Hem de çok iyi bakıyor…
Bizler de bakmalıyız, tabii eğer dünyanın parçası olduğumuzu unutacak kadar umutsuz vaka haline gelmediysek…
Sadece sulara değil, tüm doğaya çok iyi bakmalıdır Türkler de, tıpkı çağdaş dünya gibi.
Çünkü “Su akar dünya bakar”.
Türk de bakmalıdır, hem de herkesten iyi bakmalıdır… Zira kendimizden sorumluyuz öncelikle, ardından başkalarına olan yükümlülüğümüz geliyor.
Çünkü gidecek yerimiz yok ve çok kötü davranmamıza rağmen doğa sayesinde bugüne gelebildik ve doğanın izin vermesi için ona iyi bakarsak yarınları sağlayabiliriz.
Betonları en berbat yerde de dikebiliriz ama o en berbat yerlerde yaşamı çok zor sağlayıp sürdürebiliriz.
Herkes ister en eşsiz doğal güzelliklerin içinde, kıyısında, yamacında ev bark sahibi olmayı, o güzelliklerin göbeğinde yaşamayı ama o eşsiz güzelliklerin, o yaşam kaynaklarının, şanslı bireylerin değil herkesin malı olduğunu, her santiminde en uzak diyarlardakilerin bile hakkı olduğunu hiç kimse görmezden gelemez.
Hal böyleyken...
Görmezler mi, anlamazlar mı, bilmezler mi...
Görür, anlar, bilir fakat yine de görmez, anlamaz, bilmezler...
Sandıktan çıkanların, seçkinlerine yağmalatacağı babalarının malları değil, bütün canlıların ortak malıdır yaşama yaşam katan yerler.
Bilir ve hep unutur her nedense sandıktan çıkarak tepelere kurulanlar.
Bir de, her ne şekilde yere serilirlerse serilsinler sandıkla gömüleceklerini de hep unuturlar.
Zaten, nasıl doğduklarını da unutmuşlardır, zafer sarhoşluğu sunacak bir şeyler bile yokken başladıkları zafer sarhoşluğu yolculuklarının en başından itibaren.
Şu dağı bu dağı yaratmak ne ki, dünyalarla dünyayı ve gezegenlerle yıldızları ve evrenlerle evreni yarattıkları fışkırırken her yerlerinden, esirger bağışlarlar.
Ne kolaydır...
Kafa yoran yormayan pek çok kişinin ilk aklına gelendir, cennet köşelerde binalar kentler yükseltmek.
Oysa cennetleri betonla kaplamak marifet değildir, yüzüne bakılmayanları cennete çevirmektir önemli olan.
Çünkü çok şiddetli alarm veriyor hoyratça kullanıp tükettiğimiz bu zavallı Küre.
Kör ve nankör insan denen mahlukun hoyratça tükettiği bu zavallı küre öyle sert tepki vermeye başladı ki, görmemeye körlük yetmez.
Gerçekten ama gerçekten çok ama çok sert geri tepmeye başladı insanın insafsızca, düşüncesizce, zalimce, hesapsızca yaptıklarının biriktirdikleri.
Anlamamaya algılar yetmez, ötesine bakmak şarttır.
Yaptığı kötülükleri geri alması çok ama çok zor olmasına rağmen, zulmünü durdurabileceği, sonuçlarını yavaşlatıp erteleyerek zaman kazanabileceği gibi bir seçenek var haalaa elinde insan denen mahlukun.
Ve görebilecek gözü, varlığını sağlayan bilinci, anlayabilecek aklı da…
Az şey mi!
Ya duracak, ya da çok ama çok sert tokatları birbiri peşi sıra yiyerek yıkılacak…
Kaçınılmaz…
Haykırıyor bilim, çırpınıyor bilimciler:
“Küresel ısınma reddedilemez bir gerçek, kayıpları geri getirmek şu an mümkün gözükmese de bu kaybetme süreci durdurulabilir, vakit yitirilmeksizin eyleme geçilmezse çok geç kalınmış olacağı o dönülmez noktaya ulaşılabilir”
Yüce siyasilerimiz ise yatıyor uyanıyor, çılgınlıktan çılgınlık, uyanıyor yatıyor, muhteşemlikten muhteşemlik beğenircesine betonla kaplama projelerini bahşediyorlar yurdum koyunlarına.
Durmak yok, illa uçuracaklar...
Dört bir yanı beton küplerle dolduracaklar küplerini doldururken…
İlginçtir, durdukları veya durduruldukları ve ulaştıkları veya ulaştırıldıkları yere göre şekillendiriveriyorlar bakışlarını.
Yüce kentin yüce başkanlığını yaparken ‘3. Köprü İstanbul’un idam fermanıdır’ doğrultusunda fikir beyan eder, yüce başgüdücülük mertebesine eriştikten sonra ise, kurtuluş olarak gösterir ‘İstanbul’u bitirir’ kesinliğiyle ‘İdam fermanı’ saydığı köprüyü.
Ya şimdiki yüce başkan...
“Betonlaşma yüzünden kent yağmur alamıyor” diye yakınmamıştı sanki şunun şurasında bir iki ay önce, bugün yağdırılan çılgın projeleri duydukça ayakları yerden kesilip sevinç çığlıkları atarak bayram ediyor. Kafasına betondan kaldırım saksısı düşmediyse ne değişti şu bir iki ay içinde diye sormak manasızdır. Bahşediliş büyük yerden ise, uçulması şattır, mümkün mü tersi!
Uçulacaktır, uç…
Uçulur...
Bu şehri İstanbul ki, haniyse ağaçlık alan diye kala kala mezarlıkları kalmıştır. Oralara da göz koyulmuyor değil, arada sırada çıkıyor bir betoncu medeniyetçi dahi, “Mezarlığı şehir dışına taşıyalım, buraya AVM, konut falan yapalım” derinliğindeki fikriyatını sunuyor herkeslere, özellikle de para kokusu almaya amade dolanmakta olanlara. Yurdum koyunlarına ne bir şey soran var ne de söyleyen, arada bir ‘Evet’ dedirtmek için birazcık gaz vermek yeterli görülüyor.
İstanbul’a birazcık sevgi duyan, kendini sorumlu hisseden herkes, kuzeyindeki yapılaşmaları engellemek için çaba harcar. Oranın her zerre oksijenine, her damla suyuna, sadece Bebek’linin, Taşlıtarla’lının, Şaşkınbakkal’lının değil, Kızıltepe’linin, Viranşehir’linin, Karayazı’lının, Kurşunlu’lunun, Yatağan’lının, hatta Bombay’lının, Şangaylı’nın, Meksiko’lunun, Londra’lının, Bükreş’linin, özetle yerkürenin dört bir yanındakilerin de hakkı ve ihtiyacı vardır. Sandıktan çıkmış olmak, herkesin hakkı ve payı olan dünya mallarını, paraya ve servete kavuşmuş olan seçkinleşmişlere yağmalatma hakkını kimseye vermez.
Türlü gerekçe sıralanıyor yağmalamaya zemin hazırlamak adına; çirkin maden çukurları değerlendirilecekmiş de, oralara planlı yapılaşma gitmezse gecekondular yavaş yavaş ele geçirirmiş de... Ne hiçbirinin aklına oraları ormanlaştırmaya, yeşillendirmeye yönelik proje geliştirmek geliyor, ne de ağır yaptırımlar uygulanarak tek çivi çakılmasına izin verilmemesi...
Niye!
“Memlekette taş üstünde taş, baş üstünde baş komayan, öğrencisinden orgeneraline tuttuğunu sorgusuz sualsiz Silivri’ye tıkma gücünü kendinde bulan yüce güdücülerimiz neden ve nasıl engel olup uzak tutamaz gecekonducu kafaları, İstanbul’un su ve oksijen kaynağı kuzey bölgelerinden?” minvalli sorular sormak nedense gelmiyor aklına betoncu medeniyetçilerin hiçbirinin!
Başkent desen hepten almış başını gidiyor.
Ankara’yı, karşı kaldırıma geçmek için pasaport gereken otobanlar arasındaki yerleşim birimleri haline getirmeyi marifet sayan bir yüce başkan üst üste seçiliyor başkentte. Yapılaşmaya kapalı olmasını takmayıp her yolu deneyerek, göz diktiği bütün parkları, yeşil alanları yavaş yavaş yutarak beton küplerle, otobanlarla kaplamakta her türlü mahareti gösterdiğine bakılırsa, bir iki dönem sonra Ankara’lar yeşillikleri sadece botanik müzelerinde görebilecekler demektir.
Bu betoncu otobancı yüce başkan her ne şekilde seçiliyorsa seçilsin fark etmez, demek ki, beton küplerle otobanların arasında kelle koltukta yaşamayı seviyor başkentliler.
Memleketin dört bir yanı soruluyorsa betoncu çağ atlatıcılardan, kaçınılmazdır çağ atlamak. Atlatılıyoruz nitekim...
Çok kişinin dikkatini çekmiştir sanırım; beton aşığı güdücülerimizin yolları oralara düştüğünde kendilerini hemen Central Park’a atıp transa geçmişçesine ağzı kulaklarında yürüyüş yaptıklarını. Belli ki hiç akıllarına gelmiyor NewYork’a can katan o parkın nasıl bir anlayışın eseri olduğu, ne zaman hayata geçirildiği. Bugün ise Central park’tan çok daha fazlasının gerektiği inancının doğurduğu yepyeni bir anlayış hızla yayılıyor ve bina çatıları yeşillendirilip ağaçlandırılıyor.
Bizde de tek tük örneklerine rastladığımız çatı yeşillendirmelerinin yararları ve ekonomik getirisi epeyce fazla. En başta, sağladığı enerji tasarrufuyla kısa sürede kendini amorti edip kaara geçilmesini sağlıyor. Yaşamsal katkılarını saymak bile gereksiz...
Beylik lafların saltanatında yürümelere dönersek...
Bulduğu her suyu birilerinin kesesine çevirmeyi iş bellemiş sucu prof’un diline pelesenk ettiği “Su akar Türk bakar” lafı 100 yıl öncesine aittir ve köprülerin altından çok muazzam sular akmıştır. Bunu da herkesten çok su meselesini herkesten iyi bildiği söylenen ve zaten pek çok kez de bunu kanıtlayan işlere imza atmış sucu prof’un bilmesi gerekir.
Geçtik öyle “Tiiiiez buraya baraj yapıla” yöntemiyle ortalığın tarumar edilmesini, pek çok yerde barajlar havaya uçuruluyor şimdilerde.
Günümüzün hızla ağırlık kazanan bilimsel ve siyasal bakışı, tamamen doğal yapının korunması anlayışı doğrultusunda gelişmekte.
Meselenin baraj yapmak ya da yıkmaktan daha fazlası olduğuna çok güzel bir örnek yaklaşım hayata geçiriliyor şimdilerde Avustralya’da. Daha önce nehir yatağındaki devrilmiş ağaçların kaldırıp temizlenmesinin pek çok olumsuz sonuç doğurduğu görülünce, yeni bir yaklaşım geliştirilerek nehir yatağına yeniden kütükler ağaç dalları yerleştirilmeye başlanmış. Bunun getirdiği kazanımları görmek için çok beklenmesi de gerekmemiş.
Akarsu yatağındaki devrilmiş kütüklerin oluşturduğu doğal bentler sadece canlı yaşamını sürdürmeye değil, akarsuyun kendisini de yaşatmaya yaradığı, o küçük göletlerin etrafının çevre çiftçiler için kurak dönemlerde, su rezerviyle otlak anlamına geldiği ortaya konuluyor kısacası. İnşaat kepçeleriyle, dozerlerle akarsu yataklarına yeniden kütükler ağaçlar yerleştirilmeye başlanması boşuna değil.
Şurası çok açık ki, öyle tek bir doğru yok. Bir yerde doğru olan diğerinde tamamen yanlış olabilir. Buna da bilimcilerin karar vermesi gerekir, siyasilerle tacirlerin değil. Yaşama ve doğaya tamamen bilimsel yaklaşılmasının egemen kılınması kaçınılmazdır. 21. Yy.da bunu tartışmak ise anlamsız ve gereksiz. Gerektiğine yeterince kani olunduğunda baraj da yapılır, zarar verdiği görüldüğünde havaya da uçurulur. Yol da yapılır, köprü de tünel de, göz alabildiğine yayılan binalar da ama sadece keseleri doldurmak için yaşamsal önemi çok yüksek doğal yapı talan edilemez. Bu düpedüz cinayettir, muazzam bir hak gaspıdır.
Herkes bina diker eşsiz güzelliklerin ortasına, oysa asıl marifet, yüzüne bakılmayan çoraklıkları cennete çevirebilmektir. Ve günümüzün yaklaşımı da zaten bu anlayış doğrultusunda gelişip yapılanmaktadır.
“Su akar Türk bakar”, “Bunlar köprüye de karşı çıkmıştı...” gibi klişelerden beslenmeler değil, “Bilim ne diyor?” anlayışı egemen kılınmalıdır.
Canına okuduğumuz bu yerkürenin üçte ikisinin sularla kaplı olması suyun bolluğunu değil, ne derece önemli olup korunması, titizlenilmesi gerektiğini gösterir. Gelinen aşama ise her zamankinden daha tedbirli, daha hazırlıklı olunması gerektiğini haykırıyor. Yani barajlar gerekli, hem de çok ama çok gerekli ama zarar verip vermeyeceklerinin hesabının kitabının yapılmasının şart olduğu unutulmadan. Ticari hesaplarla her yere baraj kondurulması ise kabul edilemezdir.
Tüm deneyimler ve bütün bilimsel veriler, “Su akar Türk bakar ama gerçekten bakar, titizlenir, korur” anlayışının egemen kılınmasının kaçınılmazlığını gösteriyor.
Sonuçta diyorum ki, kaçınılmazdır, “Su akar Türk de bakar”.
Eyüp Şeker