KAZANMA HIRSI KAYBETTİRİR, KAZANDIRAN BAŞARMA İSTEĞİDİR
Yapacak daha iyi bir şey akıl edemeyip gidecek bir yer bulamadığım için damlamıştım Hilton Oteli’nin kumarhanesine. Birkaç kadeh viski içer vakit öldürürüm diye geçiriyordum aklımdan. Girişte mecburen alınan miktardaki jetonla poker makinelerinden birine yerleştim. Kazanmak için değil vakit geçirmek için oynuyordum. Beş on jeton kazanırsam bir süre sonra kaybediyordum. Az miktarda kazanıyor az miktarda kaybediyor ve viskimi yudumluyordum… Hemen hiç kaybım yok gibiydi… Kazanmıyordum, çünkü riske girmiyordum… Kaybetmiyordum, çünkü riske girmiyordum… Ne kazanmak ne de kaybetmekti derdim… Birkaç duble viskiyi ucuza getirip vakit öldürmekti bütün amacım.
Geçmiş zaman, yanılmıyorsam üçüncü viskiyi içiyordum ki yanımdaki makineye bir adam oturdu ama daha yerleşirken “Makineyi çözdün galiba…” deyince düşünmeye başladım. Kaç saattir oynuyordum ve jetonlarım eksilmemişti bile… Makineyi çözdüğümün farkında olduğum söylenemezdi… Ne makineyi çözmeyi aklımdan geçirmiştim ne de kazanmaya çalışmıştım… Viski içip çerez atıştırıyor, sadece vakit öldürüyordum… Hepsi bu… Eğer bir sır çözdüğümden söz edilecekse, bu kazanma hırsına kapılmamaktan ibaretti.
Yanıma gelip “Makineyi çözdün galiba…” diye soran adamın tavırlarından güvenlik şefi gibi bir konumu olduğunu anlamak zor değildi. Evet kumarhane yöneticilerinin bakışıyla makineyi çözmüştüm ama bana göre sadece içtiğim viskileri ucuza getirip vakit öldürmenin yolunu bulmuştum. Aslında makineyi çözmüşlüğüm falan yoktu, sadece, ayarları kazanma hırsına göre yapılmış makinelerde kazanma hırsına kapılmadan oynanırsa kaybedilmeyeceğini keşfetmiştim. Makine “Ya iki katı ya da hiç” dediğinde “Hadi oradan ver 4 jetonumu” deyip viskimden bir yudum alıyordum. Ancak kesine yakın kazanma fırsatını yakaladığımda “Ya iki katı ya da hiç” restini görüyor “Bastır bakalım 20 jetonu” falan diyordum kazanma hırsına göre programlanmış makineye.
Azıcık jetonla makinenin başında saatlerce oturmamın kumarhane sorumlularının dikkatini çekmemesi mümkün değildi. Merak etmişlerdi ve uzaktan bakmakla meraklarını gideremediklerini görünce de lacilerinin içindeki kilolu bir yetkili yanımda almıştı soluğu. Hile mi yapıyor, makineyi mi soyuyor gibi şüphelerle hareket ettikleri açıktı. Kırk yıl düşünseler kazanmak istemeyen biri gelmezdi akıllarına.
Makinelerin ayarlarının değiştiğini sanmıyorum, muhtemelen bugün de aynıdır. Çünkü kumarhaneleri kazanma hırsıyla dolu olanlar doldurur, makinelere “Para para para” diyenler saldırır. İşletmecilerin dolayısıyla da makine üreticilerinin alıştığı da istediği de işin normali de budur. Bunun aksi durumlar garip karşılanır, şüphe uyandırır. Benim gibi… Akıllarına hiç getirmemişlerdir hangi düşünceyle oynadığımı. Nasıl akıl edebilirlerdi ki? Benim gibi kazanmak istemeden oynayan birine denk gelmek kolay olmasa gerek.
Yeterince içtiğime karar verip kalkmaya hazırlanırken “Bu jetonları kaybetsem iyi olur. Neme lazım, bir dahaki gelişimde gıcıklık mıcıklık yaparlar…” deyip jetonları 10’ar 20’şer atıp kaybetmiş, öyle çıkmıştım kumarhaneden.
Ne yazık ki bir daha gitmek kısmet olmamıştı, çünkü bir süre sonra kapatılmıştı kumarhaneler… Şirinlik yapayım, sempatik görüneyim derken hemen hemen giriştekine denk jetonlarım boşu boşuna gitmişti…
İlk kez gitmiyordum kumarhaneye ama öncekilerin hepsinde hırsla saldırmış kısa sürede kaybetmiştim bütün jetonlarımı. Değişmez bir kuraldı bu… Tabii sonuncusuna kadar…
Toksinsel Birikimlerin Karaciğere Neler Ettiği sorunsalında ve de Göbek Şişirmenin Kilosal Artışlarla Bağlantısı mevzuunda ve de bu ikisinin birbiriyle ilişkisi konusunda müthiş bir buluş yapmış durumdayım. Oscar’ı, Nobel’i, Pulitzer’i, Erik Festivali Birinci Erikliğini, En Sorunsal Değindirmeli Durumsallarla Bakarken Kiraz Tatma Birinciliğini, Altın Portakalı, Altın Kozayı, Karpuz Kabuğu Denize Düştü mü Düşmedi mi Karar Verme Merkezi Karar Vericiliği Onursal Karar Verici Ödülünü, Altın Palmiye’yi, Altın Ayı’yı, Bar Taburesine En Güzel Tüneyen Kelaynaklığı, Martılara En Güzel Simit Atma Ödülünü (Yolun Yarısını Geride Bırakalı Çok Olanlar kategorisindekini) falan, hatta bir söylentiye göre ödülümü vermek için Mars’ın Dünyaya yakın konuma gelmesini bekleyen yeşil adamların takdim edeceği Kızıl Mars Kumu ödülünü bile, yani ne var ne yok bütün ödüllerin tamamını garantilemiş durumdayım. Hidayete erdiğimden midir nedir “Terleyeceksin kardeşim…” dedim kendi kendime. Yaptığım keşif bu… Ne keşif ama… Toksinleri atmak, yağları eriyik kıvamına getirip kurtulmak için terlemeyi keşfettim ve de bütün her bir ödülü garantilemiş oldum di mi?.!
Hemen atladım üzerine ama kondisyon bisikletinde pedal çevirmeyi anlamsız hatta şavalakça bulmaya başlamam çok sürmedi. Ha babam de babam çevir dur… Garip bir durum… Pedallara yüklenirken kitap okumaya çalışıyorum, o da sarmıyor… Belli ki çiklet çiğnerken yürüyemez denilenlerdenim, ya okumaya dalıp pedal çevirmeyi bırakıyorum, ya da pedal çevirirken hülyalara gömülüyor kendimi türkuaz suların yaladığı kumsallarda ya da kızılağaçlarla kaplı ürperten esintili Karadeniz yamaçlarında falan buluyor ve de tek satır okuyamıyorum. Neyse ki bu bisikletten düşmek mümkün değil ama ben yine de bunu başaracağıma dair kesin kanılara sahip olmaya başladım. Azmedersem başaracağımdan eminim… Hem George Bush’tan ne eksiğim var, di mi? Baktım benden bisikletçi falan olması mümkün değil, ben aleti değil, alet beni zorlamalı dedim ve de gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı malum aleti satın aldım. Şekilde görüldüğü gibi böylece ikinci kez her bir ödülü garantilemiş oldum. Di mi?
Gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı aleti aldığımdan beri hep gözümün önünde beliriveriyor liseden bir arkadaşın köpeğine antrenman yaptırışı. Honda 125 motosikleti vardı bizimkinin, bir de yavruluk aşamasından henüz kurtulamamış Alman Kurdu. “Bu iti öyle bir hale getireceğim ki, ne uçan ne de kaçan kurtulabilecek elinden. Müthiş bir köpeğim olmalı, peşine düştüğünü kesin haklamalı…” diyen bizimkisi, garibim kurdu motorunun arkasına bağlar gaza yüklenmeye başlardı. Arada döner arkaya bakar hızlanıp hızlanmayacağına karar verirdi. Yeterli bulup durduğunda, üzerinde tavada yumurta yapacak kızgınlığa erişmiş olurdu garibim Alman Kurdu. Geçmiş zaman, Kurt mu elinden alındı yoksa motoru mu sattı tam hatırlayamıyorum. Şurası açık ki, bu, motor+sahip+köpek bileşimi bir şekilde bozulmayacak olsaydı ya motorun ya köpeğin ya da kendisinin ilişiği kesilecekti yaşamla. Ya da üçü birden çıkacaktı ıskartaya… İşte ne zaman yürüyüş bandının üzerine çıksam bu olay geliyor aklıma. Dilim bir karış uzamış şekilde nefes nefese makineye ayak uydurmaya çalışırken “Bu kadar hırs yapmasam iyi olacak. Yığılıp kalacağım…” demeden edemiyorum.
Aslında bunca hırs yaptım, ne zamandır tepiniyorum, ne göbekte küçülme ne de kantarın ibresinde düşme oldu. Nasıl olsun ki… Sonrasında bir tencere pilavı indirirsem mideye, “Az oldu, kuru fasulyeyi bundan böyle kazanda yapsam iyi olur” dersem mümkün mü? Her şeye rağmen kafam biraz çalışır, şeytana uymaya son verip bütün tavuğu yarıma, kızarmış patatesi de bir kiloya indirdim. Henüz etkisini görmesem de öğünlerdeki eski miktarlara çıkmamaya kesin kararlıyım.
Dolandırıcıların en sevdiği şeydir hırs ama onlar başkalarının hırslarıyla ilgilenirler. Karşılarındaki kişi ne kadar hırslıysa salladıkları zokayı o kadar kolay yutacağını iyi bilirler. Yeteneklerini fazla zorlamalarına gerek kalmaz hırslıları avlayabilmek için. Hırslıların en belirgin özelliğinin, elde edeceklerini düşündükleri şeye kilitlenip kalmaları ve bunun dışındaki hiçbir şeyi görmez hale gelmeleri olduğunu iyi bilirler. Bilmiyorum yine yapılıyor mu “Tebrikler, tatil kazandınız…” halleriyle sokaktaki insanları tuzağa düşürme üzerine kurulu pazarlamalar, daha doğru deyimle kazıklamalar. Bu hamleleri, “Benim ne özelliğim var, neden kazanıyorum?” diye karşılamayan zokayı yutuyor demektir. Tuzağa düşüp imzayı basanlar çok olmuş, epey kurbandan söz edilmişti yayın organlarında. Hatta aralarında ünlüler bile vardı… Aslında pazarlamacıların uyguladıkları yöntem illüzyonistlerin numaralarını gizlerken yaptıklarıyla aynı. Karşılarındakinin dikkatini numaralarından uzak bir noktaya çekerek aldatmacalarının fark edilmemesini sağlıyorlar. Malum eski numaradır, “Cambaza bak…” diyen cepçiler de aynı taktiği uygular, politikacılar da… Hırslı kumarbazlar ise bu kurnaz gözbağcıların en iyi müşterileridir.
Fabrika çıkışlı otomobillerde birkaç hafta sıra beklendiği günlerdi. Doğal olarak serbest piyasada epeyce fark konularak satılıyorlardı. Çevremden biri “Bir arkadaşımın babası galericilik yapıyor, o bana fabrika fiyatından Renault 11 verecek… Parayı verirsem bir hafta sonra alacağım arabayı…” dediğinde “Neden veriyor? Kimin nesidir, ne kadar tanıyorsun? Kolayca satacağı arabadan kazanabileceği paradan niye vazgeçsin?” şaşkınlığıyla tepki göstermiştim. Aslında neredeyse hiç tanımadığı insanlardı ve kaarsız araba vermeleri için en küçük sebep yoktu. Piyasaya yeni çıkan spor görünüşlü Renault 11’e çarpılmıştı ve gözü başka şey görmüyordu. Ne kadar, yapma etme parayı verme dediysem de dinletemedim. Kafaya takmıştı bir kere, gözü hiçbir şey görmüyordu, parayı kaptırdı… Tabii ne araba vardı ortalıkta, ne de olacağına dair tek işaret. Para kurtarılıncaya kadar az uğraşılmadı. Halen daha şaşırırım o paranın nasıl geri geldiğine…
Marmara Ereğlisi’ne gidiyordum… Bir Opel Manta’yla kapıştık… Hırs yapmam için yeterli sebepti bu… Çünkü rallilerde sözü edilen arabaydı Manta… Bende Flash vardı… Bir o geçiyor bir ben… Kelle koltukta kaptırmış ölümüne gidiyorduk ikimiz de… Kendime gelmek için Tekirdağ’a bir iki kilometre kaldı yazılı tabelayı görmem gerekmişti. Öyle hırslanmıştım ki Marmara Ereğlisi’ni geçtiğimi onlarca kilometre sonra ancak fark edebilmiştim. Kazanma hırsı çok fazla kör eder insanı, kilitlendiği hedeften başkasını görmez hale getirir tutsak ettiğini…
Birkaç gün önce gazetede gördüğüm erkeklerin tek elle araba kullanmasıyla ilgili araştırma ilginçti fakat sanki eksik kalmış gibiydi. Erkeklerin tek elle araba kullanmasının kalıtımsal bir nedeni de olamaz mı sorusu takıldı aklıma. Yüzyıllar boyunca at üstünde savaşan avlanan atalarımızdan bize miras kalmış olabilir mi bu davranış? Bir el atın koşumlarında diğeri silaha yapışmış halde dolaşan atalarımızı göz önünde bulundurmak gerekmez mi? At üzerinde olmadıklarında da muhakkak farklı araçlar vardır her bir elde. Kılıç kalkan gibi… Çalışırken de benzeri durum vardır ve çoğunlukla iki el farklı işlevlidir erkeklerde… Tarlada bir el koşumlarda bir el sabanda, örste demir döverken bir elde çekiç bir elde kısaç gibi… Oysa kadınlarda çoğunlukla iki el de aynı işi yapmıştır ve kadınlar için at üstünde olmak, savaşmak pek söz konusu değildi. Erkeklerdeki bu tetikte bulunma hali, diğeri direksiyondayken bir elin viteste durması, silahı tutmaya benzetilebilir mi? Bir el atta, diğeri silahta…
Doğaları gereği, erkek kazanmanın, kadın başarmanın peşindedir… Erkek kazanıp hükümdarlığını sürdürmek, kadın ise başarıp soyu devam ettirmeyi ister… Kazanmakla başarmak arasındaki temel fark budur. İstek yerine hırsı seçmenin yıkıcılığı getireceği de kesin gibidir. Hırsın tutsağı olmuş birinin ya kendine ya da başkalarına zarar vermesi kesin gibidir ve bunun sayısız örneğini görmek için geçmişe öylesine göz atmak bile yeterlidir.
Ve bizler avcıyız… Öne dönüktür gözlerimiz… Doğadaki avcılarda, burun da gözler gibi kulaklar gibi ileri bakar… Tek amacı avlamak olan avcılar, bütün duyularını seferber eder avı için. Oysa bizler zekamız sayesinde bütün duyularımıza ihtiyaç duymayız pek çok şey için. Aşağı dönüktür burun deliklerimiz… Çünkü av için kullanmayız burnumuzu, yiyeceğimize yöneliktir bu duyumuz. Başta gözler olmak üzere burun ve kulakların ne kadar öne dönük olduğu avcılıktaki yeteneğin göstergesidir.
Dört bir yandan gelebilecek avcı tehlikesi yüzünden yandadır av olanların gözleri. Her an avlanabileceklerini bildiklerinden etrafı kolaçan edip dururlar. Oysa avcıların meziyeti hedefe kilitlenmektir. O kadar ki, aynı türde en göze batan farklılıklar, aynı zamanda ne kadar avcı olduğunun da göstergesidir. Avcı olmanın göstergesi sayılan gözlerin ve kulakların daha fazla öne dönüklüğü, en iyi köpeklerde görülür. Kimi köpeklerde gözler ve kulaklar yanlara dönükken, kimilerinde öne bakar. Gözleri kulakları öne bakan köpekten sakınmak gerektiğinin çok kişi farkındadır. Tabii böyle olmayanlardan korkmamak gerektiğinin de…
Yani biz avcıyız, yani saldırganız, yani hırslıyız… Bildiğimiz en yok edici canlı olduğumuzu iyi biliriz… Kazanma hırsına kapılmayıp başarma isteğiyle hareket edenlerimiz olmasaydı çoktan yok etmiştik soyumuzu…
Hırs her düzeydeki insanda, dolayısıyla dahilerde de vardır. “Deha uzun bir sabırdır” diyen Thomas Edison ve çılgın bilim adamı tiplemesine tam anlamıyla uyan Nikola Tesla arasındaki fark buna iyi bir örnektir. Edison buluşlarını pazarlamak için her şeyi yaparken N.Tesla kazanıp kazanmamaya kafa bile yormuyordu. Tek amacı başarmak olan Tesla’nın dehasına o kadar çok şey borçludur ki insanlık… Elektrik ve elektroniğin temelleri onun bulduğu sistemler üzerinde kuruldu geliştirildi ve geliştirilmeye devam ediyor. Oysa T.Edison hep kazanmak istiyordu, kazandı ve buluşlarının hemen hepsi dönemleriyle birlikte bitip kapandı.
Edison’un kazanma hırsını anlatan güzel bir olay vardır ki günümüz hayvanseverlerinin tüylerini diken diken etmeye yeter. Şehir şebekesi için Tesla’nın bulduğu alternatif akımın seçilmesine engel olmak istiyor, doğru akımla işlettiği kendi sistemini kabul ettirmeye çalışıyordu. Bunun için direkler dikip kablolar döşeyerek birkaç sokağı aydınlatması yetmemiş olmalıydı. Alternatif akımın çok tehlikeli olduğunu gösterirse seçilmesine engel olabileceğini düşünüp yakaladığı sokak köpeklerine alternatif akım vererek terki diyar eyletti. Kazanamadı ama bunun nedeni köpekleri kızartmasının tepki görmesi değil, yerleştirmeye çalıştığı doğru akımın olumsuz yanları çokken, Tesla’nın alternatif akımının epeyce üstün özelliğinin bulunmasıydı. T.Edison kendi şebeke sistemini kabul ettirmek için bunları yaparken N.Tesla’nın umurunda bile olmadığından hiç kuşku duymam. Bir zamanlar ücretli elemanı olan Tesla dönüp bakmamıştır bile bu kabul ettirme kapışmasına… Eminim ki, O, çoktan yeni fikirlerinin peşine takılmıştı, yeni yeni “Nasıl başarırım…”larına cevap arıyordu.
Edison kazanıyor, Tesla başarıyordu ve bunu çok güzel belgeleyen bir fotoğraf bıraktı arkasında.
Sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmıştır… Etrafından birkaç metre uzunluğunda elektrik şerareleri akmaktadır… Yüzünde ise müthiş bir gülümseme vardır Nikola Tesla’nın.
Akio Morita 2. Dünya savaşının yıkımıyla dümdüz olmuş bir yerden, küllerin yıkıntıların arasından Sony’yi nasıl çıkarttığını anlatır bir solukta okuduğum Made In Sony adlı kitapta.
Geçmiş zaman, doğru hatırlamıyor olabilirim ama yanılmıyorsam yolculuğunun başlangıcı şöyleydi: Çalıştığı fabrika kapanmış işsiz kalmıştır. Evde oturup durmasına daha fazla dayanamayan karısının “Ne oturuyorsun öyle miskin miskin, yapacak şey bulamıyorsan git fabrikanın kapısını süpür…” diye paylamasıyla silkinip savaşın küllerini atar üstünden ve başarmaya başlar.
Sony böyle doğdu diye anlatır Akio Morita…
Başarmıştır ve ödülü de kazanmak olmuştur Bay Sony’nin. Ne oluyor nesli mi tükendi Bay Sony gibilerin? Artık kimseden duyulmuyor başarmak, herkes kazanmak diye tutturmuş, paralanıp duruyor.
Birkaç ay önce Teknoloji TV’de giyilebilir bilgisayarlar üzerinde çalışan firmanın yetkilisiyle konuşan muhabiri görünce pür dikkat kesildim. Şu fondan bu kadar para aldık, bilmem ne kadar kredi kullandık, şu kadar hızlı büyüyoruz diyen firma yetkilisine de, finans dışında ilgi alanı olmadığı izlenimi veren muhabire de fazla katlanamamıştım. Kazanmaktan söz eden sürüyle finans kanalı var, siz adınıza uygun olandan yani konunun teknolojik boyutundan söz edin, yani başardıklarınızı anlatın diye yakınarak değiştirmiştim kanalı. Tüm hevesimin kaçması için birkaç saniye yetmişti. Açtığım kanal Teknoloji TV, konu ise en yeni teknolojilerden biriydi ama işin finansal boyutunu konuşuyorlardı karşımdakiler. Yani başarmaktan değil kazanmaktan söz ediyorlardı…
Dünya öyle bir hale geldi ki kazanmak her şey sayılıyor artık… Bizim Mucitler programının bir bölümüne katılan büyük bir ABD teknoloji firmasının temsilcisi, tanıtımını tamamlamış yarışmacıya “Kaç yıl garanti veriyorsunuz?” diye sorduğunda salonu kaplayan sessizlik hiç gözümün önünden gitmiyor. Allahtan sunucu devreye girip konuyu asıl düzlemine çekmişti yeniden. En başarılı mucidin arandığı programda bir mucit icadından söz ediyor, dev bir firmanın ilgilisi icattaki Dolarizasyonun derdinde. Şaka gibiydi…
Çevresinden şerareler akarken yüzündeki gülümsemeyle sandalyesine kurulmuş Nikola Tesla gibi bir poz veremedikten sonra Dünyayı kazansan ne olacak?
Eyüp Şeker