TSUNAMİ’DE YÜZBİNLERCE İNSAN ÖLÜRKEN NEDEN HİÇ HAYVAN TELEF OLMADIĞININ SIRRINI VERECEK Mİ KUŞBEYİNLİ?
Daha öncekilerde olduğu gibi Tutsak bu sefer de bildi deprem olacağını? Hem de binlerce kilometre ötede Çin’de 12 Mayıs 2008 tarihinde meydana geleni... Ne söylediğimin farkındayım, açıklamaya çalışacağım...
Çalışacağım diyorum, çünkü her türlü işi yaparken çoğunlukla “Tabakhane yöntemi”ni kullandığımdan, iş ya eksik kalıyor ve sürekli düzeltmeler yapmak zorunda kalıyorum, ya da en basit şey bile iyice karmaşıklaşıp sonuç vermez hale gelerek aylarca hatta yıllarca sürüncemede kalabiliyor.
“Tabakhane yöntemi” de neyin nesi demeyin hemen; bildiğimiz tabakhaneye yetişme halleriyle iş kotarmaya çalışmaktır ki, malum bir şeye benzemez bir işe yaramaz bu telaşelerin ürünleri. Şu işi iki dakikada yapıp kurtulayım denerek başlanır, gerçekte salim kafayla üç beş dakikada kolayca halledilecek iş, ya hiç yapılamaz veya berbat bir şey olur ya da uzadıkça uzar, bitmek sonuçlanmak bilmez.
Özetle, “Tabakhane yöntemi” yöntemlerin en işe yaramazı, en berbatıdır.
Aslında hepsinden iyisi, kafamdan geçirdiklerimi yaptırabileceğim bir robottur. Mesela örneğin, bu yazıyı ben değil robot yazmalı; “Robot, şu fikriyatta bir yazı yaz. Hemi de ödüllük olsun. Yoksa sökerim üç cıvatanı” komutunu verdikten sonra şu anda çok yapmak istediğimi yapmalı ve de sırtüstü yatıp göbeği büyütmeliyim. Ben niye yazıyorum ya, yazık değil mi bana?
Şimdi “Tabakhane yöntemi”nden mümkün olduğunca uzak kalarak, Tutsak’ın, depremleri nasıl bildiğini anlatmaya çalışayım.
15.06.2005 tarihinde Kuşbeyinli’yle ilgili şu notu almışım:
Bir yıldan fazladır davranışlarını anlamaya çalıştığım papağanım gün geçtikçe kafamı daha çok karıştırıyor. Yabanilikten kurtularak evcilleşmekten çok uzak gözükmesine, daha önce başka bir hayvan beslememiş olmamın acemiliğinin eklenmesiyle davranışlarını ve tepkilerini doğru zemine oturtmakta zorlanmama sebep oluyor.
İlk günlerden itibaren özellikle dikkatimi çekenlerin başında depreme çok duyarlı olması geliyor. Deprem Monitörü programıyla izlediğim depremler öncesinde iki farklı davranış sergiliyor.
İlki: Çığlık benzeri sesler çıkartarak kafeste huzursuz huzursuz dolanmak. Bunu önceleri, sesten gürültüden, geceyse ışıktan rahatsız olmasına yormuştum. Gündüzün hengamesinde tepki vermesine gerekçe gösterecek çok şey bulunduğundan, ister istemez dikkatimi hiçbir sebep göremediğim geceki halleri çekti.
Geç saatlerde uykudan uyanıp çığlıklar atmasını hep gürültüye ışığa yormuştum başlarda. Daha sonra, rahatsızlık dolu bu davranışlarının depremler öncesiyle çakıştığını fark ettim. Kast ettiğim tepkileri yakın yerlerdeki 3 civarındaki depremlerde sergiliyor.
Beni asıl şaşırtan ve anlamlı akılcı bulamadığım ikinci davranışı ise, çok uzaktaki büyük depremler öncesinde sergiledikleri. 5’ten büyük Romanya ve büyük Asya depremi öncesinde huzursuzluğuna ek olarak kafesi ısırıp çekiştirerek -ki bütün tavırları dışarı çıkmak için çabaladığını işaret ediyor- adeta çırpınması. Özellikle Romanya depreminde çok tepki vermişti. Bunun nedeni fayın yapısı yüzünden depremin İstanbul’dan da hissedilmiş olmasıydı sanırım. Doğu Anadolu’daki depremlerde de tepkiliydi ama Romanya ve Asya depremlerindekiler kadar değil. Hiç adeti olmamasına rağmen tüneğinden aşağı inerek kafesin altına serdiğim gazeteleri parça parça edip duruyor.
İki deprem öncesinde de bazı tanıdıkları arayıp ‘Ya yakınlarda 4’ten büyük, ya da uzakta yıkıcı bir deprem olacak’ dediğimde sözlerimi ciddiye almalarını beklemememe rağmen, yine de tespitimi de paylaşmadan edememiştim.
26 Temmuz – 2006 tarihinde ise şunları not almışım:
Tutsak, yani benim kuş beyinli her geçen gün biraz daha huzursuzlanıp kafesten çıkmak için kendini paralıyor. Mart başından beri dikkatimi çeken ve her geçen gün biraz daha şiddetlenen bu davranışı genel haline ters düşüyor. Geceleri kafayı vurup deliksiz uykulara dalıyor, yaygara kopartmıyor, hatta çıtı çıkmıyor. Özetle iyice alıştı ve evcilleşti. Arada bir uyanıp pek ses çıkartmadan kafeste dolandığında, dışarıda da martı ve kargaların bağırıp çağırarak turladığını görüyorum. O saatlerde deprem olmuş mu diye Deprem Monitörü'ne baktığımda çoğunlukla yakınlarda bir iki sarsıntı bilgisiyle karşılaşıyorum. Yaygara kopartmaması bir tek durumda geçersizleşiyor; temizlik için kafesi duvardan indirmemle kopartıyor çıngarın en büyüğünü. Daha da dikkat çekici olan ise kafesin titremesinden çok ürkmesi. Kafes altındaki kurumuş pislikleri, ucunu keskiye benzettiğim uzun bir demirle kazımaya çalıştığımda ortaya çıkan küçük titreşimlerle tam anlamıyla zıvanadan çıkıyor.
Hiç olmadığı kadar kafesten çıkmak için debeleniyor her fırsatta. "Beni çıkart..." demeye çalıştığına yorduğum bir davranışı var: Kafese yaklaşıp dudaklarımı burnumu uzattığımda gagasını dokundurmuyor, küçük ısırıklar atmıyor, gidip yem kabının kapağını indirip kaldırıyor. Çıkart diyor, çıkmak istiyor adeta. Gittikçe huzursuzluğu artıyor ve ürkekleşiyor, seslere çok fazla tepki veriyor. Hiç ama hiç usanmadan kafesi kemirmeye çekiştirmeye devam ediyor ve bu davranışları artarak sürüyor.
Bana bile delice gelen ve yazmaya çekindiğim gözlemim: Asya'daki bütün büyük depremler öncesinde bu davranışları aşırılaştı, depremlerin ardından birkaç gün sakinleşir gibi oldu. Ve bu hiç değişmiyor. Uzaktaki büyük depremler öncesindeki 10-15 gün boyunca tam anlamıyla çılgınlaşıyor, sonrasında sakinleşiyor. Bu davranışlarını yoracak Asya depremlerinden başka hiçbir sebep yok. En azından ben bulamıyorum.
Ne kadar delice bulsam da bu kadarına rastlantı diyemiyorum. Ve son bir haftadır bu delilenme hallerinde artış var.
27 Temmuz - 2006 15:33 tarihinde ise :
Kuşbeyinli'nin süregelen depresif halleri kaybolup gitmiş bugün. Önceki gün Erdek'te ve bu sabah Yalova'da meydana gelen küçük sarsıntılarla mı ilgiliydi bu davranışları, yoksa Endonezya'daki 6.1'lik depremle mi bilemiyorum. Ancak şurası kesin ki o çılgınca kafesi kemirme, paralanırcasına kapakları kurcalama hallerinden eser yok bugün. Bunun nedeni doğadaki haberleşme trafiği olabilir mi? Endonezya'daki hayvanlar depremi hissedip alarm çığlıkları atmaya başladıklarında zincirleme tepkiyi tetikleyerek bütün Dünyaya yayılmasına sebep olabilirler mi? Böyle bir ihtimali varsayarsak, alarm zincirinin büyük okyanuslar yüzünden kesileceği ve özellikle Amerika kıtasına geçemeyeceğini düşünebiliriz. Tabi aynı şey tersi trafikte de söz konusu olacak, Amerika kıtasındaki depremlere, eski kıtalarda tepki verilmeyecektir. Tutsak'ın Amerika kıtasındaki depremlerde aynı tepkiyi verip vermediğini hatırlamıyorum. Bundan sonra dikkat etmem kaçınılmaz...
Bunlara benzer epeyce not almışım. Özetle, şaşmaz bir şekilde, çok büyük depremler öncesinde çığlıklarıyla ortalığı inletiyor, benden ve her şeyden, her türlü sesten, özellikle de çıtırtılardan çok korkuyor, kafesi titretmemden sallamamdan çılgına dönüyor. Ta ki, uzaklardaki çok şiddetli bir depremden 2-3 gün öncesine kadar.
Okyanus ötesi depremlerde kast ettiğim tepkileri verdiğine tam emin olamadım. Bir kez Amerika kıtasındaki depremlerle ilişkilendirdiğime dair not almışım ama koca Dünyada tam olarak neler olup bittiğini yakalayamamış ve okyanusların DYAAS’ni (Doğal Yaşam Afet Alarm Sistemi) kesintiye uğrattığı teorime ters düşmüş olabilirim.
Sadece Amerika Kıtasındakilerde değil, Pasifikteki pek çok depremde de dikkat çekici davranış sergilemedi... Yani Okyanuslar sanki iletişimi kesti, ya da gerçekleşen depremler çok ölümcül tehdit içermediklerinden üst düzeyde alarm verilmedi, ufak tefek huzursuzluklarla geçiştirildi.
Depremden önceki bir iki günde sessizleşip uysallaşsa da tedirginliği ürkekliği tamamen geçmiyor. Bu durum da fazlasıyla ilginç... “İki üç hafta ortalığı birbirine katıp neden iki üç gün kala sessizliğe bürünüyor?” sorusu ayrı bir bilinmez.
Çin’deki 7.9’luk bu son depremin yaklaşık üç hafta öncesinden itibaren yaygara kopartmaya başladı kuşbeyinli. Sabahın köründe hava aydınlanmaya yüz tuttuğunda başlıyor canhıraş çığlıkları. Öyle berbat sesler çıkartıyor ki, uyanmamak mümkün değil. Tabii komşuların duymaması da imkansız… Seslerini çıkartmıyorlar ama eminim epeycesi isyan ediyor, pek çoğu da kalayı geçiyordur. “Yapabileceğim bir şey yok, dışarıda da martılarla kargalar ortalığı inletiyor, duymuyor musunuz?” desem de içimden, beni duymadıklarını bildiğim kadar eminim martılarla kargalara aldırmadıklarından. Zira alışılmış sesler dışarıdakilerin yaygaraları, oysa birkaç yıldır duyuluyor benim kuşbeyinlinin ve yan binadaki kara akrabasının sesi. Özetle, ne kadar bağırıp çağırırlarsa çağırsınlar, duyulmaz martılarla kargaların sesi, benim kuşbeyinli ve bitişikteki hep tırmalayacaktır kulakları.
Arada bir “Gidip kopartacağım şu kuşbeyinlinin kafasını…” dediğim çok olmuştur. Mübarekte öyle bir ses var ki, savaş zamanı koy şehrin göbeğine, bütün ahaliyi birkaç saniyede tıksın sığınaklara. Aldırmamak ne mümkün; ne faydası vardır kulaklara pamuk tıkamanın, ne de Asterix’deki gibi maydanoz tıkıştırmanın...
Canhıraş çığlıklarına müşerref olduğum dönemlerde aklıma eski çırağımın yaptığı gelir. Annesine kızdığı için gidip papağanının kafasını kopartmıştı benim çırak. Yanlış anlamamak gerekir; papağan annesinin değil kendisinindi, para biriktirip almıştı. Bir aralar her sokak başında satılacak kadar çok getirilmiş, ucuz, yeşil Hint veya Pakistan papağanlardandı.
Kuşbeyinlinin kafasını kopartmayı düşündüğümde mi aklıma geliyor çırağımın akıl almaz marifeti, yoksa çırağımın yaptığını hatırladığım için mi benim kuşbeyinliyi düşünüyorum farkında değilim. Aslında neyi neden hatırladığım bir şey değiştirmez, böyle giderse kısadır ömrü, gidip çökeceğim başına, aniden sıkacağım ümüğünü. Sonra olacağız gastede haber: Papağanının dırdırından bıktı, cinnet geçirip ümüğünü sıktı.
Ve doğal olarak savunmam şekilde görüldüğü gibi olacaktır: “Çok seviyordum hakim bey, onun için ümüğünü sıktım” der, ağır tahrikten ceza indirimini kaparım. Di mi ama!
Neyse, biz gelelim DYAAS’ne.
Böyle olmadığını bilmem sonucu değiştirmiyor; sanki papağanlar doğal ortamlarında “Günaydın, öpücük, keltoş, moruk, fıstık...” gibi sesler çıkartırlarmış eğilimindeyim. Sanırım böyle düşünen yalnız ben değilimdir. Oysa canhıraş dediğim bu çığlıklar, kuşbeyinlilerin doğal ortamlarındaki, yani ormandaki, yani sere serpe özgürce yaşadıkları yerlerdeki doğal ve normal sesleri. Tıktım parmaklı daracık bir hücreye, oturmuş utanmadan yakınıyor “Neden günaydın keltoş falan demiyor, neden bülbül gibi şakımıyor da canhıraş sesler çıkartıyorsun” diye şımarıklıktan şımarıklık beğeniyorum. Kuşbeyinli kasıtlı yapmasa bile az bile yapıyor... Ben olsam canıma okurdum benim.
Yani demem o ki, öyle böyle değil inanılmaz canhıraş sesler çıkartıyor Tutsak. Sanki biri tutmuş, cımbızla tek tek tüylerini yoluyor başımın belasının. “Bu ne ya, mümkünatı yok bu sesler çıkmaz çıkamaz başka türlü, işkencenin dehşetlisi yapılmasa” diye dertlenmenin yararı da yoktur, elden gelecek bir şey de... Ve de durumun açıkça gösterdiğine bakılırsa kafama etmekte kesin karalıdır... Müstahaktır bana...
Kuşbeyinli zaman zaman sabahın köründe başlıyor canhıraş çığlıklar atmaya ve ben müzik falan açıncaya, yani sessizliği sona erdirinceye dek sürüyor insanı bezdiren kulak tırmalayıcılıkları. “Kes sesini kuşbeyinli, gelip kopartacağım boynunu” diye posta koymalarım yüzünden değil, bir süre sonra aniden kesiliyor vahşi çığlıkları. İşte o zaman sormaya başladım “Ortada bir sebep yok gibiyken, evdeki tek düze yaşam sürerken ne oluyor buna? Neden belli dönemlerde heyheylenip sonra aniden duruluyor?” türünden soruları.
Geldiği ilk günlerde vahşiliğine veriyordum çığlıklarını fakat çok geçmeden “Neden her zaman değil de belli dönemlerde ve ev sessizken çıkartıyor bu vahşi sesleri? Üstelik neden hep aynı ve belli sesler? Bir ıslık çalıyor, bir düdük sesi çıkartıyor, bir “Düülüülüüü” gibi bir ses, peşinden canhıraş bir çığlık... Çıkarttığı sesler kelimelere benziyor, kesinlikle rastlantısal anlamsız çığlıklar değil” türünden izlenimler öne çıkmaya başladı.
Çığlıkları kesinlikle anlamsız değil. Bitişikteki “Cik” değinde, benimkisi “Gak” diye bağırıyor, kesinlikle birbirlerini taklit etmiyor, farklı karşılıklar veriyorlar birbirlerine. Oysa geldiğinde köpek gibi havladığı oluyordu, büyük ihtimalle hayvan dükkanındaki köpekleri taklit etmeyi öğrenmişti. Yani, duyduğu sesleri taklit etme eğilimindeki papağanlar, kesinlikle birbirlerini taklit etmiyorlar DYAAS seansları sırasında. Resmen konuşuyorlar... Evet komşunun kuşbeyinlisiyle haberleşiyor, konuşuyor, tartışıyorlar... Çıkardıkları sesler kesinlikle anlamlı olmalı. Ne dediklerini anlamıyor oluşum, sesleri öylesine çıkarttıkları anlamına gelmiyor kesinlikle. Bundan en küçük kuşkum yok... Ben şavalak gibi bakarken onlar muhabbeti derinleştirip dertleşiyor, felaket üzerine tartışıyorlar...
Yaşam hengamesinin gürültülerinin ortalığa salındığı gün içinde hadi neyse de, ıssızlığın cirit attığı sabahın köründe hiç çekilmiyor çığlıkları. Bir piştov veya çifte ele geçirsem kevgire çevireceğim kuşbeyinliyi. Böyle zamanlarda daha çok düşünüyorum akşam yemeğinde tabakta beni beklerken nasıl görüneceğini. Tek derdim, yanında kızarmış patates mi yoksa haşlanmış bezelye mi daha iyi gider sorunsalına bir cevap bulamamış olmam. Hain emellerimi bilse, eminim o müthiş çığlıklarını kat be kat artırırdı... Ben olsam öyle yapardım, kuşbeyinli işte ne olacak, akıl edemiyor sirenin şiddetini artırması gerektiğini...
Neyse, bu ayrı mesele, biz gelelim DYAAS’ne.
24 Aralık 2004 tarihindeki Tsunami’den çok önce başlamıştım “Tsunami’de yüzbinlerce insan ölürken neden hiç hayvan telef olmadığının sırrını verecek mi Tutsak?” anlamındaki kafa yormalara. Fakat bunlar belli belirsiz kuşkulardı. Asya’da 24 Aralık’ta yaşanan büyük dehşet, bu doğrultudaki soruların aklıma takılmasının sağlam dayanakları olduğunu göstermişti. Sadece, o güne kadar “Dünyanın bir ucundaki deprem Kuşbeyinli’yi neden gersin?” kuşkusu biçimindeydi kafamdaki soru.
Tsunami’den sonra bu soruyu sormaktan, dile getirmekten artık çekinmemeye başladım. Hiç de uçuk kaçık delice falan değil bu düşünce dedikten sonra ürkmeden izlemeye başladım depremleri. Tam tarihini hatırlamıyorum; 2005 veya 2006’da Bilim Teknik Dergisi’ne yazıp kuşkularıma dair yanıt bulmaya çalışmıştım.
Bazı sabahlar, yani ev sessizken inanılmaz depresif ve vahşi oluyor Tutsak. Kulağı dışarıda gak guk diye yırtınırken dört dönüyor kafeste. Televizyonu veya müzik açtıktan sonra kayboluyor bu vahşi halleri ancak depresiflikleri geçmiyor, şüpheci ürkek tavırlarla benden uzak duruyor. Ta ki depremler olup bitene kadar… Çünkü ben onun deprem tanrısıyım. Kafesini titretip sallayan, rahatını kaçıran ben belasından tırsmaması için hiç sebep yok.
Tabii burada bir başka soru daha beliriyor: Daha önce depremi yaşadığı için mi korkuyor, yoksa hiç tanık olmadığı halde deprem dehşeti genlerinde kayıtlı olduğu için mi ödü kopuyor?
Tsunami’nin yaşattıkları, kuşkularımda fazlasıyla haklı olduğumu gösterdi ve pek çok kişi gibi ben de “Tsunami’de yüzbinlerce insan ölürken neden hiç hayvan telef olmadı?” sorusuna daha fazla kafa yormaya başladım.
Kuşbeyinli, çok ölümcül depremlerin on onbeş gün öncesinden yaygara kopartmaya, kafesten çıkmak için yırtınmaya, hatta “Beni çıkart” anlamındaki hareketleriyle beni şaşırtmaya başlıyor. Kafesten kurtulmak için her yeri çekiştiriyor, alta serdiğim gazeteleri parçalayıp ortalığa saçıyor. Öylesine batırıyor ki yeri, elektrikli süpürgeyle süpürürken kalayın her türlüsünü çekip nezih sözlerin en nezihlerini bir bir ardına sıralarken, kafesini kafasına geçirmemek için zor tutuyorum kendimi. Salak şey, benim süpürmeyi çok sevdiğimi zannediyor herhalde. Bir gün tutup bütün süpürdüklerimi teker teker yutturacağım kuşbeyinliye.
Ne diyordum; belli başlı iki davranış ortaya çıkıyor büyük depremler öncesi dönemlerde.
İlki; canhıraş şekilde bağırıp çağırıyor, ancak bu çığlıklar laf olsun gürültüleri değil. Dışarıdaki kuşbeyinlilerle konuşmakta. Evet doğru duydunuz, haberleşiyor diğerleriyle... Özellikle de bitişik binadaki yaygaracı papağanla. Türleri aynı değil, o kuşbeyinli kapkara bir şey. Çirkin şey ne olacak, benim güzel mi güzel Afrikalı gri kuşbeyinli kuşbeyinlilerin en güzeli. Neyse, işte en çok bitişikteki kara kuşbeyinliyle konuşuyor Tutsak.
Aslında bizimkilerin çığlıklarla bezeli muhabbeti sırasında dışarıda kıyamet koptuğu da söylenebilir. Kargalar, daha çok da martılar dört dönerken bağırıp çağırıyorlar. Özellikle belirtmem gerekiyor; kargalar “Ağır abi” takılıyorlar sanki... Mahallenin bilgeleri gibiler, yirmi dinliyor bir ötüyorlar... Görüntü bu...
Tutsak o dönemde yoktu; 17 Ağustos depremi öncesinde ve sonrasında uzunca bir süre özellikle martılar yaygaralarını sürdürmüşlerdi. Dört dönerek bağırıp çağırmalarına sebep olmuştu aylarca süren artçı sarsıntılarr. Martıların hallerini kanıksamıştım, birçok hayvan gibi martılar da depreme tepki veriyorlar diye düşünüyordum pek çok kişi gibi. Ama buradaki depreme tepki veriyordu martılar, kargalar. Oysa Tutsak geldikten sonra inanılmaz bir durum çıktı ortaya. Tutsak huzursuzlanıyor, bir iki hafta bağırıp çağırıyor, depremin buralarda olacağını beklerken Asya’nın en ucunda taş üstünde taş kalmıyordu. İnanılmaz, akıl almaz bir durumdu. Öylesine uçuk kaçık geliyordu ki, birilerine anlatmak bile olacak gibi değildi. Sadece bir tanıdığa kuşkularımdan öylesine ürke ürke söz eder gibi yapmıştım. Bu kuşkulu durum sürerken Asya’da yine kıyamet koptu ve Tsunami’de yüzbinlerce insan öldü.
Tutsak en şiddetli tepkileri Tsunami öncesinde vermişti. Kafesten çıkmak için adeta çırpındı durdu. Çığlıkları bağırıp çağırmaları günlerce sürmüştü ve depremden iki üç gün önce çığlıkları ve kafesten çıkmaya yönelik debelenmeleri kesiliverdi. Öncekilerde de böyle olmuştu... Deprem olduktan sonra değil, depremden iki üç gün önce bu çırpınmalara son veriyor. Bugüne kadar hiç şaşmadı bu davranışı.
Yalnız, çığlıkları ve kafesten kurtulma çabaları sona erse bile ürkekliği geçmiyor. Herhangi bir ani ses, yerdeki fıstık kabuğuna bastığımda çıkan çıtırtı veya kafesini sallamam çok korkutuyor Tutsak’ı. Bu hali deprem olduktan sonraki günlerde geçebiliyor ancak.
Son Çin depreminde de değişmedi bu durum ve ancak Mayısın 16’sında, yani 3 gün sonra tedirginlikten ürkeklikten sıyrılıp rahatlamaya başladı. 17 ve 18’inde inanmakta zorlandığım kadar rahatladı. Böyle rahatladığını hiç görmediğimden, korkup yaygara kopartacak kaygısıyla bir yıldan fazladır yapmadığım şeyi yaptım, tuttum kafes altı ızgarasını temizlemeye soyundum. Izgarayı çıkartabilmek için kafesi eğmem, sallayıp titretmem epeyce korkuttu Tutsak’ı. Izgarayı çıkartıp dışkı kalıntılarını kazıyıp güzelce temizledim ama garibim tir tir titredi. Sonuçta bu temizlik işine yordum tekrar huzursuzlanmasını, fakat dışarıdaki faaliyetler düşüncemin doğru olamayacağını işaret etmeye başladı.
Özetle, rahatlaması buraya kadarmış; 19’undan itibaren tekrar belirdi ürkek ve benden uzak durmaya dönük halleri, yeniden başladı canhıraş çığlıkları. Komşu papağanla konuşuyor, karşılıklı vahşi çığlıklar atıp duruyorlar.
21 Mayıs 2008 tarihli gazetede Çin’deki deprem bölgesinde kurbağaların tekrar kaçmaya başladığıyla ilgili bir haber vardı. Aynı zamanda dışarıda martılar da ara ara çığlıklar atarak dolaşıyorlar. Yani yine depreme dair işaretler yağmaya başladı. Sadece gün doğumunun ıssızlığındaki vahşi çığlıklar eksik. Henüz büyük bir deprem işareti almamış olduğundandır... Bir sarsıntı olacak ama çok tehditkar değil sanki... Ve sanki ben bu paragrafları boşuna yazmamışım gibi yine haklı çıktı Tutsak ve diğer kuşbeyinliler. 25 Mayıs’ta yani ana depremden 13 gün sonra Çin’de 6,4’lük artçı deprem olduğu, 70.000 binanın yıkıldığı haberi geldi. İşin kötü tarafı, kuşbeyinlilerin deprem heyheyleri sürüyor. Aynı 17 Ağustos’ta olduğu gibi artçılar yüzünden epeyce sürecek galiba bu halleri... Fakat tepkileri şiddetli ve sert değil... Sadece epeyce tedirgin, bir o kadar da huzursuz... Bitişikteki kuşbeyinliyle konuşmaları sürüyor. Bugün sabahın köründeki çığlıklar yeniden başladı. Yani sallanacak yine bir yerler. (Son üç paragrafı 19-21-25 Mayıs tarihlerinde Depremle ilgili gelişmeler üzerine yazdım. Özellikle belirtmemin nedeni Tutsak’ın tepkilerini vurgulayabilmek içindir. 26 Mayıs 2008)
DYAAS’nden (Doğal Yaşam Afet Alarm Sistemi) hiç kuşkum kalmadı artık. Bu sistem sayesinde binlerce kilometre uzaktaki hayvanlar bile afetten haberdar oluyor. Okyanuslar araya girip haberleşme sistemini kesmese yeni kıtalardaki çok ölümcül afetlerden de haberdar olacaktı benim kuşbeyinli ve diğerleri. Gördüğüm kadarıyla okyanuslar yüzünden tepki vermiyorlar yeni kıtalardaki veya okyanuslardaki depremlere.
Büyük orman yangınlarında da alarmlarını çalıştırdıklarını düşünmek yanlış olmayacaktır. Afetse afet, kaçmaksa kaçmak, o zaman her büyük tehlikede verilecektir bitmek bilmeyen alarmlar. Daha doğrusu tehlikedeki hayvanların çığlıkları binlerce kilometre ötelerde bile yankı bulabilecektir.
Başta çok uçuk gibi gelen DYAAS’nin anlaşılmaz hiçbir yanı yok aslında ve küçük ölçeklilerine tanık olmuşuzdur çoğumuz. Mahallenin köpekleri havlamaya başladığında uzaklardan duyulan havlamalar, yani diğer mahallelerin köpeklerinin verdiği karşılıklar buna örnek değil midir? Bunlar bizim duyabildiklerimizdir. Çok daha hassas kulaklı hayvanların neler duyduğunu siz kestirin artık.
Doğal yaşamda sesler çok önemli, çünkü yaşamsal... Atılan her çığlığa binlerce kulak verilmesi, her duyanın, grubunu arkadaşlarını ailesini haberdar etmek için bağırmasında hiç bir tuhaflık yok. Bilinmez şey değil bu, aksine herkes bilir, sadece anlamlandırmaya çalışmadık bugüne dek. Ve bu haberleşme trafiğinin bir sınırı da olamaz, dalga dalga yayılmasından daha doğal şey olabilir mi? Hele de çok ölümcül büyük bir tehdit söz konusuysa, hele de atılan dehşet çığlıkları her zamankinden şiddetliyse, kim duymayabilir, kim kulaklarını tıkayabilir, kim sınırlayabilir?
Bitişikteki kuşbeyinliyle benimkinin muhabbetleri şöyle geçiyor olabilir:
- Ne diye bağırıp çağırıyor martılarla kargalar?
- Deprem olacakmış, hem de çok şiddetli...
- Nerede? Yakında mı olacakmış?
- Bilmiyorum... Onlar da bilmiyor...
- Nereden öğrenmişler, kimden duymuş onlar?
- Güneşin çıktığı taraftaki bütün hayvanlar deprem olacak diyormuş.
- Yapma ya, ne zaman olacakmış?.
- Eli kulağında... On güne kalmaz diyorlar.
- Ne etçez, kaçalım bari.
- Nereye kaçıyoruz? Manyağın biri tıktı beni bu parmaklıklı hücreye, çıkmanın imkanı yok. Çok uğraştım çıkamadım. Çare yok kuzu kuzu bekleyeceğiz...
- Beni de, beni de... Öyle sağlam ki parmaklıklar, ısırmak çekiştirmek nafile. Yeri oyayım dedim, işe yaramadı, orada bile parmaklık var. Nedir bu manyaklardan çektiğimiz? Ne uçmak mümkün ne de kaçmak...
- Boş ver... Zaten deprem uzaktaymış, bize bir şey olmazmış...
- Sen anlıyor musun deprem olacağını?
- Yok anlamıyorum. Başka hayvanlar söylemese haberim olmayacak.
- Benim de... Bizim memlekette filler kıpırdamaya, karıncalar dışarı fırlamaya başladımı herkes anlardı deprem olacağını. Ondan sonra kanatlara kuvvet...
- Al benden de o kadar... Yerde dalda duranın aklı yok der, kaçışmaya başlardık... Neyse benim sahip geliyor, sonra görüşürüz. Şuna biraz şirinlik yapayım, gagamı ötesine berisine dokundurdummu yeter, boşuna bekler bundan daha fazlasını... İmkanı yok iki sene daha konuşmam, nah duyar benden “Günaydın”ı “Fıstık”ı falan.
- Aynen ya... Benim manyağa en az üç sene hiç bir şey söylemeyeceğim. Bir “Moruk” desem yamulacak enayi. Hele de “Keltoş” dediğimde bayram ilan eder o günü. Hadi görüşürüz...
- Görüşürüz...
İster istemez merak ediyorum; Tutsak deprem olacağını hissediyor mu, yoksa doğadaki zincir sayesinde mi bundan haberdar oluyor? Bununla kast ettiğim; bütün hayvanlarda depremi önceden algılama yetisi olmayabilir ama doğadaki alarm zinciri sayesinde depremi algılama yeteneği olmayan diğerleri de tehditten haberdar olurlar. Edindiğim izlenim, Tutsak’ın depremi hissetmediği, başkalarından öğrendiğidir...
Tıpkı, kaplan geldiğini birbirine haber vermek için bağıran ağaç tepesindeki maymunların çıkarttığı seslerin ne anlama geldiğinin farkında olan yerdeki ceylanların da kaçması gibi. Aslında maymunlar kaplan geldiğini ceylanlara değil birbirlerine haber veriyorlar ama maymunların umurunda olmayan ceylanlar da bu alarmı çözmüşler, gerekeni yapıp kaçışıyorlar. Ortak yaşam gibi gözükse de değil, sadece aynı semtin sakinleriler ve olan bitenler kendilerini fazlasıyla ilgilendirdiğinde birbirlerinin dilinden anlıyorlar. Hepsi bu...
Aslında her şey basit:
“Kaplan geliyor kaçın”
“Yılan dala tırmanıyor uçun”
“Deprem olacak sakının”
“Ormanda büyük yangın çıkmış, bu tarafa geliyormuş, canınızı kurtarın”
Böylesine çok ölümcül alarmların bütün canlılara en kısa sürede ulaşmaması imkansız aslında. Alarmı duyanların tümünün en hayati soru olan “Nerede?”ye cevap bulması biraz zor gibi gözüküyor, hatta çoğu için belki de imkansız. Eğer kendi yetenekleriyle doğrudan algılayamıyorlarsa tehdidi, çok çoğu “Şu tarafta” diyebiliyordur büyük çoğunluğu.
Tarihini sildiğim için bilemiyorum, tahminim geçen yıl şunları not etmişim:
Hatta bu alarm mekanizması mikro organizmalardan başlıyor bile olabilir. Örneğin, köpekler doğrudan algılamaz, çok hassas olan kulakları veya burunları sayesinde başka canlılardaki, mesela karıncalardaki değişimi hisseder ve ulumaya başlarlar, bunu da benim kulağı kesik Tutsak gibi kuşbeyinliler duyup başlar huzursuzlanmaya, alarmı çalıştırmaya. Tıpkı suya atılan taşın halkaları gibi yayılır her tarafa tehlike mesajları, dolayısıyla da en ilgisiz yerlere bile. Yani diyelim ki, değişen ortam şartları (gaz çıkışları, su fışkırmaları gibi) bakterilerde normal dışı aktiviteye sebep olur, bu bakterilerle ilişkili canlılar, yani ne bileyim karıncalar veya bazı böcekler uyarıyı algılar ve verdikleri tepkilerle bir üstündeki canlıya aktarmış olurlar ölümcül tehdidi… Tıpkı besin zincirindeki gibi veya küçükten büyüğe, en alttan en yukarıya doğru oynanan bir kulaktan kulağa oyunu gibi.
Kısacası, beslenme zinciri gibi çalışan bir afet alarm sistemi. Yer altı sularından etkilenen bakteriler, bakterilerdeki değişimi algılayıp topraktan dışarı çıkan karıncalar, karıncaların bu davranışının neye yorulacağını bilen daha büyük böcekler, böceklerden tehdit mesajını alan büyükçe hayvanlar, onlardan da otoburlar etoburlar kuşlar falan ve böylece dalgalar halinde yayılan afet alarmı sonunda binlerce kilometre uzaklara kadar yayılır, benim kuşbeyinliye bile ulaşır. Bu haberleşme trafiği günlerce ileri geri çalışır ve sonunda afetin belli bir bölgede gerçekleşeceği kesinleştiği haberi her tarafa yayılır, tehlikede olmadıklarını anlayan uzak bölgelerdeki hayvanlar rahatlar, alarm vermeyi bırakırlar ama afetin dehşetini de üzerlerinden atamaz, tetikte bekleme halinden tam olarak kurtulamayıp diken üstünde beklemeyi sürdürürler. Tıpkı, her çatırtıda, ani seste, bağırıp çağıran her kuşta, uluyan havlayan her köpekte irkilmeye yerinden zıplamaya devam eden benim kuşbeyinli gibi.
Çin’deki depremden günler önce kurbağaların toplu halde suyu terk edip asfalta saçılmalarının sebebinin sudaki oksijenin aniden azalması olduğunun ortaya çıkartıldığını yazıyordu 22 Mayıs 2008 tarihli gazeteler.
Burada yanıtlanması gereken, “Sudaki oksijen neden düştü?” sorusudur.
Kimyasal etki söz konusuysa, suya karışan maddenin nereden geldiği araştırılmalı. Eğer biyolojik etki söz konusuysa, sudaki oksijeni hangi canlı yuttu veya yutacak kadar aniden neden çoğaldı. Örneğin bir tür bakteri çoğalması gibi... Besin zinciri gibi diyerek kast ettiğim afet alarm sistemine örnek olabilir sudaki oksijenin düşüp kurbağaların kaçmasıyla ilgili gelişmeler.
Yani demeye çalıştığım şudur: Yeraltından gelen bilmem ne minerali, bilmem ne bakterilerinin aşırı hızlı şekilde çoğalmasına, bu da sudaki oksijenin hızla azalmasına yol açmış, oksijensizlik yüzünden suyu terk etmeye başlayan kurbağaların toplu hareketinin ne anlama geldiğini bilen kurbağayla beslenen yılan leylek gibi hayvanlar kaçmaya başlamıştır. Ve deprem olur. Hayvanlar deprem olacağını haber vermiştir. Peki, aslında hangisi vermiştir? Kurbağalar mı, yoksa bilmem ne bakterileri mi? Kim bilir, belki de kurbağalardan çok daha önce bakterilerden öğrenilebilecektir deprem olacağı.
12.05.2008 tarihinde Çin’de deprem olduğunu öğrendikten sonra bunları not ettim: Doğal Yaşam Afet Alarm Sistemi teorim çöktü mü, yoksa hayvanlar alarm vermeyi gerektirecek bir tehdit görmediklerinden mi fazla yaygara yapmadı Tutsak? Kaç gündür fazlasıyla huzursuzdu ama kafesten çıkmak için yırtınmadı, aşağıyı eşelemedi, yem kapaklarını açıp kapamadı. Dün Mora Yarımadasında 5,5’luk deprem oldu fakat huzursuzluğu sürüyordu Tutsak’ın ve bu sabah da Çin’de 7,8’lik 8 küsur bin kişinin öldüğü deprem meydana geldi. İşin ilginç yanı, huzursuzluğu ürkekliği devam ediyor… Yani geçmedi, çıtırtılarda seslerde kafesin sallanmasında tam anlamıyla yerinden zıplıyor. Sanki başka deprem olacak gibi.
Aslında teorim çökmedi, aksine son 2-3 haftadır sabahın sessizliğinde attığı çok rahatsız edici canhıraş çığlıklarla doğruladı teorimi. Çığlıklarından rahatsız olup “Komşular isyan ediyorlar mıdır?” diye düşünüp duruyordum günlerdir. Yine aynı şey oldu ve birkaç gün önce kesildi canhıraş çığlıkları, fakat huzursuzlukları tedirginlikleri devam ediyor. Dışarıdaki martılarla kargaların da…
Son depremde kafesten çıkmak için paralamadı kendini bir tek. Bunun dışında, çığlıkları yaygaraları tam anlamıyla uyuyordu DYAAS teorisne. Belki de artık anladı bu çırpınışlarının işe yaramadığını ve bıraktı kefesin altını oymayı falan.
Görünüş tam anlamıyla şöyle: Günlerce verilen afet alarmlarını dinleyip kendisi de alarmı çalıştırdı son birkaç güne kadar ve depremin çok çok dehşet verici olmadığı kesinleşince de alarmı çalıştırmayı durdurdu, fakat deprem beklentisinin tedirginliğini huzursuzluğunu yaşamayı sürdürüyor. Bu huzursuzluğu tam olarak geçmiş değil. Yeni depremler olacak gibi.
Özetle şunu diyorum: Yalnızca Tutsak ve semt sakinleri değil, İskandinavya’sından Sibirya’sına, Ümit Burnundan Endonozya’sına bütün eski kıtalardaki ve hatta belki de kısmi bağlantılı Avustralya’sına kadar her yerdeki hayvanlar “Deprem olacak” diye bağırıp çağırmaktaydılar ve hep bağırıp çağıracaklar. Evet, tamı tamına söylediğim budur.
Tutsak’ın ruh halinin bilinmesi konuyla fazlasıyla ilişkili olduğundan, elimden geldiğince hallerini anlatmam gerekiyor. Eve getirdikten sonra kuşbeyinliye resmen kedi köpek muamelesi yaptım. Elimden gelse kedi misali göbeğimin üstüne yerleştirip usul usul okşayacağım. Bunu umuyorum ya, evcillikten ne derece uzak olduğunu anlatmalıyım hemen.
Eve getirdikten bir süre sonra ilk kez balkona çıkarttığımda resmen kayışı sıyırdı. Çığlıklar debelenmeler, kafesin sağına soluna hamle yapmalar... Kendini parmaklığa güm diye kaç kez attığını saymadım bile. Resmen geriliyor ve parmaklıklara bindiriyordu. Tıpkı kapı omuzlayan insanlar gibi...
Başıyla pencereyi işaret etti durdu aylarca ama ben salağı anlamadım bir türlü kendisini serbest bırakmamı istediğini. Kuş beyinli olduğumdandır... Hem neden anlayayım ki, getirdiğim andan itibaren hep yanı başımda tutup “Hadi yarenlik edelim” dedim durdum kuşbeyinliye. O da beni anlamadı ve en kulak tırmalayıcı “Gak”larını “Ciyak”larını sıraladı birbiri ardına.
Yakınlaşma, yarenlik etme taktiklerimin sonucu ne mi oldu? Az kalsın sıyırıyordu kayışı... Özellikle uyurken bir pençesini istem dışı sıkıp bırakmaya başladı. Bütün salaklığıma rağmen kayışı sıyırmaya başladığını anlamayı başardım ve hemen sesten ışıktan uzağa taşıdım kuşbeyinlinin kafesini. Yani son verdim “Breyk breyk, arkadaş arıyorum, arkadaş arıyorum...” durumsallarına ve de bu tarihi kararımla, yarenlik etme durumsallarının yarattığı sorunsallara engel olabildim.
Zaten hastaydı geldiğinde, zaten yaban hayattaydı aklı ve ben salağı yanı başımda tutmaya zorlayarak depresyonların en esaslısına soktum garibi. Sonuç: En küçük değişikliğe, her türlü sese tepkili bir sirenim var artık. Kafesine kemirme taşı falan bile asamıyorum. Diyelim ki asmayı başardım, tutuyor bağlantı telini kemirmeye başlıyor, kısa sürede kopartıp yere düşürüyor. Artık pes ettim, asmıyorum taş maş... Karşısına bir sandalye, bir sehpa veya bir kutu falan koysam başlıyor ciyaklamaya. Yani her değişiklik tehdit benim Tutsak’ın gözünde.
Eee, her şeyi tehdit kabul eden, Çin’deki çığlıkları duymayacak da ne yapacaktı?
En komiği de, gagalarımızı birbirine sürtme veya birbirimizden kaçınma oyunu falan oynarken, yani keyifli keyifli gülüp eğlenirken gaz çıkartacak olsam tam siper yapması. Öyle bir alarma geçiyor ki, olsa, hemen kapacak tüfeği, kafasına geçirecek miğferi, sarılacak gaz maskesine ve elinden gelse “Cani var cani, uymuyor Cenevre Sözleşmesine, kullanıyor gaz bombası...” diyerek koşturacak Birleşmiş Milletlere.
Bir de uzunca zaman “Salak yine tünekten düştü” diye dalga geçmiştim kuşbeyinliyle. Çok sonra düştü jetonum. İskambil destesiydi onu tünekten düşüren. Televizyon seyrederken, bilgisayar başındayken iskambil destesini karıştırmak gibi bir alışkanlığım var. İki parçaya ayırıp birbirine geçirdikten sonra kanırtıp ittiğimde birbirine geçerken kartların çıkarttığı ses, tıpkı güvercin gibi biraz irice kuşların korkup kaçarkenki kanat seslerine benziyor. Pencere önüne konmuş güvercinler beni görüp kaçınca Tutsak da kaçmaya kalkışır hallere büründüğünde düştü jetonum. Aslında çok basitti yaptığı; kanat seslerini duyar duymaz orman ahalisi ne yaparsa onu yapıyor. Özetle, bir kuş kaçtığında hepsi kaçar ilkesiydi benim kuşbeyinliyi tünekten düşüren. İskambil destesinin sesinin kanat sesi olmadığını bilmemekti bütün suçu.
Aslında tünekten düşmüyor, konduğu yerden aşağı bırakıyor kendini, fakat bir karış aşağısının dolu olduğunu unutmak yüzünden yere çakılıyor ve ben kuş beyinlisinin “Yine tünekten düştü salak şey” diye dalga geçmelerine katlanmak zorunda kalıyordu.
Yukarıyı sağı solu denese yavaş kalacak, enselenecektir kuşbeyinliler, bu yüzden “At kendini aşağı, hızlı kaçarsın...” taktiğini öğrenmişler hayat bilgisinden. Hem hızlı kaçışın yoluydu aşağı doğru hamle yapmak, hem de tehdidin yırtıcı kuşlardan, yani yukardan gelme ihtimali daha yüksekti.
İskambil destesinin “Taaıırrrttt...”lamasını duyan benim pimpirikli hemen “Ne duruyorsun be, at kendini aşağı...” plağını çeviriyordu. Du diyorum, çünkü artık bu eziyete son verdim, mümkün olduğunca sessiz karıştırıyorum desteyi. Zaten kuşbeyinli de alıştı, sahte kanat sesine pek aldırmıyor artık.
Beni nasıl cezalandırdığını anlatmadan olmaz:
Geceleri kuytu olan, gündüzleri ise büyük pencereyi tam karşıdan gören son yerini çok sevdi, fazlasıyla rahat etti. Uyku uyumanın ne demek olduğunu hatırladı, keyfini çıkartıyor kafayı vurup yatmanın, bir güzel zıbarmanın... Eskiden yanına giderdim bir şekilde uyanırsa ve gagamı yani burnumu uzatırdım kafes aralığından içeri. Kuşbeyinli de gelir dokunur, mır mır gur gur türü keyif sesleri çıkartır, dilini şaklatırdı. Birkaç ay önce bir güzel ısırdı burnumu. Öyle yalancıktan falan değil, resmen kan çıkartacaktı neredeyse. Şapşallaştım öfkelendim, ne yapacağımı bilemedim... Isırır ısırmaz geri kaçtı, suratında apaçık bir sırıtma ifadesiyle beni izlemeye başladı. O kadar belirgin ki sırıtması, gecenin o loşluğunda bile kolayca anlaşılıyor. Sanki beni ısırmanın hazzıyla suratı parladı suratsızın. Buna rağmen bende jeton düşmedi. Bir iki gece sonra benzer şartlarda bir ısırık daha, neredeyse bağıracaktım, anca o zaman aklım başıma geldi. “Gece ne olursa olsun, uyansam bile yanıma gelme, beni rahatsız etme, ısırır canını yakarım” diyor bana kuşbeyinli ya. Beni terbiye etmeye çalışıyor ya, gel de tüylerini tek tek yolma... Bütün salaklığıma rağmen anlamayı başardım sonunda, tövbe ettim, geceleri kesinlikle gitmiyorum artık yanına. Hatta bu davranışı fazla abartarak birkaç hafta önce bizi sallayan depremde çok korkup kafeste dört dönmeye başladığında bile gitmedim yanına, uzaktan uzağa yatıştırmaya çalıştım kuşbeyinliyi.
Bir de korkuttuğum için cezalandırdı beni. Olay şöyle gelişti; gündüz vaktiyti, aniden salondan içeri girdiğim için kuşbeyinli korkup “Ciyak”lamayla attı kendini bir taraflara. Yanına gittim, “Yok bi şey, neden korktun...” demelerle yatıştıracağım hesapta. Burnumu uzattım kafesten içeri, “Haşırt” diye geçirdi gagayı ve hemen kaçtı geri geri. Suçunu da biliyor namussuz... Ve resmen sırıtıyor ya... Atmıyorum, abartmıyorum, benzetme falan yaptığım yok... Kıs kıs sırıtıyor ya, sallamıyorum valla... “Beni neden korkuttun, bir daha yapma...” cezasını kestikten sonra geri kaçıp hin hin sırıttı namussuz...
Şekilde görüldüğü gibi çok sevişiyoruz kuşbeyinliyle ben kuş beyinlisi... Anlat anlat bitmez bu kuşbeyinlilerin hikayesi.
Bu beyinsizliklerimi niye mi anlatıyorum? Garibi streslerden stres beğenir halde tutmamın sonucudur aslında deprem uyarılarına böyle aşırı tepki vermesi. Eğer çabuk evcilleşip uysallaşsaydı, yanında top patlasa aldırmaz hale gelseydi, büyük ihtimalle dışarıdaki sesleri umursamayacak, çığlıklarıyla beni ve komşuları çileden çıkartmayacaktı. Oysa şimdi oturduk hava saldırısı sireni dinler gibi dinliyoruz kuşbeyinliyi.
Tsunami’de yüzbinlerce insan ölürken neden hiç hayvan telef olmadığının sırrını verdi mi Tutsak?
Sizce?
Eyüp Şeker
13/26 Mayıs 2008
NOT: 26 Mayıs’ta “Yine sallanacak bir yerler” notunu düştüğümden beri benden uzak durmaya devam eden, doğru dürüst dokunmayan Tutsak, bu sabah inanılmaz yakınlık gösterip gagasını defalarca değdirdi, hatta bugüne dek birkaç kez tanık olduğum kadar yakınlaşıp yanaklarını ve gerdanını sürttü burnuma. “Ne oldu bu kuşbeyinliye, saksı mı düştü kafasına! Ne bu samimiyet, bu ne laubalilik! Haddini bilmez beyinsiz şey işte, ne olceek...” gibi eşsiz düşüncelerle, yaptığı şirinliklerin tadını çıkarttım. Aslında aklıma bile gelmedi depremler ve DYAAS. Ta ki bilgisayarı açıp gazetelere göz atıncaya kadar... Sabah 6:30’da Lapseki Çanakkale’de 4.3’lük deprem olduğunu öğrenince “Yine yanılmadı Tutsak” dedim ister istemez. Davranışlarındaki böylesine belirgin değişimleri depremlerle ilişkilendirmekle hata mı ediyorum? Sizce? (01 Haziran 2008)