Aklın yolu birdir. Birazcık kafa yoran herkes aynı sonuca ulaşıyor; İstanbul Kanal Projesinin çılgınca ve ölçüsüzce bir inşaat yağması dışında getirisi yok.
Çılgın inşaat rantı dışında hiçbir getirisi olmayan bir kanal yapılmayacak/yapılamaz demektir.
En başta güzergahla ilgili devasa tutarsızlıklar, uygunsuzluklar var.
O zaman amaç ve hedef nedir?
Tek ve değişmez hedef, kanal kılıfı ve maskesiyle yöreyi çılgınca bir yapılanma rantına açmak gibi gözüküyor.
Büyük ihtimalle göstermelik bir hafriyat yapılacak, İKP kılıfıyla maskelenen inşaat furyasıyla bölge talan edilecektir.
Belki de inşaatlar çılgınca yükselmeye başladıktan sonra, “Bu güzergah kanal için uygun değilmiş, başka yerden geçireceğiz” denecek ve yeni bir “Hurra”lı furya başlatılacaktır. Kim bilr...
Hem zaten güdücülerin hikmetinden sual eylenmez di mi! Bunu çoktan bellemedik mi..!
Görünüşe bakılırsa inşaat istilasının önünü açmanın esaslı bir kılıfı İKP... Nasılsa öğreniriz...
Şurası çok açık, bütün vahamet algıdan kaynaklanıyor; neyin değerli, neyin gerekli, neyin zenginlik olduğu, neyin korunması ve neye yönelinmesi gerektiği doğru algılanıp gereğince kavranamadığı için atılıyor böylesi adımlar.
Ölüp bitilen Dubai, sahip olduklarımızın bir gıdımının sahtesini hayata geçirmek için oluk oluk para akıtmakla kalmıyor, her birini hayatta tutabilmek için oluk oluk para akıtmayı sürdürüyor.
Zira durdukları anda çöküp gidiyor oluk oluk akıtarak yükselttikleri.
Çünkü doğaya uygun değiller, iğretiler, çok büyük zorlamalarla ayakta tutulabiliyorlar.
Hata ortadaysa yapılması gereken de ortada demektir.
Tabii görmek isteyen için.
Yanlış algı sadece tepeden değil en alttan başlıyor aslında; “Büyüklerimiz bilir” kulluğuyla her türlü girişim hemencecik kabullenilirken tartışmak, sorgulamak, hesap sormak kimsenin aklına gelmiyor.
Ölçüsüz tahribatlardaki betonlama faaliyetleri hep medeniyet zannediliyor. En cahilinden en eğitimlisine bu algı değişmiyor...
Daha önce Gürpınar’ı örnek vermiştim. Yıllardır gitmedim. Google Eart’ten baktığımda, yapılmasına dilim döndüğünce itiraz ettiğim o sahil yolunun çoktan hayata geçirildiğini gördüm. Ne mutlu Dereağzı sakinlerine.
Sahil şeridi yol yapımına hiç uygun olmadığından kaya dolgulu dar bir yol yapılmış. Birazcık uygun olsaydı otoban geçirileceğinden hiç kuşku yok.
Gürpınar sahilleri denizin henüz kirlenmediği o yıllarda da berbattı. Doğru dürüst ne kumsalı vardı, ne güle oynaya girilebilecek denizi. Büyük bölümü çakıllıydı, kayalıklıydı. Kumlu tek bölüm ise heyelan yüzünden çoğunlukla çamurluydu.
Tek özelliği vardı Gürpınar sahillerinin; sessizlik ve sakinlik. Bunu göremeyip medeniyet getirdiler, hem de dibine kadar.
Artık sahili çepeçevre dolanan yollarına kavuştu medeniyet aaşıkları ve yaşayacaklar dibine kadar medeniyetlerini.
“Zaten deniz yok, kumsal da yok, nesini koruyacaklardı? Hiç olmazsa kente daha kolay ulaşabilecekler. Kötü mü oldu?” itirazlarına söylenecek tek şey var; siz âşıklar neler kaybettiğinizin farkında mısınız?
Kaybedilen, tahrip edilen doğayı geri kazanıp iyileştirmek kimsenin aklının ucundan geçmezken, beton ve asfalt medeniyet zannediliyor. Hepsinden önemlisi bu vahim yanlış asla görülmüyor, görülemiyor.
“İstanbul’un göbeğindeki sahiller bile kumsala kavuşturulup denize girilebilecek hale getirilirken, Büyükçekmece Gürpınar neden kazanılamasın?” sorusunu sormak gelmiyor demek ki betoncu medeniyetçilerin aklına.
Aynı kafa senede bir ay gidip kaldığı memleketindeki yaylaya tutup 5-6 katlı apartman yapar. Hem de 3-4 katının hep boş kalacağını bilerek diker o apartmanı. Amacı gösteriş yapmaktır ve asla aklına gelmez kütükten bir yayla evi yapmak. Zaten dededen nineden kalma kütük evi de bakımsız diye, kötü diye yıkmıştır.
Gürpınar sahilinden yol geçeceği haberinin duyulduğu o günlerde konu tartışılıyordu. Aslında pek tartışılmıyor, müjdeli haber olarak konuşuluyordu. Benden başka itirazcı pek yoktu çevremizde.
Yine böyle bir sohbet ortamında aramızdan biri, güzelliklerin kıymetinin bilinmediğinden söze girerek öve öve bitiremediği Trabzon’daki dededen kalma yayla evini, yaylanın güzelliklerini anlatmaya başladı. Yayla sakinlerinin o geleneksel yapılanmayı korumadığından, hemen herkesin kütük evlerin çatılarını sacla kapladığından, bunun da çok kötü göründüğünden yakındı epey süre. Kütük evler şöyle güzel böyle sağlıklı, hava desen gençlik aşılıyor, sağlık enjekte ediyor…
Anlattı anlattı, sonunda sözü, yazın birkaç hafta kalmaya gideceğine getirdi ve “Bizim kütük ev de bakımsız, kapısı penceresi dökülüyor. Gittiğimde biraz bakım yapacağım. Bodrumda çıkma bir plastik pencere var, giderken onu da götürüp oraya takacağım”.
Sözün bittiği yerdir burası.
Yüksek eğitimli bir İstanbul yaşayanıydı yaylasının âşığı. Doğaya düşkün, çevre bilinci olan biri izlenimi veriyordu. Ama sadece izlenim veriyordu, hepsi bu…
Bu yüzden okumuşu cahili destekleyip alkışladı Karadeniz sahil yolunu. O alkışlayanlara göre medeniyetti bu. Geldi medeniyet, dibine kadar. Ve artık görüyorlar medeniyeti yaşamayı dibine kadar.
Ataköy’den Sirkeci’ye Çin Seddi gibi uzanarak insanların kıyıyla irtibatını kesen sahil yolu geliyor insanın aklına yine.
Bu yol öylesine engelliyor ki insanları, yolun karşısındaki büyük yatırımlar bile iş yapamıyor, kısa sürede birer ikişer kapanıyorlar.
Hemen karşısında yaya üst geçidi olan Regatta’da açılan büyük marketler çok geçmeden kapıya kilidi vurmak zorunda kaldı. Hadi diyelim o çevreye biraz uzak kalsalar da birçok gıda marketi var etrafta, o yüzden iş yapmadı açılan. Ya inşaat malzemeleri marketinin iş yapmamasına ne diyeceğiz? Çarşı içinde çok sayıda nalbur olmasına rağmen, pek çok çeşidi bir arada bulunduran ve yürüyerek gidilebilen inşaat marketine ihtiyacı vardı semtin. İyi de bu mağaza neden kepenkleri indirdi!
Oradaki eğlence mekanlarının iş yapmamasının çeşitli nedenleri olduğu muhakkak, fakat bu sebeplerin ilk sıralarında yer alan ve insanların zihinlerinde kendiliğinden yer etmesine rağmen pek dillendirilmeyen ‘Riskli bölge’ algısının etkisi göz ardı edilebilir mi? Bu yüzden kara tarafındaki çay bahçeleri çoluklu çocuklu ailelerle doluyken, sahil kısmındakiler gençlere aittir.
Özetle, sahildeki kıyı bandı ‘Teksas’tır ve gücü yetenlere aittir. Pek dillendirilmeyen bu algıyı oluşturan ise ‘Çin Seddi’ sahil yoludur.
İlk ve tek olduğu dönemlerde arı kovanı gibi kaynayan Galleria’nın ayağa kaldırılarak yeniden eski günlerine bir türlü döndürülememesi de yine bu ‘Çin Seddi’ yüzündendir. Ahkam kesecek yetkinliğe sahip değilsem de fikrimi söylemeden edemeyeceğim; Galleria o eski cıvıl cıvıl günlerine asla kavuşturulamaz. Bence orası müthiş bir fuar alanı olur olmasına da, getirisi yetersiz kalacağından mümkün gözükmüyor. Hele de kitap fuarı için biçilmiş kaftan... Regatta da öyle...
Bir de çarşıda yapılmış çok yüksek maliyetli yeraltı çarşısı var ki, tam bir GEDSHÖ başyapıtıdır. Eskinin dahi başkanlarından birinin eseridir ve oluk oluk para akıtılarak bela edilmiştir semtin başına. İstasyon Caddesinin sağı solu pasajlarla mağazalarla doluyken yürüyen merdivenle de olsa insanların onca merdiveni inip çıkmayacağı kestirilemeyip öngörülemeyince gömülmüştür paralar toprağa.
Gömülür, çünkü yurdumun dört bir yanı gibi GEDSHÖ kapmak için yarışılmıştır Bakırköy’de de.
Kimsenin aklına da semt sakinlerinin fikrini sormak gelmemişti. Niye sorsunlar ki!
Eskiden de sorulmazdı insanlara, artık ileri demokrasiye geçildi, koyunların fikrinin sorulması mümkün mü! Esirgeyip bağışlayan güdücüler bahşediyorken ne sorulur ne de çıt çıkmasına izin verilir.
Büyüklerimizin hikmetinden sual eylemek biz cahil kulların ne haddine!
Dahinin dahisi bir hazret çıkıp eşsiz Uzungöl’ü yok etti ve memleketin kılı kıpırdamadı. Ne hesap soruluyor, ne de kimsenin kılı kıpırdıyor. Bir diğeri çıkıp çuvallarla parayı toprağa gömüyor ve çekip gidiyor. Ne eşsiz GEDSHÖ’leri sırasında ne de sonrasında kimsenin çıtı çıkmıyor.
Ne yapalım, büyüklerimiz bilir.
Elimizde sayısız örnek olmasına rağmen memleketin dört bir yanında birbirleriyle yarışarak yükselmeyi sürdürür GEDSHÖ eserleri.
Çünkü beton medeniyettir!
Ve her geçen gün biraz daha medenileştiriliyoruz!
Eyüp Şeker