama kafesin içine düşerdi o zaman. Üşenmedi, tuttu gitti dışarı attı. Bir tane daha verdim yine aynısını yaptı, dışarı attı ve bir daha da almaya bile yeltenmedi.

Bugüne kadar saka kanarya gibi kuş bile bakmamışken kuşbeyinli gibi bir zeka küpüyle karşılaşınca, onun tarafından terbiye edilmem kaçınılmaz değil mi?

Çok akıllıyım ya, zeka küpüyüm ya, eşsiz fikri buluvermiştim. Garibim kabuklu fıstıkları kırarak yorulmasın, şunun ayıklanmışından bulayım diyor, yollara düşüp kuruyemişçi kuruyemişçi dolaşıp tuzsuz kabuksuz fıstık bulup alıyorum, tabanlarım şişmiş vaziyette ama büyük bir neşeyle koşturarak eve geliyorum, resmen havalara uçuyorum, hava binbeşyüz. Sanıyorum ki, “Sahip tuzsuz fıstık getirmiş” halleriyle boynuma atılacak, havalara zıplayacak kuşbeyinli. İlk fıstığı uzattın, kenara gidip kafesin dışına attı, akıllansana. Ne gezer, yamuldum, morardım falan ama hiç bozuntuya vermeyip bir tane daha uzattım, aldı ve yine gidip dışarı attı. Bu sefer aklın başına gelse ya, ne gezer. Daha da morarıyor, yine de pes etmiyorum. “Ne oluyor hemşerim, nankörlüğün alemi var mı! Canım çıktı bunları buluncaya kadar, al ye bakayım, attırma tepemi...” halleriyle uzattıklarımı almaya bile tenezzül etmiyor ukala şey.

Yani demem o ki, geldiği ilk günlerde beni terbiye etmeye başlamış ve bu eğitim seanslarının bir tanesinde “Bunları yemem, kafesimden uzak tut” diyerek esaslı bir ders vermişti kuşbeyinli.

Oturup ben yedim müthiş zekamın eseri tuzsuz fıstıkları, bir yandan da düşündüm. Fıstık zeka mı açıyor nedir! Tatları iyiydi ama kabuklu fıstığı çatırtılarla kırmanın zevki eksik kalıyordu sanki. Şey gibi, kadeh tokuşturmaktaki gibi işte... Kim bilir, kırılırken fıstıkların çıkarttıkları o sesi seviyordur belki de kuşbeyinli. Çin çin veya “Şerefe” durumu yani...

Peki, beni eğitebildi mi kuşbeyinli? Ne gezer... Neyse, ben salağını bir kenara bırakalım en iyisi.

Hava kararmadan çok önce dinlenme/uyku pozisyonuna geçtiğini ve rahatsız edilmemesi gerektiğini gagamı (Bu gaga burnum oluyor dememe gerek yok ya, yine de yazayım dedim bu açıklama notunu) ısırarak göstermişti. Salağım malağım ama yine de bir şey kaptım bu ısırıktan; gagasının o müthiş sivri ucuyla değil, yan kenarıyla ısırıyor. Yani canımı yakıyor fakat zarar vermemeye dikkat ediyor. Şimdi epeycenizin “Atma...” dediğini varsayarak, “Atma demeyin, gidin alın bir kuşbeyinli, hem de grisinden ve de görün gününüzü...” diyor, ferahlamış şekilde kenara çekiliyorum. Hadi bakayım kolay gelsin, göreyim bakayım nasıl görüyorsunuz gününüzü!

Beni cezalandırarak terbiye ederken bir yandan da güvenimi kazanmaya çalışıyor. Evet, doğru duydunuz; aynı zamanda güvenimi kazanmaya çalışıyor. Bu tarz davranışı ilk kez benden taraftaki pençesini kaldırdığında dikkatimi çekmişti.

Öncelikle gerçekten canımı yaktığı, yani canımı yakmak için ısırdığı olaydan başlayayım ki, ne nedir daha rahat anlaşılabilsin: Geldiği ilk günlerde parmağımı çok şiddetli ısırmıştı. Can havliyle geri çekip öteki elimle kafesine vurmuştum. Refleks gibiydi tepkim. Aslında sinirlerimin çok gergin olduğu dönemlerdi, fazlasıyla berbat durumdaydım. Kafese vurmam onu çok korkutmuştu haklı olarak. Neyse, benim hödüklüğümü bir kenara bırakalım en iyisi. Parmağımı çok şiddetli ısırmıştı, ancak daha önemlisi ne yaptığının fazlasıyla bilincindeydi. Bu şiddetli ısırma olayı başıyla pencereyi/dışarıyı gösterdiği o ilk günlerde meydana gelmişti. Davranışını anlamaya çalışırken “Beni serbest bırak, benden hayır gelmez sana...” diye bile yorumlamış, böyle düşünmenin hiç de uçuk bir fikir olmadığına karar vermiştim.

İşte bu parmak ısırma olayı sonrasında pek çok kez “Benden korkma...” tavırlarıyla güvenimi kazanmaya çalıştığını gösterdi.

Özetle, sadece ben kazanmaya çalışmıyorum Tutsak’ın güvenini, o da bana güven vermek için çaba harcıyor.

Bunu iyi açıklayan olay şöyle gelişti: Uykusunu güzel aldığığında keyfi o kadar yerinde oluyor ki, bir süre öncesine kadar uyandığını fark edince yanına gidip burnumu uzatır, tatlı tatlı ısırıklar atmasını, keyif sesleri çıkartmasını izlerdim. İşte bu anlarda; bana güvendiğini göstermek için esner, yutkunur, bacağını kaldırıp pençesiyle gerdanını, boynunu tarar, kaşınır. Hemen bir kaç santim ötemde pençesini aşağı yukarı sallayıp durmasını kıpırtısızca izlerim. Ta ki, bu kaşıma/tarama işini benden taraftaki pençesiyle yapıncaya kadar. İster istemez hafifçe geri çekildim, gözünden kaçmadı, korktuğumu hemen anladı ve durdu, hatta kala kaldı demek daha doğru olacaktır, pençesini indirdi ve diğerini kaldırarak yapmaya başladı taranma işini. Bir daha da hiç benden taraftaki pençesini kaldırmadı, hep diğeriyle tarandı, kaşındı.

Böylesine düşünceli ve zeki bir kuşbeyinlim var ve yılmadan usanmadan beni eğitmeyi sürdürüyor.

Bir belgeselde görmüştüm hiçbir gıda almayıp sadece her gün 60 tane vitamin ve güçlendirici çeşitli hap yutan karı kocanın ne hale geldiğini.

Kadının ölümüyle ortaya çıkmış bir olaydı. 30-40 kg.a düşüp bir deri bir kemik kalmalarına, saçlarının dökülmesine, ayakta duracak mecalleri kalmamasına rağmen hapların kendilerine iyi geldiğini düşünüyorlardı. Özellikle kadın son dönemindeki fotoğraflarda korkunç görünmesine rağmen, daha güzel, daha zinde, daha sağlıklı olduğuna inanıyordu.

Karı koca o hapları yutarken daha çok yaşayacaklarını zannediyorlardı. Oysa görüntüleri korkunçtu, insan bakamıyordu...

Uzmanlar daha iyi açıklasalar da, davranışları zayıflama hastalığına tutulanlara benziyor demek yanlış olmaz sanırım. Korkunç görünmelerine rağmen güzel ve sağlıklı zannediyorlardı kendilerini.

Açıkça söylemişti adam, ölümsüzlük peşindeydiler... Bir deri bir kemik kaldıklarını kendileri de görüyorlardı fakat iyi ve sağlıklı olduklarına, sarsılmaz bir şekilde inanıyorlardı.

Her sabah yatakta avuç dolusu saç buluyorlardı ama hapların kendilerine çok iyi geldiğine olan sarsılmaz inançlarında hiç değişiklik olmuyordu.

Yataktan kalkmaya mecalleri olmuyordu ama hapların onları çok güçlü kıldığına dair inançları sarsılmıyordu.

Ve epeycesini yasadışı yollardan temin ettikleri haplardan günde 60 tane yutmayı sürdürüyorlardı.

Ve hiç yemek yemiyorlardı.

Kadın öldü...

Hekimler ve polisler sökün ettikten sonra adamın aklı başına geldi ancak ve kendilerini nasıl öldürdükleri kafasına dank etmeye başladı...

Bilmiyorum haalaa yaşıyor mu o adam, yaşamasına izin verecek kadar hasarla kurtulabildi mi o vitamin ve güçlendirici hap deliliğinden.

Elinde tuttuğu “Hiç vitaminim kalmadı, lütfen bir vitamin parası” yazılı kartonla dilenen genç ABD’liyi Doğan Uluç’un bir yazısında okumuştum. Özellikle kalkınmış ülkelerde vitamin kullanımının nasıl çılgınca boyutlara geldiğine iyi bir örnek zannederim.

Belgeselde izlemiştim toplu halde toprak yemeye giden papağanları. Evet, toprak yiyorlardı... Pisboğazlıkları yüzünden pek yiyecek ayırmadan ne bulurlarsa mideye indiren kuşbeyinliler sindirim sistemlerindeki rahatsızlıkları tedavi edebilmek için arada sırada gidip belli bir alandaki topraktan atıştırıyorlardı. Çıplak arazideki toprağı mideye indiren sürüyle kuşbeyinlinin oluşturduğu görüntünün fazlasıyla enteresan olduğunu söylemek gereksiz herhalde.

Bir başka belgeselde seyrettiğim, dikenli yaprakları kıvırarak yutan şempanzenin derdi de benzerdi. Bağırsaklarındaki tenyaları temizleyip atmak için yutuyordu özenle kıvırdığı sert ve dikenli yaprakları.

Benim Tutsak da, o kıllı maymun da, toprak yiyen kuşbeyinliler de hayvan...

Biz, hayvanların o aaleminde değiliz.

Çünkü biz onlardan zekiyiz.

Aslında gayet açık ve net bir gerçek var; çok ciddi risk taşıyan vitamin hapları, hiçbir zararları yokmuşçasına, çok masumlarmışcasına, biz sıradan insanların eline verildi ve kullanımı ölçüsüzce teşvik edildi, ediliyor.

Normal süreçteki gıdalar arasında yer almamış her şey gibi vitamin haplarının da aslında ilaç sayılması gerektiği ve bütün ilaçlar gibi kontrol altında tutulması gerektiği unutuldu, göz ardı edildi.

Aynı sorumsuzca yaklaşım “Kocakarı ilaçları”nda da sergilenmeye başladı. Adı üstünde “Kocakarı ilacı” bu, her gün yenmez, her sabah mideye indirilmez. Çünkü ilaç bu ilaç... Çünkü menümüzde hiç yer almadılar, çünkü organizmamız bunları her gün yiyebileceğimiz şekilde evrimleşmedi, bunları yadırgamayacak şekilde yapılanmadı.

Doğal diye alışılmadık şeylere normal gıda muamelesi yapma salgını başladı ve hızla yayılıyor. Domates fasulye değildir bilmem hangi organa iyi gelen bilmem ne. İlaçtır ve tedavi amacıyla yararlanılır onlardan. Her gün yutulmazlar, her dakika içilmezler. Çünkü ilaçtırlar...

Yaşamamız için şart olan oksijenin bile fazlasının öldürücü olduğunu unutuyoruz.

Veya tuzun...

Veya suyun...

Ve haalaa hapı yuttukça hapı yutmaya devam ediyoruz.



28 Haziran 2008

Eyüp Şeker