ÖLÜR MÜSÜN ÖLMEZ MİSİN SORUNSALI

ZEHİRLENME DURUMSALI SORUNSALININ BİLİMSEL AÇIKLAMASI


Şaka kaldırır bir yanı olmayan böylesine vahim konuyu şakaya vurmamın nedeni, yurdum insanı olarak bizlerin baca konusundaki budalalığının akıl almaz oluşudur. Açıklanamaz böylesi bir akılsızlıkla dalga geçmekten başka çaremiz var mı?

Hiçbir gerekçe ortak baca sistemini açıklayamaz. Oturduk yıllardır hep birlikte intihar ediyoruz ve akıl almaz budalalığımızı görmek yerine, lodosa deliğe çatlağa patlağa isyan edip duruyoruz.

Fizik kurallarını hiçe saydığımıza mı yanalım, kışın özellikle Bursa Ankara Erzurum gibi şehirlerle ilgili arada bir haber bültenlerinden duyurulan enversiyon tehlikesinin bize ne ifade etmesi gerektiğini bilmediğimize mi, bilsek de umursamadığımıza mı yanalım. Koskoca gökyüzü kirli havanın yükselmesine engel oluyor da, bir solukluk bacaya kırk soba bağlanırsa o dumanların hali nice olur sorusunu sormak kimsenin aklına gelmiyor nedense. Hadi enversiyonu atladık diyelim, bir borunun kırk boruyu kaldıramayacağını da mı anlayamıyoruz?

Duruma bakılırsa, kimi belediyecilerin yeri değiştirilebilir zannettikleri fay hattı gibi sanal bir şey sanıyoruz enversiyonu da. Tamamen formaliteden ibaret resmi bildiri/duyuru falan deyip geçiyor gibiyiz. Tabii bu durumda bütün belalar ölümler ve acılar da takdiri ilahi oluyor.

Koskoca belediye yetkilileri aldıkları kararla fay hattının yerini değiştirebileceğini zanneder de, normal yurdum insanı bir bacaya kırk soba bağlayamaz mı yani? Deliği gördük mü bağlayıveriyoruz sobayı kombiyi şofbeni. Tamamen duygusal tabii… Tamamen betonsal bi durum… Tamamen duygusal kaynaklı betonsal deliliğimizden yani...

Prof.Dr. Mikdat KADIOĞLU Hürriyet gazetesindeki 19 Ocak 2009 tarihli yazısında anlatıyor sıcak havanın daha serin havayı aşağı basması olayını ve yarattığı tehlikenin ne kadar büyük olduğunu:

“Soğuk kış günlerinde arada bir kar ya da yağmur yağar. Yağışlar gidince yerini alan yüksek basınç merkezleri ise geceleri ayaz, sabahları sis, gündüzleri ise kuru ve puslu bir havaya neden olur. Bu tür günlerde yukarı seviyedeki hava, yerin hemen üzerindeki havadan daha sıcak olur. Yani, yerden itibaren düşen hava sıcaklıkları belirli bir yerden itibaren yükselmeye başlar. İşte enversiyon (Enver Ziya değil!) denilen bu tabaka, bir tencere kabağı gibi kirleticilerin daha yukarı seviyelere yükselerek dağılmasını engeller. Sonuçta sabah ya da akşam ufka doğru gökyüzüne bakınca siyah bir bölge görürsünüz.

Sanayi, endüstri ve binaların ısınmasında kullanılan kömür, fuel oil, doğal gaz gibi fosil yakıtlarla havaya her gün büyük miktarlarda kirletici atılır ve bu miktarlar kışın günden güne pek değişmez. Fakat alçak basınç merkezleriyle beraber yağışlı ve rüzgárlı havalarda kirleticiler hava ile karışıp daha fazla dağıldığı için havadaki yoğunlukları azalır. Yüksek basınç merkezleri ise kirleticilerin havada dağılıp karışmasını engelleyerek yoğun hava kirliliğiyle beraber solunum yolu hastalıklarının alevlenmesine neden olur. İşte hava kirliliğinin bir varmış, bir yokmuş şeklinde görülmesinin nedeni bu meteorolojik şartlardır.

LONDRA'DA 12 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ

Bu durumda, canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen havadaki yabancı maddelerin, normalin üzerindeki miktar ve yoğunluğa ulaşarak hava kirliliği oluşur. Kirli havayla vücuda girebilen yabancı bir madde antijen olarak adlandırılır ve bağışıklık reaksiyonuna yol açar. Böylece kirli hava, solunum yolu hastalıklarının artmasına sebep olur. Örneğin, kurşunun kan hücrelerinin gelişmesini ve olgunlaşmasını engellediği, kanda ve idrarda birikerek sağlığı olumsuz yönde etkilediği, karbonmonoksit'in ise, kandaki hemoglobin ile birleşerek oksijen taşınmasını aksattığı bilinmekte. Bununla birlikte kükürtdioksit'in, üst solunum yollarında keskin, boğucu ve tahriş edici etkileri var. Özellikle duman, akciğerden alveollere kadar girerek olumsuz etki yapmakta.

Soğuk bir kış günü olan 5 Aralık 1952'de Londra'da hakim olan yüksek basınç merkezinden dolayı yakılan kömürün tüm dumanı ve kükürt partikülleri sis ile birleşerek ölümcül bir hal almıştı. Sonuç olarak klasik hava kirliliği olarak kabul edilen Büyük Londra Smog'unda bir kaç günde 12 bin kişi hayatını kaybetmişti. Los Angeles'ta ise smog, fotokimyasallar, ozon, kuru ve güneşli havalarda kendini modern hava kirliliği olarak göstermiştir. Bu tür smog, trafik kazalarından da daha fazla insan öldürüyor!”

Bu bilimsel açıklamasıydı.

Yurdum insanına göre zehirlenme durumsalı sorunsalının açıklaması: “Yok bi şey, lodos bastı…”

Olmadı: “Boru çatlaktı.”

Yemezse: “Külahı yoktu.”

Kimin diye sual eden olursa: “Bacanın…”

Denirse, “Yok ya… Aynaya bir bak hele…” falan demeyin, ilişmeyin desin.

Yurdum insanıdır, ne yapsa yeridir.


23 Ocak 2009/24 Ocak 2009

Eyüp Şeker



-

BACALARLA RUS RULETİ OYNAMAK

SUÇLU DELİK BORU DEĞİL KEVGİRE ÇEVRİLMİŞ İDARİ YAPIDIR

Doğalgaz kaynaklı ölümlerin sorumlusu gaz dağıtım kuruluşlarıdır. Gaz bağlanmasının imkansız olduğu binalara gaz vermekte, sanki şartnamelere ve kurallara uygunmuş gibi işlem yapmaktadırlar. Yaptıkları düpedüz cinayettir.

Doğalgaz bağlanan binaların büyük çoğunluğunun şartnameye uygun olması bir yana, epeycesine ölüm tuzağı kurulmuş durumdadır.

Konunun uzmanlarının dikkat çektiği bu çok vahim yanlış daha en başında, doğalgaza geçilirken yapılıyor fakat ısrarla görmezden geliniyor.

Banyodan çıkartılan şofbenin gideceği tek adres var; mutfak. İşte ısrarla görmezden gelinen çok ölümcül tehlike burada başlıyor. Kısacası buraya kadar sözde uyuluyor kurallara ve banyoda şofben olmaz denip çıkartılıyor ama bu aşamadan itibaren başlıyor kural yasak takmazlıklar, tehlikeyi umursamamalar, eksikleri kusurları görmezden gelmeler. Kurallar yasaklar uyarılar lafta ve kaağıtlarda kalıyor.

Baca deliği var mı, var... Bağlayın gitsin doğalgazı. Takılsın ve de yakılsın kombiler, şofbenler, doğalgaz sobaları. İşlem tamamdır, kurallar uygulanmıştır...

Acaba...

Bacası var sanılan mutfakların bacası yoktur aslında. Çünkü mutfakların baca sistemi yemek kokularını çekeceği için fazla önemsenmez, projede müstakil çizilse bile inşaat aşamasında genellikle yapılmaz, binadaki bütün daireler tek bir bacaya bağlanır. Bilinmez şey değildir, bazı binalarda arada bir alt katlardan yemek kokuları geldiği. Şikayet konusu yapılsa da ölümcül olmadığından katlanılır böyle durumlara. Oysa şofben özellikle de bütün gün yanan kombi bağlanırsa sadece o daire değil, ortak bacayla ilişkili diğer dairelerde de ölüme davetiye çıkartılmış oluyor. Hele de sıkça rastlandığı gibi aynı yetersiz ortak bacaya birden fazla kombi bağlanmışsa, ölümden kurtulmak büyük şansa kalıyor demektir.

Kısacık gazete haberlerinden bu açıkça anlaşılıyor; yedi gencin öldüğü Ankara’daki bina böyle bir yapı. Tek bir bacaya bağlanmış bir sürü kombi, yılbaşı gecesi her zamankinden yüksek ısıda ve daha uzun süre yanınca o bacayla ilişkili dairelerin hepsine girdi ölüm. Oysa normal günlerde ya gece yatılırken söndürülecek, ya da iyice düşük ısıda yakılacaktı kombiler. En azından dairelerin bir kısmı birleşik/ortak baca sistemiyle ölüm pompalamayacaktı bütün binaya.

Beş altı katlı çift daireli bir apartmanda girişten itibaren her kata bir baca yapmak demek, çatıya ulaşıldığında 10-12 bacalık küme demektir ki, bu da üst katlara çıkıldıkça mutfakların küçüleceği, en üst kattakinin ise büyük bölümünü yutulacağı anlamına gelir. Baca tuğlaları yanılmıyorsam 20x20 cm.dir. 5 katta 10 daire olsa 2 metreye 2 metre, 12 daire varsa kabaca 2,5.a 2,5.luk alan demektir. Neredeyse çoğu banyo veya mutfağın yüzölçümü kadar... Kim ayırmıştır veya ayırır bu alanı baca sistemine. Tabii ki ayrılmıyor ve mutfak/banyo bacaları 20x20’lik tekli, bilemedin 20x40’lık ikili çıkışla hallediliyor. Az buz şey mi 2 metre kare yer? Şofbenin veya termosifonun sınırlı süre ve birbirleriyle pek çakışmadan yanmaları yüzünden bir kurtarır tarafları var ama işin içine saatlerce veya tüm gün yanan kombi girince ölüm kaçınılmazlaşıyor. Üstelik bütün binada hepsi aynı anda... Yanan tek kombi bile tüm daireleri karbonmonoksite boğabilirken, pek çok dairede birden kombi yanmasının tehlikesini düşünmek bile istemiyor insan.

Bu aşamada ne yapılabilir? Zaten küçücük olan mutfakların kırılıp dökülerek baca eklenmesi hem zahmetli hem de çoğunlukla imkansız gibidir. Konunun uzmanları daha iyi bilir: Görünüşte iki çözüm var; ya kendi özel bacasıyla dışarıdan hava alıp yanan gazı dışarı atan hermetik denilenler kullanılmalı, ya da cephe görmeyen bir yere takılması zorunluysa, çatıya kadar müstakil yeni bir baca yapılmalıdır. Hiçbiri mümkün değilse kesinlikle kombi kullanılmamalıdır. Tabii intihar etmek amaçlanmıyorsa...

İşte bazı uzmanların dikkat çekmeye çalıştıkları ve büyük ihtimalle yine görmezden gelinecek asıl büyük tehlike kaynağı burada yatıyor. Resmi açıklamalara bakılırsa baca temizlenirse, delik bağlantı borusu kullanılmazsa sorun kalmayacak. Bu tam anlamıyla insanları kandırmaya çalışmaktır.

Aslında baca müstakil olsa sorunsuzca çekecek, hatta yırtık çatlak delik bağlantılı olsa bile sorun çıkartmayacaktır. Yanmamak için direnen bahçe mangalının üzerine yerleştirilen uyduruk borunun bütün dumanı toplayıp tepesinden atması buna en iyi örnektir. Üstü açık mangala göre küçücük kalan boru bütün dumanı toplayıp çekerken metrelerce yukarı çıkan bir bacanın çekmemesi olacak şey mi? Çatlak baca borusu da neymiş, ön tarafı tamamen açık şömineler neden evi dumana boğmazlar?

Veya şöyle soralım; şöminelerin müstakil bacalı yapılmaları neden şarttır, birleşik bacalı yapmak neden imkansızdır? Sobanın, şofbenin, kombinin, şömineden farkı mı vardır ki bu ölüm tuzaklarıyla donatıldı bütün binalar?

Nasıl bir ölüm tuzağında yaşadığını öğrenmek isteyen, bol duman çıkartması için katladığı bir gazete kaağıdını gider evindeki baca bağlantısının altında yakar; müstakil bir bacaysa dumanın zerresi dışarı kaçamaz, hepsi emilir. Değilse ve dumanı yine de çekiyorsa üst katlarda yanmakta olan şofben/kombi falan yok demektir. Hemen üst kattaki komşudan aynı bacaya bağlı şofbenini/kombisini yakması rica edilir, ardından aşağı inilip tekrar gazete yakılır. O an ortaya çıkar nasıl bir silahın namlusunun kafaya dayalı olduğu. Kaağıt gibi bol duman ve koku çıkartarak yanmayan şofbenlerin/kombilerin evlerde sinsice ne biriktirdiğini anlamak için üstün zekalı olmak gerekmez sanırım!

Dumanın bacaya girmemekte direnmesinin nedeni çok basittir ve doğru baca yapımı yüzyıllardır çok iyi bilinmekte, uygulanmaktadır. Ve beton delisi oluncaya kadar bizler de iyi bilirdik bacanın nasıl yapılması gerektiğini.

Bunu birazcık konuyla ilgilenmiş herkes bilir. Bacanın çekmemesinin sebebi, yukarı çıkan dumanın yolunun, üstteki bağlantıların dumanıyla kesilmesidir. İki nedenle durur ve aşağı itilir duman; o kata çıkıncaya kadar hafifçe soğuduğundan karşılaştığı daha sıcak duman yüzünden aşağı basılmıştır. İkinci neden; zaten tek bağlantılık ve küçük olan baca hacminin her kattan bağlanmış bütün şofben/kombilerden gelen dumanı taşımakta yetersiz kalmasıdır. Ortak baca, bir, bilemedin iki bağlantıyı kaldırsa bile beş on bağlantının dumanını taşıması imkansızdır. Üst kattakilerin dumanı çıksa bile alttakiler çıkamaz ve geri teper.

Konuya tersinden yaklaşalım: Baca çapı nedir, tahminen 15 cm. Peki bağlanan ısıtıcıların baca çıkışlarındaki boru çapları; 12-15 cm. Burada hemen havuz problemimizi soralım; 15 cm.lik bacaya kaç tane 15 cm.lik ısıtıcı bağlanabilir? Bir dediğiniz duyulmasa da olur, çünkü biz beton delileri 15 cm.lik bacaya beş on tane 15 cm çıkışlı ısıtıcı bağlıyor, bunun normal olduğunu zannediyoruz. Eğer gerekmeseydi, şofbenlerin kombilerin tepesindeki baca çıkışı çok daha küçük yapılır, biz beton delileri de küçük bir bacaya sürüyle soba şofben kombi bağlayabilirdik.

7 gencin öldüğü Ankara’daki olayda tam olarak bu yaşanmış. Bazı uzmanlar buna dikkat çekmeye çalışıyor... Olayın diğer boyutu ise Yılbaşı gecesi erken yatılmayıp her zamankinden fazla uyanık kalınması nedeniyle normal günlerde belirli saatte söndürülen kombilerin çok daha uzun süre yakılması veya hiç söndürülmemesidir. Bu da demektir ki, her zamankinden daha çok zehirli gaz birikmiştir evlerde.

Aslında çok eskiler dışındaki eski binaların banyo bacalarında da durum aynıdır. Hemen hepsinde tek bir baca en alttan en tepeye kadar çıkar, her katın borusu buna bağlanır. Şofben veya termosifonların farklı zamanlarda sınırlı sürede yanmaları yüzünden telafi edilebilir tarafları vardı ama işin içine kombi girince ölümler birbirinin peşi sıra yağmaya başladı. Uzmanların uyarıları dikkate alınmaz ve bu duruma müdahale edilmezse vahim olayların katlanarak gelmesi kaçınılmazdır.

Apartman ve beton delisi olmaya başlamamız öncesindeki evlerde ortak/birleşik baca sistemi diye bir şey söz konusu bile değildi, her bir odanın banyonun müstakil bacası vardı. Epeycesi müstakil bir iki katlı, kalanı bitişik nizam en fazla üç dört katlı binalardı oturulmakta olanlar. Beton delisi olmaya başladığımız yıllarda iki nedenle keşfedildi deha eseri ortak baca sistemi. Öncelikle arsalar çok küçüktü. İkinci olarak eskiye göre daha fazla kat yapılmaya başlanmıştı. Hadi odalara baca yapılmadı diyelim, en azından salonda bir soba çıkışı kaçınılmaz, bir baca da mutfağa, bir de banyoya, etti mi üç; 20x20’den daire başına 1,2 metrekare. Bina 5 katlıysa sıvası mıvası derken her kata 7,5 metrekare, çift daire üzerine kurulmuşsa 15 metrekare kayıp(!) demektir. Binaların çoğu yaklaşık 100 metrekare arsaya inşa edilirken kim bırakır bunca yeri bacalara? Kolay değildir beton delisi olmak!

İşte deha ürünü ortak baca sistemi böyle geçirilmiştir hayata.

O daahi veya daahileri bulup “Birleşik/ortak baca sistemi mucitleri gelin bakayım buraya. İnsanların neredeyse binlerce yıldır bildiği çok açık bir gerçeği ve fizik kurallarını alt üst ettiniz, çekmez denilen böyle bir bacanın çekebileceğini zannettirdiniz insanlara. Sobanın gizleyiciliğini bir kenara bırakın, oturun ve 5 katlı bir apartmanın her katına dehanızın eseri ortak bacalı şömineler yapın. Sonra da çıkın milletin karşısına, bacanın neden çekmediğini, çekmeyeceğini izah edin. Bu memleketin başına öyle bir bela sardınız ki içinden çıkmak mümkün değil. Yıksan yıkılmaz, eklesen eklenmez...” denmesi ve hemen “Yer misin yemez misin?” faslına geçilmesi gerekiyor aslında.

Şofben veya termosifonları idare edebilen ortak baca sistemini salondaki sobalara uygulamak imkansız olduğundan her katın kendine ait bacası olmak zorundadır. Eğer yapılmazsa sobalar yanmaz, duman geri teper. O kadar etkilidir ki bu durum, sobasını güzelce yakan alt kattaki, üst katta oturanın da kendi sobasını yakmasıyla dumana boğulmaya başlar. Oysa soba o an’a kadar güzel güzel çekmekte, gürül gürül yanmaktadır ama birden evi duman basmaya başlar. Yok lodostu, yok baca çıkışına kuşlar yuva yapmıştı, yok rüzgar tepeliği takılmalı, yok ilk fırsatta baca temizlenmeli telaşları başlar. Aslında hiçbiri kesin çare olamaz. Zira bacanın engeli hemen üst katlardadır ve nafile sayılır o tür çözümlerle uğraşmak. Tehlike kaynağı olmadıklarını söylemiyorum, aksine titizlenilmesi gereken detaylardır her biri, fakat bunlar öne sürülerek asıl tehlikenin görülmesi engelleniyor demek istiyorum.

Çok sık sobadan zehirlenme haberleri duyuyoruz. O sobaların tamamının ortak baca sistemine bağlandığından adım gibi eminim. Esen şiddetli rüzgar, baca tepeliği olmayışı büyük bir aldatmacadır. Kendimizi ve insanları kandırmaya ve bu ölümcül baca sistemlerini kullanmaya son verilmezse, lodos(!) ve rüzgar tepeliksizliği(!) daha çok can alacaktır. Üstelik ölümler katlanarak gelmeye devam edecektir.

Hep lodostu, bacanın rüzgar tepeliği yoktu, kuş yuva yaptığı için geri tepti, ondan zehirlendi ev sakinleri denir. Israrla görmek istemediğimiz gerçek bambaşka. Çok yaygın vaziyetteki ortak baca sistemi hatalıdır, yani ölümcüldür. Çünkü her kata bir baca çıkışı demek nerdeyse bir oda kadar yeri bacalara feda etmek demektir. Hangi müteahhit üst katlarda yarım odalık yeri bacalara harcar. Merak eden gider sıradan herhangi bir binaya göz atar. Sobalı veya sobasız fark etmez; önce giriş dairesindeki baca deliği olan odaya, mutfağa, banyoya bakar, orta katlarla vakit kaybetmeyip en üst kata çıkarak denk gelen odaya ve banyoyla mutfağa göz atar. Eğer oda/mutfak/banyo, giriştekiyle aynı yüzölçüme sahipse, yani küçülmemişse, her kata bir baca yapılmamış demektir. Bu da o binada soba ne doğru dürüst yanacak, ne keyifle yaşanabilecek, ne de huzurla uyunabilecek demektir. Sinsi kombi/şofben ise pusuya yatmış beklemektedir. Kısacası ölüm o binada gizlenmiş kurbanlarının yolunu gözlemektedir.

Her şeye rağmen salondaki odun kömür sobasının iyi tarafı, çekmediğinde içeri duman basması yüzünden insanları çare aramaya itmesidir. Katlanılmaz bir durumdur, hemen pencereler kapılar açılır, devam ederse soba tamamen söndürülür. Oysa kombinin dumanı renksizdir, kokusu yoktur, sinsice dolar evin içine, farkına varıldığında çok geç kalınmış olur çoğunlukla. Benzer durum yanmakta olan kömür sobalarında da var; bacanın çekmezliği tutarsa, gece boyunca dumansız ve sinsice ölüm kusarak yanmayı sürdürür. Ölümler böylesi durumlardan kaynaklanıyor çoğunlukla.

Kömür sobası, kombi, şofben fark etmez, ölümcül vakaların yaşandığı binalar incelendiğinde, hepsinde ortak baca sistemi olduğunun ortaya çıkması kimseyi şaşırtmamalıdır. Kendimizi kandırmaktan vazgeçmezsek ölümler katlanarak sürecektir. Çünkü asıl sorun, bacanın tıkalı, bağlantının delik olmasından veya lodostan değil, asla yapılmaması gereken bu hatalı birleşik/ortak baca sistemlerinden kaynaklanmaktadır. Hatalı baca sistemi dışındaki detaylara dikkat edilmesin demiyorum ama “Lodostu... Delik boruydu...” uyarıları öne çıkartılarak asıl tehlikenin görülmesi ve tedbir alınması engellenmektedir. Tehlike çok büyüktür ve ısrarla görülmemesi konuyu daha vahim hale getirmektedir.

Kimse kimseyi boşuna uyutmasın, durum çok vahimdir. Hele de daha yüksek binalarda daha da vahimdir. Tek çözüm, özellikle kombili binaların taranması, gerekirse doğalgazlarının kesilmesidir. Kış ortasında insanlar mağdur edilemez ama göz göre göre ölümlere de müsaade edilemeyeceği de açıktır. Öte yandan gaz detektörlerinin uyuyan ev ahalisini uyarmakta yetersiz kalacağı unutulmamalıdır. Bu yüzden ortak bacalı binalarda gece yatarken kombilerin söndürülmesi ve evin daha sık havalandırılması gerektiğinin insanların kafasına kakılması şarttır.

Ölümle kucak kucağa yaşandığının insanlara anlatılmaması ölüm sağanaklarını getirecektir.

Doğalgaz kullanımıyla iyice ortaya çıkan baca sorunsalının izahı çok basittir: Şarjörlü tabancayla Rus Ruleti oynamak.


Eyüp Şeker

5 Ocak 2009 / 8-9 Ocak 2009



-

GAZLANARAK ÖLMEK

ŞOFBEN ÖLÜMLERİNİN SORUMLUSU SALONDAKİ SOBADIR


Salonda gürül gürül yanan sobalı günlere dayanır yadırganmaz hale gelen şofbenden ölümler. Evin kıyısı bucağı, özellikle de sıcacık olması gereken banyo ısınmazdı sobalı evlerde. Bu yüzden ocaklı banyo kazanları konurdu banyolara. Hem suyu ısıtır hem de banyoyu sıcacık yapardı.

Uzun yuvarlak kazanları bakırdan, alttaki küçük ocak kısımları ise döküm demirdendi. Tahta parçaları yakılırdı çoğunlukla bunlarda. Bir de bakkallarda satılan, fueloille hatta çoğunlukla yanık motor yağıyla karıştırılmış talaştan ibaret “Yak”lar vardı. Banyo ocaklarına girecek büyüklükteki naylon torbalarda satılırdı. Bir tanesi kazanın ocağına yerleştirilir, kibritin çakılmasıyla kolayca alev alır, oduna kömüre gerek kalmaksızın suyu ısıtırdı.

Henüz şofbenler girmemişti yaşamımıza. Bunun nedeni şofbenlerin veya tüpgazın yokluğu değildi kesinlikle. Bunlar vardı ama su yoktu, olduğunda ise ya basıncı yetersizdi, ya da ne zaman kesileceği belli olmazdı. Oysa banyo kazanları su deposuydu aynı zamanda. Su kesilse bile yıkanmaya devam edilebilir, köpüklü falan kalınmazdı. Tabii bunun bir de kötü tarafı vardı; kazanda su olup olmadığı bilinmeden yakılan ocaklar bakır kazanın lehimlerini eritip kevgire çevirir, bir yığın zorlu iş çıkartırdı insanların başına. Tesisatçı çağrılır; kazanı söker, delinmiş yerleri tuzruhuyla, pürmüzle ısıttığı havyasının ucunu da nışadırla temizler, bir elinde lehim çubuğu, diğerinde havya, sırasıyla delikleri yamardı. Eğer gelen tesisatçının pürmüzü havyası yoksa kazan sökülür, çarşıdaki tenekeciye lehime gider, delikleri tıkandıktan sonra yerine takılırdı.

Bir müddet sonra gazlı termosifonlar girdi yaşamımıza. Yanılmıyorsam Arçelik tanıştırmıştı bizi gazlı termosifonla. Gerçi kalorifersiz evlerde ısınmak için de yakılıyordu gazyağı ama kokusu yüzünden ve kömür sobasının keyfini vermediğinden pek tercih edilmiyordu. Bu yüzden başta kaloriferli evlerde oturanlar olmak üzere epeyce kişi sadece banyodaki termosifon için gazyağı alıyordu. Kazanı da eski bakır kazanlardan epeyce büyük ve kıyaslanmayacak kadar sağlamdı, yakılmadığı zamanlarda evin yedek su deposu görevini yüklenirdi. Bunların dertli yani ise, gazyağının kirli veya sulu olması yüzünden karbüratörlerinin zırt pırt tıkanması, arızalanmasıydı. Su tesisatçısını çağıralım baksın, lehimciye gönderelim delikleri tıkasın denilerek geçiştirilmeyecek kadar karmaşıktı karbüratör meselesi. Sökülmesi bile ayrı dertti, açıp onarmanın bilgi ve deneyim istediği, karbüratörü herkesin kurcalayamayacağı ortadaydı. Tek çare vardı, yetkili servisi çağırmak. Kısacası termosifonla da, deposuna doldurmanın bile dert olduğu gazyağıyla da, çıkarttığı sorunlarla da uğraşmak kolay değildi.

Çok uzun süreli olmayan su kesintilerinin doğal sayıldığı dönemlerdi fakat bu doğal sayılmanın katlanılmaz hallere geldiği şiddetli kesintiler çare arayışlarına itmeye başladı insanları.

Su depoları bir bir yerlerini almaya başladı önce dairelerde. Çoğunlukla banyonun tavanında bir yerlere sıkıştırılan küçük depoların basınçlı su vermesi söz konusu değildi. Zaten kısa sürede de tükenirlerdi. Köklü ve daha güçlü çözümler aranmaya başladı. Bodrumlara bahçe altlarına tonlarca su alabilen depolar yapılmaya başlandı. Binalara ortak depo yapılmasıyla hidroforlar girmeye başladı yaşamımıza. Böylece de basınç sorunu ve şofbenlerin önündeki en önemli engel ortadan kalkmış oldu. Ocaklı veya gazlı termosifonlar birer birer sökülüp yerlerine şofbenler takılmaya başlandı.

Şofben artık banyoya girmişti, ölümler gelmeye başlayabilirdi.

Aslında şofbenler önce havagazlı olarak girmişti yaşamlara. Şehir nüfusunun hızla artmasıyla kesintilerinin kabus haline gelmediği dönemlerde mutfak ocağı ve belli bir zamana kadar da şofbenler havagazlıydı. Su sorunu depoyla ve büyük su pompalarıyla çözülse bile havagazının basınçsızlığı çok çektirirdi. Nazenin alev pek ısıtmaz, ılıttığı suyla idare edilirdi çoğunlukla. Hatta buz gibi suyla durulanılıp çıkıldığı çok olurdu. Tam anlamıyla kabustu havagazlı şofbenler.

Havagazının basıncının çok düşük olması doğal olarak tehlikesini de azaltıyordu ama özellikle kışın soğuktan büzüşünce ve günün belli saatlerinde hiç eşe yaramaz hale geliyordu.

Yanlış hatırlamıyorsam Junker markaydı o günlerin tercih edilen şofbeni. Gaz gelmeyince neye yarar şofbenin iyiliği kötülüğü. Neyse. Yetersizliği yüzünden yanmazlığı katlanılmaz hale gelince önce banyolardan çıkartıldı havagazı, epeyce direnilerek uzun yıllar sonra da mutfaklardan. Ocaklı bakır kazanlar zaten çok iptidaiydi, ocaktaki yemeği bile zar zor ıstan havagazı yüzünden kandile dönmüş şofben de çıkartıldı evlerden. Yanılmıyorsam yeniden şofbenlere ama tüpgazla yananlarına dönünceye kadar Arçelik termosifon girmişti banyolara. (Sırayı karıştırıyor olabilirim. Zaten amacım tarihsel bir döküm yapmak değil, şofben kullanımındaki vahim hatayı vurgulamak.)

Tüpgaz doluysa, su basıncında da sorun yoksa gürül gürül kaynar suyun musluklardan akmaya başlaması müthiş bir rahatlıktı. Artık kim dönüp bakardı termosifonlara, tıslamaya bile gücü kalmamış havagazına. Böylece kesin olarak girdi şofbenler banyoya.

Havagazlı veya tüpgazlı olarak girmişti girmesine ama kimsenin aklına da işine de gelmiyordu şofbeni banyo dışında bir yere bağlamak. Çünkü sürüyle iş ve masraf gerektiriyordu. Baca çıkışlı bir yer bulunacak, duvarlar kırılacak su tesisatı çekilecekti. Kim uğraşırdı bunca işle. Koyardın banyoya, iki dakikada tesisata bağlar, borusunu takardın. Hem kalorifersiz evlerde banyoyu da ısıtırdı...

Bu anlayış öylesine yerleşmiş durumdadır ki, geçtik eskileri, bugün bile, mimarın mühendisin imzasından başka müdahalesinin olmadığı, çoğunluğu kalfaların ustaların elinden çıkan yeni binalarda çok doğalmışçasına şofbenler banyolara takılmaya devam etmektedir. Çünkü kısıtlamaların yasakların bolca olduğu doğalgaz işlerine uzaksa eğer, eskinin ustası tesisatçı öyle bilmektedir ve doğal olarak bildiğini uygulamaktadır. Şofbeni banyo dışında bir yere takmak aklına bile gelmez, daha inşaat halindeyken su borularını buna göre döşer. Evin kaloriferli olup olmadığı fark etmez, şofbenin yeri banyodur.

İşte bu yüzden insanlar ya baca çekmediği için karbon monoksitten, ya da baca olsa bile hava girişi olmadığı için oksijensizlikten banyoda zehirlenmektedirler.

İstenildiği kadar eğitmeye yönelik yayınlar yapılsın, yayın organları “Yine kombi patladı, şofben zehirledi...” diye bas bas bağırsın, hiç işe yaramaz. “Bana olmaz, onların eksiği vardır” falan deyip geçecektir daha beter durumda olanlar bile.

Öylesine kemikleşmiş bir anlayıştır ki bu, şofbenleri banyodan dışarı çıkartmak için silah zoru gerekebilir. Kanıksanıp iyice yerleşmiş bu anlayış, doğalgazın yaşamımıza girmeye başlamasıyla kısmen değişmeye başladı ama doğalgazın gitmediği yerlerde veya eski yapılarda egemenliğini sürdürmeye devam etmekte. Çünkü herhangi bir denetim mekanizması veya kısıtlama söz konusu değil. Şofbeni satın aldıktan sonra bir tesisatçı çağırıp bağlatır, ardından tüpçüyü arar tüp istersin. Hepsi bu... İşlem tamamdır... Kim soracak “Bunu nereye takacaksın, tüpü nasıl bağlayacaksın, bacası havalandırması var mı?” diye. Kimsenin işi kalmadı da senin şofbeninle mi uğraşacak? Hadi canım...

Doğalgazda soruluyor da ne oluyor? Şofben veya kombi banyoya takılamaz, tesisat işlerini yetkili servisler, sözleşmeli firmalar yapacak diye şart koşuluyor da ne değişiyor? Gene gümlüyor ikide bir bir yerler, yine zehirlenerek yıkılıp kalıyor insanlar. Üstelik ölümler artık kitlesel olmaya başladı. Şofbenli banyoda bir kişi, en çoğu bir çift zehirleniyordu. Çünkü çok uzun süre değil yalnızca banyo süresince yanıyordu şofbenler. Zehirlenilse bile eğer vaktinde dışarı çıkılırsa kurtulabiliyordu insanlar. Hatta çoğunlukla farkına bile varılmıyordu zehirlenildiğinin, sıcak banyonun sersemliği sanılıp geçiliyordu. Belki de uzun yıllar böyle kullanılıyordu...

Kombiler dışarıda kapısı açık bir yerlere konulduğu ve sürekli yandığı için bütün evdekiler zehirleniyor artık. Yalnızca küçük banyolardı, şimdi evin bütünü gaz odasına dönüşmüş durumda.

Veriyor gazı işletme, yıkılan yıkılır kalan müşteriler bizimdir diyor.

Elin canı, yakmıyor ki canlarını.

Şofben banyoya girdi, ölüm sıradanlaştı. Çıkartılsa bile banyodan, asla görülmüyor apaçık ölüm.



Eyüp Şeker


03.01.2009 / 04.01.2009

"BEYNİNİZİ DE OKURLAR, NİYETİNİZİ DE!"

"BEYNİNİZİ DE OKURLAR, NİYETİNİZİ DE!"

TBMM “Telekulak” araştırma komisyonuna bilgi veren teknokratlar, akademisyenler milletvekillerini şaşırtıyor. Gazi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölüm Başkanı Prof.Dr. Şeref Sağıroğlu, komisyona bilgi verirken, hediye bilgisayarlar, klavyeler konusunda milletvekillerini uyardı. CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü gereken dersi hemen çıkardı: “Her türlü hediye alımı yasaklanmıştır. Yılbaşında saat geldi mi bakacaksın içine.”

Toplantıda bilgi güvenliği, mahremiyeti üzerinde durulurken, şu ilginç konuşmalar tutanaklara yansıdı:

Osman Durmuş (MHP)- Hocam, yüzde 100 güvenlik beyinde saklamakla mümkün oluyor ama hafıza unutuyor.

Şeref Sağıroğlu- Bakın, beyinde sakladığınızı da okuyorlar. Şu andaki teknikle mümkün. Okumanın ötesine geçin, üç saniye önce sizin ne düşündüğünüzü bile algılıyorlar.

Şahin Mengü- Sokakta yürüyemeyecek hale geliriz.

Osman Durmuş- Mikroçipi dişe yerleştirip onunla mı yapıyorlar; yoksa uzaktan mı?

Şeref Sağıroğlu- Uzaktan. Prob yerleştiriyorlar, bu problarla üç saniye önce ne düşündüğünüzü bilimsel olarak analiz ediyorlar.

Osman Durmuş- Hocam, yavaş yavaş bize beyin yarattıracaksınız...

Şeref Sağıroğlu- (...) Amerika’nın dört ay önce ürettiği bir çözüm var. Niyet okuyucu adı. Gümrüklerde alışveriş merkezlerinde kişilerin iyi niyetli mi, kötü niyetli mi olduğunu analiz ediyor. Yüzde 100, hiç şaşmıyor. (...) Teknoloji okur yazarı olmak gerekiyor.

Şahin Mengü- Hocam çok iyi anlatıyorsun da, yaşayan bir insanın bütün bu anlattıklarını öğrenip hayata geçirmesi mümkün mü? Vatandaş Şahin Mengü olarak, Allah’ını seversen, bu senin söylediklerini benim yaşamam mümkün mü? İşi gücü bırakıp ders çalışacağım...

-----------------------
Türey Köse, Ayşe Sayın, Emine Kaplan


(29 Aralık 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesinden alınmıştır)

Eyüp Şeker

02 Ocak 2009