SU AKAR DÜNYA BAKAR



Hem de çok iyi bakıyor…

Bizler de bakmalıyız, tabii eğer dünyanın parçası olduğumuzu unutacak kadar umutsuz vaka haline gelmediysek…

Sadece sulara değil, tüm doğaya çok iyi bakmalıdır Türkler de, tıpkı çağdaş dünya gibi.

Çünkü “Su akar dünya bakar”.

Türk de bakmalıdır, hem de herkesten iyi bakmalıdır… Zira kendimizden sorumluyuz öncelikle, ardından başkalarına olan yükümlülüğümüz geliyor.

Çünkü gidecek yerimiz yok ve çok kötü davranmamıza rağmen doğa sayesinde bugüne gelebildik ve doğanın izin vermesi için ona iyi bakarsak yarınları sağlayabiliriz.

Betonları en berbat yerde de dikebiliriz ama o en berbat yerlerde yaşamı çok zor sağlayıp sürdürebiliriz.

Herkes ister en eşsiz doğal güzelliklerin içinde, kıyısında, yamacında ev bark sahibi olmayı, o güzelliklerin göbeğinde yaşamayı ama o eşsiz güzelliklerin, o yaşam kaynaklarının, şanslı bireylerin değil herkesin malı olduğunu, her santiminde en uzak diyarlardakilerin bile hakkı olduğunu hiç kimse görmezden gelemez.

Hal böyleyken...

Görmezler mi, anlamazlar mı, bilmezler mi...

Görür, anlar, bilir fakat yine de görmez, anlamaz, bilmezler...

Sandıktan çıkanların, seçkinlerine yağmalatacağı babalarının malları değil, bütün canlıların ortak malıdır yaşama yaşam katan yerler.

Bilir ve hep unutur her nedense sandıktan çıkarak tepelere kurulanlar.

Bir de, her ne şekilde yere serilirlerse serilsinler sandıkla gömüleceklerini de hep unuturlar.

Zaten, nasıl doğduklarını da unutmuşlardır, zafer sarhoşluğu sunacak bir şeyler bile yokken başladıkları zafer sarhoşluğu yolculuklarının en başından itibaren.

Şu dağı bu dağı yaratmak ne ki, dünyalarla dünyayı ve gezegenlerle yıldızları ve evrenlerle evreni yarattıkları fışkırırken her yerlerinden, esirger bağışlarlar.

Ne kolaydır...

Kafa yoran yormayan pek çok kişinin ilk aklına gelendir, cennet köşelerde binalar kentler yükseltmek.

Oysa cennetleri betonla kaplamak marifet değildir, yüzüne bakılmayanları cennete çevirmektir önemli olan.

Çünkü çok şiddetli alarm veriyor hoyratça kullanıp tükettiğimiz bu zavallı Küre.

Kör ve nankör insan denen mahlukun hoyratça tükettiği bu zavallı küre öyle sert tepki vermeye başladı ki, görmemeye körlük yetmez.

Gerçekten ama gerçekten çok ama çok sert geri tepmeye başladı insanın insafsızca, düşüncesizce, zalimce, hesapsızca yaptıklarının biriktirdikleri.

Anlamamaya algılar yetmez, ötesine bakmak şarttır.

Yaptığı kötülükleri geri alması çok ama çok zor olmasına rağmen, zulmünü durdurabileceği, sonuçlarını yavaşlatıp erteleyerek zaman kazanabileceği gibi bir seçenek var haalaa elinde insan denen mahlukun.

Ve görebilecek gözü, varlığını sağlayan bilinci, anlayabilecek aklı da…

Az şey mi!

Ya duracak, ya da çok ama çok sert tokatları birbiri peşi sıra yiyerek yıkılacak…

Kaçınılmaz…

Haykırıyor bilim, çırpınıyor bilimciler:

“Küresel ısınma reddedilemez bir gerçek, kayıpları geri getirmek şu an mümkün gözükmese de bu kaybetme süreci durdurulabilir, vakit yitirilmeksizin eyleme geçilmezse çok geç kalınmış olacağı o dönülmez noktaya ulaşılabilir”

Yüce siyasilerimiz ise yatıyor uyanıyor, çılgınlıktan çılgınlık, uyanıyor yatıyor, muhteşemlikten muhteşemlik beğenircesine betonla kaplama projelerini bahşediyorlar yurdum koyunlarına.

Durmak yok, illa uçuracaklar...

Dört bir yanı beton küplerle dolduracaklar küplerini doldururken…

İlginçtir, durdukları veya durduruldukları ve ulaştıkları veya ulaştırıldıkları yere göre şekillendiriveriyorlar bakışlarını.

Yüce kentin yüce başkanlığını yaparken ‘3. Köprü İstanbul’un idam fermanıdır’ doğrultusunda fikir beyan eder, yüce başgüdücülük mertebesine eriştikten sonra ise, kurtuluş olarak gösterir ‘İstanbul’u bitirir’ kesinliğiyle ‘İdam fermanı’ saydığı köprüyü.

Ya şimdiki yüce başkan...

“Betonlaşma yüzünden kent yağmur alamıyor” diye yakınmamıştı sanki şunun şurasında bir iki ay önce, bugün yağdırılan çılgın projeleri duydukça ayakları yerden kesilip sevinç çığlıkları atarak bayram ediyor. Kafasına betondan kaldırım saksısı düşmediyse ne değişti şu bir iki ay içinde diye sormak manasızdır. Bahşediliş büyük yerden ise, uçulması şattır, mümkün mü tersi!

Uçulacaktır, uç…

Uçulur...

Bu şehri İstanbul ki, haniyse ağaçlık alan diye kala kala mezarlıkları kalmıştır. Oralara da göz koyulmuyor değil, arada sırada çıkıyor bir betoncu medeniyetçi dahi, “Mezarlığı şehir dışına taşıyalım, buraya AVM, konut falan yapalım” derinliğindeki fikriyatını sunuyor herkeslere, özellikle de para kokusu almaya amade dolanmakta olanlara. Yurdum koyunlarına ne bir şey soran var ne de söyleyen, arada bir ‘Evet’ dedirtmek için birazcık gaz vermek yeterli görülüyor.

İstanbul’a birazcık sevgi duyan, kendini sorumlu hisseden herkes, kuzeyindeki yapılaşmaları engellemek için çaba harcar. Oranın her zerre oksijenine, her damla suyuna, sadece Bebek’linin, Taşlıtarla’lının, Şaşkınbakkal’lının değil, Kızıltepe’linin, Viranşehir’linin, Karayazı’lının, Kurşunlu’lunun, Yatağan’lının, hatta Bombay’lının, Şangaylı’nın, Meksiko’lunun, Londra’lının, Bükreş’linin, özetle yerkürenin dört bir yanındakilerin de hakkı ve ihtiyacı vardır. Sandıktan çıkmış olmak, herkesin hakkı ve payı olan dünya mallarını, paraya ve servete kavuşmuş olan seçkinleşmişlere yağmalatma hakkını kimseye vermez.

Türlü gerekçe sıralanıyor yağmalamaya zemin hazırlamak adına; çirkin maden çukurları değerlendirilecekmiş de, oralara planlı yapılaşma gitmezse gecekondular yavaş yavaş ele geçirirmiş de... Ne hiçbirinin aklına oraları ormanlaştırmaya, yeşillendirmeye yönelik proje geliştirmek geliyor, ne de ağır yaptırımlar uygulanarak tek çivi çakılmasına izin verilmemesi...

Niye!

“Memlekette taş üstünde taş, baş üstünde baş komayan, öğrencisinden orgeneraline tuttuğunu sorgusuz sualsiz Silivri’ye tıkma gücünü kendinde bulan yüce güdücülerimiz neden ve nasıl engel olup uzak tutamaz gecekonducu kafaları, İstanbul’un su ve oksijen kaynağı kuzey bölgelerinden?” minvalli sorular sormak nedense gelmiyor aklına betoncu medeniyetçilerin hiçbirinin!

Başkent desen hepten almış başını gidiyor.

Ankara’yı, karşı kaldırıma geçmek için pasaport gereken otobanlar arasındaki yerleşim birimleri haline getirmeyi marifet sayan bir yüce başkan üst üste seçiliyor başkentte. Yapılaşmaya kapalı olmasını takmayıp her yolu deneyerek, göz diktiği bütün parkları, yeşil alanları yavaş yavaş yutarak beton küplerle, otobanlarla kaplamakta her türlü mahareti gösterdiğine bakılırsa, bir iki dönem sonra Ankara’lar yeşillikleri sadece botanik müzelerinde görebilecekler demektir.

Bu betoncu otobancı yüce başkan her ne şekilde seçiliyorsa seçilsin fark etmez, demek ki, beton küplerle otobanların arasında kelle koltukta yaşamayı seviyor başkentliler.

Memleketin dört bir yanı soruluyorsa betoncu çağ atlatıcılardan, kaçınılmazdır çağ atlamak. Atlatılıyoruz nitekim...

Çok kişinin dikkatini çekmiştir sanırım; beton aşığı güdücülerimizin yolları oralara düştüğünde kendilerini hemen Central Park’a atıp transa geçmişçesine ağzı kulaklarında yürüyüş yaptıklarını. Belli ki hiç akıllarına gelmiyor NewYork’a can katan o parkın nasıl bir anlayışın eseri olduğu, ne zaman hayata geçirildiği. Bugün ise Central park’tan çok daha fazlasının gerektiği inancının doğurduğu yepyeni bir anlayış hızla yayılıyor ve bina çatıları yeşillendirilip ağaçlandırılıyor.

Bizde de tek tük örneklerine rastladığımız çatı yeşillendirmelerinin yararları ve ekonomik getirisi epeyce fazla. En başta, sağladığı enerji tasarrufuyla kısa sürede kendini amorti edip kaara geçilmesini sağlıyor. Yaşamsal katkılarını saymak bile gereksiz...

Beylik lafların saltanatında yürümelere dönersek...

Bulduğu her suyu birilerinin kesesine çevirmeyi iş bellemiş sucu prof’un diline pelesenk ettiği “Su akar Türk bakar” lafı 100 yıl öncesine aittir ve köprülerin altından çok muazzam sular akmıştır. Bunu da herkesten çok su meselesini herkesten iyi bildiği söylenen ve zaten pek çok kez de bunu kanıtlayan işlere imza atmış sucu prof’un bilmesi gerekir.

Geçtik öyle “Tiiiiez buraya baraj yapıla” yöntemiyle ortalığın tarumar edilmesini, pek çok yerde barajlar havaya uçuruluyor şimdilerde.

Günümüzün hızla ağırlık kazanan bilimsel ve siyasal bakışı, tamamen doğal yapının korunması anlayışı doğrultusunda gelişmekte.

Meselenin baraj yapmak ya da yıkmaktan daha fazlası olduğuna çok güzel bir örnek yaklaşım hayata geçiriliyor şimdilerde Avustralya’da. Daha önce nehir yatağındaki devrilmiş ağaçların kaldırıp temizlenmesinin pek çok olumsuz sonuç doğurduğu görülünce, yeni bir yaklaşım geliştirilerek nehir yatağına yeniden kütükler ağaç dalları yerleştirilmeye başlanmış. Bunun getirdiği kazanımları görmek için çok beklenmesi de gerekmemiş.

Akarsu yatağındaki devrilmiş kütüklerin oluşturduğu doğal bentler sadece canlı yaşamını sürdürmeye değil, akarsuyun kendisini de yaşatmaya yaradığı, o küçük göletlerin etrafının çevre çiftçiler için kurak dönemlerde, su rezerviyle otlak anlamına geldiği ortaya konuluyor kısacası. İnşaat kepçeleriyle, dozerlerle akarsu yataklarına yeniden kütükler ağaçlar yerleştirilmeye başlanması boşuna değil.

Şurası çok açık ki, öyle tek bir doğru yok. Bir yerde doğru olan diğerinde tamamen yanlış olabilir. Buna da bilimcilerin karar vermesi gerekir, siyasilerle tacirlerin değil. Yaşama ve doğaya tamamen bilimsel yaklaşılmasının egemen kılınması kaçınılmazdır. 21. Yy.da bunu tartışmak ise anlamsız ve gereksiz. Gerektiğine yeterince kani olunduğunda baraj da yapılır, zarar verdiği görüldüğünde havaya da uçurulur. Yol da yapılır, köprü de tünel de, göz alabildiğine yayılan binalar da ama sadece keseleri doldurmak için yaşamsal önemi çok yüksek doğal yapı talan edilemez. Bu düpedüz cinayettir, muazzam bir hak gaspıdır.

Herkes bina diker eşsiz güzelliklerin ortasına, oysa asıl marifet, yüzüne bakılmayan çoraklıkları cennete çevirebilmektir. Ve günümüzün yaklaşımı da zaten bu anlayış doğrultusunda gelişip yapılanmaktadır.

“Su akar Türk bakar”, “Bunlar köprüye de karşı çıkmıştı...” gibi klişelerden beslenmeler değil, “Bilim ne diyor?” anlayışı egemen kılınmalıdır.

Canına okuduğumuz bu yerkürenin üçte ikisinin sularla kaplı olması suyun bolluğunu değil, ne derece önemli olup korunması, titizlenilmesi gerektiğini gösterir. Gelinen aşama ise her zamankinden daha tedbirli, daha hazırlıklı olunması gerektiğini haykırıyor. Yani barajlar gerekli, hem de çok ama çok gerekli ama zarar verip vermeyeceklerinin hesabının kitabının yapılmasının şart olduğu unutulmadan. Ticari hesaplarla her yere baraj kondurulması ise kabul edilemezdir.

Tüm deneyimler ve bütün bilimsel veriler, “Su akar Türk bakar ama gerçekten bakar, titizlenir, korur” anlayışının egemen kılınmasının kaçınılmazlığını gösteriyor.

Sonuçta diyorum ki, kaçınılmazdır, “Su akar Türk de bakar”.


Eyüp Şeker

09.05.2011 18:57 / 19.05.2011 19:00 / 21.05.2011 12:57





BİR MIH YÜZÜNDEN AT SAHİBİ OLMA DURUMSALI




Nasıl mı ortaya çıktı bu durumsal? Tabii ki internete alışamayan firmaların yarattığı sorunsalların durumsalından.

Açayım:

Benim kuşbeyinli çiğ mısıra bayılıyor. Gördüğü anda gözleri hipnotize olmuşçasına kocaman açılıyor, dilini şaklatmaya başlayıp bacakları üzerinde yaylanıyor. İşte bu durumsal yüzünden, kışın da sevdiğinden mahrum kalmasın diye yazdan atıyorum buzluğa, birkaç haftada bir çıkartıp buzunu çözüyor, biraz da kuruttuktan sonra veriyorum Tutsak’a. Her koçanı 2’ye 3’e böldüğüm bir poşet mısırın sonu gelince “Çıkmış mıdır...” merakıyla bakınırken gördüm tatlı mısır’ı.

Tanıtımı yalnızca ‘Tatlı Mısır’dan ibaretti ama fotoğrafı vardı ve ambalajın üzerinde ‘3 adet yenmeye hazır tatlı mısır’ yazılıydı. Daha ne isterim hemen atladım üzerine.

İlk kez görüyordum böylesine tatlı mısırı. Hemen birine yumuldum, fakat sarmadı. İnanılmaz tatlı ve alıştığımız damak tadına pek uygun değildi. Kalanı kuşbeyinliye... Onun da pek sevdiği söylenemez...

Sanal markette arayışlara devam ederken bir başka mısır daha çıktı karşıma. Sadece ‘3 adet Mısır’ yazılı, fotoğraf falan yok... Alalım bakalım, belki tatlı değildir dedik.

Gelen mikrodalgada pişirmelik mısırdı iyi mi ve ‘3 adet’ tanımlamasında kastedilen koçan değil zarfmış meğer. Sunumunda ne mikrodalgada pişirmeye dair bir ifade vardı ne de patlatmalık mısır olduğuna dair…

“E ne etçem ben bunu, mikrodalga fırınım mı var? Ürün iadesi ancak mağazalarda yapılabiliyor, kapıda yok” halleriyle kafamı duvarlara vurmayayım da ne edeyim. Nur topu gibi bir sorunsalım oluvermişti.

Aslında ne zamandır aklımın bir köşeciğine takıladurudu zaten, “Mikrodalga fırın alsam mı?” demelere başladım. “Alıp da ne etçem, neyime yarıyecek! Yemek mi pişermiş o şeytan icadında, tamamen artistik hareketler bu işler...” halleriyle burun kıvırmayı sürdürürken alışveriş sitelerine şöyle bir bakıneyim dedim. Yorumlara göz atarken işin ‘Yemek ısıtma...’ faslıyla karşılaşınca jeton nihayet düşüverdi.

Konunun hep göz ardı ettiğim yönü buydu işte, kahvaltıda börek, yemekte pilav falan ısıtsam yeter deyip hangisini alayım arayışına giriştim.

Daha önce internetten fırın almış, sonrasında yolum denk düştüğünde mağazaya sorunca çok bariz farkla karşılaşmıştım. Bu durumsalı bu kez kesinleştirmek istediğimden üşenmeyip mağazasına gidip sordum, altıda bire yakın farkla daha düşüktü fiyat. Böylece, en azından 2 yerli firmanın mağazalarındaki fiyatların internetten daha uygun olabileceğini kesinleştirdim. Bilemiyorum, belki de markalar kendi sitelerinde açıklarından daha düşük fiyata izin vermiyorlardır internette. Neyse.

Ve böylece, bir nal bile değil, bir mıh yüzünden at sahibi oldum tam anlamıyla ve de bir paket patlatmalık mısır yüzünden mikrodalga fırın satın aldım.

Şu an ne mi düşünüyorum? Bir tabak yemek ya da süt ısıtırken “Ben nasıl ihmal etmişim, neden yıllar önce almamışım bu mereti” deyip duruyorum. Eskiden koca tencereyi ısıtır sonra da kaldırırdım. Malum, bunun en olumsuz yanı, tencerede kalanın daha kısa sürede bozulması. Yanicime, en başta bu bakımdan gayet faideli bir şeytan icadı bu alet. Henüz herhangi bir yemek pişirmesem de ısıtma fasılları bile memnuniyetimi katlamaya yetti. Özellikle bir başına yaşayan, vakti de kısıtlı olanlar için olmazsa olmaz bir şey mikrodalga fırın. Kendi tabağında 2 dakikada yemek, kasesinde 3-4 dakikada süt ısıtmak müthiş bir kolaylık. Neyse.

Bilenler bilir, bu düşük fiyat durumsalı market etiketli ürünlerde de vardır ve üretici markadan daha ucuzdur böylesi ürünler. Anlaşmalar ve vergi durumsalı nedeniyle ortaya çıkan bir durumsal herhalde. Sanal alışveriş çıktı düşük fiyatlı market etiketli ürünlerden sebeplenemez olduk. Mağazada olsa etiketini okuyup üreticiyi falan görme ve market etiketliyi tercih etme imkanımız vardı, internetin şu anki hali ne yazık ki buna izin vermiyor. Bu yüzden neyle karşılaşacağını bilemeyip uzak duruyorsun. Bu noktada fotoğraf da yetmiyor detay gerekiyor.

Bir ara ufak tefek tamiratlar için yapıştırıcıya ihtiyacım vardı, sanal marketi inceliyorum. ‘Yapıştırıcı bant’ı görünce attım sepete. Geldi, plastik ambalaj içinde 1 cm genişliğinde, 1 m boyunda, ince, katlanmış beyaz bir bant. Açtım, herhangi bir yapışkan özelliği yok, kurdele gibi bir şey. Ambalajın üzerinde ‘EVS Tekstil, www.favore.com.tr’ dışında, ‘Çocuklardan uzak tutunuz’ Rusça dahil 5 dilde daha yazılı. Bunun dışında hiçbir yazı yok. Barkod etiketinde ise ‘Pratik Parça Yapıştırıcı’ yazısı var. Ne ürünün özelliği, ne nerede kullanıldığı, ne ne işe yaradığı, ne nasıl kullanılacağı var… İçeride duruyor ve ben halen daha bu tuhaf bandın ne işe yaradığını bilmiyorum. Paket üzerinde yazılı o ‘bilmem ne tekstil’i internetten aradım, hiçbir şey çıkmadı karşıma. www.favore.com.tr adresi ise ‘under construction’ hallerinde takılıyor.

 Neyin nesidir, ne işe yarar bilmiyorum. İnternet marketteki tanıtımında da hiçbir şey yazılı değildi, fotoğraf falan da yoktu. “Yapıştırıcı değil mi, bir işe yarıyordur işte” aldırmazlığıyla almıştım. Biraz şeyi andırıyor, sunta kenarlarını kaplamakta kullanılan, ütüyle yapıştırılan mobilya bantlarını… Sanırım dikiş nakış işlerinde kullanılan ve aşina olanların satın aldığı bir şeydir.

Aslında şu anki internet marketler tamamen aşinalık üzerine yapılandırılmış durumda. Bir tanesi yine iyi, fotoğraflara çok daha fazla yer veriyor, daha az yaygın olan diğerinde neredeyse hiçbir şey yok. En son, markası dışında sadece ‘Domates’ yazılı olan bir ürün satın aldım, domates suyu çıktı, salça da olabilirdi, püre de. Artık şansına kalmış. Oysa ben ‘Rende Domates’ arayışındaydım.

Öyle içerikmiş, etiket detayıymış, zor buluruz. Bakalım artık, çıkmadık candan umut kesilmezmiş, belki bir gün mağazadan alışveriş edercesine görürüz ürünleri, tabii ömrümüz vefa ederse.

Yanisi şu ki, internete alışamayan firmaların durumsallarının çok fazla sorunsalı var.

Bir diğer önemli eksiklik, daha farklı sorunsallar yaratıyor. Bu durumsal, yeterli bilgi olmasına rağmen ortaya çıkıyor:

Açayım; kuşbeyinliye yem falan aldığım sitede bakınıyorum, kumlu tünekleri görünce bizimkine de alayım dedim. Dişlerini tırnaklarını biler, burnuma daha kolay delik açar garip, fena mı... Arada tutar böyle duygusallaşmalarımın yol verdiği acımalarım. Neyse.

Kumlu tüneklerin 3-4 boyu var, hepsinin boyu çapı falan açık seçik yazılmış. Benimkisi büyük boy kuşbeyinli sınıfına girdiğinden, doğrudan en büyük boya yöneldim ama daha küçüklerin ölçülerini dikkatli şekilde okudum öğrendim. Sorun yoktu yani. Geçmiş gün, boyu 30 cm, çapı 5-6 cm falan olan en büyük boyda karar kıldım. Ve siparişler geldi, koliyi açtım, öylece kalakaldım. Tek yapabildiğim “Oha, bu ne...” demekti.

Kuşbeyinlinin o zamanki kafesi 50*50*60 cm civarında, gelen kumlu tünek kolum kadar, birkaç kg ağırlığında devasa bir kütük. Takıldığında yerinden kurtulup düşse kafesi parçalar meret. Yerleştirmeye kalksam kıpırdayacak yeri kalmaz kuşbeyinlinin. Zaten kafese takmam mümkün değil, o dakka iyice kafayı yer Tutsak.

Verdik kargoya çuvalla parayı, gönderdik geri.

Şimdi burada tanıtım açısından eksiklik ve kusur yok, her şey tamam gözüküyor. Satın alan da bütün bunları görüp kararını veriyor. O zaman sorun nereden çıkıyor?

Galiba şuradan: Yeterince bilgi olsa dahi insan kafasında gereğince canlandıramadığından kaynaklanıyor bu sorunsal. Ürünün fotoğrafı tek başına değil de kıyaslanabileceği bildik bir nesneyle birlikte veya yemlikleri tünekleri yerleştirilmiş bir kafese takılıyken çekilecek olsa, bu durumsal ortadan kalkacaktır sanırım.

Hani bazı ürünlerin fotoğrafları metal parayla ya da sigara paketiyle birlikte çekilir ya, o mantıktan söz ediyorum.

Aslında bundan daha devasasıyla karşılaştım. Tutsak’a üstü açılabilen daha büyük bir kafes alayım diyordum ne zamandır. Sonunda karar verip incelemeye başladım kafesleri. Öyle bir tanesini gözüme kestirdim ki, kafes değil dubleks villa mübarek. Fiyatı da dubleks, hatta tripleks. İyice inceledim ölçülerini özelliklerini, yetinmeyip müşterisi olduğum siteyi aradım “Bu çok mu büyüktür, başıma bela olur mu?” diye sorgu sual eyledim.

Ve sonunda “3 günlük dünya, kuşbeyinli rahat etsin bari” dedim çatır çatır girdim rakamları, beklemeye koyuldum siparişi.

Bir de ne göreyim, gelen kapı kadar devasa bir kolidir. Sıkı internet alışverişçisi olduğumdan kargo personeliyle de fazlasıyla tanışıklığımız oluştu, merakla sordular “Abi bu ne?”.

“Kuş kafesi...” dediğimde öyle tuhaf bakışlarla karşılaştım ki, “Galiba başım belada” demek durumunda kaldım. Abarttığım sanılmasın, resmen paketlenmiş kapıya benziyor.

Neyse, açıp monte etmeye başladım kafesi. Ortaya dubleks villa gibi bir şey çıktı.

Tutsak’ı geçirdik içine, ilk birkaç gün altta kalan yem ve su kaplarına bile gitmedi. Epeyce panikledim, birkaç kez veterineri aradım. Neyse, alıştı ve şimdilerde ondan mutlusu yok. Öyle olumlu değişikliklere sebep oldu ki yeni kafes, başlı başına yazı konusu, oraya girmeyelim şimdi.

Bunu anlatmadan geçemem; “Salak yine tünekten düştü” dediğim halleri bu kafeste acayip sonuçlar doğurdu. Gecenin bir vakti ‘Gümbüüür’ diye bir ses duyduğumda mevzuu bilmeme rağmen “Salak yine düştü” diyerek irkilmeden edemiyorum. Ne yapsın garibim, eskisinde 1 karış yerden aşağı atıyordu kendini, bunda yaklaşık 1 metreden taban ızgarasını gümbürdetiyor. Son günlerde alt tüneklerde uyuma denemesi yaptı bir iki kez ama sanırım alt dallarda uyumak genlerinde kayıtlı olmadığından pek huzur bulamadı, yine en üstte uyuyor.

Şimdilerde epey alıştı, ilk günlerde dakikalarca sağdan soldan aşağı bakıyor, bir türlü inecek yere karar veremiyor, artık açlık susuzluk daha fazla katlanmasına izin vermediğinden olacak gözüne kestirdiği taraftan aşağıya inmeye başlıyordu. Öylesine temkinli öylesine yavaş iniyordu ki, izlerken ben bile sıkılıyordum. 

Profilden benziyordu bana, huyu da mı benziyor yoksa, bu kuşbeyinlide de yükseklik korkusu mu var demeye başladım. Haniyse inanacağım yani… Yükseklik korkusu olan bir kuşbeyinli, düşünmesi bile müthiş gırgır. Neyse.

Sonuçta, “Ne iyi ettim kafesi almakla, buna neden daha önce karar vermedim” diyorum şimdilerde. Para durumsalları gibi pek çok neden vardı gerçi ama yine de epeyce geciktiğim açık.

Bunu neden mi örnek verdim? Şundan: Bu kafesi mağazada veya internet sitesinde, kafes kuruluyken yanında duran bir insanla çekilmiş fotoğrafını görsem, hayatta almazdım.

Yeterince bilgi olsa dahi, insan, kafasında net bir resim oluşturamıyor ve sonuçta hatalı veya yanıltıcı yargılarla hareket edilebiliyor.

Özetle diyorum ki, internet tamamen farklı ve fazlasıyla bakir bir ortam, yeni yöntemler, farklı sunum biçimleri geliştirilmesi kaçınılmaz. 


                     Eyüp Şeker








ÇARPILMIŞ ALGILARIN ESERİDİR GEDSHÖ GİRİŞİMLERİ



Aklın yolu birdir. Birazcık kafa yoran herkes aynı sonuca ulaşıyor; İstanbul Kanal Projesinin çılgınca ve ölçüsüzce bir inşaat yağması dışında getirisi yok.

Çılgın inşaat rantı dışında hiçbir getirisi olmayan bir kanal yapılmayacak/yapılamaz demektir.

En başta güzergahla ilgili devasa tutarsızlıklar, uygunsuzluklar var.

O zaman amaç ve hedef nedir?

Tek ve değişmez hedef, kanal kılıfı ve maskesiyle yöreyi çılgınca bir yapılanma rantına açmak gibi gözüküyor.

Büyük ihtimalle göstermelik bir hafriyat yapılacak, İKP kılıfıyla maskelenen inşaat furyasıyla bölge talan edilecektir.

Belki de inşaatlar çılgınca yükselmeye başladıktan sonra, “Bu güzergah kanal için uygun değilmiş, başka yerden geçireceğiz” denecek ve yeni bir “Hurra”lı furya başlatılacaktır. Kim bilr...

Hem zaten güdücülerin hikmetinden sual eylenmez di mi! Bunu çoktan bellemedik mi..!

Görünüşe bakılırsa inşaat istilasının önünü açmanın esaslı bir kılıfı İKP... Nasılsa öğreniriz...

Şurası çok açık, bütün vahamet algıdan kaynaklanıyor; neyin değerli, neyin gerekli, neyin zenginlik olduğu, neyin korunması ve neye yönelinmesi gerektiği doğru algılanıp gereğince kavranamadığı için atılıyor böylesi adımlar.

Ölüp bitilen Dubai, sahip olduklarımızın bir gıdımının sahtesini hayata geçirmek için oluk oluk para akıtmakla kalmıyor, her birini hayatta tutabilmek için oluk oluk para akıtmayı sürdürüyor.

Zira durdukları anda çöküp gidiyor oluk oluk akıtarak yükselttikleri.

Çünkü doğaya uygun değiller, iğretiler, çok büyük zorlamalarla ayakta tutulabiliyorlar.

Hata ortadaysa yapılması gereken de ortada demektir.

Tabii görmek isteyen için.

Yanlış algı sadece tepeden değil en alttan başlıyor aslında; “Büyüklerimiz bilir” kulluğuyla her türlü girişim hemencecik kabullenilirken tartışmak, sorgulamak, hesap sormak kimsenin aklına gelmiyor.  

Ölçüsüz tahribatlardaki betonlama faaliyetleri hep medeniyet zannediliyor. En cahilinden en eğitimlisine bu algı değişmiyor...

Daha önce Gürpınar’ı örnek vermiştim. Yıllardır gitmedim. Google Eart’ten baktığımda, yapılmasına dilim döndüğünce itiraz ettiğim o sahil yolunun çoktan hayata geçirildiğini gördüm. Ne mutlu Dereağzı sakinlerine.
Sahil şeridi yol yapımına hiç uygun olmadığından kaya dolgulu dar bir yol yapılmış. Birazcık uygun olsaydı otoban geçirileceğinden hiç kuşku yok.

Gürpınar sahilleri denizin henüz kirlenmediği o yıllarda da berbattı. Doğru dürüst ne kumsalı vardı, ne güle oynaya girilebilecek denizi. Büyük bölümü çakıllıydı, kayalıklıydı. Kumlu tek bölüm ise heyelan yüzünden çoğunlukla çamurluydu.

Tek özelliği vardı Gürpınar sahillerinin; sessizlik ve sakinlik. Bunu göremeyip medeniyet getirdiler, hem de dibine kadar.

Artık sahili çepeçevre dolanan yollarına kavuştu medeniyet aaşıkları ve yaşayacaklar dibine kadar medeniyetlerini.

“Zaten deniz yok, kumsal da yok, nesini koruyacaklardı? Hiç olmazsa kente daha kolay ulaşabilecekler. Kötü mü oldu?” itirazlarına söylenecek tek şey var; siz âşıklar neler kaybettiğinizin farkında mısınız?

Kaybedilen, tahrip edilen doğayı geri kazanıp iyileştirmek kimsenin aklının ucundan geçmezken, beton ve asfalt medeniyet zannediliyor. Hepsinden önemlisi bu vahim yanlış asla görülmüyor, görülemiyor.

“İstanbul’un göbeğindeki sahiller bile kumsala kavuşturulup denize girilebilecek hale getirilirken, Büyükçekmece Gürpınar neden kazanılamasın?” sorusunu sormak gelmiyor demek ki betoncu medeniyetçilerin aklına.

Aynı kafa senede bir ay gidip kaldığı memleketindeki yaylaya tutup 5-6 katlı apartman yapar. Hem de 3-4 katının hep boş kalacağını bilerek diker o apartmanı. Amacı gösteriş yapmaktır ve asla aklına gelmez kütükten bir yayla evi yapmak. Zaten dededen nineden kalma kütük evi de bakımsız diye, kötü diye yıkmıştır.

Gürpınar sahilinden yol geçeceği haberinin duyulduğu o günlerde konu tartışılıyordu. Aslında pek tartışılmıyor, müjdeli haber olarak konuşuluyordu. Benden başka itirazcı pek yoktu çevremizde.

Yine böyle bir sohbet ortamında aramızdan biri, güzelliklerin kıymetinin bilinmediğinden söze girerek öve öve bitiremediği Trabzon’daki dededen kalma yayla evini, yaylanın güzelliklerini anlatmaya başladı. Yayla sakinlerinin o geleneksel yapılanmayı korumadığından, hemen herkesin kütük evlerin çatılarını sacla kapladığından, bunun da çok kötü göründüğünden yakındı epey süre. Kütük evler şöyle güzel böyle sağlıklı, hava desen gençlik aşılıyor, sağlık enjekte ediyor…

Anlattı anlattı, sonunda sözü, yazın birkaç hafta kalmaya gideceğine getirdi ve “Bizim kütük ev de bakımsız, kapısı penceresi dökülüyor. Gittiğimde biraz bakım yapacağım. Bodrumda çıkma bir plastik pencere var, giderken onu da götürüp oraya takacağım”.  

Sözün bittiği yerdir burası.

Yüksek eğitimli bir İstanbul yaşayanıydı yaylasının âşığı. Doğaya düşkün, çevre bilinci olan biri izlenimi veriyordu. Ama sadece izlenim veriyordu, hepsi bu…

Bu yüzden okumuşu cahili destekleyip alkışladı Karadeniz sahil yolunu. O alkışlayanlara göre medeniyetti bu. Geldi medeniyet, dibine kadar. Ve artık görüyorlar medeniyeti yaşamayı dibine kadar.

Ataköy’den Sirkeci’ye Çin Seddi gibi uzanarak insanların kıyıyla irtibatını kesen sahil yolu geliyor insanın aklına yine.

Bu yol öylesine engelliyor ki insanları, yolun karşısındaki büyük yatırımlar bile iş yapamıyor, kısa sürede birer ikişer kapanıyorlar.

Hemen karşısında yaya üst geçidi olan Regatta’da açılan büyük marketler çok geçmeden kapıya kilidi vurmak zorunda kaldı. Hadi diyelim o çevreye biraz uzak kalsalar da birçok gıda marketi var etrafta, o yüzden iş yapmadı açılan. Ya inşaat malzemeleri marketinin iş yapmamasına ne diyeceğiz? Çarşı içinde çok sayıda nalbur olmasına rağmen, pek çok çeşidi bir arada bulunduran ve yürüyerek gidilebilen inşaat marketine ihtiyacı vardı semtin. İyi de bu mağaza neden kepenkleri indirdi!

Oradaki eğlence mekanlarının iş yapmamasının çeşitli nedenleri olduğu muhakkak, fakat bu sebeplerin ilk sıralarında yer alan ve insanların zihinlerinde kendiliğinden yer etmesine rağmen pek dillendirilmeyen ‘Riskli bölge’ algısının etkisi göz ardı edilebilir mi? Bu yüzden kara tarafındaki çay bahçeleri çoluklu çocuklu ailelerle doluyken, sahil kısmındakiler gençlere aittir.

Özetle, sahildeki kıyı bandı ‘Teksas’tır ve gücü yetenlere aittir. Pek dillendirilmeyen bu algıyı oluşturan ise ‘Çin Seddi’ sahil yoludur.

İlk ve tek olduğu dönemlerde arı kovanı gibi kaynayan Galleria’nın ayağa kaldırılarak yeniden eski günlerine bir türlü döndürülememesi de yine bu ‘Çin Seddi’ yüzündendir. Ahkam kesecek yetkinliğe sahip değilsem de fikrimi söylemeden edemeyeceğim; Galleria o eski cıvıl cıvıl günlerine asla kavuşturulamaz. Bence orası müthiş bir fuar alanı olur olmasına da, getirisi yetersiz kalacağından mümkün gözükmüyor. Hele de kitap fuarı için biçilmiş kaftan... Regatta da öyle...

Bir de çarşıda yapılmış çok yüksek maliyetli yeraltı çarşısı var ki, tam bir GEDSHÖ başyapıtıdır. Eskinin dahi başkanlarından birinin eseridir ve oluk oluk para akıtılarak bela edilmiştir semtin başına. İstasyon Caddesinin sağı solu pasajlarla mağazalarla doluyken yürüyen merdivenle de olsa insanların onca merdiveni inip çıkmayacağı kestirilemeyip öngörülemeyince gömülmüştür paralar toprağa.

Gömülür, çünkü yurdumun dört bir yanı gibi GEDSHÖ kapmak için yarışılmıştır Bakırköy’de de. 

Kimsenin aklına da semt sakinlerinin fikrini sormak gelmemişti. Niye sorsunlar ki!

Eskiden de sorulmazdı insanlara, artık ileri demokrasiye geçildi, koyunların fikrinin sorulması mümkün mü! Esirgeyip bağışlayan güdücüler bahşediyorken ne sorulur ne de çıt çıkmasına izin verilir.

Büyüklerimizin hikmetinden sual eylemek biz cahil kulların ne haddine!

Dahinin dahisi bir hazret çıkıp eşsiz Uzungöl’ü yok etti ve memleketin kılı kıpırdamadı. Ne hesap soruluyor, ne de kimsenin kılı kıpırdıyor. Bir diğeri çıkıp çuvallarla parayı toprağa gömüyor ve çekip gidiyor. Ne eşsiz GEDSHÖ’leri sırasında ne de sonrasında kimsenin çıtı çıkmıyor.

Ne yapalım, büyüklerimiz bilir.

Elimizde sayısız örnek olmasına rağmen memleketin dört bir yanında birbirleriyle yarışarak yükselmeyi sürdürür GEDSHÖ eserleri.

Çünkü beton medeniyettir!

Ve her geçen gün biraz daha medenileştiriliyoruz!

Bu yüzden diyorum ki, “İyi ki var bu GEDSHÖ’ler, yoksa çok ilkel kalırdık”.



               Eyüp Şeker