EVRİMSİZ CANLI YAŞAYABİLİR Mİ?

30.06.2011 15:50 / 01.07.2011 22:59





Genetik kültürel bilgiden yoksun, tamamen laboratuar ortamında yaratılmış gelişkin bir canlı yaşayabilir mi?

Örneğin, yumurta hücresi ve DNA’sı tamamen protein (A, G, T, C) zerrelerinin teker teker bir araya getirilmesiyle laboratuarda oluşturulan bir sinek uçabilir mi, yiyecek bulabilir mi?

Yaşayamaz.

Her canlının organizma elektriğiyle aktarılmış evrimsel genetik kültürel bilgiye ihtiyacı var. En baştan başlamadıkça tek başına DNA yeterli değil sürdürülebilir yaşam için.

Bu durumda embriyo/yumurta/sperm dondurulduğunda hücre faaliyeti ve elektrik minimum düzeye düşüyor demektir. Tıpkı elektrikli cihazların bekleme (Stand by) konumu gibi. Kendini dondurup havalar ısınınca canlanan kurbağalardan farklı olmaması gerekiyor dondurulan embriyoların.

Pek olası değilse de, eğer dondurulma aşamasında hiç elektrik kalmıyorsa ya genetik kültürel bilgi yok demektir ya da bilgi kimyasal yöntemlerle saklanıyor…


Eyüp Şeker





‘KARALÂHANA’YI NASIL ÖĞRENDİM VE KISA KISA DURUMSALLAR


Sarma yaparım niyetiyle karalaahana almış, fırsat kalmayınca, yıkayıp temizlediğim yaprakları buzluğa kaldırmıştım. O fırsatı bir türlü bulamayınca çözüm arayışına girip net’ten ‘karalahana yemeği’ tarifi aramaya koyuldum.

Öncelikle açıklık getirmem gereken bir durumsal var. Bizde iki tür karalaahana yemeği yapılır. Haşlama dediğimiz çorbaya benzer, asıl sevilen ve ‘karalaahana’ diye bilinen ise lapaya yakın bulamaç gibidir.

Net’ten gelen arama sonuçlarının hemen hepsi bizim ‘haşlama’ dediğimiz ‘karalahana çorbası’ydı. Oysa ben yıllardır yemediğim “karalaahana” yapma peşindeydim. Mıhlama gibi bunu da özlemiştim.

Net’in hali malum, kopyala yapıştır marifetleri yüzünden bir tarif kısa sürede her yere yayılıveriyor. Umudu kesmiş, listeleme sayfasını kapatmaya hazırlanırken gözüme ‘Gürcü usulü karalahana’ başlığı ilişti. Neyin nesi deyip tıklayınca bizim ‘karalaahana’ya en yakın tarif çıktı karşıma. Tek farkı etsiz oluşuydu.

Aslında yemeğin nasıl yapıldığıyla ilgili en küçük bilgim ve fikrim yoktu. Tarifteki malzemeler ve yapılışı bu ilintiyi kurmama yetmişti. Onca yıl süresince kulak misafiri olduğum “Karalaahana güzel vurulmazsa iyi olmaz” gibi şeyler de desteklemişti bu kanımı. Buradaki “Vurmak”tan kastedilen, pişmiş yaprakların yumurta çırpar gibi ezilerek bulamaç haline getirilmesidir. Eskiden büyük bir tahta kaşıkla yapılan bu iş için şimdilerde sopaya benzeyen elektrikli el doğrayıcıları, diğer adıyla blendırlar kullanılıyor. Aslında bu ilintiyi kurmamı sağlayan diğer neden de, lahana vurmak yüzünden arızalanmış el blendırlarını bir iki kez tamir etmişliğimdir.

Bu kadar girizgaah yeter sanırım.

Neyse, tarifin üzerine atlayıp hemen işe koyuldum. Malzemeler açısından tek eksiğim ‘korkota’ydı, yerine dondurulmuş mısır kullandım. Korkota ne mi? Öğütülüp un yapılmak yerine bulgurla mercimek arası büyüklükte iri parçalara bölünen kurutulmuş mısıra ‘korkota’ deniyor yörede. Mısır yarması diye de anılıyor yanılmıyorsam.

Bulduğum tarifteki havuç eksikti (bizde de kullanılmazdı sanıyorum) kullanmadım, 250 gr kadar dana kıyma ekledim, hepsi bu. Acının kendisini göstermesi gerektiğinden pul biberi bol tuttum.

Neyse, bizim karalaahana pişti, şöyle bir tadına bakayım dedim, koca tencereyi ayaküstü mideye indirmemek için zor tuttum kendimi. Sırf özlediğimden olamaz, gerçekten lezzetliydi.

Yani demem o ki, sarma yapmaya bir türlü fırsat bulamamak çok işe yaradı, özlediğim bir tada kavuştum.

Gerçi bulmakta güçlük çekilmeyecektir, yine de ilgileneler için ‘Gürcü usulü karalahana’ tarifi:

MALZEMELER
1 kg. Karalahana
2 adet biber
1 adet orta boy patates
1 adet havuç
1 adet soğan
1 Kase barbunya (geceden ıslatılmış)
1 su bardağı kadar mısır yarması yani mısır kırığı (bunun yerine mısır unu da kullanılabilir)
Sıvıyağ
Tuz

YAPILIŞI

Büyükçe bir tencerenin içerisine iri iri doğranmış ya da elle parçalanmış lahanaları koyuyoruz.
Üzerine kuşbaşı doğradığımız biber, patates, havucu ilave ediyoruz.
Bir kase barbunyamızı ekliyor ve soğanı doğruyoruz.
Sıvıyağ ve tuzunu da ilave edip pişirmeye başlıyoruz.
Lahanalar bir miktar piştiğinde mısır kırığını ilave ediyoruz.
Malzemeler iyice piştiğinde ise tenceremizi ocaktan alıp bir kenarda lahanayı eziyoruz.
Dövmek için ağaçtan yapılmış kalın bir tokmak kullanılıyordu. Gürcüler buna "Laperi" der. Şimdilerde bunu bulmak pek mümkün olmadığından yerine mikser ya da blender da kullanılabilir. Lahanaları istediğiniz kadar inceltebilirsiniz. Ağza gelecek kadar irice kalmaları tavsiyemdir.

Not: Mısır kırığı olmadığı yerde Lahana ve diğer malzemeler iyice piştikten sonra, ocaktan almaya yakın zamanda mısır unu ilave ediyoruz.

Benim notum: Deneyecek olanlara dana kıyma eklemelerini öneririm. Bizde böyle yapılıyor. Bir de haşlanmış barbunya konserve kullandım. Blendırı bir iki dakika tencereye daldırıp dolaştırmak yetip artıyor, bulamaç kıvamına ulaşıyor.

Gelelim başlıktaki ‘kısa kısa durumsalı’ kısmına:

Farkında olanlar vardır sanırım; çorba pişirilirken, tencere ocağı ortalayarak değil de kenara kaydırılırsa taşmadığını fark ettim geçenlerde.

Tencere ortalanmışken merkezden tırmanan çorba eşit biçimde her yana yayılarak bütün yüzeyin köpüklenmesine yol açarken, ortalanmayıp bir tarafa kaydırıldığında, kenardan çıkan kıvamlı sıvı tam aksi tarafa ilerlerken yüzeyi temizleyip köpüklenmeyi engelleyerek tekrar dibe dalıyor.

Tencerede oluşan bu devridaim sadece yüzeyde köpüklenmeyi engellemekle kalmıyor, dibi de süpürerek yemeğin tutmamasını da sağlıyor gibi gözüküyor. Tam emin değilsem de, ortalanmış tencereye göre dibin daha az tuttuğu izlenimini edindim. Bu ise çorbanın/yemeğin taşacağından kaygılanmadan uzunca süre pişirilmesi demek. Tabii yine de arada bir karıştırmayı ihmal etmeden…

Bir miktar enerji kaybı görmezden gelinirse hayli işe yarıyor bu yöntem. Kaynama mevzuunda fazlasıyla sabıkalı sütte işe yarar mı bilemiyorum. Denemek lazım…

Meseleyle ilintili dikkatimi çeken diğer bir durumsal; kalın alüminyum tabanlı çelik tencerelerin çorba pişirmeye pek uygun olmadığı. Kalın taban, ısısını hızla yayıp uzun süre muhafaza ettiğinden yemeklerin dibi kolayca tutabiliyor. Bu yüzden soğan kavurmaya da uygun değil kalın tabanlı tencereler ve ocaktan uzaklaştırmak bile pek işe yaramıyor, bir anlık dikkatsizlikte birkaç saniye içinde hemencecik yanabiliyor soğanlar. Başından ayrılmayıp sürekli karıştırmak gerektiğinden yemeklerde pek kullanmayıp çoğunlukla ince tabanlı teflon tencereleri yeğliyorum.

‘Kısa kısa’lardan bir başka durumsal:

Malum, karton tabaklı meyve sebzelerde çürümeye ya hiç denk gelinmiyor ya da çok ender karşılaşılıyor. Karton tabağın yararı o kadar bariz ki, terleme yüzünden özellikle salatalıkların karton tabakları iyice ıslanmış halde gelebiliyor. Daha önemlisi, tabaklardaki bu ıslaklık rafta kalma süresinin de göstergesi adeta;  Özellikle çok sulu olan salatalıklar geldiğinde diri ve tazeyseler tabakları kupkuruyken, solup buruşmaya başlamışların tabakları ıslanmakla kalmıyor, şeffaf ambalajda birikmeye başlamış su zerrecikleri açıkça görülebiliyor.

Tabii bu durum, plastik tabaklılarda su damlacıklarıyla dolu bir tabak ve çürümeye başlama halinde kendini gösteriyor.

Kurumaması için streç filme sarılan mısırlarda da benzer durum ortaya çıkıyor. Farklı bir bakteri/mantar türü olmalı ki, çoğunluk sebzelerdeki gibi gri/yeşil renkli değil beyaz bir oluşum başlıyor bozulmaya/çürümeye yüz tutan mısırlarda.

Geçenlerde, kağıt tabakla yetinilmemesi gerektiğini işaret eden ilginç bir örneğe denk geldim:

Plastik tabaklı ambalajlarda çürüme alttan, yani ürünlerin plastik tabağa temas ettiği, suyun biriktiği yüzeyde başlıyordu. Son gelen karton tabaklı salatalıkta 1 adet çürümeye başlayan vardı ve bu, altta görünmeyenler arasında değil, en üstte şeffaf ambalaja değen ucu tam köşeye denk gelen salatalıktı.

Bana göre tek açıklaması ve çözümü var bunun; şeffaf ambalaja (streç film) en çok temas eden yüzeyde başlamıştı çürüme. Çünkü terlemeyle ortaya çıkan nem gidecek yer bulamayıp içerde hapsoluyordu. Çözüm ise basit; ambalajlama işlemi bittikten sonra streç filme parmakla bir iki delik açmak yetecektir.

Bunun yapıldığı ambalajlarla karşılaşmıştım; plastik tabaklarda gelen 4’erli paketlenmiş ayvaların streç filmine parmakla dört beş delik açılmıştı. Bu bilinçli mi yapılıyordu, yoksa taşıma kolileme işleri sırasında yanlışlıkla mı açılıyordu bilmiyorum ama çok işe yaradığı açık.

Elektrikli patlatıcıda mısır patlatırken öteden beriden patlamış mısır toplamak istemeyenler için bir ‘kısa kısa’ durumsalı:

Mısır patlatma makinesinden savrulan mısırların öteye beriye saçılmasına engel olmak için derin kap kullanıp durdum. Çare olmadığını gördükçe daha derin kaplar bulmaya çalışmam da işe yaramadı. Nedeni çok açıktı; makinenin üflediği sıcak hava, kap ne kadar derin olursa olsun çarpıp geri dönerken mısırların saçılmasına sebep oluyordu. Hele de derin kap dolmaya başlayıp kap içindeki hava da ısınınca bu saçılmalar iyice şiddetleniyordu. Bunca yıldan sonra nihayet jeton düştü ve makarna süzgeci kullanmayı akıl edebildim. Elek telli büyük bir makarna süzgeci makineden gelen basınçlı sıcak havanın her yerden kaçmasına izin verdiğinden, çarpan sıcak hava püskürmeyince mısırlar zıplayıp saçılmıyor.

Mısır patlatmadan söz edip de şahsımın mikrodalga fırınla imtihanıyla ilgili esaslı bir ‘Kısa kısa’dan söz etmesem olmaz:

Mikrodalgaya alışıyoruz ya, mikrodalga fırın da şahsımla fena halde dalga geçiyor duygusuna kapılıp durmaktayım. Nasıl kapılmayayım!

Kullanım kılavuzunu hatmetmesem de epeyce göz gezdirdim, ne tür kap kullanmak gerektiğini, ne sürede nasıl ısıtılacağını/pişirileceğini, yemeklerin üstünün neden örtülmesi gerektiğini öğrenmek yetip artar gibi geliyordu şahsıma. Meğer kader ağlarını örmekteymiş ve de mikrodalga dalgasını geçmek için pusuda beklemekteymiş.

Akşam yemeği için hazırlık yapıyorum, mönüde kuru pilav var. Yiyeceğim kadar kuru fasulyeyle pilavı tabaklara koydum. Pilavın üstünü bir başka tabakla kapattım, nemi kaçıp kurumasın. Fasulye nasılsa sulu yemekti, kurusa ne kadar kuruyacak bilmişliğiyle üstünü kapatmayı gereksiz gördüm. Önce fasulyeyi attım mikrodalgaya, o arada cacık yapmakla uğraşıyorum.

Fırından gelen patlama sesiyle irkildiğimde ilk aklıma gelen “Hayrola, bu şeytan icadı zamazingo bozuluyor mu yoksa”ydı. Birkaç saniye geçmeden patlamalar birbirini izlemeye başlayınca “Ne o, yoksa bir tabak fasulye yerine patlamış mısır mı koydum şeytan icadı zamazingoya!” düşüncesi hızla geçti aklımdan. Koşup fırını durdururken kapağın camına yapışmış fasulye parçalarıyla yemek kalıntıları yeterince açıklayıcıydı. Fırında arbede çıkmıştı. Kapağı açtığımda asıl felaketle karşılaştım.  Kuru fasulyeler saçılırken ne bulduysa kendisiyle birlikte sürükleyip dört bir tarafa yapıştırmış, fırını batırmıştı. Haniyse tabaktan daha çoğu etraftaydı. Kalleş fasulyeler ne olacak.

Bu durum nasıl oluyor da oluyordu sorunsalı durumsalı karşıma dikilmişti. Fırın temizliğini yemek sonrasına bırakırken “açıklaması nedir?”le uğraşmaya koyuldum. Kuru fasulyeyi yaptığım gün de bir tabak ısıtmış, böyle bir durumsalla karşılaşmamıştım. O zaman bu patlama durumsalı nereden peydahlanıyordu? İki ısıtma da aynı tür tabakta yapılmışken bugünkü fasulyeler neden mısır gibi patlamıştı? İki sefer arasındaki tek fark, sonrakinin dolaptan çıkmak yüzünden soğuk olmasıydı. Bu tek fark, sorunun kaynağını ve yanıtını barındırıyordu.

Yemek bitmeden sırdaki sırrı çözmüştüm. Sherlock Holmes muydu neydi şahsım” deme tenezzülünde bulunmayıp Sherlock Holmes da kimmiş ya” diyebilirdim kasıla kasıla. Nasıl kasılmayayım, cinayeti, pardon patlayan fasulye katliamını çözmüş, şahsımı fırın temizleme durumsalıyla karşı karşıya bırakan suçluyu enselemiştim.

Soğuk fasulyelerin içindeki su yemeğin kendisinden çok daha çabuk ısınıp hızla buharlaşarak mısır gibi patlamalarına yol açıyordu.

Çözüm belliydi. Öncelikle tabağın üstünü kesinlikle örtecektim. İkincisi, ya düşük güçte daha uzun süre, ya da yüksek güçte ve aralarda birkaç dakika bekleyerek kısa sürelerde birkaç kez ısıtılmalıyım. İkinci yolu seçtim ve bir seferde 2-3 dakika ısıtmak yerine, birkaç dakikalık aralar vererek 3 kez 1’er dakika ısıtmayı yeğler oldum. Böylece ‘patlayan fasulye’ durumsalı sorunsalını ortadan kaldırdım. En düşük güçte uzun süre ısıtmak çözüm getirir mi bilemiyorum, denemedim.

Sonuçta, buzdolabından çıkmış yemekleri tek seferde değil birkaç seferde ısıtmak gerektiğini öğrendim. Bedeli fırın temizlemek olsa da faideli bir eğitim öğretim di.

Odun ekmeğiyle ilgili ‘Kısa kısa’:

Yıllardır makineyle evde yapıyorum ekmeği. Bir iki kez yoğurma aşamasından sonra hamuru alıp normal fırında pişirmişliğim vardır. Geçenlerde yine yeltendim, çıkartıp fırına attım. Isıyı 150 derecenin biraz altına ayarlamıştım. Hesapta mis gibi bir odun ekmeği yapacaktım. Benim ekmek pişmek bilmiyor, sebat ettim ısıyı yükseltmeyip bekledim. Sonunda pişti, çıkarttım. Sabırsızlıkla soğumasını bekliyorum. Görünüş muhteşem.

Soğudu, ekmek değil sanki biriket. Şöyle bir yokladım, tahtaya vurduğumda çıkan sese benziyor. ‘Galiba süper bir ekmek yaptım, Trabzon Ekmeği de neymiş’ halleriyle elektrikli bıçağa uzandım. Bıçak işlemeyecek neredeyse, öyle sert. Bastırdım, ortadan ikiye bölmeyi başardım somunu. Çevirip baktım, kabuğun kalınlığı yarım santimden fazla. Yanlışlıkla düşürsen ayağını kırar, meret öyle bir şey. Ama içi fena sayılmaz… Dilimlemeye koyuldum, bıçağın motorundan kokular yükselmeye başladı. Ekmek yapmamışım, kereste imal etmişim. Bu bıçakla kesilmez gidip elektrikli testereyi alayım falan diyorum.

Sonuçta diyorum ki, odun ekmeği yapayım derken odun yapmak mümkün. Aman dikkat.

Kıyma neden lezzet artırıyor sorusuna dair ‘Kısa kısa’:

Bu soruyu sorup bırakmıştım. Aslında sebebi açık olmalı; kıymalı yemeklerin parça etliden daha fazla lezzet katması, kıyma yapılırken yağ dokularının ezilip yayılması yüzünden. Yemeklere çok az yağ koymam yüzünden lezzet artışını kolayca fark ettiğim de açık.

Sonuçta, berbat ederek, kırıp dökerek de olsa öğreniyorum işte.

Issız adamdaki pek çok şey gibi…


Eyüp Şeker



KUŞBEYİNLİ AYYAŞ OLDU



Ve alkolünü de kendi üretiyor.

Ne dediğimin farkındayım, “Neler saçmalıyor bu” demeden bir dinleyin hele.

‘Tutsak kafayı mı çekiyor nedir, anlamadım! En az 1 ay mısır falan vermeyeceğim kuşbeyinliye.’ notunu düşme gereğini hissettim önceki gün. Nasıl düşmeyeyim, son haftalarda iyice tuhaflaştı, hallerine açıklama getirmekte zorlanıp panikle veterineri aramak zorunda kaldım kaç kere.

İyice durgunlaştı, sessizleşti, tepkisizleşti, yemeden içmeden kesildi, gündüz uyuklamaya başladı, üstelik gözlerini kapayarak. Olacak şey değil, gece uyurken bile gözlerini zor kapatırdı Tutsak.

Bir süre önce, yeni mahsul çıktı deyip buzlukta son kalan yarım koçandan fazla tatlı mısırı vermiştim, bir iki diş alıp bırakmış, 10-15 gün sonra bir oturuşta hepsini silip süpürmüştü. İşte bundan sonra ortaya çıkmıştı tuhaflıkları. Durgunlaşmış, sessizleşmiş, iştahsızlaşmıştı, ancak birkaç gün sonra kendine gelmişti.

Bu son tatlı mısır macerasının bir süre sonrası yeni mahsul mısır verdikten sonra şunları not almışım:

20.06.2011 12:37 İlk kez tanık oldum Tutsak’ın salyasının aktığına. Taze mısır vermeye hazırlanırken gagasından uzayıp akan salya inanılmazdı. Yarım koçan mısır ağzını sulandırmaya yetti ya, vay be.
23.06.2011 12:33 Galiba asıl neden ağız sulanması değildi. Dolaptaki son kalan yaklaşık yarım koçan kadar 2 parça mısırı vermiştim, birkaç gün ilişmedi, en sonunda aynı gün hepsini mideye indirdi. Bunu izleyen günlerde yem bile yemedi, aşırı durgunlaştı. Sanırım 2 gün sonrasıydı o salyaların akması ki, ve zaten mısırı gördüğü için sulanmamış ağzı, benim dikkatimi o anda çekmişti. O öğleden sonra salyası aktı durdu, yeme hiç ilişmedi. Panikleyip antibiyotik verdim, fazlasıyla dışkı bulaşmış tüneğini söküp yıkadım ve dezenfekte için siyah naylona sarıp birkaç günlüğüne balkona astım.

Salyaları ilk gördüğümde panikleyip veterineri arayarak bunun nedenini sorduğumda “Korkmaya gerek yok, ağız sulanması olabilir…” açıklamasıyla sakinleşmiştim. O anda kimsenin aklına geldiği yoktu ayyaşa vurabileceği.

Verdiğim yeni mısırın tadına bakarcasına öylesine bir iki ısırık alıp bırakmıştı ve yaklaşık bir hafta sonra dün bir oturuşta hepsini mideye indiriverdi. Kalan 8-10 mısır tanesini de bugün götürdü. Ve resmen sarhoş gibi uyukluyor. Bu yüzden matiz mi oldu nedir, diyorum.

Şuradan çıkartıyorum sarhoşluğu: Reçeli sık yiyemediğimden aylarca mutfakta bekliyordu. Arada bir atıştırmaya kalktığımda alkolleşme başladığını görüyordum. Bu yüzden epeydir reçelleri buzdolabında saklıyorum.


Bütün şekerliler gibi reçelden de uzak durmam gerekse de elimde değil arada bir tadına bakmadan edemiyorum. Özellikle kızılcık reçelini çok severim ama piyasada reçel diye satılan marmelatları değil. Kızılcık reçeli dediğin taneleri eriyip gitmemeli, diri olmalı, olgun bir meyve gibi dişlenebilmeli. Eriyip gitmiş, çekirdekleri kavanozun dibinde birikmişe kızılcık reçeli denir mi! Duyduğum kadarıyla Kate Moss da reçel tutkunuymuş ve sevmekle kalmayıp pişirmeyi de çok seviyormuş. Eğer hiç tatmadıysa eminim bayılacaktır kızılcık reçeline. Bir de çilek ve ayva reçeline dayanamam. Neyse, konuyu dağıtmayayım.


Şimdi de kuşbeyinlinin sarhoşlukları veya bunu çağrıştıran tuhaflıkları çıktı karşıma.

Bir öncekiler o tatlı mısırların kalanıydı ve yarım koçandan fazlaydı. Günlerce, hatta öyle sanıyorum 2 hafta civarında mısırlara gagasını sürmemiş, sonunda hepsini bir oturuşta götürmüştü. Büyük ihtimalle o pişmiş çok sulu tatlı mısırlar, ilişmediği o günler içinde alkolleşmeye yüz tutmuştu diye düşünüyorum. Hepsini bir oturuşta ziftlenmesini izleyen günlerde iştahsızlaşmış, sürekli uyuklamaya başlamış, sessizleşmişti. Gün boyunca salyasının akması tuhaflığı da cabası. Diğer bir tuhaflık da, harareti varmış gibi sürekli gagasını açık tutması. Oysa havalar bunu yapmasını gerektirecek kadar hiç ısınmadı. Alkol değil de sırf mısırdaki şeker yüzünden iştahı kesilip durgunlaşıyorsa bilemem ama sanki kafayı bulup zom olmuş gibi. Zaten, şekerin verdiği hararetle gagasını açık tutuyorsa çok su içmesi gerekir, pek su içtiği de söylenemez… Bu durumda mısırdaki şeker şüpheli olmaktan çıkmaz mı? Namussuz gerçekten kafayı buluyor galiba.

Eğer gerçekten kafayı buluyorsa çok gülerim ama hepsinden önemlisi bunu bilinçli yapmasının ortaya çıkmasıdır ki, işte bu çok ama çok müthiş olacaktır. Çünkü verdiğim gün yemeyip, daha doğrusu şöyle bir tadına baktıktan sonra günlerce bekletiyor ve bilinçli şekilde mayalanmasını bekliyor sanki kurnaz kuşbeyinli.

Haksız mıyım “Ayyaş oldu” derken?

Çok kuru olmayan bu günlerde dışarıda bekleyen mısırlarda alkolleşme başlayıp başlamadığını öğrenmeyi çok isterdim. Bir deneyeceğim ama reçeldeki kadar şiddetli değilse fark edebilir miyim emin değilim. Yine de deneyeceğim.

Bir keresinde kendim için 3-4 mısır haşlamış, hepsini bir oturuşta mideye indiremediğimden bir iki tanesi sonraya kalmıştı. Bu sonra, en az iki gün sonrasına denk gelmişti anımsadığım kadarıyla. Tencerede suyun içinde duran mısırın tadına baktığımda alkolleşme başladığını görmüştüm. Kısacası, oda sıcaklıklarında mısırda alkolleşme başlaması çok kolay.

Yere düşmüş meyveleri yiyip kafayı bulan maymunlarla geyiklerin hallerini bilmeyi de eklersek bütün bunlara, cillop gibi olmaz mı! Bir de Hindistan’daki sarhoş filler olayı var. Gerçi onlar köyü basıp köylünün bin bir emekle fıçıladığı içkileri mideye indirdikten sonra köyün camını çerçevesini indiriyorlardı gerçi ama ayvaz kasap aynı hesap değil mi!

Bir diğer tuhaflık da su kabında fıstık parçaları bulmaktı. Su kirli sarı bir renge bulandığı için fıstık kabını bitişikten alıp karşı tarafa, yem kabının bitişiğine koymuştum birkaç hafta önce. İlişki kurmaya çalışmamın nedeni, bu mısırla kafa yapma hallerindeki iştahsızlıkta yem kabından uzak dururken, fıstık kabına daha çok dadanmaya başlamasının dikkatimi çekmesiydi. Kabuklu fıstıktaki şeker miktarı az değildir sanırım.

Bu namussuz kafayı çekiyor demeyeyim de ne yapayım!

Bu arada Tutsak tam anlamıyla matiz durumda, en alt tünekte uyuklamakta, yem kabına hiç dokunmamış, bir ara fıstık yediğini gördüm.

Şaka maka değil, gerçekten ayyaş olmuş bu kuşbeyinli.

Dün bugün ısı 24 derece civarında, bizimkisinin gagası sürekli açık, hep uyukluyor, hemen hiçbir şeye tepki vermiyor, arada bir kanatlarını alıştırmak için çırpardı, yapmaz oldu, çıtı çıkmıyor. Tam anlamıyla mayışmış durumda. Az önce gözleri kapalı uyuklarken fotoğrafını çekeyim dedim uyandı, pek alışkın olmadığı fotoğraf makinesine hiç tepki vermedi, oysa eskiden kıyameti kopartırdı. Yanına gidip oradan çektim fotoğrafını, gıkı çıkmadı. Dünyanın sonu mu geldi ne.

İnsanı canından bezdiren o berbat sesini özledim ya, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

Bir iki saat sonra gözlerini kapatıp uyuklamaya başladı, hem de koridor tarafındaki tünekte. İnanılır gibi değil, hemen makineyi kapıp fotoğrafını çektim.  Kaç kere özellikle yanından geçip mutfağa falan gittim geldim, hiç tınmadı, uyanıp bakmadı bile. Vurmuş boynunu omzuna uyuyor sarhoş şey. Şu an 17:45 ve 1 saatten fazladır aynı tünekte uyuyor. Bu olacak şey değildi, o tüneğe su içmek için kaçak göçek gelir, arkasına bakmadan tüyerdi.


Veterineri aradığımda, izlememi söyledi. Yapacak bir şey yok yani, izlemekten başka.

Ve son sarhoşluğunun 2. günü bugün, bakalım kendine gelmesi ne kadar sürecek.

Bunları not düşmem kaçınılmazdı, paylaşmam gerekiyordu.

Öyle matiz ki, kıçından donunu alsan fark etmeyecek salak şey.


Eyüp Şeker




NOT: 27.06.11 Akşam bir baktım koçanı kemiriyor, hemen gidip çıkarttım kafesten. Alkolik olmasa iyidir… Bir süre sonra nihayet yem kabına gidip atıştırmaya başladı.


NOT 2: 28.06.11 Korktuğum başıma geldi. Az önce yere inip taban ızgarasından uzanarak pislik tablasına dökülmüş mısır tanelerini yemeye çalıştı. Koşup hemen tablayı temizledim, yeni kağıt serdim. Gerçekten ayyaş olmuş, belki de alkoliklik sınırında… 2 gündür aynı yemler duruyor, yem kabı haniyse hiç eksilmedi. Çıtı çıkmıyor, zom olmuş, Leyla gibi takılıyor ayyaş. Şu an saat 19:26, yem kabına gitti, doğru dürüst atıştırmadan hemen fıstık kabına geçti. Bilemiyorum fıstığın neyine dadandığını, yağına mı! Çattık belaya…



29.06.2011 11:28 3 gündür Leyla gibi, tam anlamıyla ağır çekimde dolanıyor. Sesini hiç duymadım, sürekli uyukluyor ve gagası hep açık. Oysa ben titriyorum, yeniden hırka giymeye başladım. Öylesine uyuşmuş durumda ki, tüylerini tek tek yolsam gıkı çıkmayacak. Önceki günlere göre biraz daha fazla atıştırsa da doğru dürüst yem yemiyor. Dün fıstık kabını doldurmuştum hepsini bir güzel halletmiş. Yemden uzak durmaya devam… Dün gece duvara bakan alt tünekte uyudu, şu anda da orada uyukluyor. Kuşbeyinli uyku tulumuna döndü yani. Alkolikliğin sınırında olduğuna kuşkum kalmadı. Birkaç ay mısır yok. Sadece mısır değil kurutulmuş ya da yaş meyve de vermeyeceğim. Büyük ihtimalle onlara da aynı yöntemi uygulayacaktır. Bakalım kaç günde kendine gelecek.

29.06.2011 11:45 Alkol yapmayı o pişmiş tatlı mısırlardan öğrendiği çok açık. En az 5-6 hafta mısır falan vermeyeceğim. Ancak ondan sonra ne yapacağını gözlemleyebilmek için bir parça mısır vermeyi düşünüyorum.
29.06.2011 12:02 İlk düzelme işareti; günlerdir dokunmadığı oyuncaklarını kemirmeye başladı. Oh be, nihayet normale dönüyor.
29.06.2011 16:46 10-15 dakikadır yem atıştırmakla meşgul. Ayılıyor, zırt pırt “Kahve yapayım mı, ister misin?” diye sormama gerek kalmadı. Mayışık halleri bir işe daha yaradı; sessiz sakin oturup yavaş çekimde hareket ettiği için çok daha az tozutuyor. Gerçi eskisi gibi her gün süpürmeye devam ama öncekilere kıyasla daha çabuk bitiyor elektrikli süpürge işkencesi.

“Bize ne senin kuşbeyinlinden” hallerindekiler için değil bunlar, konuyla ilgilenenler olabileceği düşüncesiyledir ve zaten bu notlar net’e özel yazılmıyor, Tutsak’ın günlüğünden kopyalanıp net’e yapıştırılıyor. Bilmem anlatabildim mi.











AYAKLAR



Bu fotoğraflar ayaklarımın dünkü hali.

Son haftalarda iyice azdı ve haniyse yürüyemez hale getirdi bu illet.

Eminim sadece hekimler değil pek çok kişi görür görmez anlayacaktır ne anlama geldiğini.

Bilirim “Başlatma ayaklarından, kime ne…” yağacağını.

Bilinsin diye koyayım dedim Net’e...

Ve malum, turp gibiyim…



Eyüp Şeker







İKİ KİŞİDEN BİRİ VEYA DİĞERİ DEĞİLİM



Denetleyecek ve sorgulayacak hiçbir mekanizma bırakılmaması yetmiyordu sanki, sonucu da baştan belli böyle bir seçimde sandığa gitmeyi budalaca bulduğumdan, iki kişiden biri olmadım.

Hile yapılıp yapılmaması, sonuçlarla oynanıp oynanmaması hiç önemli değil; yapılandırılan sistem, hem seçmen, hem seçim, hem sayım, hem de denetim aşamasının her tarafıyla oynanmaya müsait.

Bu seçime müdahale edilmemiş de olabilir ama seçmen sayısını istediği gibi değiştirme, klavye başına oturup sonuçları istediği şekle sokabilme gücüne erişmiş bir iktidarın kazandığı ve kazanacağı seçim çok ama çok kuşkuludur.

Bu reddedilmez bir gerçek olarak ortada dururken, seçim adildir, düzgündür, hilesizdir denilebilir mi? 
Mümkün değil…

Bu demokrasi komedyasının parçası olmamak en doğrusuydu.

Gidip oy kullanmadım ve iki kişiden biri veya diğeri olmadım.

Eminim “Kimin umurunda…” diyen diyenedir.

Benim umurumda, bu yeter. 


Eyüp Şeker



SEN, DEMOKRASİ YAVELEMESİNDEKİ, EVET SEN



160 parmak blok halinde kalkıp başkanını seçti ve sen haalaa “Demokrasi…” demelerle dolanmaktasın.

Firesiz 160 parmağın neresinde gördün demokrasiyi?

Ve nasıl!

Ve nerenle!

Görebildin!

Ve bunlar ‘Bilmem Nereyi Güzelleştirme Derneği’ üyeleri falan değil, seçilmiş yargıçlar.

Ve sen ısrarla ‘demokrasi’ yavelemelerini sürdürmektesin.

Nasıl ve hangi duygularla hareket ettikleri açık şekilde bilinen 160 parmak blok halinde kalkıp yeni başkanını seçiyor, engel görülenler hep imzasız mektup ve gizli tanıklar marifetiyle sorgusuz sualsiz içeri tıkılıp suçları belirtilmeden yıllarca tutuluyor, en küçük aksi görüşe ve eleştiriye zerre tahammül edilmezken en sert ve açık tehditler en aleni şekilde savruluyor, sansür üstüne sansür yasak üstüne yasak getiriliyor…

Ve sen haalaa “Demokrasi…” demelerle koşturmaktasın.

“Parasız eğitim istiyoruz” pankartı açan öğrenciler sorgusuz sualsiz aylardır hapiste tutulurken sen o ‘demokrasi’ni nerede ne şekilde görüyorsun!

Ve sen haalaa “Demokrasi…” coşkularında coşmaktasın.

Kaynağı belirsiz 10 milyon seçmen neresinden çıktı o ‘demokrasi’nin!

Bilirim ve hemen herkes bilir, hikmetinden sual eylenmeyeceğini de eylense de işe yaramayacağını da…

Daha en başta cebe atmak için peydahlanmadıysa o 10 milyon, ‘İktidar sandıkta altın tepside sunulur’ yaftası mı asılmaktadır peydahlayanlarının boynunda!

Ve sen haalaa  “Demokrasi…” kaptırıp gitmelerindesin.

Bunlar ve çok daha fazlası yaşanırken sen o ‘demokrasi’ni nerenle nasıl görüyorsun!

Gördüğüne göre…

Belli, marifet gören sende marifet…

İyi de, o gördüğünü biz göremeyenlere neden gösteremiyorsun?

Bu durumda…

Kusur, göremeyen bizlerde mi!

Aslında…

Kesinlikle ve kesinlikle haklısın, ‘Yetmez ama evet’.

Sana müstahak da bize neden!

Senin ‘demokrasi’ni göremiyoruz diye bize neden müstahak!

Aslında…

Bize de, müstahak…

Bize de, ‘Yetmez ama evet’.

Evet…

Kesinlikle müstahak…

Çünkü çok ama çok hak ettik…

Çünkü çok ama çok kaşındık.





Eyüp Şeker