ŞU DEMLİĞİN ETTİKLERİ


Demlik konusuna bodoslamadan girip eskiye güzellemeler yağdırırken, modayla yaşamımıza sokulan yenilere demediğimi bırakmamıştım. O arada, internetten arayıp tarayıp bulduklarımı “Armudun sapı üzümün çöpü” deyimini yaya bırakacak detaycılıkla değerlendirerek satın almaya karar verdiğimin fotoğrafını da sayfama yerleştirmiştim. Altına da, demediğimi bırakmadığım, bir halta yaramaz diye yerden yere vurduğum süzgeçli demliğimin fotoğraflarını koymuştum.

Nihayet demliğimi bulmuştum ya, birkaç gün içinde kullanmaya başlayacağım ya yenisini, artık herkeslere kasıla kasıla ilan edebilirdim, di mi yani… 

Meğer kader ağlarını çok fena örmekteymiş ve de beni bir güzel morartmak için hazırlıklarını yapmış, pususunu kurmuş, klavyeyi tıngırdatıp satın almamı beklemekteymiş.

Alışveriş sitelerinde porselen demlik yok. Ne bileyim, yok işte… Nedenini nasılını bilenler bilmeyenlere anlatsın bir zahmet. Tanınmış büyük bir markanın kendi sitesinde ve onun bayisinde bulabilmiştim ancak. Sürüyle demlik modelinin büyük çoğunluğu sütlük ya da sürahi kılıklılardan, sekiz on tanesi de yana yakıla aradığım klasik demlik tarzındaydı. Her modelin büyük küçük boyu göz önüne alındığında hepi topu dört beş tane arasında seçim yapabilecektim ancak. Sitedeki demliklerin fotoğraflarına, özelliklerine bakarak karar vermem kolay olmadı.  Sonunda tercihimi yapıp satın aldım, resmini de büyük coşkuyla kopyalayıp koşa koşa ve de kasıla kasıla Facebook’a falan yerleştirdim.

Demliğimi bulmuştum sonunda.

Oydu buydu, kaldıydı kalmadıydı, geldiydi gelmediydi gerekçelendirmeleriyle karşılaşmayayım diye bayilerden uzak durup doğrudan üretici fabrikayı tercih etmiştim. Tanınan büyük firmadan alışveriş yaparak işi garantiye alıyordum kısacası.

Ağlarını örmekte olan kaderden haberim yoktu henüz.

Demliğin yanında bir şeyler daha almıştım. Bir hafta sonra kargo geldi, büyük hevesle koliyi açmaya koyuldum.

O da nesi! Şok şok şok…

Ne göreyim, demediğimi bırakmadığım, yerin dibine soktuğum süzgeçli demliğimin tıpkısının aynısı çıkmasın mı kutudan. Kan beynime sıçradı, akılımdan türlü şey geçiyor. Ne oluyor, birileri benimle kafa mı buluyor dellenmeleriyle bilgisayarın başına koştum hemen?  

Kutusunun üzerindeki ürün kodu ve kalıp numarası aynı, sadece kapasitelerinde 70-80 cc gibi fark var. Tabii bir de görüntüleri tamamen alakasız.

Ne oluyor, benim satın aldığımı çıkartıp kutusuna bu baş belasını yerleştirdi birileri herhalde kızgınlığıyla fabrika telefonunu çevirdim. Bir iki girişimden sonra derdimi anlatabileceğim birine ulaşabildim; öfke dolu sesle anlattıklarımı şaşkınlıkla dinledi ve durumu açıklayan bir e-postayı müşteri hizmetlerine göndermem gerektiğini söyledi.

Demliğin tanıtım sayfasını kopyalayıp durumu özetleyen e-postaya ekledim ve siparişimi tümüyle iptal etmek istediğimi belirttim. Sonraki gün boyunca ses seda çıkmadığını görünce yeni bir e-postayla ilave açıklamalar gönderirken “Hayal kırıklığından kaynaklanan kızgınlığımı anlatabilmek geçen hafta yazdığım demliklerle ilgili yazıyı ekte gönderiyorum” demeyi ihmal etmedim.


Sonunda kızgınlık göstergesi büyük harfle yazılmış ‘BU OLUMSUZ DURUM İÇİN ÖZÜR DİLERİZ. ÜRÜNLERİ GELDİĞİ GİBİ PAKETLEYEREK FATURASINI BÜTÜN NÜSHALARIYLA BİRLİKTE GÖNDERİRSENİZ SİPARİŞİNİZ İPTAL EDİLEREK ÖDEMENİZ HESABINIZA İADE EDİLECEKTİR’ yanıtını alabildim. 

Hoppala, mağdur olan, suçsuz yere uğraşan da ben, kızgınlık dolu tavırlarla karşılaşan da ben.

Hafta boyunca ses seda çıkmayınca “Bilgi verir misiniz…” diye sorayım dedim, “Kargoyu teslim aldık, en kısa sürede ödemeniz hesabınıza iade edilecektir” açıklamasını alabildim.

Birkaç gün de öyle geçti, bir gelişme falan olmayınca, ya bir de onlara sorayım, hangi demliği önerirlerse onu alayım dedim.

Gelen yanıt: “Siz çelik demlik mi aramıştınız?”

Onca konuşmadan yazışmadan sonra koskoca porselen fabrikasından aldığım cevap buydu işte. Çelik demlik alacak yer kalmadı ya, gidip porselen fabrikasından alacaktım. Daha derdimi anlatamıyordum, boşuna nefes tüketmenin manası yoktu.

Hepsi bir yana, en baştaki kararım tamamen hatalıymış. Fabrikayı değil, şubeleri tercih etmeliydim. Çünkü fabrikada daha çok personele dayalı daha büyük bir yapı söz konusu… Satışla muhasebe, aynı odayı geçtik, aynı binada bile olmayabilir. Her arayışta, her yazışmada karşında farklı birini bulacağından, her seferinde konuyu baştan anlatmaya mahkumsun. Oysa şubede muhtemelen bir iki kişi çıkacaktır karşına ve kuşkusuz yanyanadırlar, en çoğu birbirlerini kolayca bilgilendireceklerdir. Muhasebe ise ya karşı masadadır ya da yandaki odada. Sorunu anlatmak, çözüm getirilmesi daha kolay olacaktır.  

Anladığım kadarıyla firma internetten satış işine yeni girmiş. Bu yüzden birtakım aksaklıklar eksikler söz konusu. Zaten sitenin işleyişinde de hatalarla karşılaşılıyor, aynı ürünü tekrar bulmak sorun oluyordu. 

Satın aldığım demlik ‘ORTAK ÜRÜNLER’ başlığı altında sergilenenlerdendi. Sormadım ama sanırım çeşitli firmaların hepsine birden ortak üretilen tabak, çanak, fincan, demlik modelleri kast ediliyordu başlıktaki bu tanımlamayla.

Ve ben bula bula elektrikli çaydanlık üreticilerinin bu ortak model süzgeçli demliğini bulmuştum. Ne yapayım, fotoğrafı tam kafamdaki demliğe uyuyordu. İnternet alışverişlerinde görüp görebileceğimiz bir fotoğraf vardır çok çoğu, o da alakasız, farklı ve hatalıysa elden ne gelir, ne yapabilir insan? 
Görüyorsun, özelliklerini inceliyorsun, karar veriyorsun. Daha ötesi yok ki! Dokunabilme, tadına bakabilme, kokusunu duyabilme teknolojileri henüz geliştirilemedi…

Bu arada sayfada değişiklik yapılmış, önceki kaldırılarak yerine demliğin asıl fotoğrafı konulmuş. 
Bu arada haalaa bekliyorum ödemeyi.

Önceki gün sordum, bankaya talimat verildi dendi. Beklemeye devam…

Demliği ayın 4’ünde satın almıştım, bakalım ay bitmeden iade edilebilecek mi ödeme.

Ve bakalım düşündüğüm gibi bir demlik satın almayı başarabilecek miyim?


Eyüp Şeker

20-28 Ekim 2010


KALEMLERE ÖZGÜRLÜK


KALEMLER SUSARSA TOPLUM SAĞIRLAŞIR


       Mustafa BALBAY


Gazetecinin tutukluluğu fiili sansürdür.

Türkiye bir yandan “demokratikleşiyoruz” naralarının atıldığı bir yandan da gazetecilerin sırf mesleklerinden kaynaklanan nedenlerle hapse atıldığı bir ülke haline geldi.

Bu çelişkiyi her türlü yöntemi kullanarak gizlemeye, örtmeye çalışsanız bile başaramazsınız, bir yerden patlar.

AKP hükümetinin her icraatına “reform”, “ilerleme” adını takan Avrupa kurumları da yukarıda altını çizdiğimiz çelişkiyi görmeye başladı.

Türkiye’de 40 gazeteci Türk Ceza Kanunu’nu (TCK) ve Terörle Mücadele Kanunu’nu (TMK) ihlal ettikleri gerekçesiyle hapiste.

Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) geçen ilkbahardan beri konuyu bırakmamak üzere ele aldılar. Başta Türkiye Gazeteciler Federasyonu olmak üzere 20’ye yakın meslek kuruluşu “Gazetecilere Özgürlük Platformu” kurdu. Bu birlikteliğe gazetecilerin son yıllardaki en büyük buluşması denebilir.

***

TGS, konuyu uluslararası alana taşıdı. Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) cezaevlerindeki gazetecilerin derhal özgür bırakılması için Başbakan Erdoğan’a elektronik posta kartı gönderme kampanyası başlattı.

http://www.ifj.org/en/pages/set-turkish-journalists-free adresinden ulaşılıp gönderilebilecek elektronik posta kartının içeriği şöyle:

“Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu’nun Türkiye’deki cezaevlerinde bulunan gazetecilerin derhal ve koşulsuz serbest bırakılması çağrısına katılıyoruz. Gazetecilik faaliyetlerinin bir sonucu olarak Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nu ihlal ettikleri suçlamasıyla 40’tan fazla Türk gazetecisi halen cezaevlerinde yargılanmayı beklemektedir. Suçlu sayılmalarının tek nedeni gazetecilik görevlerini yerine getirmeleridir. Hâlâ demir parmaklıkların arkasında tutulmaktadırlar.

Hükümetinizi Türk gazetecilerin karşı karşıya olduğu bu korku ve sindirme ortamını sona erdirmeye ve ifade özgürlüğüne saygı duyulmasını sağlamak için gazetecilerin haklarını koruyacak yasal reformları derhal yapmaya çağırıyoruz.”

Aldığım mektupların çoğunda “ne yapabiliriz” sorusu yer alıyordu. İşte önerim, bu kampanyaya omuz verin.

Mithat Paşa, II. Abdulhamit’in özel olarak kurduğu Yıldız Mahkemesi’nde sürgün cezasına çarptırıldıktan sonra gemiye bindirildi. Gemi iki gün boğaz çıkışında, Silivri açıklarında bekletildi. Halkın çok sevdiği Mithat Paşa için büyük gösterilerin olması halinde Taif’e sürgüne gönderilmeyecekti. Tepki olmazsa gönderilecekti. Olmadı, gönderildi!

***

Girişte gazetecilerin tutukluluğu sansürdür dedik. Elbet gazetecinin tutuklanma tehdidi altında olması da sansürdür.

Bu düşüncemi üstüne basa basa yineliyorum. Son dönemde Zaman, Star, Yeni Şafak gazetelerinin başını çektiği bir başka kampanya var. Özü şu:

Ergenekon ve devamında gelen davalarla ilgili haberler yaptıkları için haklarında dava açılan gazeteciler hapse girme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu basın özgürlüğünü tehdit etmektedir!

Bence de... Ancak arkadaşlar bizlerin hapse girmesine aldırmıyorlar hatta gerekli diyorlar ve hatta zemin hazırlıyorlar, kendileri için benzer bir durum olunca nasırlarına basılmış gibi bağırıyorlar.

Sizinle ilgili dava, gazeteciliğinize ilişkin değil, TCK, TMK kapsamında diyenlere sözüm şu:

Türkiye’de Ergenekon savcıları zihniyeti varken darbe, hükümeti devirme, terör örgütü davası açmak, hakaret, yargıyı etkileme davası açmaktan daha kolaydır.

Mesleğinize saygınız varsa EFJ’nin kampanyasına siz de katılın!



ankcum@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet

KIYMET BİLMEZLİĞE KURBAN GİDEN DEMLİĞİMİZ

TAVŞANKANI ÇAYIMIZIN SIR OLMAYAN SIRRI


Dededen kalma şişman göbekli porselen demliklerimizin kıymetini pek bilmiyoruz sanırım.

Son yıllarda estetik bakış ön plana çıkmaya başladığından beri şişman demliklerimizi göz ardı etmeye, daha fenası unutmaya yöneldik. Oysa estetik peşindeyken unutmaya başladığımız güzelim demliklerimizin müthiş bir üstünlüğü var.

Neden mi söz ediyorum? Şiş göbekli emektar demliklerimizin süzgeçsiz pırıl pırıl berrak çay keyfi sunmasından...

Demlenmiş çay kendisi süzer ve bardaklara tozsuz çaylar doldurulmasını sağlar. Bu ise yukarıdan ağızlı yeni moda demliklerde mümkün değildir.

Nedeni de çok basittir: Bizim şişman demliklerin lüleleri daha alttan çıkar ve giriş kısımlarında da büyük delikli süzgeç vardır. Bu deliklerin büyük çay parçalarını tutması yeterlidir, küçük tozlar zaten gelmez. Böylelikle yukarıdan çıkışlı demlikler kadar eğmeden, yani dibe oturmuş çay yapraklarını devirip karıştırmadan çay suyunu bulanıklaştırmaksızın çay doldurulabilir.

Çay iyi demlendiğinde çayın posası dibe çöker. Bu aynı zamanda çayın iyi demlendiğinin göstergesidir. Çay doldurduğumuzda dibe çökmüş bu posa lüleden akacak çayın tozunu süzerek berrak tavşankanı çayı sağlar. En çoğu ilk bir iki bardak için süzgeç kullanmak gerekebilir. O da belki… Çünkü ilk doldurmalar sırasında demliğin içindeki büyük deliklerden geçebilecek boyda çay parçaları gelebilir. Bu aşamadan sonrası ise pırıl pırıl berrak çaydır. Ve bu berraklığı hiçbir süzgecin sağlaması mümkün değildir. Zira berraklığı bozan ince tozlar hepsinden geçer. Hele de demlik içine yerleştirilmek için üretilen kap biçimli süzgeçlerin tozu süzmekten yana hiç yararı yoktur. Koca haznenin her yanından kaçan tozlar dolup durur bardaklara.

Tam açıklaması nasıldır bilmiyorum. Öyle sanıyorum, çayın tozu önce çöküyor ve suyu emmesi zaman aldığı için geç çöken daha büyük parçaların altında kalıyor. Bu durum tozsuz berrak çayı sağlıyor. Demlik içi süzgeç kaplarda ise yine dibe çöken toz çay, her yerden dışarı kaçıp doğrudan çaya karışıyor. Bu yüzden berrak olamıyor. Nasıl olsun ki, sallama çayların kağıt poşetlerinden bile geçip çayı bulanıklaştırıyor incecik tozlar; hangi süzgeç süzecek!

Yeni moda demlik anlayışı Avrupa’dan geldi bize. Bizim tarzımızdaki gibi çay demlemeyi bilmedikleri için bunu akıl edememeleri çok doğal. Kendi yöntemleri için gereken demlikleri üretmişler. Onlar da sütlükten bozma veya kahve kabı gibi. Bu nedenle demliklerinin hemen hepsinin lüle ağızları yukarıda ve büyük açıklıklı, içten delikli kendinden süzgeçleri de yok. Hiç olmazsa ağzın iç kısmında bir süzgeç olsa, çay posası ağızda birikip çay tozunu süzecek. O da olmayınca artık ne gelirse hepsi bardağa…

Kendinden süzgeci olmayan üstten büyük ağızlı böyle bir demliğin içine, ağız girişini kapatacak şekilde süzgeç yerleştirerek nispeten önledim tozu. İşe yarasa da pek kullanışlı olduğunu söyleyemem.

Özetle, bizim şişman göbekli demliklerin üstünlüğü tartışılmaz.

Aslında yapılması gereken çok açık; yenilik arayışlarındaki estetik bakışlar korunurken, lüle çıkışları daha alttan yapılmalı ve açık girişli değil, kendinden delikli süzgeçli tasarlanmalı.

Kuru çay doldurularak demliğe yerleştirilen süzgeçli büyük kapların temizliğinin daha kolay olduğu yargısı ise zaten yanlış. Çay posasını dökmek kolay da, koca çelik süzgeçlerin temizlenmesi için her tarafının suya tutulması, bir ton suyla epey çaba harcanması gerekiyor.

Yeni moda demlikler için geliştirilen hiç ısınamadığım bu süzgeçleri kaldırıp atmak ilk işim oluyor. Tabii bir parçasını kesip çıkartarak demliğin içine, lüle girişine yerleştirmeyi de ihmal etmiyorum. Hiç olmazsa bu işe yarıyor, modaya uymuş yeni model demliğim bu sayede nispeten tozsuz çay verebiliyor.

Bence, süzgeçli çay kapları kötü değil, iyi gibi gözüken berbat bir fikir.

Halbuki kendinden süzgeçli emektar demliğimiz, hele de porselen ise çok daha kolay temizlenir. Bir iki çalkalama yeterlidir, posa kalıntıları suyla hemencecik akıp gidiverir.

Demliklerdeki diğer eksiklik ise, saplarına başparmağı koyacak küçük bir çıkıntının yapılmaması. Özelikle dolu olan büyük demlikler elden kaydığından, sıkıca kavrayıp epeyce güç harcanması gerekiyor. Kısacası anlamsız yere yoruyor insanı. Oysa demlik sapında başparmağın yerleştirileceği küçük bir çıkıntı olsa, bu eziyet ortadan kalkacak, güç harcamaksızın rahatça tutup eğerek çay doldurmak mümkün hale gelecektir. Veya saplar yuvarlak kavisli değil de üst kısmı düz yapılabilir.

Bu yüzden kendi demliğimin sapına bir tür seramik yapıştırıcıyla parmak konacak çıkıntı yapmak zorunda kaldım.

Bir diğer eksiklik ise kapaklarda; düşmemesi için iç tarafa yapılan tek tırnak yeterli değil, tam karşısına daha küçük ikinci bir tırnak eklenmeli. Yukarıdan tutan tırnak, ağır porselen kapağın kaymasına engel olamadığından, özellikle bitime doğru daha fazla eğilen demlikten kurtularak düşüyor. Oysa ön tarafta küçük bir tırnak daha olsa düşmeyecektir. Ya da boşlukları çok az tutulmalı ve sıkıca oturmalı kapaklar.

Pat küt düşmesinden, düşmemesi için tutmaktan gına geldiği için kapağa ikinci bir tırnak daha eklemek zorunda kaldım.

Birkaç kez bakmama rağmen bunca zamandır çevrede eski tip demlik bulup alamadım. Sonunda canıma tak etti, çareyi internetten sipariş vermekte buldum. Birkaç gün içinde gelecek şişman demliğim. Bekliyorum…

Başkasından duymuştum; kahve fincanlarını evirip çevirerek inceliyor, hoşuna gitmiş, alacak. Müşterilerden biri yanaşıp “Onları almayın, fal bakamazsınız” deyince şaşırarak sese döndüğünde, uyaran, “Sapları ağız kenarlarından daha yüksek, fal için kapatamazsınız” diye sözünü tamamladığında ancak fark edebilmiş sapların uzunluğunu.

Belli ki baktığı fincanlar fal geleneği olmayan bir ülkeden ithal edilmiş. Onlar da kendi bakış açılarındaki işlevi öne çıkartıp sapı uzunca yaparak daha kolay tutulmasını amaçlamışlar. Bizde ise kimsenin aklından geçmeyecektir sapı yüksek böyle bir fincan üretmek. Bu yüzden çay demliklerimiz de bize özgüydü. Çünkü beklentilerimiz başkalarınınkinden farklıydı ama biz bu farkı unutmaya başladık.

Şişman demliklerimiz değerlidir. Bir de başparmak konulacak yer yapıldı mı, değmesin kimse çay keyfimize.

Estetik tabii ki önemli ama işlev çok daha önemlidir. Çünkü bunları resim veya heykel gibi seyredelim diye değil, kullanmak için alıyoruz. Daha önemlisi, işlev korunarak estetiğin de sağlanabileceğinin göz ardı edilmesidir. İkisinin bir arada olmaması için hiçbir sebep ve engel yok ki. Sadece bakışımızı yitirmekteyiz…

“Eskiden çayımız neden güzeldi”, “Bazı yerlerde içtiklerimiz neden böyle lezzetli” gibi sorulara yanıt aramıyor, sütlük kılıklı kaplarda uydurma süzgeçler içinde çay yapıyor, oturup kös kös içiyor, sonra da birbirimize bilmem nerede içtiğimiz çayı anlata anlata bitiremiyoruz.

Lezzet elimizin altında, sadece farkındalığı yitirdik.



Eyüp ŞEKER

03-05.10.2010


.

OKU BAKİİM

OKUDUĞUNU SEÇEN İZLEDİĞİNİ NEDEN SEÇEMİYOR?




Bugünlerde ‘Anlama/dinleme’ hallerinde kalmayı yeğlediğimden TV’de haberlere fazla takılmayıp gazetelerle yetiniyorum. Bu hallerdeyken aklıma takıldı; ilk seçmeli, yani tıklamalı haber servisini hangi TV başlatacak düşüncesi.

Şöyle ki, TV’nin karşısına kurulup kumandayı elime aldığımda seçtiğim haberleri sunmalı bana sunucu. Hemi de canlı canlı, olta balığı hesabı…

Nereden mi takıldı bu düşünce kafama?

Gazete okurken seçerek okuyabiliyor ama TV’nin karşısındayken önüme atılanların hepsini yemek yutmak zorunda kaldığımı düşündüğümden tabii ki. Yani, seçme veya atlama şansım ve de imkanım hiç yok.

Kısacası ‘Ötekilerini izlettirme, oku bakim istediklerimi…’ demeli, diyebilmeliyim di mi.

Ve böylece ikinci ve de müthiş bir imkana daha kavuşmuş oluruz.

Ne mi o?

Şu:

Yalakalıkta akıl almaz erişilmezlikte bir zirve yakalayan vıcık vıcık yağa bulanmışın, havuz problemi çözmüşçesine ayağa fırlayıp “Hocam hocam, ben biliyorum, söyliiim mi” demelerle saçtığı denetim fikrini, yurdum koyunları olarak da şahsen bir başımıza bile uygulayabiliriz. Di mi ama…

Böylece özellikle başgüdücünün sevgisine fazlasıyla mazhar oluruz di mi yani…

Az buz imkan değil yani.

Nasılsa ne edip ne etmediğimizi ve de her şeyi bilme yapılandırmasını başarmış, aldığımız nefesi, saldığımız osuruğu görüp duyabilme, uçan kuşu geçtik, uçmayan kuşun bile uçtuğunu belgelendirebilme gücünü elde etmişlere, ne iyi, ne uslu, ne söz dinler kullar olduğumuzu gösteririz di mi…

Böylelikle başgüdücünün sevmediği yayınları yapanları, biz yurdum koyunları şahsen denetlemiş, elemiş, sansürlemiş oluruz.

Ne muhteşem, hatta muhteşem ötesi bir imkan di mi!

Vay be, ne akıl etmişim be züüppeeer aklımla!



Eyüp ŞEKER

.