KIRMIZIYI YEŞİLE YEŞİLİ KIRMIZIYA ÇEVİRMEK
Ayar bakan terazinin işe yaramazlığını ortaya çıkartan imalatçı için o tespiti yapması şaşırtıcı sayılmazdı. Zira başka bir nedenle katkı konusuna çok kafa yormuş aylarca çözüm bulmaya çalışmıştı.
İmalat sistemi yüzünden çalıştığı malzemenin üçte birinden fazlası toz ve talaş oluyordu. Bir sonraki sipariş için eritiliyordu bu tozlar ama yeni sipariş aynı ayar ve renkte değilse dönüştürmek sorun yaratıyordu. 14 ayar kırmızı altından kalan talaşlar, yeni sipariş 14 ayar veya 18 ayar yeşil altınsa dönüştürme işinin içinden çıkmanın bilinen bir hesabı yoktu. Zira kırmızı altının %75’i bakır %25’i gümüş… Oysa yeşil altında %75 gümüş %25 bakır olması gerekiyor. Yani tam tersi miktarlar söz konusu ve hurda talaşların içindeki fazla bakır alınamayacağına göre, %25 gümüş miktarını %75 yapmaya yetecek kadar saf altın eklemek gerekiyor. Ne kadar saf altın koyarsam %75 bakırlı alaşımı %75 gümüşlü yapabilirim sorusuna kafa patlatıp durmuştu. İmalatçıların kullandığı ayar yükseltme formülü vardı, fakat katkı oranlarını yükseltmenin değiştirmenin bilinen bir hesabı yoktu…
Çevresinde bu matematik hesabını yapmayı bilen birini bulamadı… Bir liseye veya dershaneye gidip sormayı akıl edememişti… O zamanlar ne internet ne de Google vardı… Üçlü orantıyı bilmiyorsam o zaman ben de tersten hareketle Pi sayısı gibi sabit bir sayı bulurum deyip başladı hesap yapmaya. İçindeki miktarları bildiği alaşımların birbirine oranını bulmaya çalışıyordu. Sabahlara kadar yaptığı hesaplar sonrasında 14 ayar ve 18 ayar için birer sabit sayı bulmayı başardı.
Oturdu Amstrad 128 bilgisayarında bir program yazmaya başladı. Elinde ne program kitabı vardı ne de programlamaya dair en küçük bilgisi… Bilgisayarla tanışmasına vesile olan ve Basic’ten söz edip duran arkadaşından öğreniyordu komutları… Bir de yazılmış programları inceleyerek anlamaya çalışıyordu… Günlerce sabahlara kadar yeşil ekranın karşısında kafa göz yararak ve işinden gücünden edip durduğu arkadaşını zırt pırt telefonla arayarak sonunda yazmayı başardı programı. Eriteceği altınların ayarlarını gümüş bakır oranlarını teker teker girdikten sonra, yapılacak ayarı ve gereken gümüş bakır oranlarını yazıyordu. Eğer katkılarda fazlalık söz konusuysa ne kadar saf altın ilave etmesi ve ne miktarda gümüş ya da bakır eklemesi gerektiğini gösteriyordu bilgisayar.
Bilgisizliğini sabahlara kadar iflahı sökülürcesine hesap yaparak gidermişti. Buna rağmen ortaya çıkardığı yazılım, çektiği eziyetlere fazlasıyla değmişti. Bilgisizliği yüzünden, lise öğrencilerinin kolayca çözebileceği bir matematik probleminin sonucuna çok zor yoldan ulaşabilmişti ve buna benzer durumları program yazarken de yaşamıştı. Bilmediği bir komutla karşılaştığında hep sapa ve uzun yollardan çözüme ulaşmaya çalışıp durmuştu. Sonunda varması gereken yere varıyordu ama canı çıkıyordu. Bilgisiz başın cezasını yine baş çekiyordu. Bir de, bilgisizliğin başarısızlıkta baş etken olduğunu, bilgisiz başın çoğunlukla sonuca ulaşamayacağını çok sağlam şekilde yani yaşayarak öğreniyordu. Bilgisizlikten kaynaklanan çaresizlikleri yaşayıp durmaktan daha iyi ne öğretebilir bilginin değerini?
Çok zor yoldan, kırmızıyı yeşile yeşili kırmızıya çevirmenin kolay yolunu bulmuştu…
İlk kez Amstrad 128 bilgisayarında yazdığı bu programı sonraki Bilgisayarı Atari 512’de yeniden yazdı. Aslında yazdığı programı bugünkü Exell’de hazırlamak birkaç dakikasını almaz insanın. Daha ilginci, ilkel de olsa Exell benzeri bir program vardı Atari’de ama o, formülleri hücrelere yerleştirmek yerine programı yeniden yazmayı yeğlemişti. Başarmanın keyfi her şeye değiyordu.
Hiç farkında bile değildi yaptığının bir ilk olduğunun ve gerçekte ne anlama geldiğinin… Atari’nin temsilciliğindekiler “Bugüne kadar bilgisayarı sizin gibi yoğun kullanan birini görmedik” dediğinde de fazla önemsememişti. Aradan yıllar geçtikten sonra ancak kavrayabildi yaptığının anlamını. Dünyanın en önemli bilgisayarcısının bu programdan çok etkilendiği rivayeti bile ulaşmıştı kendisine.
Onun için önemli olan kırmızıyı yeşil yapmaktı. Bir de bilgisizliğini bilgiye dönüştürmeyi başarmıştı.
Bilgisizlik önemli bir şey daha sağlar: Ne olacak cahil cesaretini… Atari bilgisayarının, disketleri tek taraflı okuyan 360 kilobyte’lık disket sürücüsüne takmıştı kafasını. 360 kilobyte kayıt yapabildiğim disketlerimi 720 kilobyte olarak kullanabilir miyim cinliğine kapılmıştı. Kurnazlıkta zirve yaptığı bir anda “Tıpkı plakların iki yüzünü dinlemek gibi… Neden olmasın? Makine iki yüzü okuyamıyorsa o zaman ben de manyetik bandı plaklar gibi altüst ederim…” deyip girişti… Plastik disket koruyucusunu açıp içindeki yuvarlak manyetik bandı ters çevirme fikrini hemen uygulamaya koymuştu. Plaklarda olduğu gibi diyordu… Açtı disketi ve incelerken jetonu düştü. Sadece disket sürücü iki yüzü de okuyabildiği için kapasite ikiye katlanmıştı. Yani yuvarlak manyetik bant hep aynı yöne dönüyordu. Oysa manyetik bandı alt üst etmek okunma yönünü tersine çevirmek demekti.
Cin fikirliliği gerçeğe toslamış, yanan kırmızıyla durdurulmuştu. Kendisine “Kurnazlığın alemi yok, kırmızıyı yeşil yapmak istiyorsan git 720’lik disket sürücü al…” diyecek kadar aklı vardı.
Hayli enteresan bir konudur disket meselesi. Aradan geçen zamanla PC bilgisayarlar ve 1.44’lük disketler doldurmuştu piyasayı. Herkesin elinde epeyce 720’lik disket vardı ama 1.44’lükler fazlasıyla cazipti. Az şey değildi iki kat kapasite, çaresizce yeni 1.44’lük disketlerden satın alınıyordu. Tanıdık bir bilgisayar programcısı “Ben 720’lik disketleri 1.44’lüğe çevirmenin yolunu buldum. 720’lik disketin sol alt köşesine 4 milimlik bir delik açınca disket okuyucu 1.44’lük kayıt yapıyor” deyince elindeki disketleri incelemeye başladı. Durumu fark etmesi çok sürmedi… Bütün disketlerde sağ dış köşede açılır kapanır kayıt engelleyici delik vardı. 1.44’lük disketin karşı köşesinde sabit bir delik daha varken 720’likte yoktu. Aslında disket sürücüsü bu delik sayesinde takılanın 720’lik mi yoksa 1.44’lük mü olduğunu anlıyordu… İşte bilgisayar programcısı buraya bir delik açmakla 720’likleri 1.44’lük yapmayı keşfetmişti. O zaman dikkatini eski Atari bilgisayarından kalma 360’lık disketleri çekti. 1.44’lükle aralarında hiçbir fiziksel fark olmadığını görünce, Atari’den kalma 360’lıklardan bir taneyi yeni bilgisayarına taktı. Sorunsuzca 1.44’lük olarak kabul edildiğini görmesiyle jetonu düştü… Onca yıldır hep disketlerdeki gelişme olarak sunulanların arasındaki tek fark bir delikten ibaretti. O kadar ki, yeni disket satmak için 360’lıkla 1.44’lük arasında piyasaya sürülen 720’liklerde deliği iptal etmek yetmişti… Aslında yeni nesil disketler değil, okuma hassasiyetleri ikiye katlanmış disket okuyucuları sürüyorlardı piyasaya ama sanki disketlerin kapasitesi artırılmış izlenimi veriyorlardı. Görünüşe bakılırsa içlerindeki manyetik bant aynıydı… Şekilleri şemailleri zaten aynıydı… Sadece disket okuyucular geliştiriliyor, beraberinde disket satabilmek için ya delik açılıyor veya piyasada delikliler varsa yenisinde kapatılıyordu. Tüketim ekonomisine uygundu yapılan… 360’lık delikli, 720’lik deliksiz, 1.44’lük delikli… Belli ki böyle sürüp gidecekti… Allahtan devreye CD’ler girdi de sona erdi bu delikli deliksiz hikayesi…
Disket sürücüler geliştiriliyordu ama zaten yeni sürücü almış olan kullanıcılara disket de satabilmek için halen kullanmakta oldukları disketlere kırmızı yakılıyor ve “İlerlemek istiyorsan yeni disketlerden al” deniyordu. Bir bilgisayar programcısı ise aynı yere delik açmayı akıl ederek kırmızıyı yeşile çevirmişti.
Ataköy 1. Kısım’la 2. Kısım arasındaki büyük göbekli kavşakta sağa dönüşte yayalara yol ver yazılı bir tabela vardır. Bunun nedeni, araçların karşıya geçişine yeşil ışık yandığında trafiği nispeten az olan sağa dönüşe de izin verilip yeşil yanmasıdır ama aynı zamanda sağ yoldaki yaya geçişine de yeşil yanmaktadır. Yerleştirilen o uyarı tabelasıyla sağa dönüş yapan araçların durması ve yayaların geçmesini beklemesi amaçlanmıştır. Yıllardır kullandığım bu yaya geçişinde bugüne kadar durup bekleyen iki ya da üç araca denk geldim. Diğerlerinin hepsi insanların yanından süratle geçip gitmişlerdir. Hem de el kol hareketleri yaparak, sayıp söverek “Ezerim ha…” halleriyle sürtünürcesine… Hiçbir sürücü farkında değildir yayaya yol verin yazılı tabelaların, o yüzden “Kör müsünüz, arabalara yani bize yeşil yanıyor…” halleriyle yayalara köpürmektedirler ve farkında bile değillerdir yayaların karşıya geçmesi için de yeşil yandığının. Başlarını çevirip yaya geçişi ışığına bile bakmazlarken uyarı tabelasını görmeleri mümkün mü? Arabasına kurulmuş ya gözü görmüyor kendisine yanan yeşilden başkasını, ne yayanın yeşilini, ne uyarı tabelasını, ne de kuralları getiriyor aklına. Çünkü geçirmiyor aklının ucundan kendisinden başkasını… Her zaman yayaya yol vermesi gerektiğinin ve “Yayaya yol ver” tabelası olması gerekmediğinin bile farkında değil direksiyona kurulanlar.
Denk geldiğim yol veren o araçlar yabancı plakalıydı. Büyük ihtimalle gurbetçiydiler ve ehliyet alırken öğretilmiş, can yakıcı cezalarla da belletilmişti bu önemli kural. Durup yol vermeleri için Türkçe bilmelerine, o tabelayı okumalarına bile gerek yoktu. Yapması gerekeni yapıyor ve yol veriyorlardı. Bize de öğretiliyor ehliyet alırken ama kimsenin umursadığı yok kuralları, tabelaları, yayaları. Ben kralım diyor direksiyonun başına geçen… Ve hiç aklından geçirmiyor trafik kurallarını… Çünkü ehliyet almaya yarayan bir takım bilgiler sanıyor trafik kurallarını ve unutup gidiyor… O iki üç yabancı aracın sürücüleri dışındakiler, direkte yanan yeşil olsa bile eğer yolda yaya varsa kendilerine hep kırmızı yandığını bilmiyorlardı, ya da bilmek işlerine gelmiyordu.
Bakırköy Taksim dolmuşundayım… Unkapanı Köprüsü’ne yakın bir yerde koşar adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışan el ele tutuşmuş orta yaşlardaki çifti gören şoför kırık dökük bir dille “Şuraya bak nasıl geçiyorlar… Bunları almayacaksın İstanbul’a…” diye söylenirken hızını bile kesmedi. Sadece “Ezmen mi lazım…” diyebildim. Kuralları hatırlatmanın yarasızlığının farkındaydım, tartışmak da istemiyordum… Sonraları “Belki deli, belki alil, belki geri zekaalı, belki hayattan bıkmış, belki salak, belki çolak, belki can havlinde, belki sağır, belki kör, ezmen mi gerekiyor…” demediğime hep hayıflanmışımdır. Hiç farkında bile değildi yaya karşısında kendisine hep kırmızı yandığının. Nasıl ve ne zaman olursa olsun hak edip hak etmediğine bakmadan hemen şehri sahipleniyor, şehri hak etmeyi, kendisine hep yeşil yakmak sanıyordu. Herkes gibi, hepimiz gibi…
Sekiz on yıl kadar önce “Koyu renk arabalar daha çok kaza yapıyor” diyen Avustralyalı bilginleri duyduğumdan beri kafama takılmıştır “Karşı aracın koyu renk olması bende algılama eksiklikleri yaratabilir, burada sorun yok. Ya benim arabam koyu renkse ve öteye beriye bindirerek çarpışan otoya çevirmişsem? Bunun nasıl bir açıklaması olabilir?” sorusu. Bunun tek açıklaması “Karşıdakiler koyu rengi geç algıladıkları için gelip bana çarpıyorlar” olmamalı diye düşünüyorum. Sahip olduğum arabalara baktığımda üç tane açık renk arabamla hiç kaza yapmamışken, iki koyu rengi yamru yumru yaptığımı görüyorum. Ve bu kazaların tamamı çarpışma değil, duvarlara direklere kapılara sürtmeler hatta çarpmalardı epeyce bir kısmı. Kendime bakarak ortaya koyabildiğim en akla yatkın açıklama: Koyu renk araçlar sadece karşıdakilerin algılamasında sorun yaratmıyor, aynı zamanda kaportalarının koyu bir gölge hissi uyandırması yüzünden kendi sürücülerinin de algılamasında engel oluşturuyorlar. Bir ağaç veya direk siyah arabada daha az dikkat uyandırırken, beyaz kaporta adeta ışıldak veya ayna gibi davranıyor. Kazaya yeşil ışık yakan koyu rengin sırrı bu değilse nedir?
Milyonlarca spermden sadece biri geçiş iznini alabiliyor ve kapağı içeri atar atmaz arkadan gelenlere kırmızı yakılıp hücreye girmelerine izin verilmiyor. Mücadele burada bitmiyor, ardından kromozomların hangi parçalarına yeşil ışık yakılacağına geliyor sıra. Ana babadan gelen kromozomun rastlantısal yarıları birleşip yeni canlıyı oluşturuyor. Yeşil ışığı yakalayan yarılar tamam da, seçimi kaybeden yani kırmızı kartla oyun dışı bırakılan yarılar ne oluyor? Yaşamın özünde yamyamlık mı var? Savaşı kazanıp yeni canlı olması belirlenen, yani yeşil ışık yakılan, daha en başında güçlenmek için kırmızı ışık yakılan diğer yarılarla mı besleniyor?
Eyüp Şeker
NOT: Acılar tazeyken açık olmak zor, ancak yeni acılara ardına kadar açık kapılara katlanmak daha zor. Hep olduğu gibi yine kendimizi kandırmayı seçtik. Hemen bulundu günah keçisi Kara Yolları, irili ufaklı taşlar savrulmaya başladı bir bir ardına. Ardından ortaya çıkartıldı kavşağın şeytanlığı ve başladı şeytan taşlamalar, lanet yağdırmalar… Barış’ın katili kendisidir… Bunu herkes biliyor ama kimsenin işine gelmiyor içindeki suçluyu suçlamak… Kurallara uymayarak kendisiyle birlikte iki kişiyi daha öldürmüştür. Bunu da herkes biliyor fakat kimsenin işine gelmiyor içindeki katili suçlamak. Dürüst olamıyoruz, çünkü dürüst olmamak iliklerimize işlemiş… Ne yapalım ki dürüst olmak yerine suçlu olmayı seçmişiz bir kere. Barış kendisinin ve iki arkadaşının katilidir ama onların katili de bizleriz. Bunu da herkes biliyor… Buna rağmen hiç kimse içindeki katil ortaya çıksın istemiyor. Yetmedi mi, bıkmadık mı katletmekten, yorulmadık mı katilliklerimize bahaneler uydurup durmaktan?
Bu yollar bu kavşaklar birdenbire peydahlanmadı, havadan düşmedi… Mıcırlı hatalı berbat yollar, daha beter kavşaklar bilinmedik şeyler mi? Bütün bunlar bilinmezmiş gibi delicesine araba kullanıldığı yetmiyor sanki bir de hiçbir kural takılmayarak kan gölüne çevriliyor ortalık ve başlıyor olağan şüphelilere giydirmeler, günah keçilerine öfke boşaltmalar, işaret edilen şeytanlara taş yağdırmalar. İçimizdeki ikiyüzlü şeytanı ne zamana kadar böylesine koruyup kollayabileceğiz? Ne olacak yollar düzeltilse, mıcırlar yok edilse, kavşaklara çekidüzen verilse? Yine kan gölüne çevrilemeyecek mi ortalık?
Neyiz biz?