KAZANMA HIRSI KAYBETTİRİR

KAZANMA HIRSI KAYBETTİRİR, KAZANDIRAN BAŞARMA İSTEĞİDİR

Yapacak daha iyi bir şey akıl edemeyip gidecek bir yer bulamadığım için damlamıştım Hilton Oteli’nin kumarhanesine. Birkaç kadeh viski içer vakit öldürürüm diye geçiriyordum aklımdan. Girişte mecburen alınan miktardaki jetonla poker makinelerinden birine yerleştim. Kazanmak için değil vakit geçirmek için oynuyordum. Beş on jeton kazanırsam bir süre sonra kaybediyordum. Az miktarda kazanıyor az miktarda kaybediyor ve viskimi yudumluyordum… Hemen hiç kaybım yok gibiydi… Kazanmıyordum, çünkü riske girmiyordum… Kaybetmiyordum, çünkü riske girmiyordum… Ne kazanmak ne de kaybetmekti derdim… Birkaç duble viskiyi ucuza getirip vakit öldürmekti bütün amacım.

Geçmiş zaman, yanılmıyorsam üçüncü viskiyi içiyordum ki yanımdaki makineye bir adam oturdu ama daha yerleşirken “Makineyi çözdün galiba…” deyince düşünmeye başladım. Kaç saattir oynuyordum ve jetonlarım eksilmemişti bile… Makineyi çözdüğümün farkında olduğum söylenemezdi… Ne makineyi çözmeyi aklımdan geçirmiştim ne de kazanmaya çalışmıştım… Viski içip çerez atıştırıyor, sadece vakit öldürüyordum… Hepsi bu… Eğer bir sır çözdüğümden söz edilecekse, bu kazanma hırsına kapılmamaktan ibaretti.

Yanıma gelip “Makineyi çözdün galiba…” diye soran adamın tavırlarından güvenlik şefi gibi bir konumu olduğunu anlamak zor değildi. Evet kumarhane yöneticilerinin bakışıyla makineyi çözmüştüm ama bana göre sadece içtiğim viskileri ucuza getirip vakit öldürmenin yolunu bulmuştum. Aslında makineyi çözmüşlüğüm falan yoktu, sadece, ayarları kazanma hırsına göre yapılmış makinelerde kazanma hırsına kapılmadan oynanırsa kaybedilmeyeceğini keşfetmiştim. Makine “Ya iki katı ya da hiç” dediğinde “Hadi oradan ver 4 jetonumu” deyip viskimden bir yudum alıyordum. Ancak kesine yakın kazanma fırsatını yakaladığımda “Ya iki katı ya da hiç” restini görüyor “Bastır bakalım 20 jetonu” falan diyordum kazanma hırsına göre programlanmış makineye.

Azıcık jetonla makinenin başında saatlerce oturmamın kumarhane sorumlularının dikkatini çekmemesi mümkün değildi. Merak etmişlerdi ve uzaktan bakmakla meraklarını gideremediklerini görünce de lacilerinin içindeki kilolu bir yetkili yanımda almıştı soluğu. Hile mi yapıyor, makineyi mi soyuyor gibi şüphelerle hareket ettikleri açıktı. Kırk yıl düşünseler kazanmak istemeyen biri gelmezdi akıllarına.

Makinelerin ayarlarının değiştiğini sanmıyorum, muhtemelen bugün de aynıdır. Çünkü kumarhaneleri kazanma hırsıyla dolu olanlar doldurur, makinelere “Para para para” diyenler saldırır. İşletmecilerin dolayısıyla da makine üreticilerinin alıştığı da istediği de işin normali de budur. Bunun aksi durumlar garip karşılanır, şüphe uyandırır. Benim gibi… Akıllarına hiç getirmemişlerdir hangi düşünceyle oynadığımı. Nasıl akıl edebilirlerdi ki? Benim gibi kazanmak istemeden oynayan birine denk gelmek kolay olmasa gerek.

Yeterince içtiğime karar verip kalkmaya hazırlanırken “Bu jetonları kaybetsem iyi olur. Neme lazım, bir dahaki gelişimde gıcıklık mıcıklık yaparlar…” deyip jetonları 10’ar 20’şer atıp kaybetmiş, öyle çıkmıştım kumarhaneden.

Ne yazık ki bir daha gitmek kısmet olmamıştı, çünkü bir süre sonra kapatılmıştı kumarhaneler… Şirinlik yapayım, sempatik görüneyim derken hemen hemen giriştekine denk jetonlarım boşu boşuna gitmişti…

İlk kez gitmiyordum kumarhaneye ama öncekilerin hepsinde hırsla saldırmış kısa sürede kaybetmiştim bütün jetonlarımı. Değişmez bir kuraldı bu… Tabii sonuncusuna kadar…

Toksinsel Birikimlerin Karaciğere Neler Ettiği sorunsalında ve de Göbek Şişirmenin Kilosal Artışlarla Bağlantısı mevzuunda ve de bu ikisinin birbiriyle ilişkisi konusunda müthiş bir buluş yapmış durumdayım. Oscar’ı, Nobel’i, Pulitzer’i, Erik Festivali Birinci Erikliğini, En Sorunsal Değindirmeli Durumsallarla Bakarken Kiraz Tatma Birinciliğini, Altın Portakalı, Altın Kozayı, Karpuz Kabuğu Denize Düştü mü Düşmedi mi Karar Verme Merkezi Karar Vericiliği Onursal Karar Verici Ödülünü, Altın Palmiye’yi, Altın Ayı’yı, Bar Taburesine En Güzel Tüneyen Kelaynaklığı, Martılara En Güzel Simit Atma Ödülünü (Yolun Yarısını Geride Bırakalı Çok Olanlar kategorisindekini) falan, hatta bir söylentiye göre ödülümü vermek için Mars’ın Dünyaya yakın konuma gelmesini bekleyen yeşil adamların takdim edeceği Kızıl Mars Kumu ödülünü bile, yani ne var ne yok bütün ödüllerin tamamını garantilemiş durumdayım. Hidayete erdiğimden midir nedir “Terleyeceksin kardeşim…” dedim kendi kendime. Yaptığım keşif bu… Ne keşif ama… Toksinleri atmak, yağları eriyik kıvamına getirip kurtulmak için terlemeyi keşfettim ve de bütün her bir ödülü garantilemiş oldum di mi?.!

Hemen atladım üzerine ama kondisyon bisikletinde pedal çevirmeyi anlamsız hatta şavalakça bulmaya başlamam çok sürmedi. Ha babam de babam çevir dur… Garip bir durum… Pedallara yüklenirken kitap okumaya çalışıyorum, o da sarmıyor… Belli ki çiklet çiğnerken yürüyemez denilenlerdenim, ya okumaya dalıp pedal çevirmeyi bırakıyorum, ya da pedal çevirirken hülyalara gömülüyor kendimi türkuaz suların yaladığı kumsallarda ya da kızılağaçlarla kaplı ürperten esintili Karadeniz yamaçlarında falan buluyor ve de tek satır okuyamıyorum. Neyse ki bu bisikletten düşmek mümkün değil ama ben yine de bunu başaracağıma dair kesin kanılara sahip olmaya başladım. Azmedersem başaracağımdan eminim… Hem George Bush’tan ne eksiğim var, di mi? Baktım benden bisikletçi falan olması mümkün değil, ben aleti değil, alet beni zorlamalı dedim ve de gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı malum aleti satın aldım. Şekilde görüldüğü gibi böylece ikinci kez her bir ödülü garantilemiş oldum. Di mi?

Gidilemeyen yürüyüşlerin yapıldığı aleti aldığımdan beri hep gözümün önünde beliriveriyor liseden bir arkadaşın köpeğine antrenman yaptırışı. Honda 125 motosikleti vardı bizimkinin, bir de yavruluk aşamasından henüz kurtulamamış Alman Kurdu. “Bu iti öyle bir hale getireceğim ki, ne uçan ne de kaçan kurtulabilecek elinden. Müthiş bir köpeğim olmalı, peşine düştüğünü kesin haklamalı…” diyen bizimkisi, garibim kurdu motorunun arkasına bağlar gaza yüklenmeye başlardı. Arada döner arkaya bakar hızlanıp hızlanmayacağına karar verirdi. Yeterli bulup durduğunda, üzerinde tavada yumurta yapacak kızgınlığa erişmiş olurdu garibim Alman Kurdu. Geçmiş zaman, Kurt mu elinden alındı yoksa motoru mu sattı tam hatırlayamıyorum. Şurası açık ki, bu, motor+sahip+köpek bileşimi bir şekilde bozulmayacak olsaydı ya motorun ya köpeğin ya da kendisinin ilişiği kesilecekti yaşamla. Ya da üçü birden çıkacaktı ıskartaya… İşte ne zaman yürüyüş bandının üzerine çıksam bu olay geliyor aklıma. Dilim bir karış uzamış şekilde nefes nefese makineye ayak uydurmaya çalışırken “Bu kadar hırs yapmasam iyi olacak. Yığılıp kalacağım…” demeden edemiyorum.

Aslında bunca hırs yaptım, ne zamandır tepiniyorum, ne göbekte küçülme ne de kantarın ibresinde düşme oldu. Nasıl olsun ki… Sonrasında bir tencere pilavı indirirsem mideye, “Az oldu, kuru fasulyeyi bundan böyle kazanda yapsam iyi olur” dersem mümkün mü? Her şeye rağmen kafam biraz çalışır, şeytana uymaya son verip bütün tavuğu yarıma, kızarmış patatesi de bir kiloya indirdim. Henüz etkisini görmesem de öğünlerdeki eski miktarlara çıkmamaya kesin kararlıyım.

Dolandırıcıların en sevdiği şeydir hırs ama onlar başkalarının hırslarıyla ilgilenirler. Karşılarındaki kişi ne kadar hırslıysa salladıkları zokayı o kadar kolay yutacağını iyi bilirler. Yeteneklerini fazla zorlamalarına gerek kalmaz hırslıları avlayabilmek için. Hırslıların en belirgin özelliğinin, elde edeceklerini düşündükleri şeye kilitlenip kalmaları ve bunun dışındaki hiçbir şeyi görmez hale gelmeleri olduğunu iyi bilirler. Bilmiyorum yine yapılıyor mu “Tebrikler, tatil kazandınız…” halleriyle sokaktaki insanları tuzağa düşürme üzerine kurulu pazarlamalar, daha doğru deyimle kazıklamalar. Bu hamleleri, “Benim ne özelliğim var, neden kazanıyorum?” diye karşılamayan zokayı yutuyor demektir. Tuzağa düşüp imzayı basanlar çok olmuş, epey kurbandan söz edilmişti yayın organlarında. Hatta aralarında ünlüler bile vardı… Aslında pazarlamacıların uyguladıkları yöntem illüzyonistlerin numaralarını gizlerken yaptıklarıyla aynı. Karşılarındakinin dikkatini numaralarından uzak bir noktaya çekerek aldatmacalarının fark edilmemesini sağlıyorlar. Malum eski numaradır, “Cambaza bak…” diyen cepçiler de aynı taktiği uygular, politikacılar da… Hırslı kumarbazlar ise bu kurnaz gözbağcıların en iyi müşterileridir.

Fabrika çıkışlı otomobillerde birkaç hafta sıra beklendiği günlerdi. Doğal olarak serbest piyasada epeyce fark konularak satılıyorlardı. Çevremden biri “Bir arkadaşımın babası galericilik yapıyor, o bana fabrika fiyatından Renault 11 verecek… Parayı verirsem bir hafta sonra alacağım arabayı…” dediğinde “Neden veriyor? Kimin nesidir, ne kadar tanıyorsun? Kolayca satacağı arabadan kazanabileceği paradan niye vazgeçsin?” şaşkınlığıyla tepki göstermiştim. Aslında neredeyse hiç tanımadığı insanlardı ve kaarsız araba vermeleri için en küçük sebep yoktu. Piyasaya yeni çıkan spor görünüşlü Renault 11’e çarpılmıştı ve gözü başka şey görmüyordu. Ne kadar, yapma etme parayı verme dediysem de dinletemedim. Kafaya takmıştı bir kere, gözü hiçbir şey görmüyordu, parayı kaptırdı… Tabii ne araba vardı ortalıkta, ne de olacağına dair tek işaret. Para kurtarılıncaya kadar az uğraşılmadı. Halen daha şaşırırım o paranın nasıl geri geldiğine…

Marmara Ereğlisi’ne gidiyordum… Bir Opel Manta’yla kapıştık… Hırs yapmam için yeterli sebepti bu… Çünkü rallilerde sözü edilen arabaydı Manta… Bende Flash vardı… Bir o geçiyor bir ben… Kelle koltukta kaptırmış ölümüne gidiyorduk ikimiz de… Kendime gelmek için Tekirdağ’a bir iki kilometre kaldı yazılı tabelayı görmem gerekmişti. Öyle hırslanmıştım ki Marmara Ereğlisi’ni geçtiğimi onlarca kilometre sonra ancak fark edebilmiştim. Kazanma hırsı çok fazla kör eder insanı, kilitlendiği hedeften başkasını görmez hale getirir tutsak ettiğini…

Birkaç gün önce gazetede gördüğüm erkeklerin tek elle araba kullanmasıyla ilgili araştırma ilginçti fakat sanki eksik kalmış gibiydi. Erkeklerin tek elle araba kullanmasının kalıtımsal bir nedeni de olamaz mı sorusu takıldı aklıma. Yüzyıllar boyunca at üstünde savaşan avlanan atalarımızdan bize miras kalmış olabilir mi bu davranış? Bir el atın koşumlarında diğeri silaha yapışmış halde dolaşan atalarımızı göz önünde bulundurmak gerekmez mi? At üzerinde olmadıklarında da muhakkak farklı araçlar vardır her bir elde. Kılıç kalkan gibi… Çalışırken de benzeri durum vardır ve çoğunlukla iki el farklı işlevlidir erkeklerde… Tarlada bir el koşumlarda bir el sabanda, örste demir döverken bir elde çekiç bir elde kısaç gibi… Oysa kadınlarda çoğunlukla iki el de aynı işi yapmıştır ve kadınlar için at üstünde olmak, savaşmak pek söz konusu değildi. Erkeklerdeki bu tetikte bulunma hali, diğeri direksiyondayken bir elin viteste durması, silahı tutmaya benzetilebilir mi? Bir el atta, diğeri silahta…

Doğaları gereği, erkek kazanmanın, kadın başarmanın peşindedir… Erkek kazanıp hükümdarlığını sürdürmek, kadın ise başarıp soyu devam ettirmeyi ister… Kazanmakla başarmak arasındaki temel fark budur. İstek yerine hırsı seçmenin yıkıcılığı getireceği de kesin gibidir. Hırsın tutsağı olmuş birinin ya kendine ya da başkalarına zarar vermesi kesin gibidir ve bunun sayısız örneğini görmek için geçmişe öylesine göz atmak bile yeterlidir.

Ve bizler avcıyız… Öne dönüktür gözlerimiz… Doğadaki avcılarda, burun da gözler gibi kulaklar gibi ileri bakar… Tek amacı avlamak olan avcılar, bütün duyularını seferber eder avı için. Oysa bizler zekamız sayesinde bütün duyularımıza ihtiyaç duymayız pek çok şey için. Aşağı dönüktür burun deliklerimiz… Çünkü av için kullanmayız burnumuzu, yiyeceğimize yöneliktir bu duyumuz. Başta gözler olmak üzere burun ve kulakların ne kadar öne dönük olduğu avcılıktaki yeteneğin göstergesidir.

Dört bir yandan gelebilecek avcı tehlikesi yüzünden yandadır av olanların gözleri. Her an avlanabileceklerini bildiklerinden etrafı kolaçan edip dururlar. Oysa avcıların meziyeti hedefe kilitlenmektir. O kadar ki, aynı türde en göze batan farklılıklar, aynı zamanda ne kadar avcı olduğunun da göstergesidir. Avcı olmanın göstergesi sayılan gözlerin ve kulakların daha fazla öne dönüklüğü, en iyi köpeklerde görülür. Kimi köpeklerde gözler ve kulaklar yanlara dönükken, kimilerinde öne bakar. Gözleri kulakları öne bakan köpekten sakınmak gerektiğinin çok kişi farkındadır. Tabii böyle olmayanlardan korkmamak gerektiğinin de…

Yani biz avcıyız, yani saldırganız, yani hırslıyız… Bildiğimiz en yok edici canlı olduğumuzu iyi biliriz… Kazanma hırsına kapılmayıp başarma isteğiyle hareket edenlerimiz olmasaydı çoktan yok etmiştik soyumuzu…

Hırs her düzeydeki insanda, dolayısıyla dahilerde de vardır. “Deha uzun bir sabırdır” diyen Thomas Edison ve çılgın bilim adamı tiplemesine tam anlamıyla uyan Nikola Tesla arasındaki fark buna iyi bir örnektir. Edison buluşlarını pazarlamak için her şeyi yaparken N.Tesla kazanıp kazanmamaya kafa bile yormuyordu. Tek amacı başarmak olan Tesla’nın dehasına o kadar çok şey borçludur ki insanlık… Elektrik ve elektroniğin temelleri onun bulduğu sistemler üzerinde kuruldu geliştirildi ve geliştirilmeye devam ediyor. Oysa T.Edison hep kazanmak istiyordu, kazandı ve buluşlarının hemen hepsi dönemleriyle birlikte bitip kapandı.

Edison’un kazanma hırsını anlatan güzel bir olay vardır ki günümüz hayvanseverlerinin tüylerini diken diken etmeye yeter. Şehir şebekesi için Tesla’nın bulduğu alternatif akımın seçilmesine engel olmak istiyor, doğru akımla işlettiği kendi sistemini kabul ettirmeye çalışıyordu. Bunun için direkler dikip kablolar döşeyerek birkaç sokağı aydınlatması yetmemiş olmalıydı. Alternatif akımın çok tehlikeli olduğunu gösterirse seçilmesine engel olabileceğini düşünüp yakaladığı sokak köpeklerine alternatif akım vererek terki diyar eyletti. Kazanamadı ama bunun nedeni köpekleri kızartmasının tepki görmesi değil, yerleştirmeye çalıştığı doğru akımın olumsuz yanları çokken, Tesla’nın alternatif akımının epeyce üstün özelliğinin bulunmasıydı. T.Edison kendi şebeke sistemini kabul ettirmek için bunları yaparken N.Tesla’nın umurunda bile olmadığından hiç kuşku duymam. Bir zamanlar ücretli elemanı olan Tesla dönüp bakmamıştır bile bu kabul ettirme kapışmasına… Eminim ki, O, çoktan yeni fikirlerinin peşine takılmıştı, yeni yeni “Nasıl başarırım…”larına cevap arıyordu.

Edison kazanıyor, Tesla başarıyordu ve bunu çok güzel belgeleyen bir fotoğraf bıraktı arkasında.

Sandalyeye oturmuş bacak bacak üstüne atmıştır… Etrafından birkaç metre uzunluğunda elektrik şerareleri akmaktadır… Yüzünde ise müthiş bir gülümseme vardır Nikola Tesla’nın.

Akio Morita 2. Dünya savaşının yıkımıyla dümdüz olmuş bir yerden, küllerin yıkıntıların arasından Sony’yi nasıl çıkarttığını anlatır bir solukta okuduğum Made In Sony adlı kitapta.

Geçmiş zaman, doğru hatırlamıyor olabilirim ama yanılmıyorsam yolculuğunun başlangıcı şöyleydi: Çalıştığı fabrika kapanmış işsiz kalmıştır. Evde oturup durmasına daha fazla dayanamayan karısının “Ne oturuyorsun öyle miskin miskin, yapacak şey bulamıyorsan git fabrikanın kapısını süpür…” diye paylamasıyla silkinip savaşın küllerini atar üstünden ve başarmaya başlar.

Sony böyle doğdu diye anlatır Akio Morita…

Başarmıştır ve ödülü de kazanmak olmuştur Bay Sony’nin. Ne oluyor nesli mi tükendi Bay Sony gibilerin? Artık kimseden duyulmuyor başarmak, herkes kazanmak diye tutturmuş, paralanıp duruyor.

Birkaç ay önce Teknoloji TV’de giyilebilir bilgisayarlar üzerinde çalışan firmanın yetkilisiyle konuşan muhabiri görünce pür dikkat kesildim. Şu fondan bu kadar para aldık, bilmem ne kadar kredi kullandık, şu kadar hızlı büyüyoruz diyen firma yetkilisine de, finans dışında ilgi alanı olmadığı izlenimi veren muhabire de fazla katlanamamıştım. Kazanmaktan söz eden sürüyle finans kanalı var, siz adınıza uygun olandan yani konunun teknolojik boyutundan söz edin, yani başardıklarınızı anlatın diye yakınarak değiştirmiştim kanalı. Tüm hevesimin kaçması için birkaç saniye yetmişti. Açtığım kanal Teknoloji TV, konu ise en yeni teknolojilerden biriydi ama işin finansal boyutunu konuşuyorlardı karşımdakiler. Yani başarmaktan değil kazanmaktan söz ediyorlardı…

Dünya öyle bir hale geldi ki kazanmak her şey sayılıyor artık… Bizim Mucitler programının bir bölümüne katılan büyük bir ABD teknoloji firmasının temsilcisi, tanıtımını tamamlamış yarışmacıya “Kaç yıl garanti veriyorsunuz?” diye sorduğunda salonu kaplayan sessizlik hiç gözümün önünden gitmiyor. Allahtan sunucu devreye girip konuyu asıl düzlemine çekmişti yeniden. En başarılı mucidin arandığı programda bir mucit icadından söz ediyor, dev bir firmanın ilgilisi icattaki Dolarizasyonun derdinde. Şaka gibiydi…

Çevresinden şerareler akarken yüzündeki gülümsemeyle sandalyesine kurulmuş Nikola Tesla gibi bir poz veremedikten sonra Dünyayı kazansan ne olacak?


Eyüp Şeker

YA BİLGİN YOKSA

KIRMIZIYI YEŞİLE YEŞİLİ KIRMIZIYA ÇEVİRMEK


Ayar bakan terazinin işe yaramazlığını ortaya çıkartan imalatçı için o tespiti yapması şaşırtıcı sayılmazdı. Zira başka bir nedenle katkı konusuna çok kafa yormuş aylarca çözüm bulmaya çalışmıştı.

İmalat sistemi yüzünden çalıştığı malzemenin üçte birinden fazlası toz ve talaş oluyordu. Bir sonraki sipariş için eritiliyordu bu tozlar ama yeni sipariş aynı ayar ve renkte değilse dönüştürmek sorun yaratıyordu. 14 ayar kırmızı altından kalan talaşlar, yeni sipariş 14 ayar veya 18 ayar yeşil altınsa dönüştürme işinin içinden çıkmanın bilinen bir hesabı yoktu. Zira kırmızı altının %75’i bakır %25’i gümüş… Oysa yeşil altında %75 gümüş %25 bakır olması gerekiyor. Yani tam tersi miktarlar söz konusu ve hurda talaşların içindeki fazla bakır alınamayacağına göre, %25 gümüş miktarını %75 yapmaya yetecek kadar saf altın eklemek gerekiyor. Ne kadar saf altın koyarsam %75 bakırlı alaşımı %75 gümüşlü yapabilirim sorusuna kafa patlatıp durmuştu. İmalatçıların kullandığı ayar yükseltme formülü vardı, fakat katkı oranlarını yükseltmenin değiştirmenin bilinen bir hesabı yoktu…

Çevresinde bu matematik hesabını yapmayı bilen birini bulamadı… Bir liseye veya dershaneye gidip sormayı akıl edememişti… O zamanlar ne internet ne de Google vardı… Üçlü orantıyı bilmiyorsam o zaman ben de tersten hareketle Pi sayısı gibi sabit bir sayı bulurum deyip başladı hesap yapmaya. İçindeki miktarları bildiği alaşımların birbirine oranını bulmaya çalışıyordu. Sabahlara kadar yaptığı hesaplar sonrasında 14 ayar ve 18 ayar için birer sabit sayı bulmayı başardı.

Oturdu Amstrad 128 bilgisayarında bir program yazmaya başladı. Elinde ne program kitabı vardı ne de programlamaya dair en küçük bilgisi… Bilgisayarla tanışmasına vesile olan ve Basic’ten söz edip duran arkadaşından öğreniyordu komutları… Bir de yazılmış programları inceleyerek anlamaya çalışıyordu… Günlerce sabahlara kadar yeşil ekranın karşısında kafa göz yararak ve işinden gücünden edip durduğu arkadaşını zırt pırt telefonla arayarak sonunda yazmayı başardı programı. Eriteceği altınların ayarlarını gümüş bakır oranlarını teker teker girdikten sonra, yapılacak ayarı ve gereken gümüş bakır oranlarını yazıyordu. Eğer katkılarda fazlalık söz konusuysa ne kadar saf altın ilave etmesi ve ne miktarda gümüş ya da bakır eklemesi gerektiğini gösteriyordu bilgisayar.

Bilgisizliğini sabahlara kadar iflahı sökülürcesine hesap yaparak gidermişti. Buna rağmen ortaya çıkardığı yazılım, çektiği eziyetlere fazlasıyla değmişti. Bilgisizliği yüzünden, lise öğrencilerinin kolayca çözebileceği bir matematik probleminin sonucuna çok zor yoldan ulaşabilmişti ve buna benzer durumları program yazarken de yaşamıştı. Bilmediği bir komutla karşılaştığında hep sapa ve uzun yollardan çözüme ulaşmaya çalışıp durmuştu. Sonunda varması gereken yere varıyordu ama canı çıkıyordu. Bilgisiz başın cezasını yine baş çekiyordu. Bir de, bilgisizliğin başarısızlıkta baş etken olduğunu, bilgisiz başın çoğunlukla sonuca ulaşamayacağını çok sağlam şekilde yani yaşayarak öğreniyordu. Bilgisizlikten kaynaklanan çaresizlikleri yaşayıp durmaktan daha iyi ne öğretebilir bilginin değerini?

Çok zor yoldan, kırmızıyı yeşile yeşili kırmızıya çevirmenin kolay yolunu bulmuştu…

İlk kez Amstrad 128 bilgisayarında yazdığı bu programı sonraki Bilgisayarı Atari 512’de yeniden yazdı. Aslında yazdığı programı bugünkü Exell’de hazırlamak birkaç dakikasını almaz insanın. Daha ilginci, ilkel de olsa Exell benzeri bir program vardı Atari’de ama o, formülleri hücrelere yerleştirmek yerine programı yeniden yazmayı yeğlemişti. Başarmanın keyfi her şeye değiyordu.

Hiç farkında bile değildi yaptığının bir ilk olduğunun ve gerçekte ne anlama geldiğinin… Atari’nin temsilciliğindekiler “Bugüne kadar bilgisayarı sizin gibi yoğun kullanan birini görmedik” dediğinde de fazla önemsememişti. Aradan yıllar geçtikten sonra ancak kavrayabildi yaptığının anlamını. Dünyanın en önemli bilgisayarcısının bu programdan çok etkilendiği rivayeti bile ulaşmıştı kendisine.

Onun için önemli olan kırmızıyı yeşil yapmaktı. Bir de bilgisizliğini bilgiye dönüştürmeyi başarmıştı.

Bilgisizlik önemli bir şey daha sağlar: Ne olacak cahil cesaretini… Atari bilgisayarının, disketleri tek taraflı okuyan 360 kilobyte’lık disket sürücüsüne takmıştı kafasını. 360 kilobyte kayıt yapabildiğim disketlerimi 720 kilobyte olarak kullanabilir miyim cinliğine kapılmıştı. Kurnazlıkta zirve yaptığı bir anda “Tıpkı plakların iki yüzünü dinlemek gibi… Neden olmasın? Makine iki yüzü okuyamıyorsa o zaman ben de manyetik bandı plaklar gibi altüst ederim…” deyip girişti… Plastik disket koruyucusunu açıp içindeki yuvarlak manyetik bandı ters çevirme fikrini hemen uygulamaya koymuştu. Plaklarda olduğu gibi diyordu… Açtı disketi ve incelerken jetonu düştü. Sadece disket sürücü iki yüzü de okuyabildiği için kapasite ikiye katlanmıştı. Yani yuvarlak manyetik bant hep aynı yöne dönüyordu. Oysa manyetik bandı alt üst etmek okunma yönünü tersine çevirmek demekti.

Cin fikirliliği gerçeğe toslamış, yanan kırmızıyla durdurulmuştu. Kendisine “Kurnazlığın alemi yok, kırmızıyı yeşil yapmak istiyorsan git 720’lik disket sürücü al…” diyecek kadar aklı vardı.

Hayli enteresan bir konudur disket meselesi. Aradan geçen zamanla PC bilgisayarlar ve 1.44’lük disketler doldurmuştu piyasayı. Herkesin elinde epeyce 720’lik disket vardı ama 1.44’lükler fazlasıyla cazipti. Az şey değildi iki kat kapasite, çaresizce yeni 1.44’lük disketlerden satın alınıyordu. Tanıdık bir bilgisayar programcısı “Ben 720’lik disketleri 1.44’lüğe çevirmenin yolunu buldum. 720’lik disketin sol alt köşesine 4 milimlik bir delik açınca disket okuyucu 1.44’lük kayıt yapıyor” deyince elindeki disketleri incelemeye başladı. Durumu fark etmesi çok sürmedi… Bütün disketlerde sağ dış köşede açılır kapanır kayıt engelleyici delik vardı. 1.44’lük disketin karşı köşesinde sabit bir delik daha varken 720’likte yoktu. Aslında disket sürücüsü bu delik sayesinde takılanın 720’lik mi yoksa 1.44’lük mü olduğunu anlıyordu… İşte bilgisayar programcısı buraya bir delik açmakla 720’likleri 1.44’lük yapmayı keşfetmişti. O zaman dikkatini eski Atari bilgisayarından kalma 360’lık disketleri çekti. 1.44’lükle aralarında hiçbir fiziksel fark olmadığını görünce, Atari’den kalma 360’lıklardan bir taneyi yeni bilgisayarına taktı. Sorunsuzca 1.44’lük olarak kabul edildiğini görmesiyle jetonu düştü… Onca yıldır hep disketlerdeki gelişme olarak sunulanların arasındaki tek fark bir delikten ibaretti. O kadar ki, yeni disket satmak için 360’lıkla 1.44’lük arasında piyasaya sürülen 720’liklerde deliği iptal etmek yetmişti… Aslında yeni nesil disketler değil, okuma hassasiyetleri ikiye katlanmış disket okuyucuları sürüyorlardı piyasaya ama sanki disketlerin kapasitesi artırılmış izlenimi veriyorlardı. Görünüşe bakılırsa içlerindeki manyetik bant aynıydı… Şekilleri şemailleri zaten aynıydı… Sadece disket okuyucular geliştiriliyor, beraberinde disket satabilmek için ya delik açılıyor veya piyasada delikliler varsa yenisinde kapatılıyordu. Tüketim ekonomisine uygundu yapılan… 360’lık delikli, 720’lik deliksiz, 1.44’lük delikli… Belli ki böyle sürüp gidecekti… Allahtan devreye CD’ler girdi de sona erdi bu delikli deliksiz hikayesi…

Disket sürücüler geliştiriliyordu ama zaten yeni sürücü almış olan kullanıcılara disket de satabilmek için halen kullanmakta oldukları disketlere kırmızı yakılıyor ve “İlerlemek istiyorsan yeni disketlerden al” deniyordu. Bir bilgisayar programcısı ise aynı yere delik açmayı akıl ederek kırmızıyı yeşile çevirmişti.

Ataköy 1. Kısım’la 2. Kısım arasındaki büyük göbekli kavşakta sağa dönüşte yayalara yol ver yazılı bir tabela vardır. Bunun nedeni, araçların karşıya geçişine yeşil ışık yandığında trafiği nispeten az olan sağa dönüşe de izin verilip yeşil yanmasıdır ama aynı zamanda sağ yoldaki yaya geçişine de yeşil yanmaktadır. Yerleştirilen o uyarı tabelasıyla sağa dönüş yapan araçların durması ve yayaların geçmesini beklemesi amaçlanmıştır. Yıllardır kullandığım bu yaya geçişinde bugüne kadar durup bekleyen iki ya da üç araca denk geldim. Diğerlerinin hepsi insanların yanından süratle geçip gitmişlerdir. Hem de el kol hareketleri yaparak, sayıp söverek “Ezerim ha…” halleriyle sürtünürcesine… Hiçbir sürücü farkında değildir yayaya yol verin yazılı tabelaların, o yüzden “Kör müsünüz, arabalara yani bize yeşil yanıyor…” halleriyle yayalara köpürmektedirler ve farkında bile değillerdir yayaların karşıya geçmesi için de yeşil yandığının. Başlarını çevirip yaya geçişi ışığına bile bakmazlarken uyarı tabelasını görmeleri mümkün mü? Arabasına kurulmuş ya gözü görmüyor kendisine yanan yeşilden başkasını, ne yayanın yeşilini, ne uyarı tabelasını, ne de kuralları getiriyor aklına. Çünkü geçirmiyor aklının ucundan kendisinden başkasını… Her zaman yayaya yol vermesi gerektiğinin ve “Yayaya yol ver” tabelası olması gerekmediğinin bile farkında değil direksiyona kurulanlar.

Denk geldiğim yol veren o araçlar yabancı plakalıydı. Büyük ihtimalle gurbetçiydiler ve ehliyet alırken öğretilmiş, can yakıcı cezalarla da belletilmişti bu önemli kural. Durup yol vermeleri için Türkçe bilmelerine, o tabelayı okumalarına bile gerek yoktu. Yapması gerekeni yapıyor ve yol veriyorlardı. Bize de öğretiliyor ehliyet alırken ama kimsenin umursadığı yok kuralları, tabelaları, yayaları. Ben kralım diyor direksiyonun başına geçen… Ve hiç aklından geçirmiyor trafik kurallarını… Çünkü ehliyet almaya yarayan bir takım bilgiler sanıyor trafik kurallarını ve unutup gidiyor… O iki üç yabancı aracın sürücüleri dışındakiler, direkte yanan yeşil olsa bile eğer yolda yaya varsa kendilerine hep kırmızı yandığını bilmiyorlardı, ya da bilmek işlerine gelmiyordu.

Bakırköy Taksim dolmuşundayım… Unkapanı Köprüsü’ne yakın bir yerde koşar adımlarla karşıdan karşıya geçmeye çalışan el ele tutuşmuş orta yaşlardaki çifti gören şoför kırık dökük bir dille “Şuraya bak nasıl geçiyorlar… Bunları almayacaksın İstanbul’a…” diye söylenirken hızını bile kesmedi. Sadece “Ezmen mi lazım…” diyebildim. Kuralları hatırlatmanın yarasızlığının farkındaydım, tartışmak da istemiyordum… Sonraları “Belki deli, belki alil, belki geri zekaalı, belki hayattan bıkmış, belki salak, belki çolak, belki can havlinde, belki sağır, belki kör, ezmen mi gerekiyor…” demediğime hep hayıflanmışımdır. Hiç farkında bile değildi yaya karşısında kendisine hep kırmızı yandığının. Nasıl ve ne zaman olursa olsun hak edip hak etmediğine bakmadan hemen şehri sahipleniyor, şehri hak etmeyi, kendisine hep yeşil yakmak sanıyordu. Herkes gibi, hepimiz gibi…

Sekiz on yıl kadar önce “Koyu renk arabalar daha çok kaza yapıyor” diyen Avustralyalı bilginleri duyduğumdan beri kafama takılmıştır “Karşı aracın koyu renk olması bende algılama eksiklikleri yaratabilir, burada sorun yok. Ya benim arabam koyu renkse ve öteye beriye bindirerek çarpışan otoya çevirmişsem? Bunun nasıl bir açıklaması olabilir?” sorusu. Bunun tek açıklaması “Karşıdakiler koyu rengi geç algıladıkları için gelip bana çarpıyorlar” olmamalı diye düşünüyorum. Sahip olduğum arabalara baktığımda üç tane açık renk arabamla hiç kaza yapmamışken, iki koyu rengi yamru yumru yaptığımı görüyorum. Ve bu kazaların tamamı çarpışma değil, duvarlara direklere kapılara sürtmeler hatta çarpmalardı epeyce bir kısmı. Kendime bakarak ortaya koyabildiğim en akla yatkın açıklama: Koyu renk araçlar sadece karşıdakilerin algılamasında sorun yaratmıyor, aynı zamanda kaportalarının koyu bir gölge hissi uyandırması yüzünden kendi sürücülerinin de algılamasında engel oluşturuyorlar. Bir ağaç veya direk siyah arabada daha az dikkat uyandırırken, beyaz kaporta adeta ışıldak veya ayna gibi davranıyor. Kazaya yeşil ışık yakan koyu rengin sırrı bu değilse nedir?

Milyonlarca spermden sadece biri geçiş iznini alabiliyor ve kapağı içeri atar atmaz arkadan gelenlere kırmızı yakılıp hücreye girmelerine izin verilmiyor. Mücadele burada bitmiyor, ardından kromozomların hangi parçalarına yeşil ışık yakılacağına geliyor sıra. Ana babadan gelen kromozomun rastlantısal yarıları birleşip yeni canlıyı oluşturuyor. Yeşil ışığı yakalayan yarılar tamam da, seçimi kaybeden yani kırmızı kartla oyun dışı bırakılan yarılar ne oluyor? Yaşamın özünde yamyamlık mı var? Savaşı kazanıp yeni canlı olması belirlenen, yani yeşil ışık yakılan, daha en başında güçlenmek için kırmızı ışık yakılan diğer yarılarla mı besleniyor?


Eyüp Şeker

NOT: Acılar tazeyken açık olmak zor, ancak yeni acılara ardına kadar açık kapılara katlanmak daha zor. Hep olduğu gibi yine kendimizi kandırmayı seçtik. Hemen bulundu günah keçisi Kara Yolları, irili ufaklı taşlar savrulmaya başladı bir bir ardına. Ardından ortaya çıkartıldı kavşağın şeytanlığı ve başladı şeytan taşlamalar, lanet yağdırmalar… Barış’ın katili kendisidir… Bunu herkes biliyor ama kimsenin işine gelmiyor içindeki suçluyu suçlamak… Kurallara uymayarak kendisiyle birlikte iki kişiyi daha öldürmüştür. Bunu da herkes biliyor fakat kimsenin işine gelmiyor içindeki katili suçlamak. Dürüst olamıyoruz, çünkü dürüst olmamak iliklerimize işlemiş… Ne yapalım ki dürüst olmak yerine suçlu olmayı seçmişiz bir kere. Barış kendisinin ve iki arkadaşının katilidir ama onların katili de bizleriz. Bunu da herkes biliyor… Buna rağmen hiç kimse içindeki katil ortaya çıksın istemiyor. Yetmedi mi, bıkmadık mı katletmekten, yorulmadık mı katilliklerimize bahaneler uydurup durmaktan?

Bu yollar bu kavşaklar birdenbire peydahlanmadı, havadan düşmedi… Mıcırlı hatalı berbat yollar, daha beter kavşaklar bilinmedik şeyler mi? Bütün bunlar bilinmezmiş gibi delicesine araba kullanıldığı yetmiyor sanki bir de hiçbir kural takılmayarak kan gölüne çevriliyor ortalık ve başlıyor olağan şüphelilere giydirmeler, günah keçilerine öfke boşaltmalar, işaret edilen şeytanlara taş yağdırmalar. İçimizdeki ikiyüzlü şeytanı ne zamana kadar böylesine koruyup kollayabileceğiz? Ne olacak yollar düzeltilse, mıcırlar yok edilse, kavşaklara çekidüzen verilse? Yine kan gölüne çevrilemeyecek mi ortalık?

Neyiz biz?

DOĞRU NASIL DOĞRU OLMAZ

KAVRAMLAR NASIL KAVRAMSIZLAŞTIRILIR

Bilim, ihtiyaçlara cevap vermek için doğrudan veya dolaylı olarak sanayiyi besler. İhtiyaç doğrultusunda yapılan bilimsel araştırma geliştirme çalışmaları doğrudan bilimsel destektir. Dolaylı bilimsel desteklerde ise, bilimsel bir buluş akla hiç getirilmeyen alete dönüşebilir. Böyle hallerde dolaylı destek verilmiş olur sanayiye, yani yaşama… CD çalarlara hayat veren lazer ışınını bulan Fransız bilginlerdi ve akıllarından bile geçirmemişlerdi CD çalarları. Japonlar ise “Yaşam içindir bilim…” deyip Fransız lazerini aldılar, CD çalar olarak yaşama sundular.

Bilginin, özellikle de bilimsel bilginin doğru olması, ondan yararlanılarak ortaya çıkartılanın her zaman doğru olacağı anlamına gelmez.

Kapalıçarşı’nın imalatçı hanlarından birindeki ona yakın insanın toplandığı küçük dükkanda Japon malı elektronik kuyumcu terazisinin tanıtımı yapılıyordu. Tanıtımı yapan firma temsilcisinin ağzı kulaklarındaydı… Terazisinin eşsiz özelliğini heyecanla anlatırken öylesine emindi ki kendinden. “Müthiş bir şey… Dünyada tek… Bundan başka altın ayarı bakan terazi yok…” diye sayıp dökerken ayar bakmanın yöntemini anlatıyordu. Arada bir duruyor çevresini sarmış kuyumcuları süzüyordu… Yüzüne iyice yayılmış gülümseme, ayar bakan terazisine ne kadar güvendiğinin işaretiydi.

Sadece teraziyi tanıtan değil, izleyenler de heyecanlıydı. Bunun için haklı gerekçeleri vardı… Ayar tespit laboratuarlarının en hızlısından yarım günde alınabilen analiz sonucunu bekleme derdine son verecek icat karşılarında duruyordu. Laboratuarların kimyasal işlemlerle yaptığı tespitler artık bu muhteşem teraziyle birkaç saniyede gerçekleştirilecekti. Büyük ilgi ve merakla pür dikkat dinliyorlardı anlatılanları. Temsilci kendinden çok emin olsa bile giriştiği bu sınavda başarısız olmasının kuyumculuk sektörünün kapılarının yüzüne kapanması anlamına geldiğini bilmenin huzursuzluğunu yaşıyordu.

Aslında hassas elektronik kuyumcu terazisiydi tanıtılan… İlave parçaları diğerlerinden farkını yaratıyordu… Üzerine yerleştirilen silindir şeklinde bir su kabı ve kabın içinde de tartı yapmayı sağlayan ilave parçaları vardı. Gerekirse bunlar çıkartılabiliyor, sadece terazi olarak kullanılabiliyordu… Çalışma sistemi çok basit olan terazinin iki katı vardı. Bu katlardan biri terazinin saf su doldurulan su kabının içinde, diğeri ise suya temas etmeyecek şekilde dışarıdaydı. Ürün önce dışarıdaki rafa konulup normal şekilde tartılıyor, ardından saf suyun içindeki rafa yerleştirilerek tartılıyordu. Terazinin mikro işlemcisi suyun kaldırma kuvvetinin yarattığı bu ağırlık farkından yola çıkarak altının ayarını hesaplıyordu.

Özetle, birileri çok parlak bir fikir bulup ayar bakan teraziyi üretmişti..! Birisi de bu parlak fikrin ürününü Japonya’dan alıp getirmişti…

Ağzı kulaklarında olan temsilci, önce 14 ayar bir bileziğin ayarına baktı, hemen hemen dörtte bir ayar yüksek çıktı. Bir başkasına baktı, o da yaklaşık üçte bir ayar düşük çıktı. İzleyenler böyle bir şeye hiç ihtimal vermediğinden şaşkınlıkla birbirine bakıyor, hiçbiri bir şey söyleyemiyordu. “Nasıl olur, bu kadar düşük ayarlı olamaz… O kadar yüksek ayar çıkmaması lazım…” itirazları üzerine firma temsilcisi tekrar baktı bileziklerin ayarlarına. Hayır, hata yoktu… İkisi de 14 ayardı ama birinin ayarı düşüktü, yani ayıplı imalattı, diğerinin ayarı ise yüksekti, yani imalatçı gereksiz yere fazla miktarda altın koyup kendisini zarara sokmuştu. Öylece kalakalmış kuyumcuların hiçbiri bir şey söyleyemiyor, firma temsilcisi ise iyiden iyiye omuzları kabarmış fazlasıyla kendinden emin şekilde onları süzüyordu. Adeta mest olmuştu… Ayıplı malı yakalamış, bir anlamda sahtekaarlığı ortaya çıkartmıştı. Tanıtımı izleyen kuyumcular ise şaşkındılar… Anlayamıyorlardı… Binde iki üç gibi farklılıkların anlaşılabilir tarafı vardı ama dörtte bir üçte bir ayar yanlışlık olabileceğini akılları almıyordu.

İzleyenlerin arasındaki gençten bir imalatçı “Bir saniye, bu terazinin doğru ayar bakması imkaansız. Bileziklerde hata yok, yanlış olan bu terazi…” dediğinde herkes ona döndü. “Bu bileziklerin biri kırmızı, yani ayarı düşük çıkan… Diğeri ise yeşil, onun da ayarı yüksek çıktı. Bu çok normal, çünkü kırmızı altında bakır fazladır, yeşilde ise gümüş. Gümüşün özgül ağırlığı bakırdan fazladır. O yüzden yeşil altın, yani gümüşü fazla olan yüksek ayarlı çıkıyor, kırmızı altın da düşük… Bu terazinin doğru ayar bakabilmesi için bütün imalatlar sadece ya kırmızı olmalı, yani altına bakırdan başka şey asla katılmamalı, ya da sadece yeşil olmalı, yani altına gümüşten başka şey asla katılmamalı. Fakat bu imkaansız… Malum çok önemli olsa bile tek mesele altının rengi değil, sertliği yumuşaklığı imalat için çok önemli. Neredeyse her ürünün alaşımları farklıdır… Katkı oranları değiştirilerek üretilecek olana uygun farklı renkler ve sertlikler elde edilir… Hem altın alaşımlarında sadece bakır ve gümüş kullanılmıyor ki, farklı miktarlarda çinko nikel paladyum gibi metallerde katılıyor. Bir de yeni yeni sektöre girmeye başlayan hazır katkı maddeleri var ki bunlarda ne olduğu belli bile değil. Üretici firma sır olarak saklıyor… Özetle bu terazi ayar bakamaz, yani hiç bir işe yaramaz… Gözlerimiz bile bundan daha hassastır ayarı tespit etmekte…” diyerek sözlerini tamamladığında küçük dükkan bayram yerine döndü.

Herkes öyle rahatlamıştı ki, tutulup kalmış diller bir anda çözülmüş kasvet kaybolup gitmişti. Coşkulu tebrikler yağıyordu… Karabasandan uyanmış gibiydiler… Az önceki halinden eser kalmamış firma temsilcisinin yüzü kireç gibi olmuştu, oturabilecek bir yer aradı. Bütün hayalleri tüm geleceği bir anda uçup gitmişti. Kim bilir ne umutlarla getirmişti ayar bakan teraziyi Japonya’dan.

Aslında daha anlaşılmaz olan terazinin üretilme süreciydi. Bu olayın yaşandığı yıllarda elektronik hassas tartı konusu yeni yeni gelişiyordu ve üretecek olanın epeyce ileri teknolojiye sahip olması gerekiyordu. Bilgisayarların yeni yeni yaşamımıza girmeye başladığı o yıllarda Dünyada belli başlı üç beş firma üretebiliyordu elektronik hassas terazileri. Hal böyleyken, yüksek teknolojiye sahip böyle bir fabrikada biri parlak bir fikir ortaya atmış, diğerleri onaylamış ve üretilmesine karar verilmişti. Bütün bu tasarım ve üretim sürecinde hiçbir mühendisin aklına “Altında sabit alaşım mı var, farklı alaşımlarda sonuç ne olur?” gibi sorular gelmemişti. Ve parlak bir fikir diyen onca mühendisin, pek çok üniversite mezununun göremediğini, sıradan bir kuyumcu, lise bilgisiyle hemen yakalamıştı. Sorulsa bir tekinin bile özgül ağırlığını söyleyemezdi ama özgül ağırlığın ne demek olduğunu öğrenmişti lisede ve unutmamıştı.

İşe yaramaz bir alet olduğunu ortaya çıkartan imalatçı atölyesine gidip teller ve teneke parçalarıyla düzeneğin benzerini yaparak kendi elektronik terazisine kurmuştu. Amacı bu yöntemin işe yarar hale getirilip getirilemeyeceğini görmekti. Kesin sonuç almanın mümkün olmadığını biliyordu. Renk farklılıklarını göz ardı etmiş Japon terazisinin bu eksikliği giderilirse gerçeğe daha yakın sonuçlar alınabilir mi sorusuna takılmıştı aklı. Japon terazisi katkıdaki çeşitliği yok saymıştı. Gözleme dayalı renk tespiti hesaplamaya daahil edildiğinde daha sağlıklı sonuç alınabilir mi sorusu hareket noktasıydı. Atari bilgisayarının başına geçip küçük bir program yazdı. Japon terazisinde, dışarıdaki ve su içindeki ağırlık olmak üzere iki veri vardı. Bunlara üçüncü veri olarak rengi, yani tahmini gümüş bakır oranını ekledi. Yeşil %65 gümüş %35 bakır, Kırmızı %25 gümüş %75 bakır, Portakal %55 gümüş %45 bakır, Kayısı %45 gümüş %55 bakır gibi oranları bilgisayar programına ekledi. Ayarı bakılacak parçanın dışarıdaki ve su içindeki ağırlıklarını bilgisayara giriyor, ardından da gözleme dayalı renk değerini, örneğin “Portakal”ı seçiyordu. Japon terazisinden daha yakın sonuçlar elde etmeyi başarmıştı. Buna rağmen güvenilir bir yöntem olmaktan çok uzaktı. Çünkü gümüş ve bakır dışındaki pek çok katkıyı gözlemle kestirmek mümkün değildi. Diğer önemli bir etken de alaşımın yoğunluğuydu. Döküm malzeme süngersi yapısı yüzünden düşük ayarlı çıkarken, haddelenmiş veya çekiçlenmiş malzeme yüksek ayarlı gözüküyordu. Aynı döküm alaşım haddeden geçirilir veya çekiçlenirse ayarı yükseliyordu. Komşularına kendi sunumunu yaptıktan sonra düzeneği kaldırıp atmıştı.

Bilimsel doğrudan yola çıkılmış, doğru olmayana ulaşılmıştı ve sonunda yine doğruyla kesilmişti doğru olmayanın yolu.

Bilim bilimkurguyla da içli dışlıdır. Aslında, bilim ve bilimkurgu birbirinden beslenir demek daha doğru olacaktır. İletişim uydularının mimarı Arthur Clarck buna iyi örnektir. Düşünmüş, düşündüklerini yazıya dökmüş, bilim ve sanayi de bu düşüncesini hayata geçirmiştir.

Yine de tüm zamanların en büyük bilimkurgu yazarının yanına bile yaklaşan olmamıştır bugüne dek. Roket kavramı bile ortada yokken Ay’a göndermiştir insanları, denizaltı adı bile çok çok uzakken, fersah fersah dolaştırmıştır insanları denizler altında. Hatta kuşlardan ve balonlardan başkasının uçamayacağına inanılan yıllarda “Bu kadar da olmaz…” diyen yayıncıların fazla saçma bulup yayınlamaması yüzünden bir kenara atılmış, yakın zamanda rastlantıyla bulunup ortaya çıkartılan romanında, sokaklarında arabalar yerine uçakların gezindiği şehirlerden söz etmiştir. Tıpkı günümüz bilimkurgusunun yıldızı Star Wars’lardaki gibi…

Belli yaşın üstündekiler hemen anlasa da daha küçükler fark edememişlerdir Jules Verne’den söz ettiğimi.

Jules Verne’in gelmiş geçmiş en büyük bilimkurgu yazarı olduğunda hemen herkes hemfikirdir. Yaşıtım olan eski belediye başkanı semtteki küçük parka küçücük bir büstünü yerleştirmişti. Her milletin çirkini vardır… İşte bu türden bir takım Fransız politikacılar, kendi arşivlerindeki belgeleri bile görmezden gelerek, tarihçilere kulaklarını tıkayarak Ermenilere soykırım yaptığımız iftirası atmaya kalkışınca öfkelenen bazı insanlar Jules Verne’in küçük büstünden çıkarttılar hırslarını. Oysa çok önemli bir şeyi atlıyorlardı; O’nun Fransız olmadığını anlayamıyorlardı büstün parktan kaldırılmasını isteyen öfkeli insanlar. Bu dehadan iki satır okumuş birinin, Fransız’dır diyerek O’nu silip atmaya kalkışması mümkün mü? Aksine, böyle bir akıl dışılığı aklının ucundan bile geçirmezken, O’nu yakınlaştırmanın çarelerini arardı. Arzın Merkezine Seyahat’i, Esrarengiz Ada’yı, Ay’a Seyahat’i ve diğerlerini yazan biri artık Tibetlidir, Avustralyalıdır, Şililidir, Türk’tür, İngiliz’dir, Almandır, Kenyalıdır, Beyrutludur, Filistinlidir, Bağdatlıdır ama benim için O en çok Bakırköylüdür… Jules Verne, dehasının eşsiz ürünlerini sergilemeye başladıktan sonra artık Fransız değildir, tüm insanlığın malı olmuştur. O’nun gibi tüm insanlığın malı olmuş dehaların nerede doğduklarına nereli olduklarına nerede yaşadıklarına bakılmaz. Onlar artık her yerlidirler… Çünkü yaptıkları öyle büyüktür ki nereli olduklarının zerre önemi kalmamıştır.

O günlerden beri boş duruyor küçük parktaki küçük kaidesi…

Sanayi, uzun yıllar sonra olsa bile şartlar oluştukça yazdıklarının hepsini birer birer hayata geçirmiştir. Bilim, Jules Verne’den beslenmiştir. Hem de çok fazla…

Eurodisney’de çok etkileyici bir gösteri vardı: Silindir şeklinde büyük bir salona alınan insanların önlerindeki küçük kontrol panelinde üç dilden birini seçmeye yarayan düğmeler, bir de kulaklık asılıydı. Silindir şeklindeki büyük salonun duvarları çepeçevre sinema perdesiyle kaplıydı. Kenardaki yüksek küçük sahneyi andıran kumanda merkezindeki anlatıcı robot, çıkılacak zaman yolculuğunun son hazırlıklarını yapıyordu. Seyirciler bu salona girmekle bir zaman makinesine binmiş oluyorlardı. Işıklar kararınca çepeçevre saran 360 derecelik perdeye yansıtılan görüntüde yaklaşık 150 yıl öncesinin Paris’indeki sanayi fuarı belirdi. Kamera sohbet eden iki insanı yakınlaştırdığında onlara doğru gelen genç bir adamı da göstermeye başladı. Elinde, günümüzün en gelişkin savaş uçaklarına benzeyen bir maket vardı. Genç adam sohbet edenlerden birine elindeki maketi uzatarak “Sn. Jules Verne, ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda, maketi alıp incelemeye başlayan Gerard Depardieu’nun oynadığı Jules Verne’in “İmkansız…” diyerek incelediği maketi iade etmesiyle asıl gösteri başladı. Gerard Depardieu’nun oynadığı Jules Verne görüntüsü oradan alınıp seyircilerin de içinde olduğu zaman makinesine bindirildi.

Yolculuk başladı… Önce ilk çağlara gidildi…

Çepeçevre kesintisizce perdeyle kaplı salondaki görüntü çok etkileyiciydi. Salondakiler, kimi kez bir arabayla gittikleri, kimi kez de helikopterle uçtukları duygusunu yaşıyorlardı. Ön taraf yaklaşırken yanlardaki görüntüler arkaya kayıyor, arkadaki görüntü ise uzaklaşıyordu. 360 derecelik görüntüde tam bir bütünlük vardı, en küçük kesinti söz konusu değildi. 360 derecelik silindir perde, büyük aracı çepeçevre kaplayan kocaman pencereler gibiydi. Tarih boyunca teknolojinin nereden nereye geldiğini göstermeyi amaçlayan bu zaman yolculuğundaki insanların dört bir yanı görmek için başlarını çevirmesi veya dönmesi yeterliydi. Jules Verne’le birlikte izleyicilerin de çıkartıldığı eski çağlardan başlatılan yolculuk günümüze, ardından da birkaç yüzyıl sonrasının uçan arabalı şehirlerine kadar sürdü. Nihayetinde alındığı yere bırakılan Jules Verne’in bu kez “İmkansız diye bir şey yoktur…” diyerek maket uçağı genç adama geri vermesiyle gösteri sona eriyordu.

“İmkansız diye bir şey yoktur” demenin Jules Verne’den daha çok yakışacağı birini bulmak mümkün mü?

Ay’a Seyahat dışındaki bütün kitaplarını büyük heyecanla okumuştum. Aralarından en sevdiğim ise Esrarengiz Ada’ydı. Issız bir adada uygarlığı adım adım yapılandırmasından çok etkilendiğim açık. Cağaloğlu’na gidip yeni kitabı var mı diye arardık zaman zaman. Çocuk aklımla “Bu kadar da olmaz…” demiş ve okumamıştım Ay’a Seyahat’i. 1969’un birkaç yıl öncesiydi… Yani Ay’a seyahat hazırlıklarının tüm hızıyla sürdüğü yıllardı… İşte o yıllarda ben saçma bulmuştum büyük sevgi duyduğum Jules Verne’in Ay’a seyahatini.

Matrix’e bilimkurgu diyenleri anlayamıyorum. Bu düşüncemde Jules Verne’in payı çok büyük… Çok mu peşin hükümlü hareket ediyorum, Matrix’e de Ay’a Seyahat muamelesi mi çekiyorum diye düşündüğüm de oluyor ama haksızlık yaptığımı hiç sanmıyorum. Adamlar tutuyor ense köküne benzin pompası gibi bir veri iletişim kablosu sokuyor ve bu bilimkurgu oluyor. İnsan omurgasına bir iğne soksan neler olacağı malumken, sırf görsel etkileyicilik adına bu kadar uçmanın anlamı nedir? Uydudan beyin kontrolü yapıldığının konuşulduğu günümüzde veri aktarımı için benzin pompasını çağrıştıran yüksek gerilim hattı kablosu kılıklı kablolar gerektiğini insanlara göstermeye çalışan kafanın bilimkurgunun içinde ne işi var? Bu bilimkurgu falan değil, düpedüz bilime hakarettir… Zaten bu sahneyi gördüğüm anda terk ediyorum filmi. Ve TV’de defalarca gösterilmesine rağmen hiçbirini sonuna kadar izlemedim. Çünkü Matrix bilimkurgu değil fantastik bir filmdir. Çünkü gerekli yazılım yapılırsa insanlar bu yazılımın oluşturduğu sanal boyuta geçebilir, ölürler öldürülürler diyor film. Öyle, bilgisayarla haşır neşirken kalpten falan gidersin demiyor film, yazılımın içine girince kurşunlarla delik deşik edilirken, sen de başkalarını mermi manyağı yapabilirsin diyor. Bilgisayarın 0 ve 1’lerden oluşmuş komutları arasında at koşturabilen, birbirini delik deşik eden insanları bilimkurgu olarak kabul etmek mümkün mü? En azından benim için imkaansız…

Günümüz teknolojisi sanal gerçeklik kavramını yaşama soktu. Özellikle pilotların astronotların eğitiminde simülatör kullanılması vazgeçilmez hale geldi. Simülatöre girip Uzay İstasyonundaki Mekanik Kol’u veya Boeing 757 kullanmanın, Matrix’teki “Hortumu bağladım mı, internet hatlarından falan gelir bulur delik deşik ederim seni…” kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yok.

Muhtemelen, görsel etkileyiciliğin çok önemli olduğu Hollywood işe karışmasa böylesine çekiştirilmeyecek, uzatılarak bu kadar fantezileştirilmeyecekti bilimkurgu kavramı.

Aslında, doğru, en çok gözünü hırs bürümüş politikacılarca doğru olmaktan çıkartılır. Hırs ihtiras öylesine aldırmazlaştırır ki onları, asla görmezler umursamazlar yaptıklarının sonuçlarını, amaçlarının uğruna gözlerini kırpmaksızın feda ettiklerini. Doğrularla atlarlar ortalığa, yanlışa boğarlar dünyayı… Çoğunlukla uzun yıllar sonra ortaya çıkar bu büyük yalanlar, kurulmuş tezgaahlar… İnsanları doğrularla kandırıp yanlışlarına alet etme yöntemi hep kullanılagelmiştir. “Demokrasi özgürlük insanlık götüreceğiz…” kandırmacası ise son yılların en gözde modası. Oysa tek yaptıkları katliam, terör estirmek, insanları kandırıp kışkırtarak birbirine kırdırmak, ortalığı kan ve gözyaşına boğarak doğruları doğru olmaktan çıkartmaktır… En son demokrasi ve özgürlük getirilen Irak’ta 700 binden fazla insan öldü. Kaçan kaçana Ülkeden, kaçamayanları bekleyen akıbet 700 bin rakamını büyütmekten ibaret. Bu türün ortak özellikleri, evlat sevgisini hiç bilmemek veya unutmak ya da kendilerinin dışındakileri hiçe saymaktır. Dolması imkaansız cepleri doldurmak için insanların doğrularını ahlaksızca kullanırlar.

Adını konusunu hiçbir şeyini hatırlamadığım bir filmdeki “Oğlumun beni mutlu ettiği yegaane an doğumundan dokuz ay on gün öncedir” lafını eden belki de politikacıyı oynuyordu. Öyle değilse bile cuk oturduğu açık… Neyse ki hükümleri sonsuza kadar sürmüyor bu türün… Önünde sonunda birileri çıkıp durdurabiliyor gidişi ve doğruları gereken yerlere oturtuyor.

Kalsaydı karar kartlaşmış maymunlara, buruşuk şebeklere, kururdu kökü insanlığın. Ya ters dönerdi yattığı yerde kuramcı ya da dikilir koyardı eserine "Uygar görünüşlü ilkellerden uzak tutulmalıdır" uyarısını.


Eyüp Şeker