DOĞRU NASIL DOĞRU OLMAZ

KAVRAMLAR NASIL KAVRAMSIZLAŞTIRILIR

Bilim, ihtiyaçlara cevap vermek için doğrudan veya dolaylı olarak sanayiyi besler. İhtiyaç doğrultusunda yapılan bilimsel araştırma geliştirme çalışmaları doğrudan bilimsel destektir. Dolaylı bilimsel desteklerde ise, bilimsel bir buluş akla hiç getirilmeyen alete dönüşebilir. Böyle hallerde dolaylı destek verilmiş olur sanayiye, yani yaşama… CD çalarlara hayat veren lazer ışınını bulan Fransız bilginlerdi ve akıllarından bile geçirmemişlerdi CD çalarları. Japonlar ise “Yaşam içindir bilim…” deyip Fransız lazerini aldılar, CD çalar olarak yaşama sundular.

Bilginin, özellikle de bilimsel bilginin doğru olması, ondan yararlanılarak ortaya çıkartılanın her zaman doğru olacağı anlamına gelmez.

Kapalıçarşı’nın imalatçı hanlarından birindeki ona yakın insanın toplandığı küçük dükkanda Japon malı elektronik kuyumcu terazisinin tanıtımı yapılıyordu. Tanıtımı yapan firma temsilcisinin ağzı kulaklarındaydı… Terazisinin eşsiz özelliğini heyecanla anlatırken öylesine emindi ki kendinden. “Müthiş bir şey… Dünyada tek… Bundan başka altın ayarı bakan terazi yok…” diye sayıp dökerken ayar bakmanın yöntemini anlatıyordu. Arada bir duruyor çevresini sarmış kuyumcuları süzüyordu… Yüzüne iyice yayılmış gülümseme, ayar bakan terazisine ne kadar güvendiğinin işaretiydi.

Sadece teraziyi tanıtan değil, izleyenler de heyecanlıydı. Bunun için haklı gerekçeleri vardı… Ayar tespit laboratuarlarının en hızlısından yarım günde alınabilen analiz sonucunu bekleme derdine son verecek icat karşılarında duruyordu. Laboratuarların kimyasal işlemlerle yaptığı tespitler artık bu muhteşem teraziyle birkaç saniyede gerçekleştirilecekti. Büyük ilgi ve merakla pür dikkat dinliyorlardı anlatılanları. Temsilci kendinden çok emin olsa bile giriştiği bu sınavda başarısız olmasının kuyumculuk sektörünün kapılarının yüzüne kapanması anlamına geldiğini bilmenin huzursuzluğunu yaşıyordu.

Aslında hassas elektronik kuyumcu terazisiydi tanıtılan… İlave parçaları diğerlerinden farkını yaratıyordu… Üzerine yerleştirilen silindir şeklinde bir su kabı ve kabın içinde de tartı yapmayı sağlayan ilave parçaları vardı. Gerekirse bunlar çıkartılabiliyor, sadece terazi olarak kullanılabiliyordu… Çalışma sistemi çok basit olan terazinin iki katı vardı. Bu katlardan biri terazinin saf su doldurulan su kabının içinde, diğeri ise suya temas etmeyecek şekilde dışarıdaydı. Ürün önce dışarıdaki rafa konulup normal şekilde tartılıyor, ardından saf suyun içindeki rafa yerleştirilerek tartılıyordu. Terazinin mikro işlemcisi suyun kaldırma kuvvetinin yarattığı bu ağırlık farkından yola çıkarak altının ayarını hesaplıyordu.

Özetle, birileri çok parlak bir fikir bulup ayar bakan teraziyi üretmişti..! Birisi de bu parlak fikrin ürününü Japonya’dan alıp getirmişti…

Ağzı kulaklarında olan temsilci, önce 14 ayar bir bileziğin ayarına baktı, hemen hemen dörtte bir ayar yüksek çıktı. Bir başkasına baktı, o da yaklaşık üçte bir ayar düşük çıktı. İzleyenler böyle bir şeye hiç ihtimal vermediğinden şaşkınlıkla birbirine bakıyor, hiçbiri bir şey söyleyemiyordu. “Nasıl olur, bu kadar düşük ayarlı olamaz… O kadar yüksek ayar çıkmaması lazım…” itirazları üzerine firma temsilcisi tekrar baktı bileziklerin ayarlarına. Hayır, hata yoktu… İkisi de 14 ayardı ama birinin ayarı düşüktü, yani ayıplı imalattı, diğerinin ayarı ise yüksekti, yani imalatçı gereksiz yere fazla miktarda altın koyup kendisini zarara sokmuştu. Öylece kalakalmış kuyumcuların hiçbiri bir şey söyleyemiyor, firma temsilcisi ise iyiden iyiye omuzları kabarmış fazlasıyla kendinden emin şekilde onları süzüyordu. Adeta mest olmuştu… Ayıplı malı yakalamış, bir anlamda sahtekaarlığı ortaya çıkartmıştı. Tanıtımı izleyen kuyumcular ise şaşkındılar… Anlayamıyorlardı… Binde iki üç gibi farklılıkların anlaşılabilir tarafı vardı ama dörtte bir üçte bir ayar yanlışlık olabileceğini akılları almıyordu.

İzleyenlerin arasındaki gençten bir imalatçı “Bir saniye, bu terazinin doğru ayar bakması imkaansız. Bileziklerde hata yok, yanlış olan bu terazi…” dediğinde herkes ona döndü. “Bu bileziklerin biri kırmızı, yani ayarı düşük çıkan… Diğeri ise yeşil, onun da ayarı yüksek çıktı. Bu çok normal, çünkü kırmızı altında bakır fazladır, yeşilde ise gümüş. Gümüşün özgül ağırlığı bakırdan fazladır. O yüzden yeşil altın, yani gümüşü fazla olan yüksek ayarlı çıkıyor, kırmızı altın da düşük… Bu terazinin doğru ayar bakabilmesi için bütün imalatlar sadece ya kırmızı olmalı, yani altına bakırdan başka şey asla katılmamalı, ya da sadece yeşil olmalı, yani altına gümüşten başka şey asla katılmamalı. Fakat bu imkaansız… Malum çok önemli olsa bile tek mesele altının rengi değil, sertliği yumuşaklığı imalat için çok önemli. Neredeyse her ürünün alaşımları farklıdır… Katkı oranları değiştirilerek üretilecek olana uygun farklı renkler ve sertlikler elde edilir… Hem altın alaşımlarında sadece bakır ve gümüş kullanılmıyor ki, farklı miktarlarda çinko nikel paladyum gibi metallerde katılıyor. Bir de yeni yeni sektöre girmeye başlayan hazır katkı maddeleri var ki bunlarda ne olduğu belli bile değil. Üretici firma sır olarak saklıyor… Özetle bu terazi ayar bakamaz, yani hiç bir işe yaramaz… Gözlerimiz bile bundan daha hassastır ayarı tespit etmekte…” diyerek sözlerini tamamladığında küçük dükkan bayram yerine döndü.

Herkes öyle rahatlamıştı ki, tutulup kalmış diller bir anda çözülmüş kasvet kaybolup gitmişti. Coşkulu tebrikler yağıyordu… Karabasandan uyanmış gibiydiler… Az önceki halinden eser kalmamış firma temsilcisinin yüzü kireç gibi olmuştu, oturabilecek bir yer aradı. Bütün hayalleri tüm geleceği bir anda uçup gitmişti. Kim bilir ne umutlarla getirmişti ayar bakan teraziyi Japonya’dan.

Aslında daha anlaşılmaz olan terazinin üretilme süreciydi. Bu olayın yaşandığı yıllarda elektronik hassas tartı konusu yeni yeni gelişiyordu ve üretecek olanın epeyce ileri teknolojiye sahip olması gerekiyordu. Bilgisayarların yeni yeni yaşamımıza girmeye başladığı o yıllarda Dünyada belli başlı üç beş firma üretebiliyordu elektronik hassas terazileri. Hal böyleyken, yüksek teknolojiye sahip böyle bir fabrikada biri parlak bir fikir ortaya atmış, diğerleri onaylamış ve üretilmesine karar verilmişti. Bütün bu tasarım ve üretim sürecinde hiçbir mühendisin aklına “Altında sabit alaşım mı var, farklı alaşımlarda sonuç ne olur?” gibi sorular gelmemişti. Ve parlak bir fikir diyen onca mühendisin, pek çok üniversite mezununun göremediğini, sıradan bir kuyumcu, lise bilgisiyle hemen yakalamıştı. Sorulsa bir tekinin bile özgül ağırlığını söyleyemezdi ama özgül ağırlığın ne demek olduğunu öğrenmişti lisede ve unutmamıştı.

İşe yaramaz bir alet olduğunu ortaya çıkartan imalatçı atölyesine gidip teller ve teneke parçalarıyla düzeneğin benzerini yaparak kendi elektronik terazisine kurmuştu. Amacı bu yöntemin işe yarar hale getirilip getirilemeyeceğini görmekti. Kesin sonuç almanın mümkün olmadığını biliyordu. Renk farklılıklarını göz ardı etmiş Japon terazisinin bu eksikliği giderilirse gerçeğe daha yakın sonuçlar alınabilir mi sorusuna takılmıştı aklı. Japon terazisi katkıdaki çeşitliği yok saymıştı. Gözleme dayalı renk tespiti hesaplamaya daahil edildiğinde daha sağlıklı sonuç alınabilir mi sorusu hareket noktasıydı. Atari bilgisayarının başına geçip küçük bir program yazdı. Japon terazisinde, dışarıdaki ve su içindeki ağırlık olmak üzere iki veri vardı. Bunlara üçüncü veri olarak rengi, yani tahmini gümüş bakır oranını ekledi. Yeşil %65 gümüş %35 bakır, Kırmızı %25 gümüş %75 bakır, Portakal %55 gümüş %45 bakır, Kayısı %45 gümüş %55 bakır gibi oranları bilgisayar programına ekledi. Ayarı bakılacak parçanın dışarıdaki ve su içindeki ağırlıklarını bilgisayara giriyor, ardından da gözleme dayalı renk değerini, örneğin “Portakal”ı seçiyordu. Japon terazisinden daha yakın sonuçlar elde etmeyi başarmıştı. Buna rağmen güvenilir bir yöntem olmaktan çok uzaktı. Çünkü gümüş ve bakır dışındaki pek çok katkıyı gözlemle kestirmek mümkün değildi. Diğer önemli bir etken de alaşımın yoğunluğuydu. Döküm malzeme süngersi yapısı yüzünden düşük ayarlı çıkarken, haddelenmiş veya çekiçlenmiş malzeme yüksek ayarlı gözüküyordu. Aynı döküm alaşım haddeden geçirilir veya çekiçlenirse ayarı yükseliyordu. Komşularına kendi sunumunu yaptıktan sonra düzeneği kaldırıp atmıştı.

Bilimsel doğrudan yola çıkılmış, doğru olmayana ulaşılmıştı ve sonunda yine doğruyla kesilmişti doğru olmayanın yolu.

Bilim bilimkurguyla da içli dışlıdır. Aslında, bilim ve bilimkurgu birbirinden beslenir demek daha doğru olacaktır. İletişim uydularının mimarı Arthur Clarck buna iyi örnektir. Düşünmüş, düşündüklerini yazıya dökmüş, bilim ve sanayi de bu düşüncesini hayata geçirmiştir.

Yine de tüm zamanların en büyük bilimkurgu yazarının yanına bile yaklaşan olmamıştır bugüne dek. Roket kavramı bile ortada yokken Ay’a göndermiştir insanları, denizaltı adı bile çok çok uzakken, fersah fersah dolaştırmıştır insanları denizler altında. Hatta kuşlardan ve balonlardan başkasının uçamayacağına inanılan yıllarda “Bu kadar da olmaz…” diyen yayıncıların fazla saçma bulup yayınlamaması yüzünden bir kenara atılmış, yakın zamanda rastlantıyla bulunup ortaya çıkartılan romanında, sokaklarında arabalar yerine uçakların gezindiği şehirlerden söz etmiştir. Tıpkı günümüz bilimkurgusunun yıldızı Star Wars’lardaki gibi…

Belli yaşın üstündekiler hemen anlasa da daha küçükler fark edememişlerdir Jules Verne’den söz ettiğimi.

Jules Verne’in gelmiş geçmiş en büyük bilimkurgu yazarı olduğunda hemen herkes hemfikirdir. Yaşıtım olan eski belediye başkanı semtteki küçük parka küçücük bir büstünü yerleştirmişti. Her milletin çirkini vardır… İşte bu türden bir takım Fransız politikacılar, kendi arşivlerindeki belgeleri bile görmezden gelerek, tarihçilere kulaklarını tıkayarak Ermenilere soykırım yaptığımız iftirası atmaya kalkışınca öfkelenen bazı insanlar Jules Verne’in küçük büstünden çıkarttılar hırslarını. Oysa çok önemli bir şeyi atlıyorlardı; O’nun Fransız olmadığını anlayamıyorlardı büstün parktan kaldırılmasını isteyen öfkeli insanlar. Bu dehadan iki satır okumuş birinin, Fransız’dır diyerek O’nu silip atmaya kalkışması mümkün mü? Aksine, böyle bir akıl dışılığı aklının ucundan bile geçirmezken, O’nu yakınlaştırmanın çarelerini arardı. Arzın Merkezine Seyahat’i, Esrarengiz Ada’yı, Ay’a Seyahat’i ve diğerlerini yazan biri artık Tibetlidir, Avustralyalıdır, Şililidir, Türk’tür, İngiliz’dir, Almandır, Kenyalıdır, Beyrutludur, Filistinlidir, Bağdatlıdır ama benim için O en çok Bakırköylüdür… Jules Verne, dehasının eşsiz ürünlerini sergilemeye başladıktan sonra artık Fransız değildir, tüm insanlığın malı olmuştur. O’nun gibi tüm insanlığın malı olmuş dehaların nerede doğduklarına nereli olduklarına nerede yaşadıklarına bakılmaz. Onlar artık her yerlidirler… Çünkü yaptıkları öyle büyüktür ki nereli olduklarının zerre önemi kalmamıştır.

O günlerden beri boş duruyor küçük parktaki küçük kaidesi…

Sanayi, uzun yıllar sonra olsa bile şartlar oluştukça yazdıklarının hepsini birer birer hayata geçirmiştir. Bilim, Jules Verne’den beslenmiştir. Hem de çok fazla…

Eurodisney’de çok etkileyici bir gösteri vardı: Silindir şeklinde büyük bir salona alınan insanların önlerindeki küçük kontrol panelinde üç dilden birini seçmeye yarayan düğmeler, bir de kulaklık asılıydı. Silindir şeklindeki büyük salonun duvarları çepeçevre sinema perdesiyle kaplıydı. Kenardaki yüksek küçük sahneyi andıran kumanda merkezindeki anlatıcı robot, çıkılacak zaman yolculuğunun son hazırlıklarını yapıyordu. Seyirciler bu salona girmekle bir zaman makinesine binmiş oluyorlardı. Işıklar kararınca çepeçevre saran 360 derecelik perdeye yansıtılan görüntüde yaklaşık 150 yıl öncesinin Paris’indeki sanayi fuarı belirdi. Kamera sohbet eden iki insanı yakınlaştırdığında onlara doğru gelen genç bir adamı da göstermeye başladı. Elinde, günümüzün en gelişkin savaş uçaklarına benzeyen bir maket vardı. Genç adam sohbet edenlerden birine elindeki maketi uzatarak “Sn. Jules Verne, ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda, maketi alıp incelemeye başlayan Gerard Depardieu’nun oynadığı Jules Verne’in “İmkansız…” diyerek incelediği maketi iade etmesiyle asıl gösteri başladı. Gerard Depardieu’nun oynadığı Jules Verne görüntüsü oradan alınıp seyircilerin de içinde olduğu zaman makinesine bindirildi.

Yolculuk başladı… Önce ilk çağlara gidildi…

Çepeçevre kesintisizce perdeyle kaplı salondaki görüntü çok etkileyiciydi. Salondakiler, kimi kez bir arabayla gittikleri, kimi kez de helikopterle uçtukları duygusunu yaşıyorlardı. Ön taraf yaklaşırken yanlardaki görüntüler arkaya kayıyor, arkadaki görüntü ise uzaklaşıyordu. 360 derecelik görüntüde tam bir bütünlük vardı, en küçük kesinti söz konusu değildi. 360 derecelik silindir perde, büyük aracı çepeçevre kaplayan kocaman pencereler gibiydi. Tarih boyunca teknolojinin nereden nereye geldiğini göstermeyi amaçlayan bu zaman yolculuğundaki insanların dört bir yanı görmek için başlarını çevirmesi veya dönmesi yeterliydi. Jules Verne’le birlikte izleyicilerin de çıkartıldığı eski çağlardan başlatılan yolculuk günümüze, ardından da birkaç yüzyıl sonrasının uçan arabalı şehirlerine kadar sürdü. Nihayetinde alındığı yere bırakılan Jules Verne’in bu kez “İmkansız diye bir şey yoktur…” diyerek maket uçağı genç adama geri vermesiyle gösteri sona eriyordu.

“İmkansız diye bir şey yoktur” demenin Jules Verne’den daha çok yakışacağı birini bulmak mümkün mü?

Ay’a Seyahat dışındaki bütün kitaplarını büyük heyecanla okumuştum. Aralarından en sevdiğim ise Esrarengiz Ada’ydı. Issız bir adada uygarlığı adım adım yapılandırmasından çok etkilendiğim açık. Cağaloğlu’na gidip yeni kitabı var mı diye arardık zaman zaman. Çocuk aklımla “Bu kadar da olmaz…” demiş ve okumamıştım Ay’a Seyahat’i. 1969’un birkaç yıl öncesiydi… Yani Ay’a seyahat hazırlıklarının tüm hızıyla sürdüğü yıllardı… İşte o yıllarda ben saçma bulmuştum büyük sevgi duyduğum Jules Verne’in Ay’a seyahatini.

Matrix’e bilimkurgu diyenleri anlayamıyorum. Bu düşüncemde Jules Verne’in payı çok büyük… Çok mu peşin hükümlü hareket ediyorum, Matrix’e de Ay’a Seyahat muamelesi mi çekiyorum diye düşündüğüm de oluyor ama haksızlık yaptığımı hiç sanmıyorum. Adamlar tutuyor ense köküne benzin pompası gibi bir veri iletişim kablosu sokuyor ve bu bilimkurgu oluyor. İnsan omurgasına bir iğne soksan neler olacağı malumken, sırf görsel etkileyicilik adına bu kadar uçmanın anlamı nedir? Uydudan beyin kontrolü yapıldığının konuşulduğu günümüzde veri aktarımı için benzin pompasını çağrıştıran yüksek gerilim hattı kablosu kılıklı kablolar gerektiğini insanlara göstermeye çalışan kafanın bilimkurgunun içinde ne işi var? Bu bilimkurgu falan değil, düpedüz bilime hakarettir… Zaten bu sahneyi gördüğüm anda terk ediyorum filmi. Ve TV’de defalarca gösterilmesine rağmen hiçbirini sonuna kadar izlemedim. Çünkü Matrix bilimkurgu değil fantastik bir filmdir. Çünkü gerekli yazılım yapılırsa insanlar bu yazılımın oluşturduğu sanal boyuta geçebilir, ölürler öldürülürler diyor film. Öyle, bilgisayarla haşır neşirken kalpten falan gidersin demiyor film, yazılımın içine girince kurşunlarla delik deşik edilirken, sen de başkalarını mermi manyağı yapabilirsin diyor. Bilgisayarın 0 ve 1’lerden oluşmuş komutları arasında at koşturabilen, birbirini delik deşik eden insanları bilimkurgu olarak kabul etmek mümkün mü? En azından benim için imkaansız…

Günümüz teknolojisi sanal gerçeklik kavramını yaşama soktu. Özellikle pilotların astronotların eğitiminde simülatör kullanılması vazgeçilmez hale geldi. Simülatöre girip Uzay İstasyonundaki Mekanik Kol’u veya Boeing 757 kullanmanın, Matrix’teki “Hortumu bağladım mı, internet hatlarından falan gelir bulur delik deşik ederim seni…” kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yok.

Muhtemelen, görsel etkileyiciliğin çok önemli olduğu Hollywood işe karışmasa böylesine çekiştirilmeyecek, uzatılarak bu kadar fantezileştirilmeyecekti bilimkurgu kavramı.

Aslında, doğru, en çok gözünü hırs bürümüş politikacılarca doğru olmaktan çıkartılır. Hırs ihtiras öylesine aldırmazlaştırır ki onları, asla görmezler umursamazlar yaptıklarının sonuçlarını, amaçlarının uğruna gözlerini kırpmaksızın feda ettiklerini. Doğrularla atlarlar ortalığa, yanlışa boğarlar dünyayı… Çoğunlukla uzun yıllar sonra ortaya çıkar bu büyük yalanlar, kurulmuş tezgaahlar… İnsanları doğrularla kandırıp yanlışlarına alet etme yöntemi hep kullanılagelmiştir. “Demokrasi özgürlük insanlık götüreceğiz…” kandırmacası ise son yılların en gözde modası. Oysa tek yaptıkları katliam, terör estirmek, insanları kandırıp kışkırtarak birbirine kırdırmak, ortalığı kan ve gözyaşına boğarak doğruları doğru olmaktan çıkartmaktır… En son demokrasi ve özgürlük getirilen Irak’ta 700 binden fazla insan öldü. Kaçan kaçana Ülkeden, kaçamayanları bekleyen akıbet 700 bin rakamını büyütmekten ibaret. Bu türün ortak özellikleri, evlat sevgisini hiç bilmemek veya unutmak ya da kendilerinin dışındakileri hiçe saymaktır. Dolması imkaansız cepleri doldurmak için insanların doğrularını ahlaksızca kullanırlar.

Adını konusunu hiçbir şeyini hatırlamadığım bir filmdeki “Oğlumun beni mutlu ettiği yegaane an doğumundan dokuz ay on gün öncedir” lafını eden belki de politikacıyı oynuyordu. Öyle değilse bile cuk oturduğu açık… Neyse ki hükümleri sonsuza kadar sürmüyor bu türün… Önünde sonunda birileri çıkıp durdurabiliyor gidişi ve doğruları gereken yerlere oturtuyor.

Kalsaydı karar kartlaşmış maymunlara, buruşuk şebeklere, kururdu kökü insanlığın. Ya ters dönerdi yattığı yerde kuramcı ya da dikilir koyardı eserine "Uygar görünüşlü ilkellerden uzak tutulmalıdır" uyarısını.


Eyüp Şeker