“YAŞ KESENİN BAŞINI KESERİM”

BİLGİLENMEKLE BİLGİN, BİLGİNLİKLE BİLGE, BİLGELİKLE BİLGİN OLUNMAZ


İnsanlık, en başından beri “Neden?” diye sorulduğu ve cevap arandığı için bugünlere gelebilmiş, “Neden?”lere bilgi boyutunda kafa yorulduğu, bilimsel akılla çözümler ve çareler geliştirildiği için bu düzeye ulaşabilmiştir. Yoksa ateşten korkan, yıldırımdan ödü patlayan, Güneş ve Ay tutulmalarında kaçacak delik arayan, depremlerde yangınlarda yerini yurdunu terk eden hayvanlardan farksızdık bugün. İnsan bilginin değerini anlamasaydı, “Neden?”lere cevap ve çare ararken bilimsel sorgunun gücünü kavrayamasaydı haalaa Ay’ı Güneş’i karartanı çığlıklar atarak taşlıyor ya da korkup saklanıyor olacaktı.

Son yıllarda sıkça belirtildiği için “Bilgi değerlidir” sözünü tekrara gerek yok. Her zaman değerliydi bilgi, fakat iletişim ve kayıt araçlarındaki baş döndürücü gelişmeler bu sözün sık tekrarlamasını getirdi.

17 Ağustos’u takip eden günlerde zehirlenme belirtileriyle hastanelere koşan insanların ortak noktasının hamsi yemeleri olduğu anlaşılınca başlatılan bilimsel araştırmada elde edilenlerden söz etmiştim alışveriş ettiğim balıkçıya. Haberi yoktu, neden olmadığına kafa yormama bile gerek yoktu. Gazete okumaya haber izlemeye gerek duymamaya alıştırılmış çoğunluktandı. Daha doğru deyimle, gazete sayılmayacak gazeteleri, haber denmeyecek haberleri izlemekle yetinen çoğunluktandı. Bilimsel çalışmanın sonucu açıklamada; “Zehirlenenlerin hepsi Körfez bölgesinde tutulan hamsilerden yemişler. Uzun yıllar boyunca deniz dibine çöküp birikmiş zehirli kimyasal atıkların deprem sarsıntılarıyla çalkalanarak suya karışmasıyla hamsilerdeki zehirli etki ortaya çıkmıştır. Tıpkı dibinde tortu olan bir çanak suyu çalkaladığımızdaki gibi…” dendiğinden söz etmeye çalıştım. İfadesiz bakışları yüzünden “Tren değilim” huzursuzluğuna kapılınca sustum. Bilgisi de, bilgiye ilgisi de hiç yoktu… Oysa uzmanlar, bilgiye başvurup bilimsel sorgu yapmasaydı, bu zehirlenme vakaları da muhtemelen “Nedeni bilinmeyen şüpheli vakalar” yığınının üstüne ilave edilecekti.

Bilgi çok değerlidir… Peki “Neden?” olmasaydı bilgi bu kadar değerli olur muydu? “Neden?”siz derlenen bilgi koleksiyondan ibaret kalmaz mıydı? Pul veya plak koleksiyonu gibi biriktirilmiş bilgi anlamsız olmaz mıydı? Aslında “Neden?” olmasaydı ne pul ne de resim koleksiyonu olurdu. İnsanlığın sahip olduğu en değerli şeydir “Neden?”. Yoksa sadece yiyecek içecek barınaktan ibaret kalırdı yaşamımız.

En küçük esintinin olmadığı çok sıcak bir günde ağaç gölgesinin yerini hiçbir tentenin çatının tutamayacağının açıklaması ancak bilgiyle, bilimsel sorguyla mümkündür. Çünkü “Neden?”le sorgulamış bilim diyor ki “Ağaçlar fotosentez yoluyla karbondioksiti emip oksijen salarlar”. Bu bilgiye sahipsen o zaman anlarsın en küçük esintinin olmadığı o çok bunaltıcı günde ağaç altındaki belli belirsiz serinliğin kaynağının fotosentezin eseri hissedilmeyen o hava akımı olduğunu. Ve bir kez daha beynine dank eder, çatıların tentelerin klimaların asla ağacın yerini tutamayacağı.

Bilgisi az, bilgiye ilgisiz biri ise söğüt gölgesinin değerini fazlasıyla bilir ama nedenine nasılına kafa yormaz, “Şu söğütler olmasa kavurucu sıcaklarda niceydi halim…” der geçer. Her köyün bir delisi vardır ama bilgesi olan köye seyrek rastlanır. Söğüt gölgesinin değerinin farkında olan, eğer varsa köyün bilgesine illa soracaktır bunun hikmetini. Bilge eğer bilgeyse; “Neden?”ini bilmese de en değerli şeyin can olduğunu, canın yalnızca kendisine değil çevresindekilere de can verdiğini, canın bir başına can bulamayacağını, dahası canlı kalamayacağını, kalsa bile canlı sayılamayacağını, sayılsa bile yaşıyor olmayacağını söyleyecektir. Ve ekleyecektir; eğer biz canlıysak, çevremiz hatta Dünya dahası Evren canlı olduğu içindir. Bunlar cansızsa biz de cansızız, ya da kısa süre sonra can vereceğiz demektir. O yüzden ağaç can veriyor… İnsanlığın tekrarlana gelen en büyük hatası; yaşam için, yiyecek içecek ve havanın yeteceğinin, bunlar sağlanırsa yaşanabileceğinin zannedilmesi ve doğanın neredeyse hiç önemsenmemesidir.

Neyse ki, artık başta internet olmak üzere pek çok bilgiye ulaşma aracı var, köy bilgelerinin pabucu dama mı atılacak, yoksa daha mı bilgeleşecekler, bunu zaman gösterecek?

Beş buçuk asır önce, fotosentez kavramının f’si bile asırlarca ötedeyken, “Yaş kesenin başını keserim” korkusu salarak herkesi titreten Fatih Sultan Mehmet’in bu bilince nasıl eriştiğini çok sık düşünürüm. Bunun açıklamasının, aldığı iyi eğitimde yattığı açık. Pek çok bilgin olsa da etrafında, bu bilgiyi bilginlerden değil muhakkak ki bilgelerden almıştı. O günlerde bilimsel sorguyla ulaşılamayacak böyle bir bilginin farkındaki bilgelerin arasında olmak büyük şanstı Fatih için. Ya o bilgeler bu bilinç düzeyine nasıl erişmişlerdi? Nasıl anlamışlardı ağacın hikmetini, yaşamsal değerini?

Çevresindeki bilginlerden ve bilgelerden aldığı iyi eğitimin Fatih’e çok şey kazandırdığı açık… Büyük zekaası sayesinde orada kalmamayı, bilgeliğe doğru ilerlemeyi seçmiş veya başarmış ki, ağaçlara el sürülmemesi için korku saçabilmiş. Bunu, yeşilin güzel görüntüsü yüzünden yapmadığı çok açık… Amacı güzellik olsaydı, göze hoş görünenin peşinde olsaydı, şiirsellik devreye girer şairliği ağır basardı ve ağaçların tekdüze yeşilini değil, çiçekleri, türlü süs bitkisini korumaya alırdı. Bilimin bilmediğini bilemeyeceğini de ancak bilgelikle kavrayabileceği çok açık. Bu bilinç düzeyine nasıl ulaşabildiğini öyle çok merak ediyorum ki, “Işınlayabiliriz, gitmek isteyen var mı?” dense, hayal kırıklığı yaşayabileceğimi bilsem bile bir an bile tereddüt etmez giderim. Bu düzeyde bir bilgeliğe ulaşmak için çok üstün bir zeka gerektiği açık ve zaten tartışılmaz dehasını sorgulamaya kalkmak bile anlamsız. Eğer devlet adamı ve asker olmasaydı, bilgeliği ve dehasıyla, insanlığa damgasını vurmuş bilginlerin sanatçıların arasında yerini alır mıydı? Bu soruya bir an bile tereddüt etmeksizin “Evet” diyebiliyorum. Çünkü her şey bu mayaya fazlasıyla sahip olduğunu, sonrasındaki yoğrulmaları ise çok güzel piştiğini gösteriyor.

Aradan neredeyse altı yüzyıl geçti, bu uzun sürede biriken bilgilere sahip günümüz insanlarının Sultan Fatih’in bilincinin yanına bile yaklaşamadıklarına sık sık tanık oluyoruz. Günümüz etkili yetkilileri, üstelik bilimin içinden gelmelerine rağmen “Biz ağaçları usturuplu keseceğiz, tesisin bacasını çevreye müsait inşa edeceğiz, ormana zarar vermeyeceğiz…” gibi akla zarar gerekçelerle orman katliamlarına yol vermeye çalışıyorlar. Hem de bütün bilginler ağız birliği etmişçesine, Dünyanın geleceğinin tehlikede olduğunu, insanlığı susuzluk ve kıtlığın beklediğini, doğayı korumak gerektiğini, hatta korumakta geç bile kalınmış olabileceğini söylerken, orman katliamlarına izin veriyor, göz yumuyor, toplu ağaç kesimlerini gizlemek için insanları uyutmanın türlü yolunu deneyip duruyorlar. Para hırsıyla gözü dönmüşler toparlanıp bir zaman makinesiyle Fatih Sultan Mehmet’in yanına postalanabilseydi, eminim ki, cellatlar ağır mesai yapmak zorunda kalırlardı. O’nun çağı barbardı ama çok açık ki o günün insanları, hele de Fatih Sultan Mehmet, bugünün barbarlarının yamyamlarının yanında pırıl pırıl kalırdı. Günümüze O ışınlanacak olsaydı, gördükleri karşısında dehşete kapılır şaşkına döner “Bu ne katliamdır, bu nasıl barbarlıktır böyle, insan olan kıyar mı ağaca toprağa, bre zalimler tez geri gönderin beni…” diye isyan ederdi.

Bilginin, özellikle de bilimin ve bilgeliğin pusulası “Neden?” sorusudur dersek yanlış olmayacaktır. “Neden?”i az ya da çok olmak, gelişmişliğin refahın en büyük göstergesi değil midir? Bakmayın “Paran kadar konuş” sözünün yayılmışlığına, “Neden’in kadar konuş”tur asıl belirleyici olan ve her yerde kesin şekilde kendini gösterir. “Neden?”i az olanın sözü geçmez/geçmiyor hiçbir yerde.

Sadece bilim için değil, biz sıradan insanlar için de “Neden?” sözcüğü önemlidir. Hatta en yaşamsal sözcüktür bile diyebiliriz. En küçük an’ımızda bile “Neden?” vardır. Onsuz yapamayız, yapamazdık…

Günlerden bir gün yemek masasının altında kavun çekirdeğini andıran lekeyi görünce bir türlü anlamlandıramamıştım. Pek sevmediğim için yakın gözlüklerimi takmamıştım, üşengeçlik ağır bastı, görmeyi kafaya takmayıp kalıntıyı temizleyip attım. Uzun süredir sofraya kavun koymadığım gibi diğer yiyeceklerin hiçbiriyle de ilişkilendiremediğim bu lekeyi çözmek için ertesi gün az ötesinde belli belirsiz kıpırdayan izbandut gibi beyaz kurtla müşerref olmam gerekti. Sanırsam bu öncekinden daha talihliydi, çünkü üzerine basıp gözlüksüzken kavun çekirdeği sanmamı sağlayacak kılığa sokmamıştım garibi. Kartvizit sunacak protokolsal durum söz konusu olmadığından çöpe gönderdim. “Bunlar nereden geliyor?” sorunsalına cevap bulmak için olası şüphelileri düşünerek birkaç dakika aramış ama aval aval bakınma halim sarmayınca bırakmıştım. Ertesi gün üçüncüyle burun buruna gelince artık suçlunun bulunması kaçınılmazlaşmıştı. Olası şüphelileri büyük bir ciddiyetle masaya yatırdığımda bu kurtların kuru gıdalardan peydahlananlara hiç benzemediğini kavramam çok sürmedi. Tabii ardından suçluyu yakalamam da… Naylon poşet içinde duran kestanelerdi birkaç gündür müşerref olduğum kurtların kaynağı… Daha bir hafta bile olmamıştı satın alalı… Durumları, bana gelmeden kurtlanmaya başladıklarını işaret ediyordu. Görmeden satın almak internet marketlerinden kaynaklanan önemli bir sorun… Neyse, konuyu dağıtmayayım… Hava alacak şekilde ağız kısmını iyice açmadığım poşetin içi hafif nemliydi ama daha önemlisi, yiyeceklerin naylon poşetlerde değil, hava alabilecekleri kaağıt veya bez torbalarda saklanmasıyla ilgili hayat bilgisini umursamamıştım.

Yine günlerden bir gün mutfak tezgahının üstünde bir iki milim boyunda minik kahverengi böceklerle karşılaştığımda da benzer şeyler yaşamış epeyce süre kaynağını bulamamıştım. Suçlu, raftaki kullanılmayan ikinci tuzluktaki pirinçlerdi. Hayat bilgisi bize, nemlenmeyi önlemek için tuzluğa pirinç konulmasını öğütler. Bu bilgiye, konulan pirinçlerin evladiyelik olmadığını eklemem için bu minicik böceklerle müşerref olmam gerekiyormuş.

Yiyeceklerin kurtlanabileceğini bilmek, bilgiye sahip olmaktır. “Neden kurtlanıyor, kurt nasıl giriyor içine? Tuzun içinde nasıl yaşam bulabiliyor?” sorularına cevap aranmaya kalkıldığında, bilim devreye girmiş, bilimsel sorgu başlamış demektir.

Dolapta uzun süre kalırsa yumurtanın katı pişmiş gibi olacağını bilmek bilgiye sahip olmaktır. Yararı da normal sürede tüketecek kadar yumurta almaktır. Bilimin devreye girmesiyle verilir buradaki “Neden?”in yanıtı. Bilim der ki, soğuyan hava büzüşür, yani düşük basınç oluşur. Bu yüzden yiyeceklerdeki su emilir, yumurta pişmiş gibi, meyveler büzüşüp kupkuru, türlü yiyecek katılaşmış olur. Hayat bilgisi, yumurtayı dolapta uzun süre tutmamayı öğretirken, bilimsel bilgi, buharlaşmanın tek şartının ısı olmadığını, basıncın diğer faktör olduğunu söyler. Bu nedenledir ki dağcılar Everest’in dehşetli soğuk zirvelerinde neredeyse bir gazlı çakmakla su ısıtabilmektedir.

Galiba, “Bizim yumurtamızı alırsanız buzdolabında pişmez” diyen endüstri, bu duruma farklı bir çözümle yaklaşıyor. Yanılmıyorsam, sıvı kaybını önlemek için parafinle kaplanmış yumurtalar raflarda yer almaya başlamış. Benim çözümüm ise yine daha ekonomik. İçinde mümkün olduğunca az hava bırakmaya çalışarak ağzını bağladığım naylon poşette tutuyorum hızlı tüketemediğim yumurtaları. Amacım; dolap kapısı her açıldığında kısmen de olsa yenilenip nem yoğunluğu azalan, aynı zamanda ısısı ve basıncı yükselip normale dönen iç havanın, vakumlamaya uygun basınç ve nem oranına gelmesiyle, yumurtalardan tekrar tekrar su emilmesine engel olmak. Sanırım işe yarıyor…

Bilimin yapılandırdığı teknolojiyle biçimlendirilmiş hayat bilgisi bize, dolaptaki yiyecekleri açıkta değil kaplarda veya naylon torbalarda saklamamızı söyler. Söyler söylemesine de, süre uzadığında bu sefer de çürüme başlar yiyeceklerde. Zira soğuyup büzüşen ortamın emdiği su dışarı çıkamayıp poşetin içinde birikerek bakterilerin üreyip çoğalmasını sağlayacak şartları yaratmaktadır. Bunu bilim söyler… En pratik çare ise bilimden değil hayat bilgisinden gelir. Sebze ve meyveler gazete kaağıdına sarılarak dolaba konursa çok daha uzun süre tazeliklerini koruyabilmektedir. Bilim diyecektir ki, gazete kağıdı, nemin tamamının dışarı kaçmasını engelleyerek iklimlendirici mekanizma işlevini görmekte, bu sayede yiyecekler daha uzun süre korunabilmektedir. Hayat bilgisinin eşsiz buluşlarından biridir gazete kaağıdı.

Bu bilimi reddetmek değildir… Tıpkı, milyarların döküldüğü sistemlerden elde edilen hava raporunu izlemeyi ihmal etmezken ufka bakıp sonraki gün havanın nasıl olacağını söyleyebilen balıkçı gibi… İkisinin de çok önemli olduğunu iyi bilir balıkçı.

Gidip bilimin eseri olan bir vakumlayıcı satın alarak yiyecekleri koyduğumuz naylon torbaların havasını emip çok daha uzun süre saklayabiliriz dolapta. İyi de, gazete kaağıdı varken kim döner bakar vakum pompasına… Soğuk hava deposu değil altı üstü bir ev buzdolabı… Zaten bizler de stokçu değiliz…

Birilerinden, oluklu mukavva kutuların daha iyi sonuç verdiğini duymuştum, ancak denemedim… Çift katlı boşluklu yapısı akla yatıyor ve dolapta ya da dışarıda, yiyecekleri korumakta etkili olabileceğini işaret ediyor.

Bilgi değerlidir ama bizler için bilimsel bilgiden çok, pratiklik sağlayan, şartlarımıza ve ihtiyacımıza uygun bilgi daha değerlidir.

Bir de tüketim süresine denk gelecek kadar az alınamayan veya uzun süre saklanması gereken, el altında bulunması istenen yiyecek meselesi var. Bilinen ve yaygın şekilde kullanılan, kurutma tuzlama baharatlama konserveleme gibi yöntemler tat değişiklikleri yaratıyordu, bilim “Dondurun…” dedi, endüstri uygulamaya koydu, böylece dondurulmuş gıdalar yaşamımıza girdi.

Yöntem basit; temizle ayıkla, doldur naylona, yolla buzluğa. Bunu kavramak için A.Einstein veya N.Tesla gibi dahi olmak gerekmediğinden pek çok kişi yöntemi uygulamakta. Ben bile… Anlayın artık…

Domates dokunduğu için mümkün olduğunca az yemeye çalışıyorum. Onsuz da olmuyor… Gramla alınacak şey değil… Yalnızca yemeklerde kullandığımdan, bir kiloyu tüketemeden epeycesi çürüyüp gidiyor. Dondurucudan gelen çözüm için iki yöntem kullanıyorum: İlki; biraz su ilave ederek elektrikli doğrayıcıda sıvı hale getirdikten sonra birer yemeklik parçalar halinde buzdolabı poşetlerine doldurmak. İkincisi; küçük parçalar halinde doğramak ve yine birer kullanımlık parçalar şeklinde poşetlere koymak.

Aslında bu yöntemi ilk kez soğanda kullanmıştım ama ne kadar titizlensem de, poşetlerin dışını yıkasam da buzdolabının üç beş gün boyunca soğan kokmasına engel olamayınca terk ettim, ancak sarımsakta kullanmaya devam ediyorum. Çünkü hiç koku duymadım bugüne dek. Poşetteki soğanlar rahatsız edecek kadar koku yayarken, ezelden müthiş sabıkalı sarımsaklar neden koku vermiyor bilmiyorum. Zaten hayat bilgisini aşan ve bilimin alanına giren bir durum bu…

Küçücük paket sarımsağı bile tüketemeden epeycesinin içlerinin boşalması ve her gerektiğinde soyup ezmenin derdinden kurtulmak için, aldığım sarımsakların hepsini soyup biraz suyla elektrikli doğrayıcıda parçaladıktan sonra tamamını buzdolabı poşetine dolduruyorum. Bir parmak kalınlığında yassılaştırıp buzluğa gönderiyorum. İhtiyaç duyduğumda poşeti açıp gereken kadarını peksimet misali kırıp alıyorum. Poşeti tekrar bağlayıp doğru buzluğa… Müthiş kolaylık rahatlık sağlıyor bu yöntem, ancak oturup bir paket sarımsağın tamamını soymak katlanılır gibi değil. Çare yine buzluktan geldi: Soymadan önce ağzını bağladığım naylon torbasıyla buzluğa attım namlı sarımsak hazretlerini. Çıkarttıktan sonra bir diş sarımsağı sıktığımda “Vıjık” diye kabuğundan sıyrılıverdiğini görmek çok eğlenceliydi. Sarımsak soymaktan yana dertli olanlar, bir iki gün buzlukta tuttuktan sonra işin ne kadar kolaylaştığına şaşıracaklardır.

Benim hayat bilgimin sınırı burada bitiyor. Buzluğa giren sarımsağın neden “Vıjık”laştığına cevabı bilim verecektir ve büyük ihtimalle diyecektir ki, “Kabuk kısmı iç kısımla kıyaslanmayacak ölçüde kuru. Dondurucudan çıkartıldıktan kısa süre sonra sarımsaklar dıştan içe doğru çözülmeye başlayınca kabukla iç kısım arasında sıvıdan kaygan bir yastık oluşuyor. Sonrası malum… Parmaklarımızın “Sıkıcı cazibesine” dayanamayınca da “Vıjık”laşıp dışarı çıkıveriyor, daha önce soyulmamak için direndikçe direnen bir diş sarımsağın içi.

Bu kayganlıkla ilgili “Neden?” hayat bilgisinin ilgi alanına girmez. Aslında, bilginler/uzmanlar “Bu kayganlaşan yapı farklı amaçla başka alanda kullanılabilir mi?” gibi bir soru sormadıkça bilim ilgilenmez böylesi bir şeyle. Günümüzde kullanılan pencere camlarının böylesine mükemmellikte üretilebilmesi buna verilecek en müthiş örnektir. Cam sanayinde çalışan müthiş zeki biri evde bulaşık yıkamasa ve bulaşık suyunun üzerinde biriken yağ tabakasını görüp “Neden?” diye sormasa “Evraka” halleriyle fabrikaya koşturmayacak, eriyik metal havuzunun üzerine erimiş cam akıtarak böylesine düzgün camları çok pratik ve hızlı üretmenin yolunu açacak buluşa imza atamayacaktı. Bizler de, belki de haalaa, şişe yapma tekniğiyle şişirilen camların kesilip açılarak düzleştirilmesiyle üretilen şişe dibi kılıklı buzlu camdan farksız camları kullanıyor olacaktık. Demek ki neymiş: Bulaşık yıkayanı “Kılıbık” diye makaraya sarmaya kalkanlar buna kalkışmadan önce bir daha düşünmelidirler. “Herif kalk şu bulaşıkları yıka, belki sen de bir keşif yapar, vatana millete hayırlı biri olup çıkar, dünyayı değiştirirsin” kurnazlığıyla gaz vermeye kalkışan kadınların tuzağına düşmemek için uyanık olmak lazım hatırlatmasını yapmaya gerek bile yok. Lütfen uyanık olalım, dolduruşa gelmeyelim ve tuzaklardan kurtulmak için “Ben televizyonun karşısındaki kanepenin süngerlerini yumuşatmakla ilgili bir buluş yapmak istiyorum. Ayrıca göbek yapmayan bira üzerine çalışsam iyi olur” gibi hayati önemdeki cephaneleri dağarcığımızda muhakkak bulunduralım. Dünya hali, ne olur ne olmaz belli mi olur.

Alt bölümde fazla tutamadığım için, kahvaltıdan ve pilav dışındaki yemeklerden kaldıralı beri tereyağını da buzlukta saklıyorum. Paket tereyağını ambalajından sıyırıp buzdolabı poşetine koyuyor, avucumla yavaş yavaş bir parmak kalınlığına gelecek şekilde ezip yayıyor, sonra da ağzını bağlayıp buzluğa atıyorum. Donması sorun olmazken kolaylık sağlıyor aslında. Gerektiğinde, kıracağım kısımdaki poşeti ayırıp boşluk yarattıktan sonra ihtiyacım kadarını kırıp alıyorum. Peksimet muamelesi gören tereyağının buna aldırdığı falan yok. Böylece, “100 gr.lık aldım bozuldu, 50 gr.lığı yok mu bunun?” gibi bir sorunsalla daha karşılaşmadan tarihe gömdüm.

Bilim “Dondurun” dedi ya, der de ben uygulamaz mıyım? Esaslı bir buzdolabı poşeti tüketicisiyim. Yarım kilo kuşbaşı ya da kıyma al, böl dört beş parçaya, at poşetleri buzluğa. Tavuk da öyle… Paketinde iki parça mı var, birer poşete, doğru buzluğa… Patates bile… Kızartmalık doğranmışların hazırı var ancak yemeklik mevzuunda işler karışıyor. Al bir file, yani iki kilo patates, doğra hepsini uygun boyutta, doldur poşete, doğru buzluğa. Sivri biber, maydanoz, kimi zaman patlıcan kabak lahana, kısacası fazla durumda olan ve durmaya gelmeyen ne varsa, yıka doğra doldur torbaya, yolla buzluğa… Bir başına yaşamaktan kaynaklanan hallere kendimce bulduğum çareler bunlar. “Dolap da ne dolapmış, dolduruyor dolduruyor dolmuyor” diyenler çıkabilir diye söylemeyi borç sayıyorum; evimde buzhane kılıklı bir dolap yok, altı üstü normal boy bir çift kapılı… Buzluğa dolduruyorum fakat hepsini bir seferde değil… Haftalık siparişler halinde aldığımdan, olmazsa olmazların ve az alınamayanların dışındakiler kimi var kimi yok… Bunun sağladığı diğer yarar ise, hiçbir şeyi soymaya doğramaya gerek kalmadan her şey kullanıma hazır durumda olduğu için, yemek pişirmenin tamamen “Şundan şu kadar, bundan bu kadar at tencereye…” pratikliğine kolaylığına dönüşmesi.

Şekilde görüldüğü gibi, buzdolabı poşeti üreticileri beni “Üstün Tüketici” madalyasıyla, ya da brövesiyle falan ödüllendirmelidirler ama hiçbirinde tık yok. Ne edeyim, bahtı karayım, acıların çocuğuyum, “Batsın Bu Dünya”, nerde benim madalya…

Evet, yeniden yaşama dönelim. Nerede kalmıştım…

Evdeyken yerde bir vida veya pim bulduğumda nereden düştüğüne kısaca bakıp bulamazsam kaldırıp atmamayı öğretti bana deneyimlerim. O vidanın bir şeylerden düştüğü açık olduğuna göre yerini bulmam gerektiğini, bulamazsam daha sonra düştüğü aleti/eşyayı tamir etmek için benzerini bulmakta zorlanacağımı öğrendim. Bu hayat bilgisidir… Kaldırıp attığımda, deneyimlerimden bir şey öğrenmediğim çıkar ortaya.

Bilgi hep değerliydi, tabii değerini ve kullanmasını bilen için… Yararlanacak donanımdan yoksunsan, kullanmasını bilmiyorsan bilgiye sahip olmanın yararı yoktur. Çağımız iletişim çağı, dolayısıyla çok değerli bilgilere bile ulaşmak mümkün. Gerekli eğitimi almamış biri, bilmem hangi üniversitenin veya araştırma laboratuarının nano teknolojiyle ilgili arşivine girse ne elde edecektir, ulaştığı bilgiler ne işine yarayacaktır. En çoğu “Nano teknolojiden çok söz ediliyor son günlerde, bunlar değerli bilgiler olmalı…” diyecektir. Bilgiye ulaşmıştır ama kullanamayacaktır…

Gözlem ve deneyimlerimizle hayat bilgisine eklediklerimiz meselesi var. Özellikle sağlık söz konusu olunca “Neden?”i sorarız sormasına da, daha ileriye gidemeyeceğimizi iyi biliriz. Çünkü farkındayızdır nedeninin nasılının fazlasıyla bilimin alanına girdiğinin, daha ötesi için bilimsel sorgu gerektiğinin. Örneğin “Eski kıtaların menüsüne birkaç yüzyıl önce eklenen domates biber gibi besinlerin alerjik etkileri Amerikanın eski sakinlerinde de, yani var olalı beri bunları yiyenlerde de görülüyor mu?” sorusunun cevabı ancak bilimsel sorguyla verilebilir. Kökeni çok eski olmayan, doğal sürece sonradan eklenen bu yiyeceklerin bize dokunabileceğini bilim tespit edip söylemiş ve biz bu bilgiyi hayat bilgimize ekleyeli çok olmuştur. Eğer “İnkaların Mayaların Azteklerin bu yiyeceklere bağışıklığı var mı?” diye sorarsak hayat bilgimizle cevaplayamayız, bilginlere gitmemiz gerekir.

Ya da asmaların sarılma davranışını nasıl gerçekleştirdiği merak edersek hayat bilgisiyle cevaplayamayız. Hücre davranışlarını incelemiş inceleyebilecek bilginlerin bulabileceği cevaplardır bunlar. Eğer hayat bilgimize eklemek istersek bu bilgileri, varsa kapısını çalabileceğimiz bir bilge, “Öğrenmiştir, o bilir…” deyip ona gider, yoksa rahatça ulaşabileceğimiz Bilim Teknik dergisinin “Merak Ettikleriniz” bölümüne veya benzerlerine yazarız. Ya bir cevap göreceğimizi ya da uzmanları harekete geçirebileceğimizi bilmek bize yetecektir. Asmaların sarılma davranışını öğrenmekle bilgin olunmayacağının farkındayızdır. Yine de böylesi bir merakın hiç akıldan geçirilmeyen yeni ufuklar açabileceğini, bilgin veya bilge olunamazsa bile, bilimi ve düşünceyi besleyen çalışmaların içine girebileceğimizi ya da birilerini o doğrultuda harekete geçirebileceğimizi de göz ardı etmemeliyiz.

Bütün keşifler, soru veya soruların sorulmasıyla başlayan yolculuklar sonucunda gerçekleştirildi ama bunların çoğunda soruyu soran başkası veya başkalarıydı ve sormakla hizmet etmişlerdi bilime. Ve çoğu soru çok eskilerden beri soruluyordu, bir kısmı cevaplandı, epeycesi için arayış sürmekte, sürecek. Öyleleri var ki, belki de hiçbir zaman öğrenilemeyecek cevabı.

En eski sorulardan birinin “Neden varız?” olduğu çok açık. Cevaplanabilecek mi?... Kim bilir!

Zekalarıyla ünlenmelerinin boşuna olmadığını gösteren kargaların Ramazan topundan öce alarma geçtiklerini fark edince uzunca bir süre takip ettim kuşbeyinlileri… Ramazan topu ödlerini patlattığından çığlık çığlığa kaçışmalarında hiçbir olağan dışılık yok. Şaşırtıcı olan, her yeni günde şaşmaz bir hassasiyetle topun patlamasından tam bir dakika önce çığlık çığlığa havalanıp dört dönmeye başlamalarıydı. Çünkü günler uzuyor, sonraki gün 1 dakika sonra oluyordu iftar ama bir önceki gün kendilerini korkutan patlamanın zamanını kaydettiklerinden her seferinde tamı tamına 1 dakika önce kaçışmaya başlıyordu semtin kargaları. Günler uzamaya devam ettikçe de bu 1 dakika kazığını yediler. Hassas biyolojik saatleriyle donanmış zekaaları, bir iki kez zorlukla duyabildiğim top atışını ve zamanını kavramaya yetiyordu ama 1 dakikalık uzamayı anlayamıyorlardı.

Martılar başta olmak üzere diğer kuşbeyinliler ise, kargaların kaçışmalarına anlam veremiyor, yerlerinden ancak top atışıyla fırlıyorlardı.

Artık kargalar kaçışmıyor. Bunun bir nedeni artık Ramazan’ın günlerin kısalma sürecine denk gelmesi, diğer nedeni ise yanılmıyorsam birkaç yıldır semtte top patlatılmayışı.

Diğer dikkat çekici kuşbeyinli davranışı martılarda karşıma çıktı. Çevredeki düğünsel veya bayramsal veya kutlamasal veya sonradangördümsal veya parabuldumsal saçıyorumsal nevinden etkinlikler kapsamında atılan havai fişeklerin sesini duymazdan az önce martılar çığlık çığlığa uçuşmaya başlıyor. Ben görmeden duymadan birkaç salise önce alarma geçmelerinin sebebi nedir sorusuna verebildiğim cevapların ilki; ses ve ışık hızının farkı nedeniyle önce ışığı görüyor ve patlama olmadan yani ses duyulmadan önce kaçışmaya başlıyorlar. Bu olacak şey değil, pek akla yatmıyor, zira öyle kilometrelerce uzakta değil birkaç yüz metre ötede atılan fişeklerin sesi ve ışığı arasında bu kadar fark doğması mümkün değil. İkincisi; benim duyamadığım, fişeğin o ilk ateşlenme anındaki ıslığı andıran sesini duyuyor ve sonrasındaki patlamayı ve saçılan ışıkları biliyor bu yüzden kaçışıyorlar. Burada yanılgıya düşmenin kolay yolu her şeyi duyup gördüğümüzü sanmaktır.

Birkaç yıldır sebatla direncini kırıp mahkumiyete alıştırmaya çalıştığım benim kuşbeyinli Tutsak’taki kulaklar, fişeğin ateşlenmesiyle ortaya çıkan o ilk sesi duyabilecekleri tezini fazlasıyla destekliyor. Hazrette öyle bir kulak var ki, yedi sekiz metre ötesinde yürürken çıkarttığım sesleri duyuyor. Üstelik yer halı, üstüne üstlük Tutsak o esnada uyumakta… Artık uyanık halini kimse sormasın… Henüz müzik açmamışsam dışarıya bir kulak verişi var ki, tam bir alem… Eli olsa, tüyler arasında zor seçilen küçük bir delikten ibaret kulağına siper edecek, o kadar yani… Bir kulak veriyor dışarıya, bir dört dönüyor dört bir yanı parmaklıklı hücresinin içinde, ardından yine kulak veriyor, yine dört dönüyor… Hallerinden vesveseye kapılan nereye kaçacağını, hangi deliğe gireceğini bilemez… Dilinden anlamam, o da benimkini öğrenmemek için inatla direniyor. Dilimi anlamadığından değil, “Ne delleniyorsun kuşbeyinli…” fırçası attığımı anlıyor hallerde diklenircesine “Sen bana fırça atarsan, ben de boş durmam kralını atarım fırçanın…” izlenimi vererek gaklayıp guklaması gıcık ediyor beni. Sonunda başka çare bulamayıp başvuracağım bir tercüman için Birleşmiş Milletlere… Haalaa farkında değil salak kuşbeyinli; ne benim fırçalarım nezih kelimelerim, ne de onun gaklayıp guklamaları çekilir gibi olmadığından sonunda bulacak kendini yemek masasındaki tabağın içinde.

Baykuşlarla yarışamazsa bile rahatlıkla askeri ve de istihbari amaçlı kullanılabilir benim kuşbeyinli. Sonarın olmazsa koy radarın yanına, kesinlikle duyamayacağımız mesafedeki bütün hareketlerde pür dikkat sesin kaynağına veya ufka sabitlenmezse, gaklayıp guklamazsa, cikcikin türlüsüyle alarmı çalıştırmazsa ne olayım.

Papağanlarla ilgili bir belgeselde kuşbeyinlilerin bu özelliğinden habersiz birinin “Benim papağanımın altıncı hissi var. Çöp kamyonunun geleceğini çok önceden hissedip kamyonun sesini taklit etmeye başlıyor. Oysa kamyon birkaç sokak ötede ve epey sonra evin önüne geliyor…” dediğini duyunca gülümsemeden edememiştim. Ne yapsın, mübareklerdeki kulakları henüz öğrenmemişti… Bilimsel bilgiye başvurmayıp kendi bilgisi ve eğilimiyle yetinince papağanına altıncı his yükleme yanlışına düşmüştü. Tabii bu davranışta, yaradılışımızdan gelen “Benim çocuğum başkalarınınkinden farklı, arabam çok hızlı, çok özel benimkisi…” yaklaşımı da çok etkili. 6’ncı hisçi kuşbeyinlisever “Neden?”i yanlış kullanmış, aslında hiç kullanmamış ve mistik eğilimleriyle yakaladığı açıklamaya sarılıvermişti.

Papağanların 6’ncı hisleri olup olmadığını bilmiyorum ve aslında bu beni hiç ilgilendirmiyor ama müthiş bir kulakları olduğunu, en küçük sesle bile fazlasıyla ilgilendiklerini, bu ilginin yalnızca hemcinsleriyle sınırlı olmadığını çok iyi biliyorum. Papağanların “Neden?”leri yaşam kaynakları ve tehditleriyle ilgili, bununla da sınırlı. Bizim dışımızdaki bütün hayvanlarda olduğu gibi… Bizler ise “Neden?”i gerçek anlamında kullanabilecek zekaaya sahip olduğumuz için bizim dışımızdakilerle kıyaslanmayacak ölçüde evrimleştik ve uygarlık geliştirebildik. “Neden?”i gerçek anlamında kullanacak zekaaya sahip olmasaydık, alet yapabilen şempanzelerden farkımız olmayacaktı.

“Neden?”lerin peşinden gidiş hep sürecek; pek çok “Neden?” açıklığa kavuşturulurken, bugüne dek açıklanamamışların bir kısmı cevaplanıp bazıları sonraki nesillere bırakılacak, ezelden beri büyük emek ve çaba harcanmaktan hiç vazgeçilmeyen kimileri ise belki de hiç öğrenilemeyecek ama sonsuza dek peşlerinden gidiş sürecek.

“Neden?” varız?

İnsanın sahip olduğu en değerli şeydir “Neden?”.



Eyüp Şeker

10.10.2007/26.12.2007/06.03.2007

SİGARA SÜRÜNDÜRÜR

BİRİ BİZ KATİLLERİMİZİ DURDURMALI

Savaş Dinçel’in ölümü büyük yanlışımızı bir kez daha anımsattı, aslında yüzüme çarptı. Ne mi? Doktorlar ve bilim ne kadar söylerse söylesin, sigaradaki büyük tehlikeleri görmüyor görmek istemiyor, önemsizmiş gibi davranmaya devam ediyoruz. En azından benim için bu böyle: Yaklaşık bir yıl önce pipoyu bıraktım. Durup dururken veya uyarılara kulak verdiğim için değil, vücudum alarm vermeye, organlarım çığlık atmaya başladığı için yapmıştım bunu. 51 yaşındayım, yani taşı sıksam suyunu çıkartırım dönemlerini geride bırakalı uzun yıllar oldu, yani Süpermenliğim çoktan kadayıf oldu.

Tütünden uzak durduğum veya durmaya çalıştığım bu süre içinde sağlığımda açıkça belli olan düzelmeler ortaya çıktı. En başta cildimde inanmakta zorlandığım düzelmeler oluyordu. Zımparaya dönmüş derimi korumak için avuç avuç merhem ve krem kullanıyor, kanamaya varan çatlamalara engel olmaya çalışıyor, kaşıntıyla kıvranıyordum. Tütünden uzak kaldığım dönemde bütün bunları unutup gitmiştim neredeyse…

Üç ay kadar önce tekrar içmeye başladıktan sonra, hem de eskisine göre az miktarda az sayıda içmeme rağmen ciltteki rahatsızlıklar öyle hızlı geri geldi ki, tam anlamıyla dehşete kapıldım ve bir kez daha anladım ki, çok kötü kullandığım vücudum artık kaldıramıyor, layık gördüğüm belalarla başa çıkmakta çok çok yetersiz kalıyor. Korkunç bir kaşıntı, özellikle yüzümde, açıkça yaraya dönüşmeye başlayacak çatlamalar, uykuya dalmanın ve uyumanın bela haline gelmesi, nefes darlığı, mide ağrıları, göğüs sıkışması, sıkıntıyla uyanmalar, bu kısa dönemde eskisine göre çok daha şiddetli olarak kendini gösterdi. Bir de üşüme… Evet üşüyorum, oda ortamında ve yatakta yorganın altındayken bile… Buna getirebildiğim açıklama, oksijen yetersizliği… Bunu anlattığım doktor diyemediğim kendisini doktor zanneden biri dudak bükerek geçiştirmişti duyurmaya çalıştıklarımı… Birine daha sormak kısmet olmadı… Tabii henüz…

Bir hücreler bütünü ve bunlarda gerçekleşen bir kimyasal işlemler toplamından ibaret olduğumuzu genellikle görmezden geliyoruz. Hatta görmüyoruz bile… Yiyecek içecek oksijen, biraz karbondioksit ve diğer gazlar yaşatıyor bizi. Yanlış veya eksik yiyeceklerin sonuçlarını kolayca görüp tedbir alırken solunumu çok kolay göz ardı ediyoruz. Hücrelerimizin yiyecekler kadar, hatta daha çok oksijene ihtiyacı var. Hem de çok… Açlıkla susuzlukla kıyaslanmayacak şekilde oksijensizliğe birkaç dakika dayanabildiğimizi çok iyi bilmemize rağmen soluduklarımıza aldırmamayı yeğliyoruz. Biz, çok gereken o oksijenin yerine sigaranın zehirlerini gönderiyoruz hücrelere. Çünkü sarhoşluk hissinden hoşlanıyoruz. Fakat sarhoşluğun, yerine alkol veya karbonmonoksit gibi zehirleri koymamız yüzünden oksijensiz kalan beyin hücrelerinin görevini yapamaz hale gelmesiyle ortaya çıktığını bilmiyor ya da görmek istemiyoruz. Sarhoş olmak için hücreleri öldürüyor veya geçici olarak işlevsizleştiriyor, sonra da ortaya çıkan türlü rahatsızlık için doktorlara koşturuyor, şifa bulmaya çalışıyoruz. Dahası, yediğimiz bu akıl almaz haltı bilim bize anlatıyor, nedenleri nasılları açıklayıp duruyor, bıkıp usanmadan sigara öldürür/öldürüyor diyor, duymuyor aldırmıyoruz. Çünkü beynimizin uyuşmasını seviyoruz. Hem de kendimizi öldürme pahasına olduğunun bilirken…

Sigara korkunç zararlar veriyor. Bunu son haftalarda yaşayarak bir kez daha öğrendim. Doktorlar ne kadar uyarsa da aldırmıyor, insanlar yanı başımızda sapır sapır devrilse bile umursamıyoruz…

Bunun bir yolu bulunmalı ve sigaradaki korkunç dehşet insanlara gösterilmelidir.

Savaş Dinçel sigara yüzünden öldü. Bu tartışmasız bir gerçek… Atatürk’ün ölümünde de çok etkiliydi sigara. En bilinen olduğundan bunu epeyce düşündüm… O günlerde kırmızı karıncalara bile yorulan o kaşıntılar yalnızca karaciğerden kaynaklanmıyordu… Oksijensiz kalan vücudun haykırmalarıydı Atatürk’ü çileden çıkartan o kaşıntılar… Savaş Dinçel’in de belasıydı bu kaşıntılar dediğimde yanılmadığımdan eminim ve büyük olasılıkla kendisi bunu alkole yoruyordu pek çok kişi gibi. Bana göre alkolden daha çok sigaranın etkisi var bu kaşıntılarda… Tabii kolayca ortaya çıkan türlü alerjide de… Gidip alerjilerimize çare arıyor, ancak sigaramıza ilişilmesin istiyoruz.

Televizyonum bozulmuştu… Servisten gelip aldılar, tamir edildi… Birkaç güne kalmadı aynı arızayı tekrarlaması… Tekrar gitti servise ve çok geçmeden aynı arıza yine ortaya çıktı… Bu arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltilmedikçe televizyonun yapılmış olmayacağı ortadaydı. Son kez gittiği serviste arızaya sebep olan asıl arıza bulunup düzeltildikten sonra tekrarlayıp duran ilk arıza da tarihe karışmış oldu.

İlerleyen yaşlarda pek çok rahatsızlığın ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden biri, geride bıraktığımız yıllar içinde bedenimizi toksin deposuna çevirmemizdir. Taşı sıksak suyunu çıkartacağımız ölümsüz Süpermen olduğumuz yıllarda hapır hupur götürdüğümüz yiyecekler, 40’ı devirmemizle birlikte Kriptonit’e dönüşmeye başlamışsa, bunun nedeni toksin kovasına dönmemizdir. Domatese bibere Kriptonit muamelesi yapmaya başlamışsak, tek çarenin alerji haplarında yatmadığını aklımızda bulundurmamız gerekir. Hele de sigara içiyorsak hapı yutmadan önce yapmamız gereken ilk şeyin sigara paketini fırlatıp atmak olduğunu düşünmemiz gerekir. Oksijensiz bırakıp zehre boğduğumuz hücrelerimizin alerjiyle baş etmesini beklemek budalalık değilse nedir? Doğru çalışması için gerekli yakıtları vermediğimiz, aksine çalışmasını daha da bozan türlü zehirlere boğduğumuz hücrelerimiz haykırmayacak da ne yapacak? Alerjiler hücrelerimizin imdat çığlıklarından başka şey değil. Avuç avuç merhemle düzeltmeye çalıştığımız cildimizin pul pul dökülmesi de diğer bir imdat çığlığından başka şey değil. Pul pul dökülüyor önemsemezliğiyle baktığımız cildimizdeki hücrelerin ölenleridir yerlere dökülen.

Akşamdan kalmalıktaki o berbat baş ağrısı, içki ve sigarayla fazladan öldürdüğümüz beyin hücrelerinin sonucundan başka şey değil. Her gün belli sayıda hücre ölüyor ve belli sayıda yenileri doğuyor. Bütün organlar için geçerli bu… Büyüme çağında, doğanlar ölenlerden fazlayken, yaşlanma sürecinde tersine dönüyor doğum ölüm miktarları. Bu doğal bir süreç ve anlaşılmaz bir yanı yok. Doğal olmayan, sigara ve içkiyle normalinden fazla hücre öldürmemiz… Bunlar ise geri gelmiyor… Yaşlanma sürecinde yeni hücre sayısı azalırken ölümleri artırmak çok kolaylaşıyor. Çünkü zehirli atık ve toksin deposuna çevrilmiş vücutların direnecek mecali olmuyor. Ve biz tiryakiler sigarayı veya içkiyi fazla kaçırdığımızda başımızın ağrıdığını görüp iki aspirin yutarız. Yetmezse soda limonlar falan… Hepsi budur… Akşamdan kalmayız işte… Oysa doktorlar ve araştırmacılar ikide bir yayın organlarında söylerler böyle baş ağrılarının nedeninin içki ve sigarayla fazladan öldürülmüş beyin hücreleri olduğunu. Bizi pek ilgilendirmez işin bilimsel tarafı. Biz akşamdan kalmayızdır, hepsi bu… Ve hiç kafa yormayız öldürdüğümüz diğer organlardaki hücrelerin nelere sebep olduğuna… Pul pul dökülen deridir, saçtır, kadayıf olan kıllardır, bitkinlik güçsüzlüktür, görme bozukluğudur, kollardaki bacaklardaki türlü ağrıdır, nice rahatsızlıktır… Beynimizin çığlığı ise baş ağrısıdır…

Gözlerde de çok büyük etkisi var, çok şaşırtıcı bozukluklara sebep oluyor sigara. Bunlar bildiğimiz alıştığımız anlamdaki göz bozuklukları değil ve başlı başına üzerine eğilmeyi gerektiren bir konu…

Biri bizi uyarmanın etkili bir yolunu bulmalı. Özellikle de 40’ı devirip yaşamını hızla kündeye getirmeye başlamışları durdurmalı birileri… Vücudunu kötü kullanmışların, dahası bunu fazlasıyla alışkanlığa dönüştürmüşlerin intiharına engel olmanın yöntemini geliştirmeli birileri.

Önceki gün tekrar bıraktım tütünü ve düzelmeler kendini hemen göstermeye başladı. En başta kaşıntılar hemen azaldı… Uykuya dalma derdi kalmadı, huzursuzca dönüp durmalar, uyanıp su içmeler kayboldu… Hangi birini sayayım…

Düştüğümüz diğer bir algılama yanlışı ise; bedenimizde çok önemli değişimler olmadığı ve birdenbire vücudumuzun çöktüğü, aniden göçüp gittiğimizdir. Oysa çok büyük değişimler gerçekleşmekte, organlarda bariz yetersizlikler oluşmaktadır ama bunları fark edemiyoruz. Değişimlerin dikkatimizi fazla çekmeyen yavaşlıkta gerçekleşmesi yüzünden bu algı yanlışına düşüyoruz. Kolumuzu bacağımızı kırdığımızda ya da gribe yakalandığımızdaki gibi ani bir değişimi kavramak kolay, fakat yavaşça gerçekleşenleri hissedemiyoruz. Tıpkı yaşadığımız evi uzun süre boyatmayıp temizlemediğimizde kirlenmeyi fark etmeyişimizdeki gibi. Seyrek olarak gelen misafir ise kirlenmeyi hemen fark ediverir “Şu evi bir boyatın artık” diyebilir. Bizler de, tıpkı bir otomobilimizi verir gibi bedenimizi bir başkasına arada bir verebilecek olsak, ödünç alan hemen fark edecektir bozulmaları, eskimeleri. Oysa biz içindeyiz ve bedenimizdeki değişimler, algılamamıza engel olacak yavaşlıktaki bir sıradanlıkta gerçekleşiyor.

Savaş Dinçel birdenbire çökmedi ve kanamalar aniden ortaya çıkmadı. İçten içe kanıyordu zaten… Rahatsız olduğunu düşünmesi, kendini iyi hissetmemesi yeterli değildi ölümcül olanı kavramasına, algılayamıyordu bedenindeki büyük çöküşü. Çünkü her şeye rağmen direniyordu bedeni, ancak daha fazla dayanamadı… Tıpkı delik radyatör hortumu yüzünden su kaynatmaya başlamış motoru çalıştırmayı sürdürdüğümüzde, dahası gaza yüklendiğimizde, bütün parçalarının kavrulması, bir daha kesinlikle çalışamaz hale gelmesindeki gibi… Yolunda gitmeyenleri bilmemiz engel olamaz bize “Bir şey olmaz, idare eder” der, göz göre göre yakarız motoru…

Babam, çocukluğumdan itibaren “Sigara içkiden daha kötüdür, çünkü içkiyi her zaman her yerde veya bulamadığında içemezsin, ancak sigara öyle değildir. Yerden izmarit toplar onları bile içebilir insan” derdi. Bunları yazarken bile pipoma uzanmamak için zor tutuyorum kendimi. Oysa bugün kısmen hafiflese de daha dün şiddetli şekilde yaşıyordum bedenimde yarattığı tahribatların çok rahatsız edici etkilerini. (Bu paragrafı yazdıktan iki saat kadar sonra gece 1 gibi dayanamayıp pipoyu yaktım. Berbat bir uykuyla sabahı zor ettim)

Biri bizi durdurmanın etkili bir yolunu bulmalı.

Sigara çok sinsi, yavaş yavaş süründüre süründüre sakatlaya sakatlaya öldürüyor.

Paketlerin üzerindeki “Sigara cinsel güzü azaltır” uyarısının “Sigara öldürür” uyarısından daha etkili olduğu görülmüş. İnsanlar ölümü aldırmazlıkla karşılarken cinselliğine halel gelmesinden korkuyorlar. Sanırım konuyla ilgilenenlere yeterince fikir vermiştir tiryakilerin bu tepkisi.

Biri, biz katillerimizi gerçekten uyarmanın bir yolunu bulmalı.

Biri, biz katillerimizi durdursun…


Eyüp Şeker

21-24.12.2007 / 12.03.2008

5 WATT TÜKETMEK ŞART MI?

ELEKTRİK TÜKETİMİNİ AZALTMAKTA İŞE YARAYABİLİR Mİ?

Elektronik cihazların bekleme (Stand-by) mekanizmaları elektrikle değil de şarjlı pille çalıştırılarak elektrik tüketimi azaltılamaz mı?

Bu ünite, şarjını, cihaz açıldıktan sonra ana cihaz üzerinden yapacak, yani doğrudan elektrik bağlantısı olmayacak. Basit bir aç kapa anahtarı kısacası… Saat pili-tablet pil dediklerimiz bu işi karşılar diye düşünmek iyimserlikten başka şey değilse, daha büyük veya normal pille çalışan ve gerektiğinde şarjlı tiplerinin kullanılacağı batarya devreleri düşünülebilir.

Tıpkı, bilgisayar anakartları üzerindeki tarih-saat pili gibi bağımsız çalışan, programlama gibi işlevleri içermeyecek basit bir aç kapa düğmesi. Böylece, yanlış bilmiyorsam eğer, yaklaşık 5 W elektrik tüketen “Bekleme(Stand-by)” ünitesinin harcadığı bu miktar, çok çok düşük ve çok önemsiz düzeye çekilmiş olacaktır.

Ana cihaza programlama yapılacaksa, aç-kapa’dan açılır ve ana cihazın “Bekleme(Stand-by)” ünitesi devreye sokulmuş olur.

Şarjlı bataryalarının/pillerinin kolayca değiştirilebileceği yapıda olmalılar. İnsanlar servise gitmemeli bunun için.

Eğer tablet pillerin, 220 Volt şebeke elektriğini devreye sokacak röleleri veya eşdeğerlerini çalıştırması teknik olarak mümkün değilse, daha büyük bataryalar gerekiyor demektir.

Önceki kumandasız veya eski tip “Bekleme(Stand-by)”li cihazlar için de küçük şarjlı aç-kapa kutuları piyasaya sürülebilir. Ya otomobil alarmındaki gibi tek tuşlu küçük bir kumanda yapılır veya üretilen minik bir kumanda eski cihaz kumandalarının bir yerlerine yapıştırılır.

Tasarımı, ana cihaz açıldığında aynı zamanda kendi adaptörüne de elektrik gelecek şekilde yapılır ve aç-kapa ünitesi kendi küçük pillerini şarj edebilir. Böylece, ana cihaz açık olduğu süre içinde pillerini şarj etmesi ve sürekli elektriğe bağlı kalmaması, o 5 W’ı tüketmemesi sağlanmış olur.

Bekleme ünitesinin pillerinin bitmesi/boşalması yüzünden ana cihazın açılamaması durumuna engel olmak için; ana cihaz üzerindeki açma-kapama/power düğmesi, cihazı her şartta açıp kapayacak şekilde tasarlanmalıdır.


NOT : Bu fikir herkese açıktır. İşe yarayacağını düşünen herkes alıp serbestçe kullanabilir.


Eyüp Şeker

KÖTÜ DURUM MU, DURUM KÖTÜ MÜ?



“Kendisi bilmese de yazıda çok büyük emeği olan sevgili Toprak Dede’miz Hayrettin Karaca için…”


BALIKSIZ SUYA OLTA SALLAMAYA GÖNDERİLMEK


Kuzey Kutbunda 22 derece sıcaklık ölçülmüş, buzlar eridiği için ilk kez kuzey geçiş yolu açılmış. Yine kötü durum denilip geçilecek gibi gözüküyor… Görünüşe bakılırsa, kötü durum diye diye felaket evlerimizin kapısına dayanmadıkça gerçek anlamda akıllar başa gelmeyecek. Kötü durum değil, durum kötü hem de çok kötü.

Petrol devleri ise, neden yellenen ineklere tıpa takılmıyor da bizim ekmeğimizle oynanıyor minvalinde fikriyat yerleştirmek için bilimsel açıklamalar yaptırıp duruyor. Geçtik petrol devlerini, o bilimsel açıklamaları yapanların tıpalanması gerektiği açık değil mi? “Ispanakta demir boldur” benzeri bir anlayış yerleştirmeye çalışıyorlar ama unutmasınlar ki, bir virgül hatası yapılmıştı ıspanakta ve yıllarca kimsenin aklına kontrol etmek gelmemişti. Çünkü hayati bir konu değildi. Fabrikalar fayrap çalışır, otomobiller tam gaz gider, baltalar hızarlar durmazken ve bunca duyarlı bilgin, epeyce de kafa yoran varken “İnekler tıpalanmalı” dolmasının yutturulması mümkün mü?

Çoğunluk ise “Bir şey olmaz abi” havalarında sürdürüyor hayatını. Suyu kesinlikle içilmez, havası asla solunmaz, yiyecekleri ağza konmaz, gök kubbenin altında durulmaz hale gelmedikçe uyaranlara kulak vermeyecek gibi gözüküyor bu sessiz çoğunluk. Yani iş işten tamamen geçmedikçe dönüp bakmayacak yok olan yaşam kaynaklarına, tükenmeye yüz tutmuş Dünyaya. Ancak o zaman duyulabilecektir “Yetkililer uyuyor mu?” haykırışları. Hayır uyumuyorlar, para uyutuyor hepsini, onlar da yetkisiz çoğunluğu… Bu yüzden hepsinin iyi bildiği “Kefenin cebi yok” sözü de “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” kıssası da hiçbirinin umurunda olmuyor.

Yetkililer böyle de yetkisizler farklı mı? Çoğu zaman daha aldırmaz umursamaz ve kural tanımaz durumda, en sonunda en çok haykıracak olanlar. Çünkü yetkililer cam fanuslar yaptırıp içine girebilecekken yetkisizler bu olanaklara çok uzaklar. Yetkililerden daha suçludur yetkisizler. Aldırmazlıklarına umursamazlıklarına ve kural tanımazlıklarına rağmen yine de yetkisizlerin en büyük suçu ayağa kalkıp haykırma gücünü kullanmamaktır. Bıçak kemiğe dayanmadıkça bu yetkinin kullanılmadığına dair sayısız örnekle doludur tarih. Yetkisizler Dünyayı bu kadar umursamazken küçücük meseleleri en büyük dert gibi görüp paralıyorlar kendilerini. Cildim kurudu saçım kırıldı omega 3’üm az geldi gibi kozmetik haller baş sorunlarken Dünya fosseptik çukuruna dönmüş umursanmıyor bile.

Kimi filmler vardır neredeyse her karesi hatırlanır, kimilerindeki bir iki sahne kalır akılda, kimi filmlerden tek bir an bile yazılmazken belleğe daha izlenirken silinir gider hepsi. Tek sahnesi hatırımda kalmış bir filmde, sokaklarda yatıp kalkan ve doğru dürüst tedavi göremedikleri için gün sayan AIDS’li iki eroinman, terk edilmiş harap bir binanın izbe bir yerinde kaşığı enjektörü çıkarmış vuruş yapmaya hazırlanıyorlardı. Elindeki çakmakla kaşıktaki uyuşturucuyu ısıtmakta olan diğerine dönüp “Biliyor musun alüminyum kaşık kullanmamak lazım. Alüminyum erken bunama yapıyormuş…” diyordu. Sanki durumları yeterince kötü değilmiş gibi kötü bir duruma kafa yoruyordu filmdeki eroinman AIDS’liler.

Yalnız yetkililer uyumuyor, yetkisizler de uyuyor. Hatta daha fazla uyuyor… Kuzey geçişi açıldı, 22 derece ölçüldü, kış kışlığını yapmadı, yaz beynimizi kaynattı, doğal afetler görülmemiş şekilde sıklaşıp şiddetini artırdı gibi pek çok şey yaşanırken “Uyutuluyorlar…” bahanesini öne süremez kimse. Çünkü olan bitenlerin hepsi yetkisizlerin gözünün önünde yaşanıyor, her şeyi değilse bile herkesin yeterince öğrenmesi sağlanıyor… Buna uyutulmak denmez. Düpedüz “İşimize geldiği için ve felaket tepemize binmediği sürece uyumayı seviyoruz…”dur bunun adı. Bu mudur? Budur…

Tipik yetkisizlerden tanıdığım biri, kanser yapıyormuş diye cep telefonu bile almazken işi ve eviyle ilgisiz binasının tepesine cep şebekesi vericisi takılmasına izin verip kaç para kaptığını kasıla kasıla anlatıyor, kahkahalar arasında “Uyanığa bak…” karşılığını görüyordu. Yetkisizlerin en yaygın davranış biçimi bu mudur? Budur…

Konunun uyutulmakla ilgili kısmı tamamen farklı… Bunun için her zaman kullanılan yaygın yönteme başvuruldu yine ve gerekli uyku hapı piyasaya sürüldü. Kullanılan uyku hapının terkibi: Katılımcı olun, bilinçlenme ve bilinçlendirmedeki sorumluluğunuzu yerine getirin, çevrenizdekileri uyarın, gereksiz lambaları söndürün, yemekleri sıcakken buzdolabına koymayın, şarj aletiniz fişe takılı kalmasın, tıraş olurken diş fırçalarken musluğu açık bırakmayın vs… Bu hap yutturulan yetkisizler uyku halinde kaldıkları için, onca zaman titizlenerek tasarruf ettiklerinin dev tesislerce birkaç dakika içinde yutulduğunu da fark edemiyor, kendilerine aslında “Var sen oyalan, yeter ki uzak dur bizden” dendiğini de anlayamıyor. Uyku halindekilerde “Ne büyük iş başarıyoruz” duygusunu iyice pekiştirmenin öneminin farkında olan etkili yetkililer, ünlülere başrol verdikleri dev organizasyonlar düzenleyerek uyku hapının etkisini daha da artırıyor. “Gelin kurtarın bir kere daha dünyayı” çağrısıyla bir araya getirilen haplanmışlarla haplanmamışlar “Biz neyi kurtardık?” bile diyemeden dağılıp lamba söndürmeye musluk kapamaya gidiyor. Neyin ne olduğu, kimin ne yaptığı belli olmayan bu gösterilerde ne elde edildiği ise pek fazla dillendirilmiyor. Aslında koskoca bir hiç… Ayrıca, önemsiz sanılan detaylarla koltuğu kazanamamış bayat balık gibi bakan birinin Dünyayı kurtarmaya çalışmasından ne hayır gelir?

Dağda bayırda çömelip defi hacet giderirken sarkmakta olan şeyini yutmaya çalışan yılanların saldırısına uğrayan erkeklerle ilgili haberleri kanıksadık neredeyse. Yılanlar bir anlamda kör, daha doğrusu ısıya duyarlı bir görüşleri var. Sık kullanılan moda deyimle termal görüşe sahipler ve bu yüzden erkeklerin bacaklarının arasında sallananın koca gövdenin parçası olduğunu anlayamayıp neyi ısırdığını bilemeden dişine göre ufak bir av sayıp saldırıyorlar.

Bilmeyen yoktur herhalde, bu tür yılan saldırılarıyla ilgili epeyce fıkra türetilmiş durumda. Aleti yılan tarafından ısırılan can havliyle “Kurtar beni… Şu zehri emip tükür…” diyerek yardım istediğinde, arkadaşının şöyle bir bakıp “Çare yok öleceksin…” dediği anlatılır durur.

Yalnız burada farklı durum var. Yetkisizler yılan tarafından ısırılmayı umursamıyor, “Isırıldın” uyarısını duyanlar en çoğu fuzuli lamba yakmıyor, şarj aletini takılı bırakmıyor falan… Bütün bunlardan, yetkisizler tasarruf yapmasın dediğim çıkartılmamalıdır. Demem o ki, pek çok kişinin de belirttiği gibi, çare olmaktan çok uzak kalan yetkisizlerin bu çabaları, asıl sorumlu ve etkili yetkililerde neredeyse hiç görülmüyor. Onlar işlerini tıkır tıkır yürütmeye devam edip kasalarını tıka basa doldurmayı sürdürürken kabak başına patlayan daha da patlayacak olan yetkisizler lamba söndürüp musluk kapatarak Dünyayı kurtarmaya çalışıyor.

Dünyayı birkaç bin yılda bile değil son bir iki yüzyılda bu hale biz getirdik. Bilginlerin çok korktuğu o dönülmez noktaya gelmiş olabiliriz.

Altmışlı yıllardı... Canları sıkılan ve biraz eğlenmek isteyen iki gece bekçisi Aksaray’daki Lunapark’ın döner salıncağına binmek isterler. “Binmesine binelim de kim çalıştıracak?” sorusuna, diğerinden çok daha zeki olan cevap bulur. “Sen otur, ben çalıştırır koşar binerim…” der çok daha zeki olan. Fikir işe yaramıştır, dönmeye başlarlar, güzelce keyif yaparlar. Sıkılmaya başladıklarında o müthiş soru gelir akıllarına. “Kim durduracak bunu?”

Ne durduracak kimse vardır etrafta, ne de seslerini duyurabilecekleri biri, döne döne turşuya dönerler. Sabah gelenlerce bulunduklarında yarı baygın durumdadırlar. Çocukluğumda arkadaşların birinden duyduğum bu olay gerçek midir yoksa efsane midir bilemiyorum. “Binmesine bineriz de sonra nasıl ineceğiz?” sorusuna dair neler öğrendiklerini hep merak ettiğim için unutmamışımdır bu keyifli hikaayeyi.

Binmesine bindik bir kere, peki kim durduracak bu Dünyayı?

Dünyanın son kullanma tarihi geldi konusundan söz ederken kendimi tuhaf sıra dışı uçuk kaçık biri gibi hissetmeden edemiyorum.

Amerikan bilardosuna merak saldığım günlerde gittiğim salondaki tek boş masa 3 top olduğu için beklemektense çalışayım dedim ve üç topla Amerikandaki gibi vuruşlar yapmaya başladım. Bandın kenarındaki noktalardan birkaçını delik sayarak topları oralara göndermeye çalışıyordum. Tabii çok sürmedi “Bu manyak ne yapıyor böyle…” bakışlarının üzerime kilitlenmesi. Bıyık altından gülmeyi kahkahaya dönüştürmeye başlayanlara aldırmayıp antrenmanıma devam ediyordum ki, daha fazla dayanamayan biri “3 top bilardo öyle oynanmaz böyle oynanır” demek için yanımda bitivermişti.

Malum, 3 Top’la Amerikan arasındaki en temel fark; 3 Top’ta, vurduğun topu üçüncü topa çarptırırken, Amerikan’da vurduğun topla diğer topları birer ikişer deliklere sokmak gerekiyor. 3 topla nasıl Amerikan oynanır sorunsalına ayaküstü bulduğum çözüm; masada delik yoksa ben de topları sanal deliklere gönderirim olmuştu. Tabii kahkahalara katlanarak…

Sanal noktalara atış yapmam, vuruşlarımın gerçekliğini değiştirir mi?

Durum gerçekten kötü ve bu kötüleşmede çok büyük payı olanların yarattığı sonuçlar yalnızca kendilerini etkilemiyor, çok daha az sorumlu olanların tepesine de biniyor. Zehir kusan tesisin savurdukları binlerce kilometre ötedekilerin tepesine biniyor, kapısına yığılıyor. Hepimiz aynı gök kubbenin altındayız, aynı Dünyanın sakinleriyiz, aynı yolun yolcusuyuz. Henüz başka dünyamız yok, öteki dünya gideceğimiz tek yer.

Bursa’ya giderken Yalova’nın oralardaki bir virajı alamayınca yoldan çıkıp tarlaya girdikten sonra yumuşak toprağa gömülen arabasının durumunu görmek için dışarı çıkan sürücü “Verilmiş sadakam varmış, ucuz atlattım… En küçük hasar yok…” diye sevinirken acı bir fren sesinin ardından gelen büyük gümbürtü ve hengaameyle yerinden zıplamış. Şoku atlatıp olan biteni kavraması çok sürmemiş… Aynı yerde virajı alamama akıbetine uğramış bir başkasının yoldan çıkarak gelip aracına çarpacağını kırk yıl düşünse aklına getiremezdi. Birkaç saniye öncesine kadar sapasağlam olan arabasının arka tarafının hurdaya dönüşünü, patlattığı kahkahalar arasında sürekli anlatıp duruyor herkese.

Oysa biz Dünyalıların gülecek hali olmadığı apaçık ortada. Çünkü biz yetkisizlerin “Dünyayı düzelttirecek kaportacı bulamayabiliriz” düşüncesiyle uykuları kaçıyor. En azından bir kısmımızın...

Evet lüzumsuz lambaları söndürelim, cihazları beklemede bırakmayalım, suyu boşa akıtmayalım ama asıl gerçeği de görelim.

Altı yaşındaydım… Nusaybin istasyonuna bitişik lojmanlarda oturuyorduk. Baraj dediğimiz küçük bentte ve onu besleyen derede balık avlamak belli başlı eğlence gibiydi. Sıkça pazar günleri balığa gidilir, serpme ağla oltayla balık avlanılırdı. Lojmanların ortasından geçen küçük beton kanaldan akan suda balık avlamak kafama böylece yerleşmiş olmalı ki, oynayacak arkadaş bulamadığım bir gün toplu iğneyi bükerek yaptığım kancayı kınnapın ucuna bağlayarak olta yapmıştım. Lojmanların içinden geçen suyun genişliği kolum boyunda, derinliği ise ancak karışım kadardı ve ben yaptığım toplu iğneli oltayı o pırıl pırıl suya sarkıtmıştım. Balık yoktu suda, hiç olmamıştı, hiç görmemiştim… Bunun farkındaydım, yine de balık olmayan suya olta sallamıştım. Sadece oynuyordum fakat yaptığımın saçma olduğunun da farkındaydım. Bu anımın belleğimde yer etmesi barındırdığı saçmalık olsa gerek.

Lüzumsuz lambaları söndürerek, cihazları beklemede bırakmayarak, suyu boşa akıtmayarak ne yakalayacağımızın farkında mıyız? Avlanmaya gönderildiğimiz bu sularda değil büyük balıklar, tamamı hem de çok daha devasaları etkili yetkililerin kontrol ettikleri sularda. Yetkisizler, ellerine tutuşturulmuş topluiğne kancalı kınnapın farkında mı? Gereken balığın tutulacağı devasa ağlara dev oltalara ve tutan ellere bakma zamanı gelmedi mi?

Her şeye rağmen, ne kadar kötü duruma düşülürse düşülsün, ilk yapılması gereken, kendimizi hırpalamayı bırakarak “Demek ki bunu da yaşamam gerekiyormuş…” anlayışıyla sakinleşip çare bulmaya çözüm üretmeye çalışmaktır.

Bizim dışımızda, yaşamına son vermeyi, intiharı seçen akrepten başka örnek var mı bilmiyorum. Eğer kendimizi ateş çemberinin ortasında kalmış kendisini sokan akrep gibi hissedersek “Neden varız?” sorusunun tek cevabı olan “Yaşamak için”e ihanet edeceğiz demektir. En küçüğünden en büyüğüne bütün canlılar yaşamak için mücadele eder, karşılaştıkları bütün güçlükleri engelleri olumsuzlukları tehditleri aşmak için direnir, var olmak için son kırıntısına kadar kullanırlar enerjilerini. Sadece akrep ve sık sık akrepleşen bizler var olma nedenimize ihanet ederiz.

Karşılaştığımız kötü durum değil, gerçekten durum kötü.


Eyüp Şeker


***************************

TEMA Vakfı “2/B Arazileri Satılmasın” İmza Kampanyası Başlattı

“2/B Arazileri Satılmasın” İmza Kampanyası'na katılmak için:
.............
TEMA VAKFI:
....

BİR SOLAK ARANIYOR

02 Ağustos/ 26 Eylüll 2007

ATMAMAKLA SAKLAMAK AYNI ŞEY DEĞİLDİR

Var oluşun başından beri arada bir tek tük duyulan “Yapmayın, geleceği yok ediyorsunuz…” seslerinden, “Galiba geleceğimizi yok ettik…” toplu haykırışları noktasına gelindi.

Yaşam tehditlerinin ciddiyetini gören insan her zamankinden daha çok sorgulamaya başladı çöp kavramını. TDK sözlüğünde çöp “Yararsız, pis veya zararlı olduğu için atılan ufak tefek şeylerin hepsi” olarak tanımlanıyor. İnsan ise alışageldiği çöp kavramını sorguluyor ve hem daha fazla yararlanmaya çalışıyor çöp dediklerinden, hem de ürettiği çöplerin zararlı etkilerine engel olmanın yollarını arıyor. Çünkü ürettiği çöplerin yaşamını kirlettiğini her zamankinden daha iyi kavradı. İnsanlar daha dikkatli tüketmesi gerektiğini fark ettikçe daha fazla sorgulayacaktır davranışlarını, alışkanlıklarını, sistemlerini…

Temizliğin ilk ve en önemli kuralı kirletmemektir. Kirletmeyen temizlemek zorunda değildir. İşe yarayacakken atılan her şey kirleticidir.

Bulaşık eldivenlerinin sağ teki soldakinden önce deliniyor, yırtılıyor. İkisini birden atmanın kime ne yararı var deyip yeni çiftin sağını eski solla birlikte kullanmaya başlamam yeni bir sorun çıkardı karşıma. Zira sağ her zaman soldan önce yırtıldığı için sol tekler birikmeye devam etmekte. “İşe yarar durumda, atmayayım…” derken, biriken sol eldivenleri ne yapacağım sorunsalı en önemli sorunsallarımdan biri olup çıktı? Şekilde görüldüğü gibi konuya toplumsal açıdan yaklaştığımı ve de sosyal içerikli bir durumsal olduğunu sergiler tavırlar göstermek için solsal ifadeler kullanmaya gayret ettiğimi özellikle vurgulamaktayım. Neyse, konudan sapmayayım… Şimdiden 5 tane sol tekim var ve artmaya devam edecekleri açık. Sağlam eldiveni atmak yanlış ama biriken sol eldivenlerin de yararı yok. Çare bir solak bulmakta yatıyor… Hemen ilan vermeli ve kendime bir sol eldiven hırpalayıcısı bulmalıyım. Bir solak aranıyor zekayiliğini yapmamın nedeni, sağlam bir eldiveni atmanın kime yararı var kirletmekten başka sorusunun kafama takılmasıydı. Şimdi ise biriken sol tekleri ne yapacağım içerikli nur topu gibi bir sorunsalım oldu.

Bir filmde vardı sağ bacağını savaşta kaybetmiş gazinin ayakkabı alırken bulduğu çözümle ilgili bir sahne. Gazete ilanıyla aynı numara giyen sol bacağı olmayan bir ortak buluyordu kendisine ve birlikte gidiyorlardı ayakkabı almaya, böylece iki kat para vermekten kurtuluyordu ikisi de…

İlanla solak birini buldum diyelim ne yapacağız? Ben mi göndereceğim sol tekleri ona, yoksa o mu yollayacak sağları bana. Al başına belayı, çık çıkabilirsen işin içinden. Artık gireriz birbirimize, boğazlaşır öyle çözeriz meseleyi. Artık hangimiz geriye kalırsak “Çok inatçıydı rahmetli, vermedi teklerini, boyladı taşın dibini” yazdırırız diğerinin başucuna.

Kendi izine düşmek deyimimiz de sağ sol kavramıyla ilgilidir. Karda, daha doğrusu görüş mesafesini yok eden tipide veya çölde yolunu kaybetmiş biri eğer çevresinde işaret olarak kabul edebileceği şeyler göremezse, elinde bir alet, tepede Güneş yoksa veya yıldızları okuma yeteneğinden yoksunsa, kestirdiği bir yöne doğru dümdüz yürümekten başka çare bulamaz… Eğer solaksa sol adımı güçlüdür, tersiyse sağ adımı daha büyüktür ve bu yüzden düz gittiğini düşünürken kıvrılır, geniş bir daire çizer. Daire çizdiğinden habersizce yürürken rastladığı ayak izlerini başkasının sanıp kurtulacağını düşünerek yetişmek için hızlanır, hızlanmasıyla birlikte çizdiği dairenin çapı küçülmeye ve ayak izlerinin sayısı artmaya başlar. Çizdiği daire küçüldükçe küçülür, iz bırakan ayakların sayısı arttıkça artar ve sonunda dairesinin merkezine ulaştığında ancak anlayabilir kendi izine düştüğünü. Kurtulduğunu düşünmek yüzünden iyice yorulmuş tükenmiş, dahası fazlasıyla çaresizleşmiştir. Olan gücünü bir yanlış algılama yüzünden bitirmiş, daha kötüsü kurtulma umudunu da tüketmiştir… Kendi izine düşmenin tehlike sayılması bu yüzdendir.

Geçen hafta Phoneix Uçuşu’nun yeniden çevriminin gösterileceğini öğrenince TV’nin karşısına kuruldum. Hollywood yine yapacağını yapmış o güzelim filmden berbattan da berbat bir yeni film çekmişti. Sahnelerin abartılması, aksiyon çılgınlıkları, insanlara dair o güzelim filmi insanüstü yaratıkların saçma sapanlıklarıyla dolu aptal bir filme dönüştürmüştü. İlk filmde, zekaalarını iradelerini ve güçlerini son kırıntısına kadar akıllıca kullanan insanlar, yere çakılıp uçamaz hale gelmiş bir uçaktan yeni bir uçak yapıyorlardı. Hurdayı yani çöpü yani hemen herkesin geride bırakacağı metal yığınını hazineye dönüştürüyorlardı…

Oysa bu yeni çevrimde, kurşun yağmurları patlamalar arasındaki insanüstü yaratıklar sürekli atlayıp zıplayarak nedeni belirsizce bağrışıp kapışarak, birbirlerine veya birilerine sert sert bakarak bir şeyler yapıyorlardı ama her yaptıkları belirsizdi anlamsızdı nedensizdi. Katlanılır gibi değildi bu berbat film, yine de arada bir açıp bakmadan edemedim… Çünkü ilk Phoneix Uçuşu en sevdiğim filmler arasındadır. Yere bindirip hurdaya dönmüş bir uçaktan yani hemen herkese göre artık çöp olmuş parçalardan yeni bir uçak yapıyor, uçurmayı başararak kurtuluyor, tekrar uygarlığa dönüyorlardı…

Biri artık şu Hollywood’dakileri uyarsın, insanüstü varlıklar diyarlarından tekrar insanlığa dönsünler. Baştan sona, zor seçilip anlaşılan karanlık sahnelerle, insanüstü varlıkların aksiyon akıl almazlıklarıyla, dayanaksız çılgınlıklarla saçmalıklarla örülü bu yeni filmler çekilir gibi değil.

İlk filmde, insani hallerle anlatılan kendi izine düşme sahnesi, yeniden çevrimde, insanüstü varlıklardan bilge izlenimi verme rolünü üstlenmişi, boğazını sıkıp öldürecekmiş gibi ters ters bakarken sıkı bir fırça çekercesine anlatıyordu, çölü aşacağını sanana bunu neden yapamayacağını, kendi izine düşmenin ne beter şey olduğunu.

İkiz gövdeli uçağın işe yaramaz tarafını atıp tek gövdeli yeni bir uçak yapıyorlardı Phoneix Uçuşu’nda. Epey kafa yormama rağmen bir türlü hatırlayamadım uçağın sağının mı yoksa solunun mu atıldığını. Zaten hiçbir önemi yok hangi tarafının çöpe gittiğinin… Hele de pilotun solak olup olmamasının zerre önemi yok ikiz gövdelerden hangisinin çöpe hangisinin uçup gittiği meselesinde. Arkalarında çölün yutamayacağı gövdelerden birini ve epeyce çöp bırakarak uçup kurtuluşa gidiyorlardı.

Tanıdık bir kaportacı “Arabaların sağ tarafları daha önce çürür, sağ rotil mafsallar burçlar rulmanlar falan daha çabuk bozulur…” dediğinde şaşırarak “Niye?” diye sormuştum. “Yollar kubbemsi ya, kenardaki su ve çamur birikintileri, çukurlar taşlar toz toprak, arabanın sağ tarafının canına okur” diyerek gidermişti şaşkınlığımı.

Eldiven kullanıcısı ortak arama fikri buraya uygulanabilir mi diye sormamak en doğrusu sanırım. Malum, aynı mantıkla hareket edildiğinde çözümlerden biri, kubbemsi değil düz veya her yeri bozuk çukurlarla tümseklerle dolu yollar yaparak arabaların sol tarafının da diğeriyle aynı sürede hasar görmesini sağlamaktır ki bunun müthiş eşsiz ve de her bir ödülü hak edecek emsalsiz bir fikir olduğu çok açıktır. Diğer çözüm ise, İngiltere Japonya gibi tersten gitmekte ısrarla ısrar eden ülkelerdeki aynı model arabaya sahip birileriyle irtibata geçerek “Sağlam sağ rotilin var mı? Bende temiz sol marşpiyel, bir de sol ön porye var…” türünden mesajlar çekmek gerekir ki, bu alternatif de kargocu esnafını zengin etmekten başka işe yaramaz. Şekilde görüldüğü gibi bu mevzudan ortak çıkmaz, araba tamirlerini ucuza getirmeye, sol eldivene sağ aranıyor fikriyatıyla çare üretilemez, iyisi mi marş marş sanayiye…

Ayrılmış çöp toplama sistemi olmaması yüzünden kağıtları plastikleri camları ayrı ayrı poşetlerde toplama fikri başta yararsız gibi gözüküyordu. Biraz düşününce fark ettim ki, hem geçimini çöpten sağlayanlara kolaylık sağlamış olacaktım ayrı poşetler kullanmakla, hem de diğer çöplerle karışıp birbirini kirletmelerine engel olacaktım. O günden sonra normal çöpün haricinde bir kağıt poşetim bir de plastik poşetim var ve kirlilik yaratmamaları koşuluyla ayırmaya dikkat ediyorum. Aynı çöp kamyonuna tıkıldıklarını biliyorum ama çöp toplayıcıların kolayca bulup alabileceklerini de biliyorum. Aynı şekilde şişeleri cam kavanozları da ayırmaya çalışıyorum.

Atmamakla saklamak aynı şey değildir. Saklama fikrine saplanıp kalanlar zaman içinde nur topu gibi bir çöp ev sahibi olurlar. Atmamak ise, işe yarar bir şeyi kullanmaya çalışmaktır. Atılmayan bir şey ne zaman ki yük olur ele ayağa dolaşır görsel veya fiziksel kirlilik yaratmaya başlar o zaman ondan kurtulma zamanı gelmiş demektir. Sehpanın üstünde duran eski bir dergi veya bir ajanda saklanmış olmuyor, sadece atılmıyor, orada duruyor işte… Ne zaman ki ele ayağa dolanır o zaman çaresine bakılacaktır. Oradan kaldırıp bir köşedeki yığının üzerine eklenirse saklanıyor, çöpü boyluyorsa atılıyor demektir.

Çöp nedir? Umutsuz, yararsız deyip kenara atılan şey çöp müdür? Yoksa işe yaramaz olan atan, yararını gören bakan mıdır?

Mercan’daki işyerlerinin büyük çoğunluğunun kapandığı saatlerde geçtiğim iyice tenhalaşmış sokaktaki bir çöp toplayıcısı, dükkanını henüz kapatmamış kapısının önünde dikilerek yorgunluk sigarası içen esnafın birine seslenip kağıtları doldurduğu büyük çuvalını göstererek “Şuna göz kulak ol bir zahmet, hemen geleceğim…” dediğini duyunca gülmeden edememiştim. Gerçekten komik bir durumdu. Çöpten topladıklarının çalınabileceğinden korkuyordu. Kiminin çöpü kiminin servetidir sözünün boşuna söylenmediği açık.

TV’ler diğer eşyalardan daha çok toz tutuyor. Nedeni elektriklenme… Çalışan televizyonların çalışmayanlardan daha çok tozlandığı dikkatimi çekince özellikle bilgisayar ekranlarının tanıtımlarındaki antistatik ifadesini daha bir yerli yerine oturtmuş oldum. Bu arada bir başka şey daha aklıma takıldı. Havada elektrik fazla olduğunda çok hızlı tozlanıyordu televizyonlar ki, bu çok doğal. Elektrik yüklenmiş toz zerrecikleri zıt kutupla yüklenmiş ekranlara mıknatısın çektiği gibi yapışıyor. Havanın elektrikli olduğu ise pek çok şekilde belli ediyor kendini. En başta saçlar bir şekilde hareketlendirildiklerinde adeta havada yüzer gibi uçuşuyor. Plastik kalem veya tarak bile gerekmiyor, elle birkaç kez taramak yetiyor saçların elektriklenmesine, mıknatıslanmış hallere bürünmesine… Diğer yandan depremsellik artıyor ve küçük depremlerin sayısı çoğalıyor. Özetle, saçlar elle dokunulduğunda bile elektrikleniyorsa, TV’ler her zamankinden daha fazla tozlanmışsa daha fazla veya daha şiddetli deprem olacak demektir. Ve sonunda çok vahim bir hata yaptım, temizlikçi kadına TV’lerdeki tozlanmanın arttığı günlerde daha çok deprem olduğunu söylemek gafletinde bulundum. Kadının “Manyağa bak ne diyor…” manasında bir sırıtışı vardı ki, o an “Ne yaptım ben, çöpe gidecek tozlardaki zenginlikle zenginleştireyim derken çöplük oldum” hayıflanmasıyla kala kaldım. Çöp olan düşüncem değil, kavrayamayacak olup bana çöp muamelesi yapacak olana anlatmaya kalkmamdı.

Oysa hazırlamıştım kendimi, neler neler anlatacak, bir bir peşi sıra sıralayacaktım. Beni çöp yapmasaydı devam edecek FM radyodan güneş patlamalarını öğrenmenin yolundan, buzdolabında yumurta pişirmekten söz edecektim. Hiçbirini anlatamadım, sustum…

Derdim ya da merakım güneş patlamalarını öğrenmek değil, şiddetli güneş patlamaları sırasında cızırtılarla berbat olan FM radyo dinlemenin eziyete dönüşmesi yüzünden dertlenmek benimkisi. Temizlikçi kadına bir de bunu anlatsam tam manasıyla çöplük olmuştum. Hazırlamıştım cümlemi: Şiddetli güneş patlamalarıyla uzaya saçılan radyasyondan Dünyamızın payına düşeni pek çok şeyi bozuyor zarar veriyor. Uydular, elektrik şebekeleri bozuluyor diyor uzmanlar ama beni daha çok ilgilendiren alıştığım FM kanalını dinlemenin keyif olmaktan çıkması, cızırtılarla dolan müziğin berbat bir hal alması. Neyimize gerekti Güneş patlamalarının neler ettiği… Sustum…

Üstüne, bir de buzdolabında yumurtanın nasıl piştiğinden söz etsem bitip gitmiştim. Bir kaç ay buzdolabında bırakılırsa bütün suyunun emilmesiyle katı pişmiş yumurta olacağını nasıl anlatabilirdim? Eşekten düşmüş karpuza dönmek deyiminin, buzdolabında katı pişmiş yumurta bulanlar için türetildiğine iyice inandım. Bir keresinde buzdolabından çıkartıp kırmaya çalıştığım yumurtanın katı pişmiş gibi olması yüzünden bir türlü kırılmadığını şaşkınlıkla fark ettiğimi, bu pişmiş yumurtanın buzdolabına nasıl girmiş olabileceğini günlerce düşündüğümü, en sonunda cevabı bulabildiğimi anlatsam tam manasıyla yanmıştım. Kime neydi yumurta pişirmenin veya sebze meyve kurutmanın bu ilginç yönteminden. Sustum…

Çalışan TV’lerin diğer eşyalardan daha çok tozlandığına, bu tozlanmanın havadaki elektriklenmenin artmasıyla arttığına dair işe yarar bir düşünceyi çöpe atmıştım… Neyse ki çöp muamelesi görmekle fikirler yok olmuyor, kirlenmiyor, kirletmiyor.


Eyüp Şeker

KAZANMA HIRSI KAYBETTİRİR

KAZANMA HIRSI KAYBETTİRİR, KAZANDIRAN BAŞARMA İSTEĞİDİR

Yapacak daha iyi bir şey akıl edemeyip gidecek bir yer bulamadığım için damlamıştım Hilton Oteli’nin kumarhanesine. Birkaç kadeh viski içer vakit öldürürüm diye geçiriyordum aklımdan. Girişte mecburen alınan miktardaki jetonla poker makinelerinden birine yerleştim. Kazanmak için değil vakit geçirmek için oynuyordum. Beş on jeton kazanırsam bir süre sonra kaybediyordum. Az miktarda kazanıyor az miktarda kaybediyor ve viskimi yudumluyordum… Hemen hiç kaybım yok gibiydi… Kazanmıyordum, çünkü riske girmiyordum… Kaybetmiyordum, çünkü riske girmiyordum… Ne kazanmak ne de kaybetmekti derdim… Birkaç duble viskiyi ucuza getirip vakit öldürmekti bütün amacım.

Geçmiş zaman, yanılmıyorsam üçüncü viskiyi içiyordum ki yanımdaki makineye bir adam oturdu ama daha yerleşirken “Makineyi çözdün galiba…” deyince düşünmeye başladım. Kaç saattir oynuyordum ve jetonlarım eksilmemişti bile… Makineyi çözdüğümün farkında olduğum söylenemezdi… Ne makineyi çözmeyi aklımdan geçirmiştim ne de kazanmaya çalışmıştım… Viski içip çerez atıştırıyor, sadece vakit öldürüyordum… Hepsi bu… Eğer bir sır çözdüğümden söz edilecekse, bu kazanma hırsına kapılmamaktan ibaretti.

Yanıma gelip “Makineyi çözdün galiba…” diye soran adamın tavırlarından güvenlik şefi gibi bir konumu olduğunu anlamak zor değildi. Evet kumarhane yöneticilerinin bakışıyla makineyi çözmüştüm ama bana göre sadece içtiğim viskileri ucuza getirip vakit öldürmenin yolunu bulmuştum. Aslında makineyi çözmüşlüğüm falan yoktu, sadece, ayarları kazanma hırsına göre yapılmış makinelerde kazanma hırsına kapılmadan oynanırsa kaybedilmeyeceğini keşfetmiştim. Makine “Ya iki katı ya da hiç” dediğinde “Hadi oradan ver 4 jetonumu” deyip viskimden bir yudum alıyordum. Ancak kesine yakın kazanma fırsatını yakaladığımda “Ya iki katı ya da hiç” restini görüyor “Bastır bakalım 20 jetonu” falan diyordum kazanma hırsına göre programlanmış makineye.

Azıcık jetonla makinenin başında saatlerce oturmamın kumarhane sorumlularının dikkatini çekmemesi mümkün değildi. Merak etmişlerdi ve uzaktan bakmakla meraklarını gideremediklerini görünce de lacilerinin içindeki kilolu bir yetkili yanımda almıştı soluğu. Hile mi yapıyor, makineyi mi soyuyor gibi şüphelerle hareket ettikleri açıktı. Kırk yıl düşünseler kazanmak istemeyen biri gelmezdi akıllarına.

Makinelerin ayarlarının değiştiğini sanmıyorum, muhtemelen bugün de aynıdır. Çünkü kumarhaneleri kazanma hırsıyla dolu olanlar doldurur, makinelere “Para para para” diyenler saldırır. İşletmecilerin dolayısıyla da makine üreticilerinin alıştığı da istediği de işin normali de budur. Bunun aksi durumlar garip karşılanır, şüphe uyandırır. Benim gibi… Akıllarına hiç getirmemişlerdir hangi düşünceyle oynadığımı. Nasıl akıl edebilirlerdi ki? Benim gibi kazanmak istemeden oynayan birine denk gelmek kolay olmasa gerek.

Yeterince içtiğime karar verip kalkmaya hazırlanırken “Bu jetonları kaybetsem iyi olur. Neme lazım, bir dahaki gelişimde gıcıklık mıcıklık yaparlar…” deyip jetonları 10’ar 20’şer atıp kaybetmiş, öyle çıkmıştım kumarhaneden.

Ne yazık ki bir daha gitmek kısmet olmamıştı, çünkü bir süre sonra kapatılmıştı kumarhaneler… Şirinlik yapayım, sempatik görüneyim derken hemen hemen giriştekine denk jetonlarım boşu boşuna gitmişti…

İlk kez gitmiyordum kumarhaneye ama öncekilerin hepsinde hırsla saldırmış kısa sürede kaybetmiştim bütün jetonlarımı. Değişmez bir kuraldı bu… Tabii sonuncusuna kadar…

Toksinsel Birikimlerin Karaciğere Neler Ettiği sorunsalında ve de Göbek Şişirmenin Kilosal Artışlarla Bağlantısı mevzuunda ve de bu ikisinin birbiriyle ilişkisi konusunda müthiş bir buluş yapmış durumdayım. Oscar’ı, Nobel’i, Pulitzer’i, Erik Festivali Birinci Erikliğini, En Sorunsal Değindirmeli Durumsallarla Bakarken Kiraz Tatma Birinciliğini, Altın Portakalı, Altın Kozayı, Karpuz Kabuğu Denize Düştü mü Düşmedi mi Karar Verme Merkezi Karar Vericiliği Onursal Karar Verici Ödülünü, Altın Palmiye’yi, Altın Ayı’yı, Bar Taburesine En Güzel Tüneyen Kelaynaklığı, Martılara En Güzel Simit Atma Ödülünü (Yolun Yarısını Geride Bırakalı Çok Olanlar kategorisindekini) falan, hatta bir söylentiye göre ödülümü vermek için Mars’ın Dünyaya yakın konuma gelmesini bekleyen yeşil adamların takdim edeceği Kızıl Mars Kumu ödülünü bile, yani ne var ne yok bütün ödüllerin tamamını garantilemiş durumdayım. Hidayete erdiğimden midir nedir “Terleyeceksin kardeşim…” dedim kendi kendime. Yaptığım keşif bu… Ne keşif ama… Toksinleri atmak, yağları eriyik kıvamına getirip kurtulmak için terlemeyi keşfettim ve de bütün her bir ödülü garantilemiş oldum di mi?.!

Hemen atladım üzerine ama kondisyon bisikletinde pedal çevirmeyi anlamsız hatta şavalakça bulmaya başlamam çok sürmedi. Ha babam de babam çevir dur… Garip bir durum… Pedallara yüklenirken kitap okumaya çalışıyorum, o da sarmıyor… Belli ki çiklet çiğnerken yürüyemez denilenlerdenim, ya okumaya dalıp pedal çevirmeyi bırakıyorum, ya da pedal çevirirken hülyalara gömülüyor kendimi türkuaz suların yaladığı kumsallarda ya da kızılağaçlarla kaplı ürperten esintili Karadeniz yamaçlarında falan buluyor ve de tek satır okuyamıyorum. Neyse ki bu bisikletten düşmek mümkün değil ama ben yine de bunu başaracağıma dair kesin kanılara sahip olmaya başladım. Azmedersem başaracağımdan eminim… Hem George Bush’tan ne eksiğim var, di mi? Baktım benden bisikletçi falan olması mümkün değil, ben aleti değil, alet beni zorlamalı dedim ve de gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı malum aleti satın aldım. Şekilde görüldüğü gibi böylece ikinci kez her bir ödülü garantilemiş oldum. Di mi?

Gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı aleti aldığımdan beri hep gözümün önünde beliriveriyor liseden bir arkadaşın köpeğine antrenman yaptırışı. Honda 125 motosikleti vardı bizimkinin, bir de yavruluk aşamasından henüz kurtulamamış Alman Kurdu. “Bu iti öyle bir hale getireceğim ki, ne uçan ne de kaçan kurtulabilecek elinden. Müthiş bir köpeğim olmalı, peşine düştüğünü kesin haklamalı…” diyen bizimkisi, garibim kurdu motorunun arkasına bağlar gaza yüklenmeye başlardı. Arada döner arkaya bakar hızlanıp hızlanmayacağına karar verirdi. Yeterli bulup durduğunda, üzerinde tavada yumurta yapacak kızgınlığa erişmiş olurdu garibim Alman Kurdu. Geçmiş zaman, Kurt mu elinden alındı yoksa motoru mu sattı tam hatırlayamıyorum. Şurası açık ki, bu, motor+sahip+köpek bileşimi bir şekilde bozulmayacak olsaydı ya motorun ya köpeğin ya da kendisinin ilişiği kesilecekti yaşamla. Ya da üçü birden çıkacaktı ıskartaya… İşte ne zaman yürüyüş bandının üzerine çıksam bu olay geliyor aklıma. Dilim bir karış uzamış şekilde nefes nefese makineye ayak uydurmaya çalışırken “Bu kadar hırs yapmasam iyi olacak. Yığılıp kalacağım…” demeden edemiyorum.

Aslında bunca hırs yaptım, ne zamandır tepiniyorum, ne göbekte küçülme ne de kantarın ibresinde düşme oldu. Nasıl olsun ki… Sonrasında bir tencere pilavı indirirsem mideye, “Az oldu, kuru fasulyeyi bundan böyle kazanda yapsam iyi olur” dersem mümkün mü? Her şeye rağmen kafam biraz çalışır, şeytana uymaya son verip bütün tavuğu yarıma, kızarmış patatesi de bir kiloya indirdim. Henüz etkisini görmesem de öğünlerdeki eski miktarlara çıkmamaya kesin kararlıyım.

Dolandırıcıların en sevdiği şeydir hırs ama onlar başkalarının hırslarıyla ilgilenirler. Karşılarındaki kişi ne kadar hırslıysa salladıkları zokayı o kadar kolay yutacağını iyi bilirler. Yeteneklerini fazla zorlamalarına gerek kalmaz hırslıları avlayabilmek için. Hırslıların en belirgin özelliğinin, elde edeceklerini düşündükleri şeye kilitlenip kalmaları ve bunun dışındaki hiçbir şeyi görmez hale gelmeleri olduğunu iyi bilirler. Bilmiyorum yine yapılıyor mu “Tebrikler, tatil kazandınız…” halleriyle sokaktaki insanları tuzağa düşürme üzerine kurulu pazarlamalar, daha doğru deyimle kazıklamalar. Bu hamleleri, “Benim ne özelliğim var, neden kazanıyorum?” diye karşılamayan zokayı yutuyor demektir. Tuzağa düşüp imzayı basanlar çok olmuş, epey kurbandan söz edilmişti yayın organlarında. Hatta aralarında ünlüler bile vardı… Aslında pazarlamacıların uyguladıkları yöntem illüzyonistlerin numaralarını gizlerken yaptıklarıyla aynı. Karşılarındakinin dikkatini numaralarından uzak bir noktaya çekerek aldatmacalarının fark edilmemesini sağlıyorlar. Malum eski numaradır, “Cambaza bak…” diyen cepçiler de aynı taktiği uygular, politikacılar da… Hırslı kumarbazlar ise bu kurnaz gözbağcıların en iyi müşterileridir.

Fabrika çıkışlı otomobillerde birkaç hafta sıra beklendiği günlerdi. Doğal olarak serbest piyasada epeyce fark konularak satılıyorlardı. Çevremden biri “Bir arkadaşımın babası galericilik yapıyor, o bana fabrika fiyatından Renault 11 verecek… Parayı verirsem bir hafta sonra alacağım arabayı…” dediğinde “Neden veriyor? Kimin nesidir, ne kadar tanıyorsun? Kolayca satacağı arabadan kazanabileceği paradan niye vazgeçsin?” şaşkınlığıyla tepki göstermiştim. Aslında neredeyse hiç tanımadığı insanlardı ve kaarsız araba vermeleri için en küçük sebep yoktu. Piyasaya yeni çıkan spor görünüşlü Renault 11’e çarpılmıştı ve gözü başka şey görmüyordu. Ne kadar, yapma etme parayı verme dediysem de dinletemedim. Kafaya takmıştı bir kere, gözü hiçbir şey görmüyordu, parayı kaptırdı… Tabii ne araba vardı ortalıkta, ne de olacağına dair tek işaret. Para kurtarılıncaya kadar az uğraşılmadı. Halen daha şaşırırım o paranın nasıl geri geldiğine…

Marmara Ereğlisi’ne gidiyordum… Bir Opel Manta’yla kapıştık… Hırs yapmam için yeterli sebepti bu… Çünkü rallilerde sözü edilen arabaydı Manta… Bende Flash vardı… Bir o geçiyor bir ben… Kelle koltukta kaptırmış ölümüne gidiyorduk ikimiz de… Kendime gelmek için Tekirdağ’a bir iki kilometre kaldı yazılı tabelayı görmem gerekmişti. Öyle hırslanmıştım ki Marmara Ereğlisi’ni geçtiğimi onlarca kilometre sonra ancak fark edebilmiştim. Kazanma hırsı çok fazla kör eder insanı, kilitlendiği hedeften başkasını görmez hale getirir tutsak ettiğini…

Birkaç gün önce gazetede gördüğüm erkeklerin tek elle araba kullanmasıyla ilgili araştırma ilginçti fakat sanki eksik kalmış gibiydi. Erkeklerin tek elle araba kullanmasının kalıtımsal bir nedeni de olamaz mı sorusu takıldı aklıma. Yüzyıllar boyunca at üstünde savaşan avlanan atalarımızdan bize miras kalmış olabilir mi bu davranış? Bir el atın koşumlarında diğeri silaha yapışmış halde dolaşan atalarımızı göz önünde bulundurmak gerekmez mi? At üzerinde olmadıklarında da muhakkak farklı araçlar vardır her bir elde. Kılıç kalkan gibi… Çalışırken de benzeri durum vardır ve çoğunlukla iki el farklı işlevlidir erkeklerde… Tarlada bir el koşumlarda bir el sabanda, örste demir döverken bir elde çekiç bir elde kısaç gibi… Oysa kadınlarda çoğunlukla iki el de aynı işi yapmıştır ve kadınlar için at üstünde olmak, savaşmak pek söz konusu değildi. Erkeklerdeki bu tetikte bulunma hali, diğeri direksiyondayken bir elin viteste durması, silahı tutmaya benzetilebilir mi? Bir el atta, diğeri silahta…

Doğaları gereği, erkek kazanmanın, kadın başarmanın peşindedir… Erkek kazanıp hükümdarlığını sürdürmek, kadın ise başarıp soyu devam ettirmeyi ister… Kazanmakla başarmak arasındaki temel fark budur. İstek yerine hırsı seçmenin yıkıcılığı getireceği de kesin gibidir. Hırsın tutsağı olmuş birinin ya kendine ya da başkalarına zarar vermesi kesin gibidir ve bunun sayısız örneğini görmek için geçmişe öylesine göz atmak bile yeterlidir.

Ve bizler avcıyız… Öne dönüktür gözlerimiz… Doğadaki avcılarda, burun da gözler gibi kulaklar gibi ileri bakar… Tek amacı avlamak olan avcılar, bütün duyularını seferber eder avı için. Oysa bizler zekamız sayesinde bütün duyularımıza ihtiyaç duymayız pek çok şey için. Aşağı dönüktür burun deliklerimiz… Çünkü av için kullanmayız burnumuzu, yiyeceğimize yöneliktir bu duyumuz. Başta gözler olmak üzere burun ve kulakların ne kadar öne dönük olduğu avcılıktaki yeteneğin göstergesidir.

Dört bir yandan gelebilecek avcı tehlikesi yüzünden yandadır av olanların gözleri. Her an avlanabileceklerini bildiklerinden etrafı kolaçan edip dururlar. Oysa avcıların meziyeti hedefe kilitlenmektir. O kadar ki, aynı türde en göze batan farklılıklar, aynı zamanda ne kadar avcı olduğunun da göstergesidir. Avcı olmanın göstergesi sayılan gözlerin ve kulakların daha fazla öne dönüklüğü, en iyi köpeklerde görülür. Kimi köpeklerde gözler ve kulaklar yanlara dönükken, kimilerinde öne bakar. Gözleri kulakları öne bakan köpekten sakınmak gerektiğinin çok kişi farkındadır. Tabii böyle olmayanlardan korkmamak gerektiğinin de…

Yani biz avcıyız, yani saldırganız, yani hırslıyız… Bildiğimiz en yok edici canlı olduğumuzu iyi biliriz… Kazanma hırsına kapılmayıp başarma isteğiyle hareket edenlerimiz olmasaydı çoktan yok etmiştik soyumuzu…

Hırs her düzeydeki insanda, dolayısıyla dahilerde de vardır. “Deha uzun bir sabırdır” diyen Thomas Edison ve çılgın bilim adamı tiplemesine tam anlamıyla uyan Nikola Tesla arasındaki fark buna iyi bir örnektir. Edison buluşlarını pazarlamak için her şeyi yaparken N.Tesla kazanıp kazanmamaya kafa bile yormuyordu. Tek amacı başarmak olan Tesla’nın dehasına o kadar çok şey borçludur ki insanlık… Elektrik ve elektroniğin temelleri onun bulduğu sistemler üzerinde kuruldu geliştirildi ve geliştirilmeye devam ediyor. Oysa T.Edison hep kazanmak istiyordu, kazandı ve buluşlarının hemen hepsi dönemleriyle birlikte bitip kapandı.

Edison’un kazanma hırsını anlatan güzel bir olay vardır ki günümüz hayvanseverlerinin tüylerini diken diken etmeye yeter. Şehir şebekesi için Tesla’nın bulduğu alternatif akımın seçilmesine engel olmak istiyor, doğru akımla işlettiği kendi sistemini kabul ettirmeye çalışıyordu. Bunun için direkler dikip kablolar döşeyerek birkaç sokağı aydınlatması yetmemiş olmalıydı. Alternatif akımın çok tehlikeli olduğunu gösterirse seçilmesine engel olabileceğini düşünüp yakaladığı sokak köpeklerine alternatif akım vererek terki diyar eyletti. Kazanamadı ama bunun nedeni köpekleri kızartmasının tepki görmesi değil, yerleştirmeye çalıştığı doğru akımın olumsuz yanları çokken, Tesla’nın alternatif akımının epeyce üstün özelliğinin bulunmasıydı. T.Edison kendi şebeke sistemini kabul ettirmek için bunları yaparken N.Tesla’nın umurunda bile olmadığından hiç kuşku duymam. Bir zamanlar ücretli elemanı olan Tesla dönüp bakmamıştır bile bu kabul ettirme kapışmasına… Eminim ki, O, çoktan yeni fikirlerinin peşine takılmıştı, yeni yeni “Nasıl başarırım…”larına cevap arıyordu.

Edison kazanıyor, Tesla başarıyordu ve bunu çok güzel belgeleyen bir fotoğraf bıraktı arkasında.

Sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmıştır… Etrafından birkaç metre uzunluğunda elektrik şerareleri akmaktadır… Yüzünde ise müthiş bir gülümseme vardır Nikola Tesla’nın.

Akio Morita 2. Dünya savaşının yıkımıyla dümdüz olmuş bir yerden, küllerin yıkıntıların arasından Sony’yi nasıl çıkarttığını anlatır bir solukta okuduğum Made In Sony adlı kitapta.

Geçmiş zaman, doğru hatırlamıyor olabilirim ama yanılmıyorsam yolculuğunun başlangıcı şöyleydi: Çalıştığı fabrika kapanmış işsiz kalmıştır. Evde oturup durmasına daha fazla dayanamayan karısının “Ne oturuyorsun öyle miskin miskin, yapacak şey bulamıyorsan git fabrikanın kapısını süpür…” diye paylamasıyla silkinip savaşın küllerini atar üstünden ve başarmaya başlar.

Sony böyle doğdu diye anlatır Akio Morita…

Başarmıştır ve ödülü de kazanmak olmuştur Bay Sony’nin. Ne oluyor nesli mi tükendi Bay Sony gibilerin? Artık kimseden duyulmuyor başarmak, herkes kazanmak diye tutturmuş, paralanıp duruyor.

Birkaç ay önce Teknoloji TV’de giyilebilir bilgisayarlar üzerinde çalışan firmanın yetkilisiyle konuşan muhabiri görünce pür dikkat kesildim. Şu fondan bu kadar para aldık, bilmem ne kadar kredi kullandık, şu kadar hızlı büyüyoruz diyen firma yetkilisine de, finans dışında ilgi alanı olmadığı izlenimi veren muhabire de fazla katlanamamıştım. Kazanmaktan söz eden sürüyle finans kanalı var, siz adınıza uygun olandan yani konunun teknolojik boyutundan söz edin, yani başardıklarınızı anlatın diye yakınarak değiştirmiştim kanalı. Tüm hevesimin kaçması için birkaç saniye yetmişti. Açtığım kanal Teknoloji TV, konu ise en yeni teknolojilerden biriydi ama işin finansal boyutunu konuşuyorlardı karşımdakiler. Yani başarmaktan değil kazanmaktan söz ediyorlardı…

Dünya öyle bir hale geldi ki kazanmak her şey sayılıyor artık… Bizim Mucitler programının bir bölümüne katılan büyük bir ABD teknoloji firmasının temsilcisi, tanıtımını tamamlamış yarışmacıya “Kaç yıl garanti veriyorsunuz?” diye sorduğunda salonu kaplayan sessizlik hiç gözümün önünden gitmiyor. Allahtan sunucu devreye girip konuyu asıl düzlemine çekmişti yeniden. En başarılı mucidin arandığı programda bir mucit icadından söz ediyor, dev bir firmanın ilgilisi icattaki Dolarizasyonun derdinde. Şaka gibiydi…

Çevresinden şerareler akarken yüzündeki gülümsemeyle sandalyesine kurulmuş Nikola Tesla gibi bir poz veremedikten sonra Dünyayı kazansan ne olacak?


Eyüp Şeker

YA BİLGİN YOKSA

KIRMIZIYI YEŞİLE YEŞİLİ KIRMIZIYA ÇEVİRMEK


Ayar bakan terazinin işe yaramazlığını ortaya çıkartan imalatçı için o tespiti yapması şaşırtıcı sayılmazdı. Zira başka bir nedenle katkı konusuna çok kafa yormuş aylarca çözüm bulmaya çalışmıştı.

İmalat sistemi yüzünden çalıştığı malzemenin üçte birinden fazlası toz ve talaş oluyordu. Bir sonraki sipariş için eritiliyordu bu tozlar ama yeni sipariş aynı ayar ve renkte değilse dönüştürmek sorun yaratıyordu. 14 ayar kırmızı altından kalan talaşlar, yeni sipariş 14 ayar veya 18 ayar yeşil altınsa dönüştürme işinin içinden çıkmanın bilinen bir hesabı yoktu. Zira kırmızı altının %75’i bakır %25’i gümüş… Oysa yeşil altında %75 gümüş %25 bakır olması gerekiyor. Yani tam tersi miktarlar söz konusu ve hurda talaşların içindeki fazla bakır alınamayacağına göre, %25 gümüş miktarını %75 yapmaya yetecek kadar saf altın eklemek gerekiyor. Ne kadar saf altın koyarsam %75 bakırlı alaşımı %75 gümüşlü yapabilirim sorusuna kafa patlatıp durmuştu. İmalatçıların kullandığı ayar yükseltme formülü vardı, fakat katkı oranlarını yükseltmenin değiştirmenin bilinen bir hesabı yoktu…

Çevresinde bu matematik hesabını yapmayı bilen birini bulamadı… Bir liseye veya dershaneye gidip sormayı akıl edememişti… O zamanlar ne internet ne de Google vardı… Üçlü orantıyı bilmiyorsam o zaman ben de tersten hareketle Pi sayısı gibi sabit bir sayı bulurum deyip başladı hesap yapmaya. İçindeki miktarları bildiği alaşımların birbirine oranını bulmaya çalışıyordu. Sabahlara kadar yaptığı hesaplar sonrasında 14 ayar ve 18 ayar için birer sabit sayı bulmayı başardı.

Oturdu Amstrad 128 bilgisayarında bir program yazmaya başladı. Elinde ne program kitabı vardı ne de programlamaya dair en küçük bilgisi… Bilgisayarla tanışmasına vesile olan ve Basic’ten söz edip duran arkadaşından öğreniyordu komutları… Bir de yazılmış programları inceleyerek anlamaya çalışıyordu… Günlerce sabahlara kadar yeşil ekranın karşısında kafa göz yararak ve işinden gücünden edip durduğu arkadaşını zırt pırt telefonla arayarak sonunda yazmayı başardı programı. Eriteceği altınların ayarlarını gümüş bakır oranlarını teker teker girdikten sonra, yapılacak ayarı ve gereken gümüş bakır oranlarını yazıyordu. Eğer katkılarda fazlalık söz konusuysa ne kadar saf altın ilave etmesi ve ne miktarda gümüş ya da bakır eklemesi gerektiğini gösteriyordu bilgisayar.

Bilgisizliğini sabahlara kadar iflahı sökülürcesine hesap yaparak gidermişti. Buna rağmen ortaya çıkardığı yazılım, çektiği eziyetlere fazlasıyla değmişti. Bilgisizliği yüzünden, lise öğrencilerinin kolayca çözebileceği bir matematik probleminin sonucuna çok zor yoldan ulaşabilmişti ve buna benzer durumları program yazarken de yaşamıştı. Bilmediği bir komutla karşılaştığında hep sapa ve uzun yollardan çözüme ulaşmaya çalışıp durmuştu. Sonunda varması gereken yere varıyordu ama canı çıkıyordu. Bilgisiz başın cezasını yine baş çekiyordu. Bir de, bilgisizliğin başarısızlıkta baş etken olduğunu, bilgisiz başın çoğunlukla sonuca ulaşamayacağını çok sağlam şekilde yani yaşayarak öğreniyordu. Bilgisizlikten kaynaklanan çaresizlikleri yaşayıp durmaktan daha iyi ne öğretebilir bilginin değerini?

Çok zor yoldan, kırmızıyı yeşile yeşili kırmızıya çevirmenin kolay yolunu bulmuştu…

İlk kez Amstrad 128 bilgisayarında yazdığı bu programı sonraki Bilgisayarı Atari 512’de yeniden yazdı. Aslında yazdığı programı bugünkü Exell’de hazırlamak birkaç dakikasını almaz insanın. Daha ilginci, ilkel de olsa Exell benzeri bir program vardı Atari’de ama o, formülleri hücrelere yerleştirmek yerine programı yeniden yazmayı yeğlemişti. Başarmanın keyfi her şeye değiyordu.

Hiç farkında bile değildi yaptığının bir ilk olduğunun ve gerçekte ne anlama geldiğinin… Atari’nin temsilciliğindekiler “Bugüne kadar bilgisayarı sizin gibi yoğun kullanan birini görmedik” dediğinde de fazla önemsememişti. Aradan yıllar geçtikten sonra ancak kavrayabildi yaptığının anlamını. Dünyanın en önemli bilgisayarcısının bu programdan çok etkilendiği rivayeti bile ulaşmıştı kendisine.

Onun için önemli olan kırmızıyı yeşil yapmaktı. Bir de bilgisizliğini bilgiye dönüştürmeyi başarmıştı.

Bilgisizlik önemli bir şey daha sağlar: Ne olacak cahil cesaretini… Atari bilgisayarının, disketleri tek taraflı okuyan 360 kilobyte’lık disket sürücüsüne takmıştı kafasını. 360 kilobyte kayıt yapabildiğim disketlerimi 720 kilobyte olarak kullanabilir miyim cinliğine kapılmıştı. Kurnazlıkta zirve yaptığı bir anda “Tıpkı plakların iki yüzünü dinlemek gibi… Neden olmasın? Makine iki yüzü okuyamıyorsa o zaman ben de manyetik bandı plaklar gibi altüst ederim…” deyip girişti… Plastik disket koruyucusunu açıp içindeki yuvarlak manyetik bandı ters çevirme fikrini hemen uygulamaya koymuştu. Plaklarda olduğu gibi diyordu… Açtı disketi ve incelerken jetonu düştü. Sadece disket sürücü iki yüzü de okuyabildiği için kapasite ikiye katlanmıştı. Yani yuvarlak manyetik bant hep aynı yöne dönüyordu. Oysa manyetik bandı alt üst etmek okunma yönünü tersine çevirmek demekti.

Cin fikirliliği gerçeğe toslamış, yanan kırmızıyla durdurulmuştu. Kendisine “Kurnazlığın alemi yok, kırmızıyı yeşil yapmak istiyorsan git 720’lik disket sürücü al…” diyecek kadar aklı vardı.

Hayli enteresan bir konudur disket meselesi. Aradan geçen zamanla PC bilgisayarlar ve 1.44’lük disketler doldurmuştu piyasayı. Herkesin elinde epeyce 720’lik disket vardı ama 1.44’lükler fazlasıyla cazipti. Az şey değildi iki kat kapasite, çaresizce yeni 1.44’lük disketlerden satın alınıyordu. Tanıdık bir bilgisayar programcısı “Ben 720’lik disketleri 1.44’lüğe çevirmenin yolunu buldum. 720’lik disketin sol alt köşesine 4 milimlik bir delik açınca disket okuyucu 1.44’lük kayıt yapıyor” deyince elindeki disketleri incelemeye başladı. Durumu fark etmesi çok sürmedi… Bütün disketlerde sağ dış köşede açılır kapanır kayıt engelleyici delik vardı. 1.44’lük disketin karşı köşesinde sabit bir delik daha varken 720’likte yoktu. Aslında disket sürücüsü bu delik sayesinde takılanın 720’lik mi yoksa 1.44’lük mü olduğunu anlıyordu… İşte bilgisayar programcısı buraya bir delik açmakla 720’likleri 1.44’lük yapmayı keşfetmişti. O zaman dikkatini eski Atari bilgisayarından kalma 360’lık disketleri çekti. 1.44’lükle aralarında hiçbir fiziksel fark olmadığını görünce, Atari’den kalma 360’lıklardan bir taneyi yeni bilgisayarına taktı. Sorunsuzca 1.44’lük olarak kabul edildiğini görmesiyle jetonu düştü… Onca yıldır hep disketlerdeki gelişme olarak sunulanların arasındaki tek fark bir delikten ibaretti. O kadar ki, yeni disket satmak için 360’lıkla 1.44’lük arasında piyasaya sürülen 720’liklerde deliği iptal etmek yetmişti… Aslında yeni nesil disketler değil, okuma hassasiyetleri ikiye katlanmış disket okuyucuları sürüyorlardı piyasaya ama sanki disketlerin kapasitesi artırılmış izlenimi veriyorlardı. Görünüşe bakılırsa içlerindeki manyetik bant aynıydı… Şekilleri şemailleri zaten aynıydı… Sadece disket okuyucular geliştiriliyor, beraberinde disket satabilmek için ya delik açılıyor veya piyasada delikliler varsa yenisinde kapatılıyordu. Tüketim ekonomisine uygundu yapılan… 360’lık delikli, 720’lik deliksiz, 1.44’lük delikli… Belli ki böyle sürüp gidecekti… Allahtan devreye CD’ler girdi de sona erdi bu delikli deliksiz hikayesi…

Disket sürücüler geliştiriliyordu ama zaten yeni sürücü almış olan kullanıcılara disket de satabilmek için halen kullanmakta oldukları disketlere kırmızı yakılıyor ve “İlerlemek istiyorsan yeni disketlerden al” deniyordu. Bir bilgisayar programcısı ise aynı yere delik açmayı akıl ederek kırmızıyı yeşile çevirmişti.

Ataköy 1. Kısım’la 2. Kısım arasındaki büyük göbekli kavşakta sağa dönüşte yayalara yol ver yazılı bir tabela vardır. Bunun nedeni, araçların karşıya geçişine yeşil ışık yandığında trafiği nispeten az olan sağa dönüşe de izin verilip yeşil yanmasıdır ama aynı zamanda sağ yoldaki yaya geçişine de yeşil yanmaktadır. Yerleştirilen o uyarı tabelasıyla sağa dönüş yapan araçların durması ve yayaların geçmesini beklemesi amaçlanmıştır. Yıllardır kullandığım bu yaya geçişinde bugüne kadar durup bekleyen iki ya da üç araca denk geldim. Diğerlerinin hepsi insanların yanından süratle geçip gitmişlerdir. Hem de el kol hareketleri yaparak, sayıp söverek “Ezerim ha…” halleriyle sürtünürcesine… Hiçbir sürücü farkında değildir yayaya yol verin yazılı tabelaların, o yüzden “Kör müsünüz, arabalara yani bize yeşil yanıyor…” halleriyle yayalara köpürmektedirler ve farkında bile değillerdir yayaların karşıya geçmesi için de yeşil yandığının. Başlarını çevirip yaya geçişi ışığına bile bakmazlarken uyarı tabelasını görmeleri mümkün mü? Arabasına kurulmuş ya gözü görmüyor kendisine yanan yeşilden başkasını, ne yayanın yeşilini, ne uyarı tabelasını, ne de kuralları getiriyor aklına. Çünkü geçirmiyor aklının ucundan kendisinden başkasını… Her zaman yayaya yol vermesi gerektiğinin ve “Yayaya yol ver” tabelası olması gerekmediğinin bile farkında değil direksiyona kurulanlar.

Denk geldiğim yol veren o araçlar yabancı plakalıydı. Büyük ihtimalle gurbetçiydiler ve ehliyet alırken öğretilmiş, can yakıcı cezalarla da belletilmişti bu önemli kural. Durup yol vermeleri için Türkçe bilmelerine, o tabelayı okumalarına bile gerek yoktu. Yapması gerekeni yapıyor ve yol veriyorlardı. Bize de öğretiliyor ehliyet alırken ama kimsenin umursadığı yok kuralları, tabelaları, yayaları. Ben kralım diyor direksiyonun başına geçen… Ve hiç aklından geçirmiyor trafik kurallarını… Çünkü ehliyet almaya yarayan bir takım bilgiler sanıyor trafik kurallarını ve unutup gidiyor… O iki üç yabancı aracın sürücüleri dışındakiler, direkte yanan yeşil olsa bile eğer yolda yaya varsa kendilerine hep kırmızı yandığını bilmiyorlardı, ya da bilmek işlerine gelmiyordu.

Bakırköy Taksim dolmuşundayım… Unkapanı Köprüsü’ne yakın bir yerde koşar adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışan el ele tutuşmuş orta yaşlardaki çifti gören şoför kırık dökük bir dille “Şuraya bak nasıl geçiyorlar… Bunları almayacaksın İstanbul’a…” diye söylenirken hızını bile kesmedi. Sadece “Ezmen mi lazım…” diyebildim. Kuralları hatırlatmanın yarasızlığının farkındaydım, tartışmak da istemiyordum… Sonraları “Belki deli, belki alil, belki geri zekaalı, belki hayattan bıkmış, belki salak, belki çolak, belki can havlinde, belki sağır, belki kör, ezmen mi gerekiyor…” demediğime hep hayıflanmışımdır. Hiç farkında bile değildi yaya karşısında kendisine hep kırmızı yandığının. Nasıl ve ne zaman olursa olsun hak edip hak etmediğine bakmadan hemen şehri sahipleniyor, şehri hak etmeyi, kendisine hep yeşil yakmak sanıyordu. Herkes gibi, hepimiz gibi…

Sekiz on yıl kadar önce “Koyu renk arabalar daha çok kaza yapıyor” diyen Avustralyalı bilginleri duyduğumdan beri kafama takılmıştır “Karşı aracın koyu renk olması bende algılama eksiklikleri yaratabilir, burada sorun yok. Ya benim arabam koyu renkse ve öteye beriye bindirerek çarpışan otoya çevirmişsem? Bunun nasıl bir açıklaması olabilir?” sorusu. Bunun tek açıklaması “Karşıdakiler koyu rengi geç algıladıkları için gelip bana çarpıyorlar” olmamalı diye düşünüyorum. Sahip olduğum arabalara baktığımda üç tane açık renk arabamla hiç kaza yapmamışken, iki koyu rengi yamru yumru yaptığımı görüyorum. Ve bu kazaların tamamı çarpışma değil, duvarlara direklere kapılara sürtmeler hatta çarpmalardı epeyce bir kısmı. Kendime bakarak ortaya koyabildiğim en akla yatkın açıklama: Koyu renk araçlar sadece karşıdakilerin algılamasında sorun yaratmıyor, aynı zamanda kaportalarının koyu bir gölge hissi uyandırması yüzünden kendi sürücülerinin de algılamasında engel oluşturuyorlar. Bir ağaç veya direk siyah arabada daha az dikkat uyandırırken, beyaz kaporta adeta ışıldak veya ayna gibi davranıyor. Kazaya yeşil ışık yakan koyu rengin sırrı bu değilse nedir?

Milyonlarca spermden sadece biri geçiş iznini alabiliyor ve kapağı içeri atar atmaz arkadan gelenlere kırmızı yakılıp hücreye girmelerine izin verilmiyor. Mücadele burada bitmiyor, ardından kromozomların hangi parçalarına yeşil ışık yakılacağına geliyor sıra. Ana babadan gelen kromozomun rastlantısal yarıları birleşip yeni canlıyı oluşturuyor. Yeşil ışığı yakalayan yarılar tamam da, seçimi kaybeden yani kırmızı kartla oyun dışı bırakılan yarılar ne oluyor? Yaşamın özünde yamyamlık mı var? Savaşı kazanıp yeni canlı olması belirlenen, yani yeşil ışık yakılan, daha en başında güçlenmek için kırmızı ışık yakılan diğer yarılarla mı besleniyor?


Eyüp Şeker

NOT: Acılar tazeyken açık olmak zor, ancak yeni acılara ardına kadar açık kapılara katlanmak daha zor. Hep olduğu gibi yine kendimizi kandırmayı seçtik. Hemen bulundu günah keçisi Kara Yolları, irili ufaklı taşlar savrulmaya başladı bir bir ardına. Ardından ortaya çıkartıldı kavşağın şeytanlığı ve başladı şeytan taşlamalar, lanet yağdırmalar… Barış’ın katili kendisidir… Bunu herkes biliyor ama kimsenin işine gelmiyor içindeki suçluyu suçlamak… Kurallara uymayarak kendisiyle birlikte iki kişiyi daha öldürmüştür. Bunu da herkes biliyor fakat kimsenin işine gelmiyor içindeki katili suçlamak. Dürüst olamıyoruz, çünkü dürüst olmamak iliklerimize işlemiş… Ne yapalım ki dürüst olmak yerine suçlu olmayı seçmişiz bir kere. Barış kendisinin ve iki arkadaşının katilidir ama onların katili de bizleriz. Bunu da herkes biliyor… Buna rağmen hiç kimse içindeki katil ortaya çıksın istemiyor. Yetmedi mi, bıkmadık mı katletmekten, yorulmadık mı katilliklerimize bahaneler uydurup durmaktan?

Bu yollar bu kavşaklar birdenbire peydahlanmadı, havadan düşmedi… Mıcırlı hatalı berbat yollar, daha beter kavşaklar bilinmedik şeyler mi? Bütün bunlar bilinmezmiş gibi delicesine araba kullanıldığı yetmiyor sanki bir de hiçbir kural takılmayarak kan gölüne çevriliyor ortalık ve başlıyor olağan şüphelilere giydirmeler, günah keçilerine öfke boşaltmalar, işaret edilen şeytanlara taş yağdırmalar. İçimizdeki ikiyüzlü şeytanı ne zamana kadar böylesine koruyup kollayabileceğiz? Ne olacak yollar düzeltilse, mıcırlar yok edilse, kavşaklara çekidüzen verilse? Yine kan gölüne çevrilemeyecek mi ortalık?

Neyiz biz?