TEKNOLOJİ SEVDALILARINI SEVİP SEÇENLER DİYARI OLDU BURASI
Eşsiz etkili ve yetkililerimizin bizlere layık gördükleri en son dahiyane hizmet olan Metrobüs'ün doya doya tadını çıkartmalıdır herkesler.
Yolların çok yetersiz kalması yüzünden kilitlenip kalan trafiğe getirilen muhteşem bir çözüm olan Metrobüs hattının sonuna kadar keyfini çıkartmalıdırlar yurdum İstanbulluları. Öyle müthiş dahiyane bir fikirdir ki Metrobüs hattı, methiye düzme seferi üzerine methiye düzme seferi düzenlenmiştir.
Kimin aklına gelirdi araçların milim milim ilerleyebildiği 3 şeritlik D100'ün 1 şeridini Metrobüs'e tahsis etmek, gidip çuvalla para verip teknoloji harikası nazenin Phileas'ları satın alarak bu hatta çalıştırmak? Hele de yolcu sayısının böylesine muazzam olduğu, trafiğin günün her saati itiş kakış zorlukla ilerlediği yurdum İstanbul'unun en önemli iki ana arterinden birine metrobüs hattı yaparak trafiğin iyice içine etmeyi kim akıl edebilirdi? Kimsenin aklına gelmeyeceği belliydi ama Belediyedeki dahi etkili yetkililerimizin geldi.
Metrobüs hattını yaptılar da bitti mi? Biter mi hiç! Önceki etkililerin neredeyse yarı parasına beğenip almadıkları Phileas'lara fiyatının çok üstünde çuvalla ödeme yaparak kondurdular tüy misali yurdum İstanbuluna. İşte deha bu, kapı gibi deha, boru değil…
Ey yurdum İstanbullusu uyuyorsun.
Teknoloji harikası Phileas'ların Avcılar-Söğütlüçeşme hattında geçici olarak çalıştırıldığının farkında değilsin belli ki.
Evet, doğru duydun yurdum İstanbullusu, geçici olarak taşınıyorsun Phileas'larla.
Asıl hizmet verecekleri yerin inşaatının bitmesi bekleniyor.
Hepsi budur yurdum İstanbullusu, bindin bindin, ne kadar biner, ne kadar iter, ne kadar içinde kurdeşen olursan yanına o kaar kalacaktır bilesin ve de sonuna kadar tadını çıkartasın.
Bin bin, zebaha kadar bin.
Haberiniz olsun, Metrobüs kaçtı kaçar... Bilesiniz diye söylüyorum.
Herkesler bu sayılı günlerin tadını çıkartmalıdır. Çünkü dahi etkili ve de yetkililerimiz yakında asli güzergahlarında çalıştırmaya başlayacaklar teknoloji harikası Phileas'ları.
Sabırlı olun anlatacağım, neyin inşaatının sürdüğünü, nereye yolcu taşıyacaklarını bir bir ifşa edeceğim.
Aslında Avcılar-Söğütlüçeşme arasında heder olsunlar diye alınmadı son teknolojinin eşsiz şaheseri Phileas'lar. Yapımı tüm hızıyla sürmekte olan yörüngedeki kaplıcalara yolcu taşısınlar diye çuvalla para ödendi bu teknoloji harikalarına.
Evet doğru duydunuz. Uluslarası Uzay İstasyonuna iki adım mesafedeki lebiderya uzay manzaralı kaplıcanın inşaatı tüm hızıyla sürüyor.
İşte yörüngedeki bu kaplıcaya şanslı hemşerileri ve de hatta hemşeri olmayan şanslıları bile taşıyacak bu Phileas’lar. Bu ne demektir uyandın mı ey yurdum İstanbullusu olmayanlar? Koşa koşa gelin ve de Metrobüs'e bol bol binin demektir. Binin ki kuraya katılma şansı elde edesiniz. Çaktınız mı mevzuyu! Sabırlı olun, anlatacağız ne kurası olduğunu.
Metrobüs yolunu inşa edip Phileas'ları satın alan dahiler, çalışacakları asıl yerin inşaatına bunlarla kum çakıl çimento demir taşımayı düşündüler önce amma hiçbirinin yüreği el vermedi bu teknoloji harikalarından İstanbulluları mahrum etmeyi. Uzay Mekiğinden daha üstün, Soyuz'dan kat be kat dayanıklı olan Phileas'lar uzay aracı olarak biçilmiş kaftandır ama yurdum İstanbullularına haksızlık etmek de kimsenin hakkı değildir di mi? Kumu çakılı taşıtsınlar Ariane roketiyle, Titan'la falan, ilişmesinler Phileas'larımıza! Yazık değil mi Phileas'lara, haksızlık değil mi İstanbullulara?
Az kaldı bilesiniz… Hem sayılı gün çabuk biter di mi!
Zaten bitmek üzere…
Kaplıcanın çatısı kapatılalı çok olmuş, Afyon’dan getirilen mermerleri döşenmiş, elektrik su tesisatı tamamlanmış, ampullerin takılması kalmış...
Sabahtan başlayıp ikindiye kadar sürecek havai fişek gösterileriyle açılışı yapılacak bu müthiş hizmet çok gizli tutulduğundan, Uluslararası Uzay İstasyonu'na kapı koşusu bu muhteşem kaplıca tesislerinin detaylarıyla ilgili hiçbir bilgi sızmamaktadır.
"Sabırlı olun, herkes gibi siz de göreceksiniz ne muhteşem bir eser, nasıl bir şaheser ortaya çıkarttığımızı" demektedir dahi etkili yetkililer.
İşte böylesine müthiş bir tesiste kaplıca keyfi yapılacak uzayı seyrederek, Dünyaya tepeden bakarak, yıldızlardan yıldız tutarak.
Şarkılar düzülecek:
"Sana dün bir kurnadan baktım aziz Kurnamülk"
"Tut-i mucize kurnam"
"Kurna Taksimi"
"Kurnamülk İçin İki Kişi Gerekmez"
"Kurna-i Hicazkar"
"Hatasız Kurna Olmaz"
"Biz Yörüngede Her Sene Kurnamülk'e Çıkardık"
"Kurnamülk Zortlatması"
"Kurnamülk'ü Sevmezse Gönül Aşkı Ne Anlar"
"Kız Sen Kurnamülkün Neresindensin"
"Batsın Bu Kurna"
"Kurnamülk Havası"
"Sarı Kurnalar"
"Nereden Sevdim O Zalim Kurnayı"
"Keskin Kurna"
"Aşıka Kurna Sorulmaz"
"Kurna Peşrevi"
"Rindlerin Kurnası"
"Hoşça kal Kardeşim Kurna"
"Yol Ver Kurna"
"Kurna Doldur Benim İçin"
"Şu Kurnada Su Olsaydım"
"Kurnamülkü Dinliyorum Gözlerim Kapalı"
"Kurnamülk Kurnamülk Olalı”
"İnleyen Kurnalar"
Yağdır Kurnam Su"
Diziler çekilecek:
"Kurna Dökümü"
"Aşk-ı Kurna"
"Kurnamülk Yakası"
"Kurnalar Ardında"
"Arka Kurnalar"
"Kurnamülk zamanı"
"Kurnalar Vadisi - Huşu"
"Elveda Kurnamülk"
"Kurnamülk Şarkıcısı"
"Binbir Kurna"
"Kurnamülk Yelleri"
"Kurnalar Korusun"
"Arka Kurnadakiler"
"Cennet Kurnamülkü"
"Kurna Ağası"
"Pars Kurnaterör"
"Bir Kurnamülk Masalı"
"Kurnadan Kalbe"
"Canım Kurnam"
"Küçük Kurnalar"
"Hatırla Ey Kurna"
"Kurnamülk Altında İzdivaç"
Filmler çevrilecek:
"Issız Kurnalı"
"Uzayda Vardı Ayaz, Sıcacıktı Kurnamülk "
"Beyaz Kurna"
"Kurnamülk Cumhuriyeti"
"Kurnayı Kurtaran Adam-2"
"Çılgın Dershane Kurnamülk'te"
"Kurnamülk'ü Gördüm"
"Devrim Kurnaları"
"Kurna-i Muaşeret"
"Başka Kurnamülk'ün Çocukları"
"Kurnalar Kanatlarımın Altında"
"Kurnamülküm Ve Kurnam"
Politika yapılacak:
"Demokrasinin eşsiz şaheseridir Kurnamülk"
"Kurnamülk'süz demokrasi olmaz"
"Durmak yok Kurnamülk'e devam"
"Kurnamülk'e bağlanmış bütün hortumları kestik. Tüyü bitmedik yetimin hakkını yedirmeyiz Kurnamülk fırsatçılarına"
Haberler yapılacak:
"Yörüngedeki büyük gururumuz Kurnamülk kaplıcadaki 3 kurna çatladı. Nerede bu yetkililer, uyuyor mu görevliler?"
"Hamam taslarının altın kaplamaları çok çabuk çıkıyor. Neden meclis soruşturması açılmıyor?"
"Kurnamülk bekleme sırasında kayırmacılık yapıldığı, hatta rüşvetin döndüğüne dair şikayetlerde artış var. Güvenlik güçleri suçluları tespit edip yakalamak için davetiye mi bekliyor?"
"Birkaç yıkanmada solan kalitesiz peştamallar neden ısrarla iktidara yakın bir isimden satın alınıyor?"
“Kurnamülk Sevenler Derneğinin 5087. şubesinin açılış töreninde konuşan först bayan, daha görkemli bir kurnamülkün yapımına yakında başlanacağı müjdesini verdi. Eskisinin 10 katı kapasitedeki bu kurnamülke özel Phileas’larla gidilebilmesi için iskelesinin çok büyük, çımacı sayısının da fazla tutulacağını özellikle belirtti först bayan”
"Müjdeler olsun. Aşınanların değiştirilmesi için üç Ariane roketine yüklenen mermerler nihayet Afyon'dan yola çıktı"
"Dış cephe kaplamalarını değiştirmekte olan Mardinli taş ustalarının işin yüzde seksenini tamamladığı haberi memlekette büyük sevinç yarattı. Bu müjdeli haber üzerine açıklama yapan etkili yetkililer, yarın öğlen 41 pare havai fişek patlatacaklarını açıkladı"
Gördüğünüz gibi ey İstanbullular, tez zamanda her şeyimiz olacak Kurnamülk.
Hoop itişmeyin bakiiimm…
Yağma yok öyle, hem parayla, hem sırayla, hemi de kurayla gidilebilecektir yörüngedeki bu muhteşem kurnamülk kaplıcaya.
Kurnamülk için aslanlar gibi girilecek sıraya, kimse geçemeyecek öne möne, kaynak yapamayacak kuyruğun orasına burasına, razı olacak herkes hakkına.
Aranacak pek çok şartın en önemlileri şunlardır:
1- Kurnamülk'ten yararlanabilmek için Metrobüs hattında en az 41 kere seyahat etmiş olmak.
2- Bozulup yolda kalarak hem kendi hattındaki trafiğin hem de diğer araç trafiğinin içine eden teknolojinin son şaheseri Phileas'ı en az 5 ayrı zamanda itmiş olmak.
3- Teknolojinin ve de şehir plancılığının ve de bilumum mimarlığın mühendisliğin zirvesi kabul edilen Metrobüs hattındaki teknoloji harikası Phileas'lardan birinin arızalanıp yolu tıkaması yüzünden bir başka Phileas içinde 1 saatten az olmamak kaydıyla en az 5 kere bekleyip bunların en az ikisinde havale geçirmek veya kurdeşen olmak.
Bu şekilde Metrobüs'te seyahat etme eğitimini başarıyla tamamlamış olanlar kuraya katılma hakkını elde edeceklerdir.
Yağma yok öyle, doğrudan gidemeyecek kimse. Kura çekilecek, kazananlar yörüngedeki kaplıcada 15 gün Kurnamülk hakkı elde edeceklerdir.
Metrobüs’te 100 kereden fazla yolculuk etme, 20 kez itme, 15 kez de içinde bekleme başarısını gösterenler ise 45 günlük Kurnamülk kazanacaklardır.
Böylece Uluslar arası Uzay İstasyonunun kapı komşusu ve de bin bir türlü uyduyla kucak kucağa ve de müthiş uzay manzaralı bu kaplıca tesislerinde 15 gün veya bir buçuk ay konaklama hakkıyla birlikte 1 adet altın kaplama hamam tası kazanacaklardır.
Bitmedi, ilaveten 1 adet peştamal, 1 çift de takunya sahibi olacaklardır.
Bitmedi, 1 kalıp da has zeytinyağı sabununa kavuşacaklardır.
Bitmedi, 45 gün konaklama şansını elde eden talihliler ise ilaveten bir kalıp daha has zeytinyağı sabunu kazanacaklardır.
Kurnamülk'ün muhteşem manzaralı terasında güneşlenirken kapı komşusu Uluslararası Uzay İstasyonu'ndaki astronotlara el sallama imkanı veren bu muhteşem seyahate talepleri karşılayamama endişesini taşımaktadırlar dahi etkili yetkililer. Buna rağmen dahilikleri sayesinde bu sorunu da kolayca aşacaklarına olan inançları tamdır.
Eşsiz belediyemizin eşsiz şaheserlikteki bu hizmetlerinin bittiğini sanalar büyük bir gaflet ve dalalet içinde olduklarının bilmelidirler. Çünkü şu anda Avcılar-Söğütlüçeşme arasında hizmet verip şanslı vatandaşları hem taşıyıp hemi de eğitmekteyseler de aslında yörüngedeki Kurnamülk'e yolcu taşımak amacıyla satın alınan Phileas'ların bu görevi de geçicidir ve aslında nihayetinde Mars seferlerinde kullanılacaklardır.
Evet, doğru duydunuz; Mars Kumu turizmini başlatmaya hazırlanmaktadır eşsiz belediyemizin eşi bulunmaz etkili yetkilileri. Ve onlarca Phileas bunun için çuvalla para ödenerek satın alınmıştır ki, sefer sayısı fazla tutulabilsin, izdiham yaşanmasın, 10'u 15'i giderken 10'u 15'i de dönenleri taşıyabilsin ve de şanslı yurdum İstanbulluları daha sık yararlanabilsinler şifalı Mars kumundan.
Eşsiz etkili yetkililerimizin büyük hızla yapımını sürdürdükleri Mars Kumu Kumul Tesisleri tamamlanır tamamlanmaz Phileas'lar yolcu taşımaya başlayacaklardır.
Bol demirli Mars kumundan yaralanmak isteyenler için birkaç vakte kadar kayıtlar başlayacaktır ey şanslı yurdum İstanbulluları.
Yolculuk 4,5 hafta sürecek, orada 41 gün kalınıp dönüşte güzergah uzatılarak küçük bir Güneş turu atıldıktan sonra 5 haftalık yolculukla yeryüzüne iniş yapılacaktır. Bilirsiniz Phileas'lar çok sağlam yapılmışlardır, bir şeycikler olmaz onlara ama bizler öyle miyiz? Yanar kavruluruz, güneş yağı sürmek de fazla işe yaramaz. Bu yüzden Güneş turu gece yapılacaktır.
Böyle muhteşem bir fırsat kaçar mı?
Kaçmaz tabii.
Daha önce yörüngedeki kaplıcada Kurnamülk kazanmış talihlilere öncelik tanınacağı bilgisi sızmaktadır çok gizli yürütülen Mars Kumu Kumul Tesisleri projesi etkili yetkililerinden.
Bitmedi, hizmet biter mi eşsiz hizmet üreticisi eşsiz belediyecilerimizde. Phileas'lar yörüngedeki kaplıca seferlerine başlayınca metrobüs hattı araçsız mı bırakılacak sanırsınız. Mümkünatı var mı? Çoktan başladı Metrobüs’ten daha müthiş bir fikri hayata geçirme faaliyetleri. Yenisi Metrobüs'ten daha bomba…
Hazır olun açıklıyorum:
Havadan tüp geçit yapılıyor. Müjdeler olsun ey İstanbul milleti, yakında havadan gidecek Metrotüp'e kavuşacaksın.
Artık ışık hızıyla gidip geleceksin işine gücüne.
Boru değil, ışık hızı bu ışık hızı.
Tüpün inşası bitirilince ışık hızıyla çıkarılacaksın Avcılar'dan arşa, şıppadanak indirileceksin ister Topkapı'da, istersen Mecidiyeköy'de, istersen Söğütlüçeşme'de arz'a.
Çıktın evden, gözünü açtın kapadın, buldun kendini işte. Hepsi bu kadar.
Paydos ettin, kendini attın Metrotüp’e, anında çıkartılacaksın arşa, evinin orada indirileceksin şıp diye arza.
Boru değil, Metrotüp bu Metrotüp...
Hemi de havası boşaltılmış teknoloji harikası bir tüp bu metrotüp. Uyandın mı vatandaş, sürtünme yok, direnç kalmamış, geriye bir tek uçmak kalmış uçmak. Hemi de ışık hızıyla uçmak.
Arzdan arşa, arştan arza hizmetin aalasını alacaksın aalaasını... Yapacaklar tüpü, boşaltacaklar havasını, gönderecekler her şeyi ve herkesi istenen yere. Uyandın di mi yurdum İstanbullusu, sürtünme yok, katıksız ışık hızı var.
Bin tüpe, git gidebildiğin yere, kim tutar seni be.
Hizmet diye buna denmezse neye denir? Aklına mukayyet ol ey yurdum İstanbullusu, duanı esirgeme eşsiz etkili yetkililerinden.
Yerleştirildinmi havası boşaltılmış Metrotüpe, ışık hızı neymiş be, onu bile geçersin tez zamanda.
Bitmedi... Kendin gittin de bitti mi sandın. Bitmedi...
İster otomobilini taşıyacaksın, istersen eşyanı, istersen denkini, yükünü... Koyacaksın Topkapı’dan koltuk takımını mutfak dolabını, alacaksın Ortaköy’den. Hemi de ışık hızıyla... Artık taşınmak bile 3 saniye. Boru mu, ışık hızı bu ışık hızı... İndirip bindirmesi olmasa salise be salise... Kabzımalsan yükleyeceksin çuval çuval soğanı patatesi, kasa kasa domatesi patlıcanı, armudu elmayı, postalayacaksın müşterine, o da dizecek hemen rafına. Sonra da yan gelip yatacak. Keyifler keka...
Bitmedi, hizmet biter mi hiç etkili yetkililerimizde, bitmez.
Daha sonra kapasitesi çok büyük tutulan bir Metrotüp de İstanbul Ankara arasında inşa edilecek.
Bu bomba müjdeyi de ben vereyim istedim. Nasıl bomba ama! İstanbul Ankara arası 5 saniye. Üfff be, ne müthiş…
Ondan sonra "Ankara'nın nesini seversin?" diye sual edilecek olursa ne denecek:
"Metrotüp'e binmesini"
Kapasitesi büyük olacağından kamyon otobüs hatta tır bile taşınacak bu güzergahtaki Metrotüp'te. Tabii daha büyük, daha kalantor etkili ve de yetkililer de...
Durmak yok, tüpe devam.
Teknolojiye ve de çuvalla para saçmaya meraklı olmak böyle müthiş bir şey işte. Kendileriyle yetinmeyip milleti de teknoloji manyağı yaparlar.
İşte bu yüzden teknoloji sevenleri ve de çuvalla para saçanları sevdikçe sevelim ve de hep seçelim.
Hak ediyorlar, biz de...
Teknoloji delisi müthiş bir dahi de Erzurum'da varmış. Bilmem haalaa görevde midir, dahice hizmetlerine hizmet eklemeye devam etmekte midir?
Erzurumlu Erzurumlu olalı görmemiştir böyle hizmet, böyle dahilik… Aslında ne Erzurum'u, ne memleket ne de dünya görmüştür böyle bir dahi.
Kaldırıma televizyon gömdürmüş dahi ya. Bu nasıl bir dehadır böyle. Öfff be…
Kaldırıma plazma TV gömmek öyle her dahinin aklına gelecek şey midir? Nerede...
Bitmedi, dahası var, hizmetin daha bir aalaası daha var.
Ağaçları kesip yerine elektrik ampullü metal ağaç diktirmiş.
Ööff ki ne ööfff be, kimin aklına gelecek hizmettir bu! Gel de kıskanma!
Mümkünatı yok, kimse akıl edemez böyle dahilikleri. Ederim diyen bir adım öne çıksın da görelim hangi ana doğurmuştur bir ikinci dahiyi.
Adam dahi olduğundan, yurdum Erzurumluları'nın başı önde yere bakarak yürürken TV seyredeceğini, seyrederken de zevkten dört köşe olacağını biliyor. Herkes dizilerden dizi, filmlerden film beğenerek yürüyecek ya, bunu baştan kestirmiş, hemen LCD'leri gömdürmüş.
Gel de şapka çıkartma bu zekaya.
Dahi olmasa mümkünatı yok aklına gelmezdi böylesine eşi bulunmaz hizmet. Zaten insanlar da birbirini çiğniyordur o LCD'leri seyredebilmek için. Bari bütün Erzurum'a yaysa bu hizmeti, insanlar seyretmek için birbirlerini ezmese.
Teknoloji delisi olmak böyledir işte. Kendisi olmakla yetinmez herkesi teknoloji manyağı yapmak için yırtınır durur. Zaten bu dahiden işi öğrenen Erzurum milleti de çoktan gömmeye başlamıştır LCD'lerini salonlarının ortasına. Halıların o bölümleri kesilip çıkartılmış, dört tarafına sedirler yerleştirilmeye başlamıştır çoktan. Yüzükoyun TV seyretmenin acayip keyfini çıkartıp durmaktadır her bir yurdum Erzurumlusu. Girişimci ruhlar da hemen harekete geçip ortası delik halı üretimine başlamıştır bile.
Demek ki dahilik böyle bir şey işte, milleti de kendisi gibi teknoloji manyağı yapar.
Hele o metal ağaç… Bre aman, o ne müthiş fikirdir öyle. Şaşkınlıktan küçük dilini değil büyüğünü hatta dudaklarını bile yutar insan, aklı gider benim diyen yiğidin.
Kesiyor ağaçları, dikiyor yerine ampullü metal olanları. Yılbaşı ağacı niyetine değil, yedi göbek sülaleden yaş ağacın yerine dikiyor bunları dahi…
Gel de kopma..!
Sulama derdi yok, yaprak dökmesi yok, budama derdi yok, dalına tırmanacak çoluk çocuğu kovalama derdi yok… Hatta dalına konup etrafı pisleyen karga derdi bile yoktur. Metal ağaca kuş mu konarmış.
Dik metali, bak keyfine, bas düğmesine yak ışığını, geç karşısına seyret babam seyret.
İnsanlık soluğunu tuttu duyduğunda bu fikri, kala kaldı ağzı açık herkeslerin. "Bu ne müthiş bir gelişmedir böyle. Neden bizde yapılmaz böyle müthiş buluşlar" hayıflanmasından başka şey geçmiyordur hiç birinin aklından.
Bu kadarla kalsa gene iyi, "Ben niye akıl edemedim, elin Erzurumlu dahisine kaptırdım bu müthiş buluşu" diye sayısız insan kafasını duvarlara vurarak telef etmiştir kendini.
Üreticileri de büyük bir memnuniyet ve gözyaşları içinde "Çok heyecanlıyız, tarifsiz duygular içindeyiz. Biz gömülerek kullanılmalı diye üretmiştik ama kimse uygulamadı, hep yanlış kullanıldı, ya duvara asıldı, ya sehpanın üstüne konuldu. Olacak şey değil… LCD’leri ürettiğimiz düşünceye uygun şekilde kullanan birini görmek bizi nasıl mutlu etti bilemezsiniz. Yıllardır bekliyorduk, gömülmesi gerektiklerini kimse göremiyordu bir türlü. Bu başkanı kutluyoruz. Helal olsun bu dahiye" açıklamasını yapmışlar ve de "Üstün Gömücü Ödülümüze layık gördük kendisini " diye eklemeyi ihmal etmemişlerdir.
Ödülü haber alıp akın akın gelen medya mensuplarına eşsiz bir tarihi demeç veren dahi başkan "Teknolojiye çok düşkünüm. Gömdüm oldu" dedi.
Hele öbürü, hele öbürü...
Ağaçların kesilerek yerine metalden imal edilmişlerinin dikilmesi öyle eşsiz bir fikir ki, aklı duruyor insanın; ne dökülen yaprağın pisliği var, ne de yıldan yıla budama derdi, ne sulaması, ne gübresi, ne de ilacı.
Üstelik ampullü… Bas ağacın düğmesine nura boğsun sokağı, ışıl ışıl etsin caddeyi… Ne gerek var sokak lambasına.
Bunu gören yurdum Erzurumluları çoktan kesmeye başlamıştır bahçesindeki akasyayı, gürgeni, çınarı… Hele bir de meyve vereni çıkarsa metal ağacın, bir bir hızarla buluşacaktır bütün erikler, elmalar, armutlar, cevizler…
Hele de fotosentez meselesini hallederse metal ağaç üreticileri, üç günde donanacaktır baştan aşağı bütün Erzurum metal ağaçlarla.
Ladinler kızılağaçlar meşeler de doğru kereste fabrikasına, oduncuya, suntacıya, takozcuya.
Duyup hasedinden çatlayan Dünyadaki herkesler hemen ve de derhal yapışacaktır baltalara hızarlara, ortalığı batıran ağaçların tez zamanda bakılacaktır icabına. Yağacaktır dört bir diyardan metal ağaç siparişleri imalatçılarına.
Dikilecektir dikilmesine de, bu büyük hizmetlerden sonra eşsiz belediye başkanının heykeli sığar mı bu Dünyaya hatta Samanyolu'na, dikilir artık Andromeda'ya.
Bütün bunlardan sonra diyorum ki, teknolojiyi sevenleri daha çok sevelim, hayatı bir güzel iyi ediyorlar!
Eyüp Şeker
28/30 Haziran 2009
.
NASIL BEYAZ LAHANA SARMASI YAPILMAZ?
MARUL SARMASI YAPMAYI NEDEN ÖĞRENDİM?
Yemek mevzuuna girdik bir kere, devam etmek kaçınılmaz. Fırsat bulursam beyaz lahana sarması yapış maceralarımdan söz edeyim diyordum. Karar verdim vermesine de kolaysa yaz. Bu da diğer sayısız dosya gibi haftalardır beklemede. Aslında şanslı sayılır lahana sarma, kimi dosyalar var, aylardır hatta yıllardır duruyor.
Tarih düşmeyi unuttuğumdan zamanını bilemiyorum, epeyce hafta önce yazdım bunları ve de bitireceğim bir fırsat kollayıp duruyorum. Bu yüzden her gün muntazaman göz attığım gazeteleri çabucak bitirip sonra yazıyı döşenirim niyetiyle kuruluyorum ekranın karşına. Ne mümkün, uzadıkça uzuyor gazetelere göz atma faslı. Çünküm gasteciler kalleş, çünküm haşırt diye geçiriyor, yakıp duruyorlar muntazaman her gün çıramı.
Neden mi?
Her günkü gibi bilgisayarı açmış kurulmuşum karşısına, yüklemişim ilk gazeteyi, küt diye Megan dikiliverdi karşıma. Öyle süzüyor ki tıklamamak mümkün değil.
Varlığına dair derin kuşkulara sahip olduğum beynimin faaliyete geçip bedenimi kontrol eder hale gelebilmesi için sekiz bardak çayı devirmem gerekiyor. Oysa kanıksar hale geldiğim kronikleşmiş mide ağrılarını engellemek için altlık niyetine içtiğim bir kupa ıhlamur sonrasında çay keyfine yeni başlamışım, ince belli bardaktan ilk yudumlarımı ufak ufak almaktayım. Yani ne sekizi, daha ilk bardak çayı bile deviremediğimden kontrol alttakinden kurtulup üsttekine, yani beynime geçememiş daha.
Egemenliğini sürdürdüğünü sabahları çamaşırı yırtarcasına belirtmeyi marifet sanan efendimin sakinleşmesi için afyonumun patlaması, afyonumun patlaması için de bir demlik çayın dörtte üçünü devirmem gerekir.
Hal böyleyken karşına dikiliverirse Megan Fox, kontrolü beynine devretmemekte direnen alttaki hemen en üst perdeden komutu verir: “TIKLA”
Tek yakınlaşabildiğim olması yüzünden gece boyunca sarıldığım yastıktan güçlükle ayrılıp zorla kalkmamışım sanki. Çamaşırımı yırtmak için çok kararlı olduğunu göstermiyordur sanki başımın belası baş ve halen daha egemenliği kayıtsız şartsız elinde bulundurduğunu haykırmıyordur. Ve yeni yeni anca yatışır gibi olma sinyalleri vermeye başlamamıştır sanki. Ve aklın haalaa tümüyle oranda değildir sanki.
Beklediğin hiç kimse yokken kapıyı açtığında karşına dikilen aklından hiç geçirmediğin biri gibi karşılaşmışsındır Megan Fox'la.
Kilitlenir bakışların.
Göğüsleri mi daha delercesine bakmaktadır, dudakları mı yoksa gözleri mi, karar veremezsin. Tek seçeneğin olan elinle samimiyeti daha bir koyulaştırmaktan başka çare bırakmaz insana. İkinci üçüncü fotoğraftan sonra kurtulmak için çare aranmaya başlarsın. "Kendine mukayyet ol, elinle cilveleşmenin sırası değil" telkinleri işe yaramaz. O eski bildik numaraya sığınırsın hemen:
"Kötü ve olumsuz şeylere çevir ilgini"
Ve siyasi haberler hemen kurtarıcın olur.
"Yaşasın politika" diye bağırmazsın, çünkü aslında kurtarıcın falan olmadıklarını, memleketi daha beter, dünyayı daha berbat etmekten başka işe yaramadıklarını bilirsin. Sadece, kalleş gastecilerin kurduğu bu tür tuzaklardan kurtulup güne başlamaya çalışıyorsundur ve çaresizce kurtarıcı olmayan kurtarıcılara sarılıyorsundur. Hepsi bu... Yani öyle hepten işe yaramaz değiller, yaradıkları yerler de var…
Birazcık geciken bir fotoğraf yüklenmesi boşluğundan yaralanıp kapatıverirsin pencereyi, tıklarsın aziz ve de yüce siyasilerimizin eşsiz icraatlarıyla ilgili bir haberi. Oh be dersin... Ne güzel ediyorlar memleketin içine, ne beter yapıyorlar dünyayı, oh be dünya varmış...
Buna rağmen kurtulduğunu sanıyorsan çok yanılırsın. Aslında iyi bilmektesindir, epeyce patlatıcı ve de tutuşturup yakıcı ve de kavurup iliği kemiği kurutucu görüntü iki tık'lık mesafeye tuzaklanmıştır. Tıklamayacağım telkinleri işe yaramaz, dayanamaz yine düşersin tuzaklarına; açarsın birer birer kalleş gastecilerin yerleştirdiği yakıcıları, kavurucuları, darmaduman edicileri.
Kaderine razısındır, ilerlemeye devam edersin, kıldan ince hale getirilmiş boynunu uzatır uzatır uzatırsın…
En tehlikeli bubi tuzaklarından biridir Angelina Jolie'nin dudakları. İki tık ötene tuzaklanmıştır. Haftada üç beş kez karşılaştığından artık aileden saymaya başlamışsındır Jolie’yi. Telkinlerle uzak durmaya çalışman yararsızdır, dayanamaz tıklarsın. Kolayca hipnotize olan tavuk gibi kala kalırsın dudakları ve yüzü gözüne ilişmeye başladığı anda. Yine de şanslısındır; ya birkaç kilo daha alıp kemikleri göze batmaz hale gelirse ne yapardın. Yalnızca dudaklarının karşısında hipnotize olup kalmaz, sürü sepet fotoğrafı tıklar, seyrin bedelini iş dediğin işlerin hepiciğini heba ederek öderdin.
Bir şekilde başarıp kurtuldun diyelim Angelina'dan da, zaman makinesiyle Rönesans'tan çekilip alınmış Monica Belluci kollamaktadır tıklayacağın anı. Ve sanki poz vermeyi az önce bitirip kalkıp gelmiş gibidir. Zaten Leonardo Da Vinci de sanki ona bakıp çizmiştir bir gözü gülümserken diğeri hüzünle bakan o muhteşem resmi. Ve neredeyse yemin etmeye hazırsındır “Usta’nın modeli Belluci’dir...” diye. Hatta yetinmeyip buldum buldum diye meydanlara fırlayıp bu keşfinin herkese duyurmak isteğiyle yanıp tutuşmaktasındır. Bu kadarla kalsan yine iyi, "Ah be, Leonardo olmak varmış… Resmini yapmasam da karşıma oturtur, oturtur oturtur oturdurdum… Deha şansı işte, ne olacak…" hayıflanmalarıyla erirsin, erirsin, erirsin…
Her birinde çoktan razısındır on onbeş fotoğrafa. Kalleş gastecilerin kalleşlikleri biraz daha tutmuşsa seksen yüz fotoğraftan aşağısıyla bırakmazlar yakanı.
Yine bir fırsatını bulup sıvışsan da birkaç tık ötede pusuda beklemektedir "Benimle güler misin?" diye bakınan Sharonne Stone. "Nasıl gülmem… İstersen sızılarında, gergin derinlerinde de dolaşırız ama önce gülelim doya doya… Sonra ne istersen…" demeni bekliyordur sanki. Gülüşü maskeden çok arzulu bir istek doludur, umut doludur, duymamak kapılmamak imkansızdır.
Bir de baş belası Adriana Lima var. Karşılaştığında içini bir güven kaplar. Sanki aklından hiç kötülük geçmezmiş, fitne fesatla ilişkisi yokmuş duygusu uyandırır insanda. Bundan rahatlatıcı ne olabilir? Hanım hanımcık komşu kızı gibi karşına çıkıveren Adriana müthiş bir sakinleştiricidir. Büyük kazıklar yediğinde, öfken tependeyken, aldatılmanın zirvesinde yaşarken "Adriana'ya bakmak yeter" duygusuna kapılırsın. Hanım hanımcık komşu kızı gibi görünür gözüne ilk anda ya, aslında hep kurulu tuttuğu kapanına yakalanmışsındır çoktan. Lima’nın aldatıcı hanım hanımcıklığının ardındaki yakıcılığı çok geç fark eder, ateşine yapışıp kalarak pervanesi oluverirsin...
Lima'ya bakmayı minnacık uzatmanın bedelidir barındırdığı fokur fokur kaynayan erotizmde tutuşup kavrulmak. Bununla kalsa iyi demen için çok beklemen gerekmeyecektir. Yaydığı "Dikkatli ol, başkasına bakarsan gözlerini oyarım" uyarısını açıkça veren kıskanma boyutundaki sahiplenme duygusunun etkisi de vardır bu kavrulmada. “Hiç bakar mıyım, ölmüş kargalar gözümü oysun ki bakmam, yıkılmış duvarlar üzerime yıkılsın ki bakmam”la sakinleştirerek doya doya doyarsın Adriana’ya. Hemen ardından da rahatlar, içmiyorsan veya bırakmışsan eğer, hayalinde yakarsın bir sigara…
Her biri birbirinden tahripkar/tahrikkar sayısız ateşleyici varken hangi birini sayasın!
Haşırt Eva Mendes, haşırt Kelly Brook, haşırt Charliez Teron, say say bitmez kalleş gastecilerin dayadıkları...
İnsafınız yok mu, bir soluk aldırın, iki satır kendimize gelelim di mi... Yok, tanımazlar soluklanma fırsatını, haşırt diye dayayıp dururlar tutuşturucuların en tutuşturucularını.
Sana da tahrikkarlıktan tahrikkarlık beğenmek kalır.
Yine de şanslı saymalıyız kendimizi; pul kadar değilseler bile kartpostal boyutunu aşmıyor şu anki fotoğraflar filmler. Çok kalmaz en küçük detayı yansıtan çok yüksek çözünürlüklü fotoğrafları filmleri yayınlanmaya başlamaları... Yandık ki ne yandık o zaman, ne afyon patlar, ne de yerine gelir kafa. Kontrol kalır kontrolü devretmeyen kafada, patlayanlar da patlar orada.
Kısacası kalleş gastecilerden kurtulmanın mümkünatı yoktur. En çarpıcı görüntüleri dikip dururlar karşımıza. Tek umut var; e-gazetelerin yayınlanabileceği kapasiteleri sınırlı elektronik kağıtların bir an önce hayatımıza girmesi. Böylece en azından birkaç yıl fotoğraflardan filmlerden muaf tutulabilir ve gazeteleri asıl işlevlerindeki gibi haber, yorum, düşünce verir halleriyle okuyabiliriz.
Gazeteleri bilgisayar başında okumayı sürdürenlerin ise çekimlerle çekecekleri sürecektir tabii.
Bilgisayar başında okumayanlar için ise elektronik kağıtlardaki e-gazeteler, çekimlerden kurtarıcı olacak gibi gözüküyor. Başlardaki kısıtlı kapasiteleri görsel öğelerin fazlaca yer alamayacağının işaretidir. En azından bir süre büyük olasılıkla sadece yazı göreceğiz e-kağıt gazetelerinde…
E-kağıtlı gazete için tek eksik unsur araç/malzeme. Diğer yandan cep telefonları çoktan her şeyimiz oldular ve hep yanımızdalar. Bu durumda bluetooth kulaklıklar gibi cep telefonuyla irtibatlı çalışan elektronik kağıtlar basit ve iyi bir çözüm olabilir. Güçlü iletişime gereksinimi olmadığı için hem enerji ihtiyacı düşük olacaktır, hem de daha ucuza imal edilebileceklerdir. Cep telefonuna hiç dokunmaya gerek kalmayacak, cebimizden çıkarttığımız elektronik kağıdı açtığımızda hemen telefonumuz üzerinden bilgiler güncellenecek, biz de işlemlerin farkına bile varmadan gazeteleri okuyabileceğiz. Bluetooth iyi bir fikir gibi gözüküyor.
Tamam anlatacağız beyaz lahana sarmasını. Patlamadınız ya… Soluk aldırıyor mu kalleş gasteciler. Birkaç satır gazete okuyup neler olup bitmiş öğrenecek, ardından hemen tarif faslına geçecektik ama ne mümkün. Bırakmıyorlar yakamı, aldırmıyorlar bir solukluk soluğu...
Oh be sonunda büyük bir irade göstererek kurtuldum bütün yakıcı ve de kavuruculardan, tamamladım gazetelere göz atma faslını.
Lahana demiştik di mi?
Evet, macera şöyle başladı:
Beyaz lahana sarması yapmaya karar vermiştim. Aldım koca kelle lahanayı önüme, yapraklarını ayıracağım...
İnternet elinin altında, sağda solda sürüyle tarif kitabı var, baksana, öğrensene. Olmaz, bakmanın ne gereği vardır, altı üstü sarma işte. Atom reaktörü yapmıyorsun ya, neyin nesini öğreneceksin... Sarma işte, hazırlarsın yapraklarını, diğer yanda da kıymasını soğanını baharatları tuzunu tamam ettiğin harcı, hepsi o.
Nasıl yapılır, nasıl edilir diye hiç bakınmadan girişip çiğ lahana yapraklarını ayırmaya kalkışınca yemek konusundaki en dahiyane buluşlarımdan birini yaptım: "Sarmayı bırak, bundan iyi kapuska olur"
Lahanaları doğrayıp buzluğa kaldırdım ama dev gibi bir sorunsalım vardı. Çözülmesi için buzluktan çıkartıp diğer malzemeleri de eklediğim kıyma ne olacaktı.
Cevabı basitti, dolaptaki dolma ya da sarma yapılmaya tek uygun sebze maruldu. O zaman marul sarması yapılacaktı.
Marul sarması fena olmuyor ama yapraklarının çabucak eriyip dağılması yüzünden ortaya çıkanın sarmadan çok İzmir köfteye benzediğini itiraf etmem gerekiyor.
Yılmaya niyetim yoktu. İkinci girişimimde lahanayı olduğu gibi haşladım, daha sonra da yaprakları ayırdım tabii.
Bu arada konu açılmışken diğer bir sorunsaldan söz edeyim: Marketten gelen beyaz lahanalar kesinlikle Petkim Petro Kimya tesislerinin üretimi olmalı; çünkü her türlü pişirme girişimine çok büyük direnç gösteriyor, asla yumuşamıyor, hatta kopmuyor, nerdeyse bıçakla bile kesilmiyorlar. Yani ne bileyim, dev marketlerden gelen bu lahanalar çatı kaplaması olarak kullanılabilir. Ya da yer muşambası olarak neden yararlanılmasın bu lahanalardan? Nerde bu girişimci ruhlar, neden uyuyorlar, lahanadan yer kaplaması, çatı kiremidi neden imal etmiyorlar. Lütfen uyumayalım baylar bayanlar, girişimci ruhları faaliyete geçirelim. Girişimci ruhlara ihtiyacı var memleketin.
Şaka bir yana ama büyük marketlerden zaman zaman öyle meyve sebzeler geliyor ki, plastikten üretildiklerine yemin edecek hale geliyor insan. Kimi zaman lezzetlisine denk geliyor, umutlanıyorsun bir şeylerin değiştiğine dair. Oysa öylesine bir parti denk gelmiştir, hepsi odur, değişen bir şey yoktur.
Bir ara yakındaki bir marketten İznik domatesi almıştım. İşte domates bu dedirten lezzetteydiler. Domatese böyle etiket konulduğuna tanık olmamıştım. Salçalık domates falan görmüştüm de "Şuranın domatesi" ifadesine ilk kez denk geliyordum. Bir farkındalık, bir bilinirlik söz konusu olduğu belliydi. Ve nedeninin nasılını bilmesem de haklıydılar "İznik domatesi" diye özel etiket koymakta. İnanılmaz enfes soslar yapılabiliyordu. Sadece domates ve birazcık biber, hepsi bu… Sarımsak soğan peynir ya da kıyma gereksizdi. Sadece domates, belki biraz biber… Birkaç hafta marketin raflarında yer aldıktan sonra bir daha görünmez oldular. İznik domatesi in miydi cin miydi bilemedim.
Normalde iyisi diye aldığım domatesler lezzetli gibi dursalar da ekşi oluyor, yemeğin tadını da ekşitiyorlar. Önceleri bir miktar şeker atıyordum yemeklere veya sosa. Epeydir tatlandırma işini mısırla hallediyorum. Örneğin fırında patatesli tavuk pişireceksem bir iki kaşık mısır koymayı ihmal etmiyorum.
İşte bu yüzden diyorum ki, denemeyin marul sarmasını.
Pek afiyet olmuyor.
Eyüp Şeker
26 Haziran 2009 Cuma
.
Yemek mevzuuna girdik bir kere, devam etmek kaçınılmaz. Fırsat bulursam beyaz lahana sarması yapış maceralarımdan söz edeyim diyordum. Karar verdim vermesine de kolaysa yaz. Bu da diğer sayısız dosya gibi haftalardır beklemede. Aslında şanslı sayılır lahana sarma, kimi dosyalar var, aylardır hatta yıllardır duruyor.
Tarih düşmeyi unuttuğumdan zamanını bilemiyorum, epeyce hafta önce yazdım bunları ve de bitireceğim bir fırsat kollayıp duruyorum. Bu yüzden her gün muntazaman göz attığım gazeteleri çabucak bitirip sonra yazıyı döşenirim niyetiyle kuruluyorum ekranın karşına. Ne mümkün, uzadıkça uzuyor gazetelere göz atma faslı. Çünküm gasteciler kalleş, çünküm haşırt diye geçiriyor, yakıp duruyorlar muntazaman her gün çıramı.
Neden mi?
Her günkü gibi bilgisayarı açmış kurulmuşum karşısına, yüklemişim ilk gazeteyi, küt diye Megan dikiliverdi karşıma. Öyle süzüyor ki tıklamamak mümkün değil.
Varlığına dair derin kuşkulara sahip olduğum beynimin faaliyete geçip bedenimi kontrol eder hale gelebilmesi için sekiz bardak çayı devirmem gerekiyor. Oysa kanıksar hale geldiğim kronikleşmiş mide ağrılarını engellemek için altlık niyetine içtiğim bir kupa ıhlamur sonrasında çay keyfine yeni başlamışım, ince belli bardaktan ilk yudumlarımı ufak ufak almaktayım. Yani ne sekizi, daha ilk bardak çayı bile deviremediğimden kontrol alttakinden kurtulup üsttekine, yani beynime geçememiş daha.
Egemenliğini sürdürdüğünü sabahları çamaşırı yırtarcasına belirtmeyi marifet sanan efendimin sakinleşmesi için afyonumun patlaması, afyonumun patlaması için de bir demlik çayın dörtte üçünü devirmem gerekir.
Hal böyleyken karşına dikiliverirse Megan Fox, kontrolü beynine devretmemekte direnen alttaki hemen en üst perdeden komutu verir: “TIKLA”
Tek yakınlaşabildiğim olması yüzünden gece boyunca sarıldığım yastıktan güçlükle ayrılıp zorla kalkmamışım sanki. Çamaşırımı yırtmak için çok kararlı olduğunu göstermiyordur sanki başımın belası baş ve halen daha egemenliği kayıtsız şartsız elinde bulundurduğunu haykırmıyordur. Ve yeni yeni anca yatışır gibi olma sinyalleri vermeye başlamamıştır sanki. Ve aklın haalaa tümüyle oranda değildir sanki.
Beklediğin hiç kimse yokken kapıyı açtığında karşına dikilen aklından hiç geçirmediğin biri gibi karşılaşmışsındır Megan Fox'la.
Kilitlenir bakışların.
Göğüsleri mi daha delercesine bakmaktadır, dudakları mı yoksa gözleri mi, karar veremezsin. Tek seçeneğin olan elinle samimiyeti daha bir koyulaştırmaktan başka çare bırakmaz insana. İkinci üçüncü fotoğraftan sonra kurtulmak için çare aranmaya başlarsın. "Kendine mukayyet ol, elinle cilveleşmenin sırası değil" telkinleri işe yaramaz. O eski bildik numaraya sığınırsın hemen:
"Kötü ve olumsuz şeylere çevir ilgini"
Ve siyasi haberler hemen kurtarıcın olur.
"Yaşasın politika" diye bağırmazsın, çünkü aslında kurtarıcın falan olmadıklarını, memleketi daha beter, dünyayı daha berbat etmekten başka işe yaramadıklarını bilirsin. Sadece, kalleş gastecilerin kurduğu bu tür tuzaklardan kurtulup güne başlamaya çalışıyorsundur ve çaresizce kurtarıcı olmayan kurtarıcılara sarılıyorsundur. Hepsi bu... Yani öyle hepten işe yaramaz değiller, yaradıkları yerler de var…
Birazcık geciken bir fotoğraf yüklenmesi boşluğundan yaralanıp kapatıverirsin pencereyi, tıklarsın aziz ve de yüce siyasilerimizin eşsiz icraatlarıyla ilgili bir haberi. Oh be dersin... Ne güzel ediyorlar memleketin içine, ne beter yapıyorlar dünyayı, oh be dünya varmış...
Buna rağmen kurtulduğunu sanıyorsan çok yanılırsın. Aslında iyi bilmektesindir, epeyce patlatıcı ve de tutuşturup yakıcı ve de kavurup iliği kemiği kurutucu görüntü iki tık'lık mesafeye tuzaklanmıştır. Tıklamayacağım telkinleri işe yaramaz, dayanamaz yine düşersin tuzaklarına; açarsın birer birer kalleş gastecilerin yerleştirdiği yakıcıları, kavurucuları, darmaduman edicileri.
Kaderine razısındır, ilerlemeye devam edersin, kıldan ince hale getirilmiş boynunu uzatır uzatır uzatırsın…
En tehlikeli bubi tuzaklarından biridir Angelina Jolie'nin dudakları. İki tık ötene tuzaklanmıştır. Haftada üç beş kez karşılaştığından artık aileden saymaya başlamışsındır Jolie’yi. Telkinlerle uzak durmaya çalışman yararsızdır, dayanamaz tıklarsın. Kolayca hipnotize olan tavuk gibi kala kalırsın dudakları ve yüzü gözüne ilişmeye başladığı anda. Yine de şanslısındır; ya birkaç kilo daha alıp kemikleri göze batmaz hale gelirse ne yapardın. Yalnızca dudaklarının karşısında hipnotize olup kalmaz, sürü sepet fotoğrafı tıklar, seyrin bedelini iş dediğin işlerin hepiciğini heba ederek öderdin.
Bir şekilde başarıp kurtuldun diyelim Angelina'dan da, zaman makinesiyle Rönesans'tan çekilip alınmış Monica Belluci kollamaktadır tıklayacağın anı. Ve sanki poz vermeyi az önce bitirip kalkıp gelmiş gibidir. Zaten Leonardo Da Vinci de sanki ona bakıp çizmiştir bir gözü gülümserken diğeri hüzünle bakan o muhteşem resmi. Ve neredeyse yemin etmeye hazırsındır “Usta’nın modeli Belluci’dir...” diye. Hatta yetinmeyip buldum buldum diye meydanlara fırlayıp bu keşfinin herkese duyurmak isteğiyle yanıp tutuşmaktasındır. Bu kadarla kalsan yine iyi, "Ah be, Leonardo olmak varmış… Resmini yapmasam da karşıma oturtur, oturtur oturtur oturdurdum… Deha şansı işte, ne olacak…" hayıflanmalarıyla erirsin, erirsin, erirsin…
Her birinde çoktan razısındır on onbeş fotoğrafa. Kalleş gastecilerin kalleşlikleri biraz daha tutmuşsa seksen yüz fotoğraftan aşağısıyla bırakmazlar yakanı.
Yine bir fırsatını bulup sıvışsan da birkaç tık ötede pusuda beklemektedir "Benimle güler misin?" diye bakınan Sharonne Stone. "Nasıl gülmem… İstersen sızılarında, gergin derinlerinde de dolaşırız ama önce gülelim doya doya… Sonra ne istersen…" demeni bekliyordur sanki. Gülüşü maskeden çok arzulu bir istek doludur, umut doludur, duymamak kapılmamak imkansızdır.
Bir de baş belası Adriana Lima var. Karşılaştığında içini bir güven kaplar. Sanki aklından hiç kötülük geçmezmiş, fitne fesatla ilişkisi yokmuş duygusu uyandırır insanda. Bundan rahatlatıcı ne olabilir? Hanım hanımcık komşu kızı gibi karşına çıkıveren Adriana müthiş bir sakinleştiricidir. Büyük kazıklar yediğinde, öfken tependeyken, aldatılmanın zirvesinde yaşarken "Adriana'ya bakmak yeter" duygusuna kapılırsın. Hanım hanımcık komşu kızı gibi görünür gözüne ilk anda ya, aslında hep kurulu tuttuğu kapanına yakalanmışsındır çoktan. Lima’nın aldatıcı hanım hanımcıklığının ardındaki yakıcılığı çok geç fark eder, ateşine yapışıp kalarak pervanesi oluverirsin...
Lima'ya bakmayı minnacık uzatmanın bedelidir barındırdığı fokur fokur kaynayan erotizmde tutuşup kavrulmak. Bununla kalsa iyi demen için çok beklemen gerekmeyecektir. Yaydığı "Dikkatli ol, başkasına bakarsan gözlerini oyarım" uyarısını açıkça veren kıskanma boyutundaki sahiplenme duygusunun etkisi de vardır bu kavrulmada. “Hiç bakar mıyım, ölmüş kargalar gözümü oysun ki bakmam, yıkılmış duvarlar üzerime yıkılsın ki bakmam”la sakinleştirerek doya doya doyarsın Adriana’ya. Hemen ardından da rahatlar, içmiyorsan veya bırakmışsan eğer, hayalinde yakarsın bir sigara…
Her biri birbirinden tahripkar/tahrikkar sayısız ateşleyici varken hangi birini sayasın!
Haşırt Eva Mendes, haşırt Kelly Brook, haşırt Charliez Teron, say say bitmez kalleş gastecilerin dayadıkları...
İnsafınız yok mu, bir soluk aldırın, iki satır kendimize gelelim di mi... Yok, tanımazlar soluklanma fırsatını, haşırt diye dayayıp dururlar tutuşturucuların en tutuşturucularını.
Sana da tahrikkarlıktan tahrikkarlık beğenmek kalır.
Yine de şanslı saymalıyız kendimizi; pul kadar değilseler bile kartpostal boyutunu aşmıyor şu anki fotoğraflar filmler. Çok kalmaz en küçük detayı yansıtan çok yüksek çözünürlüklü fotoğrafları filmleri yayınlanmaya başlamaları... Yandık ki ne yandık o zaman, ne afyon patlar, ne de yerine gelir kafa. Kontrol kalır kontrolü devretmeyen kafada, patlayanlar da patlar orada.
Kısacası kalleş gastecilerden kurtulmanın mümkünatı yoktur. En çarpıcı görüntüleri dikip dururlar karşımıza. Tek umut var; e-gazetelerin yayınlanabileceği kapasiteleri sınırlı elektronik kağıtların bir an önce hayatımıza girmesi. Böylece en azından birkaç yıl fotoğraflardan filmlerden muaf tutulabilir ve gazeteleri asıl işlevlerindeki gibi haber, yorum, düşünce verir halleriyle okuyabiliriz.
Gazeteleri bilgisayar başında okumayı sürdürenlerin ise çekimlerle çekecekleri sürecektir tabii.
Bilgisayar başında okumayanlar için ise elektronik kağıtlardaki e-gazeteler, çekimlerden kurtarıcı olacak gibi gözüküyor. Başlardaki kısıtlı kapasiteleri görsel öğelerin fazlaca yer alamayacağının işaretidir. En azından bir süre büyük olasılıkla sadece yazı göreceğiz e-kağıt gazetelerinde…
E-kağıtlı gazete için tek eksik unsur araç/malzeme. Diğer yandan cep telefonları çoktan her şeyimiz oldular ve hep yanımızdalar. Bu durumda bluetooth kulaklıklar gibi cep telefonuyla irtibatlı çalışan elektronik kağıtlar basit ve iyi bir çözüm olabilir. Güçlü iletişime gereksinimi olmadığı için hem enerji ihtiyacı düşük olacaktır, hem de daha ucuza imal edilebileceklerdir. Cep telefonuna hiç dokunmaya gerek kalmayacak, cebimizden çıkarttığımız elektronik kağıdı açtığımızda hemen telefonumuz üzerinden bilgiler güncellenecek, biz de işlemlerin farkına bile varmadan gazeteleri okuyabileceğiz. Bluetooth iyi bir fikir gibi gözüküyor.
Tamam anlatacağız beyaz lahana sarmasını. Patlamadınız ya… Soluk aldırıyor mu kalleş gasteciler. Birkaç satır gazete okuyup neler olup bitmiş öğrenecek, ardından hemen tarif faslına geçecektik ama ne mümkün. Bırakmıyorlar yakamı, aldırmıyorlar bir solukluk soluğu...
Oh be sonunda büyük bir irade göstererek kurtuldum bütün yakıcı ve de kavuruculardan, tamamladım gazetelere göz atma faslını.
Lahana demiştik di mi?
Evet, macera şöyle başladı:
Beyaz lahana sarması yapmaya karar vermiştim. Aldım koca kelle lahanayı önüme, yapraklarını ayıracağım...
İnternet elinin altında, sağda solda sürüyle tarif kitabı var, baksana, öğrensene. Olmaz, bakmanın ne gereği vardır, altı üstü sarma işte. Atom reaktörü yapmıyorsun ya, neyin nesini öğreneceksin... Sarma işte, hazırlarsın yapraklarını, diğer yanda da kıymasını soğanını baharatları tuzunu tamam ettiğin harcı, hepsi o.
Nasıl yapılır, nasıl edilir diye hiç bakınmadan girişip çiğ lahana yapraklarını ayırmaya kalkışınca yemek konusundaki en dahiyane buluşlarımdan birini yaptım: "Sarmayı bırak, bundan iyi kapuska olur"
Lahanaları doğrayıp buzluğa kaldırdım ama dev gibi bir sorunsalım vardı. Çözülmesi için buzluktan çıkartıp diğer malzemeleri de eklediğim kıyma ne olacaktı.
Cevabı basitti, dolaptaki dolma ya da sarma yapılmaya tek uygun sebze maruldu. O zaman marul sarması yapılacaktı.
Marul sarması fena olmuyor ama yapraklarının çabucak eriyip dağılması yüzünden ortaya çıkanın sarmadan çok İzmir köfteye benzediğini itiraf etmem gerekiyor.
Yılmaya niyetim yoktu. İkinci girişimimde lahanayı olduğu gibi haşladım, daha sonra da yaprakları ayırdım tabii.
Bu arada konu açılmışken diğer bir sorunsaldan söz edeyim: Marketten gelen beyaz lahanalar kesinlikle Petkim Petro Kimya tesislerinin üretimi olmalı; çünkü her türlü pişirme girişimine çok büyük direnç gösteriyor, asla yumuşamıyor, hatta kopmuyor, nerdeyse bıçakla bile kesilmiyorlar. Yani ne bileyim, dev marketlerden gelen bu lahanalar çatı kaplaması olarak kullanılabilir. Ya da yer muşambası olarak neden yararlanılmasın bu lahanalardan? Nerde bu girişimci ruhlar, neden uyuyorlar, lahanadan yer kaplaması, çatı kiremidi neden imal etmiyorlar. Lütfen uyumayalım baylar bayanlar, girişimci ruhları faaliyete geçirelim. Girişimci ruhlara ihtiyacı var memleketin.
Şaka bir yana ama büyük marketlerden zaman zaman öyle meyve sebzeler geliyor ki, plastikten üretildiklerine yemin edecek hale geliyor insan. Kimi zaman lezzetlisine denk geliyor, umutlanıyorsun bir şeylerin değiştiğine dair. Oysa öylesine bir parti denk gelmiştir, hepsi odur, değişen bir şey yoktur.
Bir ara yakındaki bir marketten İznik domatesi almıştım. İşte domates bu dedirten lezzetteydiler. Domatese böyle etiket konulduğuna tanık olmamıştım. Salçalık domates falan görmüştüm de "Şuranın domatesi" ifadesine ilk kez denk geliyordum. Bir farkındalık, bir bilinirlik söz konusu olduğu belliydi. Ve nedeninin nasılını bilmesem de haklıydılar "İznik domatesi" diye özel etiket koymakta. İnanılmaz enfes soslar yapılabiliyordu. Sadece domates ve birazcık biber, hepsi bu… Sarımsak soğan peynir ya da kıyma gereksizdi. Sadece domates, belki biraz biber… Birkaç hafta marketin raflarında yer aldıktan sonra bir daha görünmez oldular. İznik domatesi in miydi cin miydi bilemedim.
Normalde iyisi diye aldığım domatesler lezzetli gibi dursalar da ekşi oluyor, yemeğin tadını da ekşitiyorlar. Önceleri bir miktar şeker atıyordum yemeklere veya sosa. Epeydir tatlandırma işini mısırla hallediyorum. Örneğin fırında patatesli tavuk pişireceksem bir iki kaşık mısır koymayı ihmal etmiyorum.
İşte bu yüzden diyorum ki, denemeyin marul sarmasını.
Pek afiyet olmuyor.
Eyüp Şeker
26 Haziran 2009 Cuma
.
YARATTIKLARI CEHENNEMDE KAN KUSTURMAK
SEVİLEN(!) BU DEMOKRASİDE ÜRPERMEDEN YAŞAMAK
LATİF DEMİRCİ, GÜLEN CEMAATİ VE ŞEFFAFLIK
Dün Hürriyet’in birinci sayfasında Latif Demirci’nin enfes bir karikatürü vardı.
İki kişi kahvede konuşuyor:
Birincisi parmaklarıyla sayarak “Yasama… Yürütme… Yargı… Cemaat…” diyor.
Öteki soruyor: “O sonuncusu ne ya?..”
Birincisi yanıt veriyor: “Yeni eklendi…”
***
Latif Demirci’nin karikatürü herkesin bildiği bir gerçek üzerine kurulmuş.
Devletin organları üçe ayrılır:
Yasama.
Yürütme.
Yargı.
Latif bunlara bir tane daha ekliyor:
Cemaat!
***
Gülen Cemaati 1980 askeri darbesiyle güç ve hatta meşruiyet kazandı.
Askerler, bütün partileri, bütün örgütleri kapatınca, desteği dinde aradı, Cemaati güçlendirdi.
1982 yılında, yeni anayasa için yapılan, aleyhte propagandanın yasak olduğu yüz karası oylamada Evren Yönetimi, Gülen Cemaati ile ittifak etti.
O günden bu yana Gülen Cemaati sürekli büyüdü, serpildi, gelişti, zenginleşti, şirketler kurdu, parasal güç kazandı…
Siyasal partiler dahil her yere girdi, pek çok örgütte yönetimi ele geçirdi, kendi medyasını da oluşturdu.
2000’li yıllardan itibaren daha etkin bir biçimde siyaseti yönlendiren Gülen Cemaati’nin son olaylardaki rolü Latif’in karikatüründen daha iyi anlatılamazdı.
***
İster beğenelim, ister beğenmeyelim:
Artık siyasette, ekonomide, hukukta, kültürde, medyada, emniyette bir Gülen Cemaati olgusuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’yi yönlendiren, her yere el atmış, sadece ekonomiyi ve siyaseti değil, hepimizin güvencesi olan hukuku ve güvenliği de etkileyen büyük bir güç bu.
O kadar büyük ve güçlü ki, iktidarı Tayyip Erdoğan mı Gülen mi kontrol ediyor sorusu sorulmaya başlandı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cemaatle görüşmesinden, uzlaşmasından söz ediliyor.
***
Latif’in, devletin dördüncü gücü olarak tanımladığı Gülen Cemaati nedir, kimlerden hangi örgütlerden oluşur?
Cemaatin amacı, hedefi nedir?
Nasıl örgütlenmiştir?
Hangi ilkelere göre çalışır?
Yöneticileri, üyeleri kimlerdir?
Işık evleri, ağabey, abla örgütlenmesi nedir?
Cemaatin denetimindeki örgütler, dernekler, cemiyetler, meslek kuruluşları, şirketler, okullar, üniversiteler, televizyonlar, gazeteler hangileridir?
***
Tabii ki bu konuda yapılmış araştırmalar, incelemeler, yazılmış kitaplar var.
Ama Türkiye demokratik bir ülkeyse, şeffaflık önemliyse, bu soruların yanıtlarını herkesten önce Gülen Cemaati’nin vermesi gerekir.
Hayatımızı bu kadar derinden etkileyen bir örgütü tanımaya hakkımız yok mu?
Demokrasimizin şeffaflaşması için büyük bir çaba gösteriyoruz…
Başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere bütün kurumlardan hesap soruyoruz…
Gülen Cemaati’nin ne olduğu bilinmeyen gölgesi altında mı yönetileceğiz?
Emre KONGAR
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=3c43877de1f86b48c8294130ddc07d63&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0308.html
ekongar@cumhuriyet.com.tr
www.kongar.org
20 Haziran 2009
.
Dün Hürriyet’in birinci sayfasında Latif Demirci’nin enfes bir karikatürü vardı.
İki kişi kahvede konuşuyor:
Birincisi parmaklarıyla sayarak “Yasama… Yürütme… Yargı… Cemaat…” diyor.
Öteki soruyor: “O sonuncusu ne ya?..”
Birincisi yanıt veriyor: “Yeni eklendi…”
***
Latif Demirci’nin karikatürü herkesin bildiği bir gerçek üzerine kurulmuş.
Devletin organları üçe ayrılır:
Yasama.
Yürütme.
Yargı.
Latif bunlara bir tane daha ekliyor:
Cemaat!
***
Gülen Cemaati 1980 askeri darbesiyle güç ve hatta meşruiyet kazandı.
Askerler, bütün partileri, bütün örgütleri kapatınca, desteği dinde aradı, Cemaati güçlendirdi.
1982 yılında, yeni anayasa için yapılan, aleyhte propagandanın yasak olduğu yüz karası oylamada Evren Yönetimi, Gülen Cemaati ile ittifak etti.
O günden bu yana Gülen Cemaati sürekli büyüdü, serpildi, gelişti, zenginleşti, şirketler kurdu, parasal güç kazandı…
Siyasal partiler dahil her yere girdi, pek çok örgütte yönetimi ele geçirdi, kendi medyasını da oluşturdu.
2000’li yıllardan itibaren daha etkin bir biçimde siyaseti yönlendiren Gülen Cemaati’nin son olaylardaki rolü Latif’in karikatüründen daha iyi anlatılamazdı.
***
İster beğenelim, ister beğenmeyelim:
Artık siyasette, ekonomide, hukukta, kültürde, medyada, emniyette bir Gülen Cemaati olgusuyla karşı karşıyayız.
Türkiye’yi yönlendiren, her yere el atmış, sadece ekonomiyi ve siyaseti değil, hepimizin güvencesi olan hukuku ve güvenliği de etkileyen büyük bir güç bu.
O kadar büyük ve güçlü ki, iktidarı Tayyip Erdoğan mı Gülen mi kontrol ediyor sorusu sorulmaya başlandı.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cemaatle görüşmesinden, uzlaşmasından söz ediliyor.
***
Latif’in, devletin dördüncü gücü olarak tanımladığı Gülen Cemaati nedir, kimlerden hangi örgütlerden oluşur?
Cemaatin amacı, hedefi nedir?
Nasıl örgütlenmiştir?
Hangi ilkelere göre çalışır?
Yöneticileri, üyeleri kimlerdir?
Işık evleri, ağabey, abla örgütlenmesi nedir?
Cemaatin denetimindeki örgütler, dernekler, cemiyetler, meslek kuruluşları, şirketler, okullar, üniversiteler, televizyonlar, gazeteler hangileridir?
***
Tabii ki bu konuda yapılmış araştırmalar, incelemeler, yazılmış kitaplar var.
Ama Türkiye demokratik bir ülkeyse, şeffaflık önemliyse, bu soruların yanıtlarını herkesten önce Gülen Cemaati’nin vermesi gerekir.
Hayatımızı bu kadar derinden etkileyen bir örgütü tanımaya hakkımız yok mu?
Demokrasimizin şeffaflaşması için büyük bir çaba gösteriyoruz…
Başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere bütün kurumlardan hesap soruyoruz…
Gülen Cemaati’nin ne olduğu bilinmeyen gölgesi altında mı yönetileceğiz?
Emre KONGAR
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=3c43877de1f86b48c8294130ddc07d63&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0308.html
ekongar@cumhuriyet.com.tr
www.kongar.org
20 Haziran 2009
.
SAHTEKARLIĞI DÜSTUR EYLEMEK
CD'NİN BİLE YASAK OLDUĞU BÜRODA ELE GEÇİRİLEN BELGE !..
Belgeyi ilk kez gazetede gördük
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Ankara
Serdar Öztürk’ün avukatı Demet Reçber, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı öne sürülen belgeyi arama işlemleri ve hâkim tespiti sırasında görmediklerini açıkladı.
Emekli Yüzbaşı, avukat Serdar Öztürk’ün bürosundan çıktığı öne sürülen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlıklı belgeyle ilgili tartışmalar sürüyor. Öztürk’ün avukatı Demet Reçber, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı öne sürülen belgeyi arama ve tespit işlemleri sırasında hiç görmediklerini, belgenin Öztürk’ün bürosunda bulunduğundan Taraf gazetesindeki haberden sonra bilgi sahibi olduklarını söyledi.
Rençber, şöyle konuştu:
CD-DVD YASAK: Öztürk, takipte olduğunu biliyordu. Ofisinde çalışan avukatların, CD, DVD, flash bellek kullanımı yasaktı. Hatta evini arayan polis, evde iki çocuk olduğunu görüp, CD bulamayınca, ‘Oyun CD’si de mi yok?’ demiş. Arabasında dahi müzik CD’si yok. Ergenekon operasyonunda sorgulanan bir zanlının avukatına emniyette, ‘Öztürk’ten mi talimat alıyorsunuz, kendisini de misafir edeceğiz’ demişler. Yani Öztürk, izlendiğini bilirken neden bu kadar gizli belgeyi ofisine koysun?
KÂĞIDIN ALTINDA ÇIKTI: Öztürk’ün bürosundaki aramada, barodan gelen avukat ve bizim avukat arkadaşlarımız da hazır bulundu ama hiçbir talepleri kabul edilmedi. Bir polis, ‘CD buldum’ diyor. Avukatlar, ‘Mümkün değil, bu büroda CD yasak’ diyorlar. Polis, ‘bakın kağıdın altında’ diye CD çıkarıyor. Avukatlar, CD’nin açılmasını istiyorlar. Savcı ve polis reddediyor. Emniyette açıldı ve boş çıktı. Ama tepki gösterilmese o CD’nin de içi doldurulurdu.
EMNİYET’TE YEDEKLEDİLER: CMK’daki açık hükme rağmen bilgisayarın yedeklemesi, arama sırasında yapılmadı. Yedekleme Emniyet’te yapıldı. Arkadaşlarımız da oradaydı. Cihazın operasyona gideceğini belirterek yedeklemeye 3 saat ara verdiler. Madem operasyona cihaz götürülüyor, büromuza niye getirilmedi? Belgenin bir örneğinin bilgisayardan çıktığı, diğerinin evrak arasında bulunduğu söyleniyor. İkisi de mümkün değil. Yedekleme sırasında ya da başka bir aşamada bilgisayara böyle bir belge yüklendiyse bilmiyorum.
İÇERİĞİ GÖRÜLMEDEN İMZA ATILDI: Arkadaşlarımız, belgelere tek tek imza atmış, doğru. Ancak belgelerin içeriği gösterilmeden, sadece o bürodan çıktığını göstermek için imza attırılmış.
BELGEYİ GÖRMEDİK: Biz ne arama ne de İstanbul’daki hâkim tespiti sırasında bu belgeyi görmedik. İstanbul’daki tespit sırasında belgeler çıkarılınca, Serdar Bey, ‘Bunların hiçbiri benim değil, parmak izi incelemesi istiyorum’ dedi. Reddedilince ameliyat eldiveni istedi.
Belgeleri bu eldivenle inceledi. İnceleyebildikleri arasında bu belge yoktu. Belgeyi ilk kez Taraf gazetesinde gördük. Aynı hâkim, Öztürk hakkında arama kararına, delil tespitine ve tutuklama kararına imza attı. Delil tespiti sırasında ‘belge içeriğine bakalım’ dedik ama izin vermedi.
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
Milliyet Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=4&ArticleID=1108272&Date=19.06.2009&b=Belgeyi ilk kez gazetede gorduk&ver=40
.
Belgeyi ilk kez gazetede gördük
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU Ankara
Serdar Öztürk’ün avukatı Demet Reçber, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı öne sürülen belgeyi arama işlemleri ve hâkim tespiti sırasında görmediklerini açıkladı.
Emekli Yüzbaşı, avukat Serdar Öztürk’ün bürosundan çıktığı öne sürülen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlıklı belgeyle ilgili tartışmalar sürüyor. Öztürk’ün avukatı Demet Reçber, Genelkurmay Harekât Başkanlığı tarafından hazırlandığı öne sürülen belgeyi arama ve tespit işlemleri sırasında hiç görmediklerini, belgenin Öztürk’ün bürosunda bulunduğundan Taraf gazetesindeki haberden sonra bilgi sahibi olduklarını söyledi.
Rençber, şöyle konuştu:
CD-DVD YASAK: Öztürk, takipte olduğunu biliyordu. Ofisinde çalışan avukatların, CD, DVD, flash bellek kullanımı yasaktı. Hatta evini arayan polis, evde iki çocuk olduğunu görüp, CD bulamayınca, ‘Oyun CD’si de mi yok?’ demiş. Arabasında dahi müzik CD’si yok. Ergenekon operasyonunda sorgulanan bir zanlının avukatına emniyette, ‘Öztürk’ten mi talimat alıyorsunuz, kendisini de misafir edeceğiz’ demişler. Yani Öztürk, izlendiğini bilirken neden bu kadar gizli belgeyi ofisine koysun?
KÂĞIDIN ALTINDA ÇIKTI: Öztürk’ün bürosundaki aramada, barodan gelen avukat ve bizim avukat arkadaşlarımız da hazır bulundu ama hiçbir talepleri kabul edilmedi. Bir polis, ‘CD buldum’ diyor. Avukatlar, ‘Mümkün değil, bu büroda CD yasak’ diyorlar. Polis, ‘bakın kağıdın altında’ diye CD çıkarıyor. Avukatlar, CD’nin açılmasını istiyorlar. Savcı ve polis reddediyor. Emniyette açıldı ve boş çıktı. Ama tepki gösterilmese o CD’nin de içi doldurulurdu.
EMNİYET’TE YEDEKLEDİLER: CMK’daki açık hükme rağmen bilgisayarın yedeklemesi, arama sırasında yapılmadı. Yedekleme Emniyet’te yapıldı. Arkadaşlarımız da oradaydı. Cihazın operasyona gideceğini belirterek yedeklemeye 3 saat ara verdiler. Madem operasyona cihaz götürülüyor, büromuza niye getirilmedi? Belgenin bir örneğinin bilgisayardan çıktığı, diğerinin evrak arasında bulunduğu söyleniyor. İkisi de mümkün değil. Yedekleme sırasında ya da başka bir aşamada bilgisayara böyle bir belge yüklendiyse bilmiyorum.
İÇERİĞİ GÖRÜLMEDEN İMZA ATILDI: Arkadaşlarımız, belgelere tek tek imza atmış, doğru. Ancak belgelerin içeriği gösterilmeden, sadece o bürodan çıktığını göstermek için imza attırılmış.
BELGEYİ GÖRMEDİK: Biz ne arama ne de İstanbul’daki hâkim tespiti sırasında bu belgeyi görmedik. İstanbul’daki tespit sırasında belgeler çıkarılınca, Serdar Bey, ‘Bunların hiçbiri benim değil, parmak izi incelemesi istiyorum’ dedi. Reddedilince ameliyat eldiveni istedi.
Belgeleri bu eldivenle inceledi. İnceleyebildikleri arasında bu belge yoktu. Belgeyi ilk kez Taraf gazetesinde gördük. Aynı hâkim, Öztürk hakkında arama kararına, delil tespitine ve tutuklama kararına imza attı. Delil tespiti sırasında ‘belge içeriğine bakalım’ dedik ama izin vermedi.
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
Milliyet Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/Siyaset/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=4&ArticleID=1108272&Date=19.06.2009&b=Belgeyi ilk kez gazetede gorduk&ver=40
.
YENİ EKLENEN
KUVVETLER GAYRILIĞI

Latif DEMİRCİ
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11899203.asp?yazarid=48&gid=61
Hürriyet Gazetesi
19 Haziran 2009
.

Latif DEMİRCİ
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11899203.asp?yazarid=48&gid=61
Hürriyet Gazetesi
19 Haziran 2009
.
SAHTEKARLIKLA TUTSAK EDİLMEK
BELGEYE BELGE DENİR Mİ TRAMVAYI YÜRÜTMEDİKÇE !
Bu belge işlerinde neden hep var bir fetokulli?
Eyüp Şeker
19 Haziran 2009
.
Bu belge işlerinde neden hep var bir fetokulli?
Eyüp Şeker
19 Haziran 2009
.
İLHAN SELÇUK
PENCERE
Bizim Çete’den Tahliye Var...
Köşe yazarları bilirler, bir süre yazmadın mı okura yeniden merhaba derken lafa nereden başlayacağını bilemezsin...
Oysa ortalıkta kızılca kıyamet kopuyor, laf pazarında karaborsa gırla...
*
Bereket versin, ben tam yazıya yeniden başlayacakken Adnan Akfırat imdadıma yetişti...
Akfırat kim?..
Bizim çeteden...
Gazeteci...
Peki, şimdi aranızda kimileri merak edip soracaklar:
- Bizim Çete hangisi?..
Sorulur mu?..
ETÖ!..
Yani Ergenekon Terör Örgütü...
Başı mağrıpta, kuyruğu maşrıkta, boynuzları F tipi poliste bulunan ve neyin nesi olduğu belli olmayan bu masal canavarı laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yuttu yutacak...
Hiç durmadan büyüyor..
Yayılan..
Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan ve olmayacak olan...
ETÖ...
Ergenekon iddianamesine göre Adnan Akfırat da ETÖ üyesi..
Ben de..
Nasıl olmuş bu iş?..
*
1998 yılında Akfırat bana bir mektup yazmış...
Ergenekon’un birinci iddianamesi 1751’inci sayfasından aynen aktarıyorum:
“Şüpheli Adnan Akfırat’a ait Quantum marka, seri numarası 168302767583 bilgisayar hard diski üzerinde yapılan incelemede İ. Selçuk ve M. Soysal’a soru metin belgesi içerisinde Adnan Akfırat tarafından yazılmış olan ‘Sayın İlhan Selçuk, Çevik Bir ekibinin 21 Aralık 1998’de bir darbe girişiminde bulunduğuna ilişkin çok ayrıntılı bir haber hazırlamaktayız. (...) Bu konuya ilişkin sizin açıklamalarınıza da yer vermeyi dileriz. Saygılarımızla...’ şeklindeki yazının bulunduğu, buradan da şüpheli İlhan Selçuk ile şüpheli M. Adnan Akfırat’ın 1998 tarihinde bazı olayları paylaştıkları görülmüştür. (...)
Şüpheli Adnan Akfırat tarafından, şüpheli İlhan Selçuk’a gönderilen mektubun içeriğinde ERGENEKON terör örgütünde yönetici konumunda olan İlhan Selçuk ile örgüt üyesi Adnan Akfırat’ın irtibatlı olduğu görülmektedir.”
*
İster inan, ister inanma...
İddianame böyle...
Böyle iddianame olur mu?..
Bir gazetecinin bir haber için bir başka gazeteciye 11 yıl önce yazdığı açık seçik bir soru mektubundan terör örgütü irtibatı çıkaran Ergenekon savcılığı beni ve Akfırat’ı nasıl da çete üyesi yapabiliyor?..
Bu savcıya kim hesap soracak?..
Şimdi ne oldu?..
Akfırat tahliye edildi..
Doğrusu ben tatil sonrası ilk yazımı çete üyesi arkadaşımın dışarı çıkmasına ayırmak istedim...
Öyle ya, ben savcıya göre çetenin liderlerinden biri değil miyim?..
*
Türkiye’de büyük bir oyun tezgâhlanıyor, F tipi polis bu işin başını çekiyor...
Her neyse, işin bu yanını daha sonra da konuşacağız...
Şimdilik Adnan Akfırat, dışarı çıkar çıkmaz konuşmaya, hukuktan, adaletten, yasadan dem vurmaya başladı...
Demek ki bizim çete üyesinin içerde aklı başına gelmemiş...
Ne diyelim?..
Allah ıslah etsin...
İlhan SELÇUK
CUMHURİYET GAZETESİ
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9db6fd704edf886bd3ce772eb88bc5cf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0203.html
17 Haziran 2009
.
Bizim Çete’den Tahliye Var...
Köşe yazarları bilirler, bir süre yazmadın mı okura yeniden merhaba derken lafa nereden başlayacağını bilemezsin...
Oysa ortalıkta kızılca kıyamet kopuyor, laf pazarında karaborsa gırla...
*
Bereket versin, ben tam yazıya yeniden başlayacakken Adnan Akfırat imdadıma yetişti...
Akfırat kim?..
Bizim çeteden...
Gazeteci...
Peki, şimdi aranızda kimileri merak edip soracaklar:
- Bizim Çete hangisi?..
Sorulur mu?..
ETÖ!..
Yani Ergenekon Terör Örgütü...
Başı mağrıpta, kuyruğu maşrıkta, boynuzları F tipi poliste bulunan ve neyin nesi olduğu belli olmayan bu masal canavarı laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yuttu yutacak...
Hiç durmadan büyüyor..
Yayılan..
Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan ve olmayacak olan...
ETÖ...
Ergenekon iddianamesine göre Adnan Akfırat da ETÖ üyesi..
Ben de..
Nasıl olmuş bu iş?..
*
1998 yılında Akfırat bana bir mektup yazmış...
Ergenekon’un birinci iddianamesi 1751’inci sayfasından aynen aktarıyorum:
“Şüpheli Adnan Akfırat’a ait Quantum marka, seri numarası 168302767583 bilgisayar hard diski üzerinde yapılan incelemede İ. Selçuk ve M. Soysal’a soru metin belgesi içerisinde Adnan Akfırat tarafından yazılmış olan ‘Sayın İlhan Selçuk, Çevik Bir ekibinin 21 Aralık 1998’de bir darbe girişiminde bulunduğuna ilişkin çok ayrıntılı bir haber hazırlamaktayız. (...) Bu konuya ilişkin sizin açıklamalarınıza da yer vermeyi dileriz. Saygılarımızla...’ şeklindeki yazının bulunduğu, buradan da şüpheli İlhan Selçuk ile şüpheli M. Adnan Akfırat’ın 1998 tarihinde bazı olayları paylaştıkları görülmüştür. (...)
Şüpheli Adnan Akfırat tarafından, şüpheli İlhan Selçuk’a gönderilen mektubun içeriğinde ERGENEKON terör örgütünde yönetici konumunda olan İlhan Selçuk ile örgüt üyesi Adnan Akfırat’ın irtibatlı olduğu görülmektedir.”
*
İster inan, ister inanma...
İddianame böyle...
Böyle iddianame olur mu?..
Bir gazetecinin bir haber için bir başka gazeteciye 11 yıl önce yazdığı açık seçik bir soru mektubundan terör örgütü irtibatı çıkaran Ergenekon savcılığı beni ve Akfırat’ı nasıl da çete üyesi yapabiliyor?..
Bu savcıya kim hesap soracak?..
Şimdi ne oldu?..
Akfırat tahliye edildi..
Doğrusu ben tatil sonrası ilk yazımı çete üyesi arkadaşımın dışarı çıkmasına ayırmak istedim...
Öyle ya, ben savcıya göre çetenin liderlerinden biri değil miyim?..
*
Türkiye’de büyük bir oyun tezgâhlanıyor, F tipi polis bu işin başını çekiyor...
Her neyse, işin bu yanını daha sonra da konuşacağız...
Şimdilik Adnan Akfırat, dışarı çıkar çıkmaz konuşmaya, hukuktan, adaletten, yasadan dem vurmaya başladı...
Demek ki bizim çete üyesinin içerde aklı başına gelmemiş...
Ne diyelim?..
Allah ıslah etsin...
İlhan SELÇUK
CUMHURİYET GAZETESİ
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9db6fd704edf886bd3ce772eb88bc5cf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0203.html
17 Haziran 2009
.
GEÇECEK KOMŞULUK KAPISINA SAHİP OLMAK
BÖLÜNMEK KOLAY BÜTÜNLEŞMEK ZORDUR
Ahmet Taner Kışlalı’nın yeri geldikçe şöyle bir karşılaştırması vardı:
“Bir ülkede farklılıkları öne çıkartırsanız işte Tito’nun Yugoslavya’sı, ortak yönleri öne çıkartırsanız işte Mustafa Kemal’in Türkiye’si...”
Türkiye’nin Yugoslavya’ya benzeme olasılığı zaman zaman gündeme geliyor.
Dağılan Yugoslavya’nın içinden çıkan devletler dahil, bütün Balkanlar’ı, sırt çantasıyla dolaştım. Ayrıca resmi gezilerle gördüğüm ülkeler oldu.
Balkanlar için yapılan tanımlardan biri şudur:
“İnsanların birbirini çok sevdiği ve çok kolay öldürebildiği bir coğrafya.”
İşte bu tanım nedeniyle de ortak yanları ya da ayrılıkları öne çıkarmak ayrıca önemli.
Balkan gezim sırasında şöyle bir kavramla karşılaştım.
Komşuluk kapısı...
Anlatan kişi bu kapıyı öylesine içten tarif etmişti ki, adeta o kapıların birini açıp birini kapatıyordu.
Balkan şehirlerinde çoğunlukla evler bitişik, önü ve arkası bahçe... Komşuların birbirlerine rahat gidip gelebilmesi için yan duvarda çok küçük bir kapı açılırmış. Havanın çok kötü olduğu bir günde sokağın en başından sonuna dek hiç dışarı çıkmadan bu kapılardan geçerek gidilebilirmiş.
Bir sokakta yaşayan insanlar birbirlerine duydukları güveni, sevgiyi bundan daha güzel inşa edemezler!
İşte bu şehirlerde gün geldi insanlar birbirini boğazladı.
Nasıl oldu?
Ahmet Taner Kışlalı’nın aktardığı gerçek,yanıtlardan biri.
O sokaklarda yaşayanlardan biri kardeşlikten kan dökmeye geçişi şöyle özetlemişti:
“Bir sabah beraber büyüdüğümüz çocukluk arkadaşım bana cellat gibi bakmaya başladı. Neden dedim. Sen bizden değilmişsin, dedi. Bir daha görüşmedik...”
Devamında anlattıklarının özeti şuydu:
Etnik ya da dini ayrımcılık başladı mı, sonu gelmiyor...
Bu ve benzeri anlatımların da etkisiyle Balkanlar kitabını yazarken şu yaklaşımı benimsemiştim:
“Bal” tadının ve “kan” kokusunun çok keskin olduğu Bal-kan-lar!
***
Türkiye bütün komşularından olduğu gibi tabii ki Balkanlar’dan da etkileniyor. Üstelik içimizde hemen hemen bütün Balkan ülkelerinden göçüp gelmiş insanlar var.
Türkiye kesinlikle Yugoslavya’ya benzemez, atın bu gereksiz korkuları demek de yanlış...
Bu gidişle yarın Yugoslavya’ya döneriz demek de...
İki ucu bir kenara bırakırsak böyle bir tehlikenin varlığını da göz ardı edemeyiz.
Bu tehlikeyi korkuya dönüştürmeden ufuk dışı bırakmanın başlıca yolu şudur:
İç barışı güçlendirmek...
Bunu yapmadan alınacak her önlem ikincil kalacaktır.
Bunun gizli reçeteleri, sihirli formülleri yok:
Ortak paydaları öne çıkarmak ve ortak paydaları ortak faydalar haline getirmek yeterli...
Türkiye’nin sancısı bu...
Burada temel sorumluluk ülkeyi yönetenlere düşer...
Türkiye’de “bütünlük” deyince akla ilk toprak bütünlüğü geliyor. Bu doğal ve evrensel bir gerçek. Ama en az toprak bütünlüğü kadar önemli unsurlar da var.
Örneğin; insan dokusunun bütünlüğü...
Aynılığı değil ama bütünlüğü!
Bir ülke düşünün; toprak bütünlüğünü korumuş ama insanları ayrışmış... Ne anlamı var?
“İnsanları” sözcüğünün yerine “kurumları”, “meslekleri” de diyebilirsiniz!
AB sürecinin çok tartışmalı olduğu günlerde gündeme gelen konulara bakıp sık sık şu tanımı yapma gereği duymuştum:
“Bu gidişle AB’ye değil, birbirimize gireceğiz!”
AB süreci ikincilleştiğine göre, geriye ne kaldı?
Birbirimize girmek mi?
Soruyu çengelli bırakalım, bir fıkra ile bağlayalım...
Fıkra bu ya; 2 Türk Suudi Arabistan’da mahkemelik olmuş. Kadı, suçu daha az olana demiş ki:
- Arkadaşına, sana vereceğim cezanın iki katını vereceğim; sana ne ceza vermemi istersin?
Bizimki hemen yanıt vermiş:
- Benim bir gözümü kör edin!
Dileriz böylesi Türk tanımları sadece fıkralarda kalır!
Mustafa BALBAY
ankcum@cumhuriyet.com.tr
CUMHURİYET GAZETESİ
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9db6fd704edf886bd3ce772eb88bc5cf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0123.html
17 Haziran 2009
.
Ahmet Taner Kışlalı’nın yeri geldikçe şöyle bir karşılaştırması vardı:
“Bir ülkede farklılıkları öne çıkartırsanız işte Tito’nun Yugoslavya’sı, ortak yönleri öne çıkartırsanız işte Mustafa Kemal’in Türkiye’si...”
Türkiye’nin Yugoslavya’ya benzeme olasılığı zaman zaman gündeme geliyor.
Dağılan Yugoslavya’nın içinden çıkan devletler dahil, bütün Balkanlar’ı, sırt çantasıyla dolaştım. Ayrıca resmi gezilerle gördüğüm ülkeler oldu.
Balkanlar için yapılan tanımlardan biri şudur:
“İnsanların birbirini çok sevdiği ve çok kolay öldürebildiği bir coğrafya.”
İşte bu tanım nedeniyle de ortak yanları ya da ayrılıkları öne çıkarmak ayrıca önemli.
Balkan gezim sırasında şöyle bir kavramla karşılaştım.
Komşuluk kapısı...
Anlatan kişi bu kapıyı öylesine içten tarif etmişti ki, adeta o kapıların birini açıp birini kapatıyordu.
Balkan şehirlerinde çoğunlukla evler bitişik, önü ve arkası bahçe... Komşuların birbirlerine rahat gidip gelebilmesi için yan duvarda çok küçük bir kapı açılırmış. Havanın çok kötü olduğu bir günde sokağın en başından sonuna dek hiç dışarı çıkmadan bu kapılardan geçerek gidilebilirmiş.
Bir sokakta yaşayan insanlar birbirlerine duydukları güveni, sevgiyi bundan daha güzel inşa edemezler!
İşte bu şehirlerde gün geldi insanlar birbirini boğazladı.
Nasıl oldu?
Ahmet Taner Kışlalı’nın aktardığı gerçek,yanıtlardan biri.
O sokaklarda yaşayanlardan biri kardeşlikten kan dökmeye geçişi şöyle özetlemişti:
“Bir sabah beraber büyüdüğümüz çocukluk arkadaşım bana cellat gibi bakmaya başladı. Neden dedim. Sen bizden değilmişsin, dedi. Bir daha görüşmedik...”
Devamında anlattıklarının özeti şuydu:
Etnik ya da dini ayrımcılık başladı mı, sonu gelmiyor...
Bu ve benzeri anlatımların da etkisiyle Balkanlar kitabını yazarken şu yaklaşımı benimsemiştim:
“Bal” tadının ve “kan” kokusunun çok keskin olduğu Bal-kan-lar!
***
Türkiye bütün komşularından olduğu gibi tabii ki Balkanlar’dan da etkileniyor. Üstelik içimizde hemen hemen bütün Balkan ülkelerinden göçüp gelmiş insanlar var.
Türkiye kesinlikle Yugoslavya’ya benzemez, atın bu gereksiz korkuları demek de yanlış...
Bu gidişle yarın Yugoslavya’ya döneriz demek de...
İki ucu bir kenara bırakırsak böyle bir tehlikenin varlığını da göz ardı edemeyiz.
Bu tehlikeyi korkuya dönüştürmeden ufuk dışı bırakmanın başlıca yolu şudur:
İç barışı güçlendirmek...
Bunu yapmadan alınacak her önlem ikincil kalacaktır.
Bunun gizli reçeteleri, sihirli formülleri yok:
Ortak paydaları öne çıkarmak ve ortak paydaları ortak faydalar haline getirmek yeterli...
Türkiye’nin sancısı bu...
Burada temel sorumluluk ülkeyi yönetenlere düşer...
Türkiye’de “bütünlük” deyince akla ilk toprak bütünlüğü geliyor. Bu doğal ve evrensel bir gerçek. Ama en az toprak bütünlüğü kadar önemli unsurlar da var.
Örneğin; insan dokusunun bütünlüğü...
Aynılığı değil ama bütünlüğü!
Bir ülke düşünün; toprak bütünlüğünü korumuş ama insanları ayrışmış... Ne anlamı var?
“İnsanları” sözcüğünün yerine “kurumları”, “meslekleri” de diyebilirsiniz!
AB sürecinin çok tartışmalı olduğu günlerde gündeme gelen konulara bakıp sık sık şu tanımı yapma gereği duymuştum:
“Bu gidişle AB’ye değil, birbirimize gireceğiz!”
AB süreci ikincilleştiğine göre, geriye ne kaldı?
Birbirimize girmek mi?
Soruyu çengelli bırakalım, bir fıkra ile bağlayalım...
Fıkra bu ya; 2 Türk Suudi Arabistan’da mahkemelik olmuş. Kadı, suçu daha az olana demiş ki:
- Arkadaşına, sana vereceğim cezanın iki katını vereceğim; sana ne ceza vermemi istersin?
Bizimki hemen yanıt vermiş:
- Benim bir gözümü kör edin!
Dileriz böylesi Türk tanımları sadece fıkralarda kalır!
Mustafa BALBAY
ankcum@cumhuriyet.com.tr
CUMHURİYET GAZETESİ
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9db6fd704edf886bd3ce772eb88bc5cf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0123.html
17 Haziran 2009
.
YAŞAMAKSA YAŞAMAK
RADYO ANTENİNDEKİ TÖRE BAYRAĞI !..
TERÖR VE TOPLUM / MEHMET FARAÇ
“İsmail’den Suna’ya, Halil’den Perihan’a... Sevgi’den Murat’a, Hacer’e, tüm sevenlere, sevip de kavuşamayanlara... İbrahim Tatlıses söylüyor... Bir kulunu çok sevdim...” Siirt’te radyocu arkadaşını görmeye gittiği iddiasıyla dövülen, sonra da sedyede bıçaklanan genç kızın öyküsünü okuyunca törenin kanlı topraklarındaki bir başka radyo vakasını anımsadım... Peki, yukarıdaki radyo anonsu yüzünden ölüme sürüklenen Urfalı Hacer’in yürek yakan dramının ardında nasıl bir öfke vardı?..
Siirtli 17 yaşındaki N.E, Kanal 56’da DJ olarak çalışan erkek arkadaşı E.F.E’yi görmek için önceki akşam radyo istasyonunun olduğu binaya gitti. Genç kız takip edildiğini bilmiyordu. Az sonra babası ve iki ağabeyi ellerinde sopalarla radyo binasını bastı ve onu acımasızca dövmeye başladılar. İddiaya göre N.E, can havliyle balkona kaçtı ve bu sırada altıncı kattan aşağıya düştü. Kimilerine göre ise N.E, yakınlarınca binadan atıldı!.. Ancak genç kızın dramı bununla da bitmedi. Hastaneye kaldırılan N.E, sedye üzerindeyken yakınlarının saldırısına uğradı ve 5 yerinden bıçaklandı!.. N.E, şimdilik yaşıyor!.. Oysa bir başka radyo vakasındaki genç kız onun kadar şanslı olamamıştı:
‘Bir kulunu çok sevdim!..’
2 Mart 1994... Bir ramazan gecesi... Saat 20.30... O gece polis telsizlerinden yapılan bir anons, Urfa’nın kenar semtlerinden Beykapısı Mahallesi’ndeki bir kuyuya düşme olayını duyurdu. Eski Urfa evlerini barındıran daracık sokaklara itfaiye aracı giremedi. Polis ve itfaiye erleri koşar adımlarla tahta kapılı, kale gibi duvarlarla çevrili köhne bir evin avlusuna girdiğinde ağıtlarla karşılaştılar. Ev sahipleri polise, “Beni aramayın... Kendimi kuyuya attım, ağlamayın... Hacer...” yazılı bir kâğıt uzattı...
Hacer, besicilikle uğraşan 44 yaşındaki Mustafa Felhan’ın 11 çocuğundan biriydi. Aile, Arap kültürüyle kentli komşularına uymaya çalışan genç kızlarını sürekli baskı altında tutmuştu. Çünkü iddiaya göre televizyonda izlediği pembe dizilerden çok etkilenen Hacer, bakımlı, modern giyimli kadınların lüks yaşamına özeniyordu!
Yoksulluk içinde yaşadığı o evde Hacer’in dünyayla tek bağlantısı televizyonu ve Urfa’daki yerel radyoydu... Radyoda erkek spikerlerin şiirler okumasını, kızlara şarkılar armağan etmesini ilgiyle dinliyordu.
Urfa’daki yerel radyoda çalışan kız arkadaşı Gülsün ise onun tek sırdaşıydı. Spiker arkadaşı onun sıkıntılarını biraz olsun hafifletmek için istekler programındaki şarkıları bazen ona da armağan ediyordu.
KUYUYA GİZLENEN ÖLÜM !..
İşte bu Hacer’in intihar ettiği haberi taş zeminli avluda şivana (ağıt) yol açtı. İtfaiye erlerinin araştırması sonuç vermedi. Kuyuda kimse yoktu. Baba Mustafa Felhan olaydan bir gün sonra Sarayönü Polis Karakolu’na çağrıldı. Hacer, kız arkadaşıyla birlikte polis memurlarının arasında otururken titriyordu. Baba ise kızını bir an önce eve götürüp olup bitenleri anlamak istiyordu. Hacer’in neden ortadan kaybolduğu polis raporuna şöyle yazılmıştı:
“Hacer Felhan’ın, ailesinden baskı gördüğü, kendini kuyuya atmış gibi göstererek ailesinden kurtulmak istediği ve evden kaçarak arkadaşı Gülsün’de kaldığı tespit edilmiştir...”
Hacer ürkek halde bir otomobile bindirilerek evlerine götürüldü. Aşiret üyeleri avluda oturmuş onu bekliyorlardı. Bu sahne korkusunu daha da arttırdı. Yerde eski bir çulun bulunduğu odanın bir köşesine çekilen Hacer, papatya desenli pembe elbisesinin içinde korkudan beyazlamış teniyle, ürkek bir güvercin gibiydi...
Hacer’in karakolda babasına teslim edilişinden tam sekiz buçuk saat sonra polise bir cinayet ihbarı yapıldı. Polisler olay yerine gittiğinde Hacer’in kanlar içindeki cesedini buldular. 13 yaşındaki Muhammet ise elinde tüfekle ablasının cesedinin başında oturmuş, boş gözlerle çevresini izliyordu!
Talihsiz Hacer kimsesizler gibi toprağa verilirken onu aile meclisi kararıyla ortadan kaldıran Muhammet polise verdiği ifadede şöyle demişti:
“Akrabalarım Hacer’e ‘Seni kim kandırdı’ diye sordu. Bir başkası da kız kardeşime, ‘Senin için radyodan istek yapılmış. İstek yapan kimdi’ diye bağırdı. Hacer de o kişinin radyoda çalıştığını söyledi. Amcam bir tüfek verdi. Ancak içindeki fişeğin adam öldürmeyeceği anlaşılınca, diğer amcam başka bir yerden domdom kurşunları getirdi! Kafasına ateş etmemi istediler. Ancak ben karnına ateş ettim! Ablam yüzüstü düştü! Bu kez beline doğru ateş ettim!”
Şanlıurfa 2. Ağır Ceza Mahkemesi, cinayete azmettirmekle suçlanan Hacer’in babası ve amcalarından oluşan 6 sanığı delil yetersizliğinden beraat ettirdi. Töre cinayetinin infazcısı Muhammet’in cezası ise müebbetten 10 yıl hapse indirildi. Mahkeme gerekçeli kararında şu görüşlere yer verdi:
“Muhammet, Hacer’i kasten öldürmüş, ancak bu eylemi kız kardeşinin evden kaçması nedeniyle toplumun aile üzerindeki baskısı ve tahrik altında işlediği kanaatine varılmıştır...”
Muhammet, 2 yıl da Elazığ Kapalı Cezaevi’nde yattıktan sonra infaz yasası gereği 1998 yılı başlarında tahliye oldu... Hacer’e armağan edilen “Bir kulunu çok sevdim...” şarkısı ise radyo antenlerine bağlanan töre bayrağının gölgesinde yankılanmaya devam ediyor!..
YAŞAM SINAVINDA ÖLMEK !...
Akdemir Ailesi, Diyarbakır’dan kan davasından kaçmıştı... Kocaeli’nin bir köyünde ölümden gizlenerek yaşamaya çalışıyorlardı!.. Akdemirlerin 23 yaşındaki oğulları Mehmet önceki gün Öğrenci Seçme Sınavı’na (ÖSS) girdiği binadan çıktıktan sonra kanlıları tarafından 10 kurşunla vurularak öldürüldü!..
Akdemirlerin tek umudu çocuklarının okumasıydı... Okuyup cehaleti, geri kalmışlığı ve yoksulluğu yenmesi!..
Okuyup da önemli adam olması!.. Belki töre mağdurlarını savunacak bir avukat!..
Belki kan cellatlarına hak ettikleri cezayı verdirecek bir hâkim!..
Belki aşiret yarasına derman bulacak bir eczacı!..
Belki töre hastalığına reçete yazacak bir doktor!..
Ve belki de feodal anlayışı yeniden inşa edecek bir mühendis!..
İşte Mehmet zaten geleceğini şekillendirecek bu seçenekler içinde bocalarken vurulmuştu!..
Okumuş adam feodalitenin içinde büyük tehlikeydi!.. Üstelik okumuş adamın vurulması yürekleri daha çok yakardı!..
Diyarbakırlı Mehmet, yaşamının geleceğine yön verecek sınavın sonrasında feodalitenin yanıtsız ve kafa bulandıran son sorusuyla karşılaştı!.. Yaşam mı, ölüm mü?..
İki seçenekli sorunun yanıtını düşmanları kurşunla işaretledi!.. Genç adamın elindeki kurşun kalem ve belki de yalnızca korkularını silemediği silgisi yerlere savruldu!..
Töre vahşeti ne zaman mı biter?.. Cahil adamların okumuş adamları vuramadığı zaman!.. Kurşunun kalemden üstün olamadığı zaman!..
Mehmet Faraç
Cumhuriyet Gazetesi
16 Haziran 2009
.
TERÖR VE TOPLUM / MEHMET FARAÇ
“İsmail’den Suna’ya, Halil’den Perihan’a... Sevgi’den Murat’a, Hacer’e, tüm sevenlere, sevip de kavuşamayanlara... İbrahim Tatlıses söylüyor... Bir kulunu çok sevdim...” Siirt’te radyocu arkadaşını görmeye gittiği iddiasıyla dövülen, sonra da sedyede bıçaklanan genç kızın öyküsünü okuyunca törenin kanlı topraklarındaki bir başka radyo vakasını anımsadım... Peki, yukarıdaki radyo anonsu yüzünden ölüme sürüklenen Urfalı Hacer’in yürek yakan dramının ardında nasıl bir öfke vardı?..
Siirtli 17 yaşındaki N.E, Kanal 56’da DJ olarak çalışan erkek arkadaşı E.F.E’yi görmek için önceki akşam radyo istasyonunun olduğu binaya gitti. Genç kız takip edildiğini bilmiyordu. Az sonra babası ve iki ağabeyi ellerinde sopalarla radyo binasını bastı ve onu acımasızca dövmeye başladılar. İddiaya göre N.E, can havliyle balkona kaçtı ve bu sırada altıncı kattan aşağıya düştü. Kimilerine göre ise N.E, yakınlarınca binadan atıldı!.. Ancak genç kızın dramı bununla da bitmedi. Hastaneye kaldırılan N.E, sedye üzerindeyken yakınlarının saldırısına uğradı ve 5 yerinden bıçaklandı!.. N.E, şimdilik yaşıyor!.. Oysa bir başka radyo vakasındaki genç kız onun kadar şanslı olamamıştı:
‘Bir kulunu çok sevdim!..’
2 Mart 1994... Bir ramazan gecesi... Saat 20.30... O gece polis telsizlerinden yapılan bir anons, Urfa’nın kenar semtlerinden Beykapısı Mahallesi’ndeki bir kuyuya düşme olayını duyurdu. Eski Urfa evlerini barındıran daracık sokaklara itfaiye aracı giremedi. Polis ve itfaiye erleri koşar adımlarla tahta kapılı, kale gibi duvarlarla çevrili köhne bir evin avlusuna girdiğinde ağıtlarla karşılaştılar. Ev sahipleri polise, “Beni aramayın... Kendimi kuyuya attım, ağlamayın... Hacer...” yazılı bir kâğıt uzattı...
Hacer, besicilikle uğraşan 44 yaşındaki Mustafa Felhan’ın 11 çocuğundan biriydi. Aile, Arap kültürüyle kentli komşularına uymaya çalışan genç kızlarını sürekli baskı altında tutmuştu. Çünkü iddiaya göre televizyonda izlediği pembe dizilerden çok etkilenen Hacer, bakımlı, modern giyimli kadınların lüks yaşamına özeniyordu!
Yoksulluk içinde yaşadığı o evde Hacer’in dünyayla tek bağlantısı televizyonu ve Urfa’daki yerel radyoydu... Radyoda erkek spikerlerin şiirler okumasını, kızlara şarkılar armağan etmesini ilgiyle dinliyordu.
Urfa’daki yerel radyoda çalışan kız arkadaşı Gülsün ise onun tek sırdaşıydı. Spiker arkadaşı onun sıkıntılarını biraz olsun hafifletmek için istekler programındaki şarkıları bazen ona da armağan ediyordu.
KUYUYA GİZLENEN ÖLÜM !..
İşte bu Hacer’in intihar ettiği haberi taş zeminli avluda şivana (ağıt) yol açtı. İtfaiye erlerinin araştırması sonuç vermedi. Kuyuda kimse yoktu. Baba Mustafa Felhan olaydan bir gün sonra Sarayönü Polis Karakolu’na çağrıldı. Hacer, kız arkadaşıyla birlikte polis memurlarının arasında otururken titriyordu. Baba ise kızını bir an önce eve götürüp olup bitenleri anlamak istiyordu. Hacer’in neden ortadan kaybolduğu polis raporuna şöyle yazılmıştı:
“Hacer Felhan’ın, ailesinden baskı gördüğü, kendini kuyuya atmış gibi göstererek ailesinden kurtulmak istediği ve evden kaçarak arkadaşı Gülsün’de kaldığı tespit edilmiştir...”
Hacer ürkek halde bir otomobile bindirilerek evlerine götürüldü. Aşiret üyeleri avluda oturmuş onu bekliyorlardı. Bu sahne korkusunu daha da arttırdı. Yerde eski bir çulun bulunduğu odanın bir köşesine çekilen Hacer, papatya desenli pembe elbisesinin içinde korkudan beyazlamış teniyle, ürkek bir güvercin gibiydi...
Hacer’in karakolda babasına teslim edilişinden tam sekiz buçuk saat sonra polise bir cinayet ihbarı yapıldı. Polisler olay yerine gittiğinde Hacer’in kanlar içindeki cesedini buldular. 13 yaşındaki Muhammet ise elinde tüfekle ablasının cesedinin başında oturmuş, boş gözlerle çevresini izliyordu!
Talihsiz Hacer kimsesizler gibi toprağa verilirken onu aile meclisi kararıyla ortadan kaldıran Muhammet polise verdiği ifadede şöyle demişti:
“Akrabalarım Hacer’e ‘Seni kim kandırdı’ diye sordu. Bir başkası da kız kardeşime, ‘Senin için radyodan istek yapılmış. İstek yapan kimdi’ diye bağırdı. Hacer de o kişinin radyoda çalıştığını söyledi. Amcam bir tüfek verdi. Ancak içindeki fişeğin adam öldürmeyeceği anlaşılınca, diğer amcam başka bir yerden domdom kurşunları getirdi! Kafasına ateş etmemi istediler. Ancak ben karnına ateş ettim! Ablam yüzüstü düştü! Bu kez beline doğru ateş ettim!”
Şanlıurfa 2. Ağır Ceza Mahkemesi, cinayete azmettirmekle suçlanan Hacer’in babası ve amcalarından oluşan 6 sanığı delil yetersizliğinden beraat ettirdi. Töre cinayetinin infazcısı Muhammet’in cezası ise müebbetten 10 yıl hapse indirildi. Mahkeme gerekçeli kararında şu görüşlere yer verdi:
“Muhammet, Hacer’i kasten öldürmüş, ancak bu eylemi kız kardeşinin evden kaçması nedeniyle toplumun aile üzerindeki baskısı ve tahrik altında işlediği kanaatine varılmıştır...”
Muhammet, 2 yıl da Elazığ Kapalı Cezaevi’nde yattıktan sonra infaz yasası gereği 1998 yılı başlarında tahliye oldu... Hacer’e armağan edilen “Bir kulunu çok sevdim...” şarkısı ise radyo antenlerine bağlanan töre bayrağının gölgesinde yankılanmaya devam ediyor!..
YAŞAM SINAVINDA ÖLMEK !...
Akdemir Ailesi, Diyarbakır’dan kan davasından kaçmıştı... Kocaeli’nin bir köyünde ölümden gizlenerek yaşamaya çalışıyorlardı!.. Akdemirlerin 23 yaşındaki oğulları Mehmet önceki gün Öğrenci Seçme Sınavı’na (ÖSS) girdiği binadan çıktıktan sonra kanlıları tarafından 10 kurşunla vurularak öldürüldü!..
Akdemirlerin tek umudu çocuklarının okumasıydı... Okuyup cehaleti, geri kalmışlığı ve yoksulluğu yenmesi!..
Okuyup da önemli adam olması!.. Belki töre mağdurlarını savunacak bir avukat!..
Belki kan cellatlarına hak ettikleri cezayı verdirecek bir hâkim!..
Belki aşiret yarasına derman bulacak bir eczacı!..
Belki töre hastalığına reçete yazacak bir doktor!..
Ve belki de feodal anlayışı yeniden inşa edecek bir mühendis!..
İşte Mehmet zaten geleceğini şekillendirecek bu seçenekler içinde bocalarken vurulmuştu!..
Okumuş adam feodalitenin içinde büyük tehlikeydi!.. Üstelik okumuş adamın vurulması yürekleri daha çok yakardı!..
Diyarbakırlı Mehmet, yaşamının geleceğine yön verecek sınavın sonrasında feodalitenin yanıtsız ve kafa bulandıran son sorusuyla karşılaştı!.. Yaşam mı, ölüm mü?..
İki seçenekli sorunun yanıtını düşmanları kurşunla işaretledi!.. Genç adamın elindeki kurşun kalem ve belki de yalnızca korkularını silemediği silgisi yerlere savruldu!..
Töre vahşeti ne zaman mı biter?.. Cahil adamların okumuş adamları vuramadığı zaman!.. Kurşunun kalemden üstün olamadığı zaman!..
Mehmet Faraç
Cumhuriyet Gazetesi
16 Haziran 2009
.
SAYANLARI SAYMAMAK
EMPERYALİZMİN OYUNCAĞI ERMENİ SORUNU
BUNCA yıldan, bunca káğıt ve mürekkepten sonra bir kez daha soykırım ve tehcir sözcüklerinin evrensel anlamlarını tartışacak değilim.
Bıktım, gına geldi! Bu konuda kimse ile diyaloğa girecek, uzlaşma zemini arayacak da değilim. Çünkü karşımda diyaloğa girilecek, uzlaşma zemini aranacak kimse yok. Sadece önyargılı despotlar var!
Hal ve gidişlerine bakıyorum da, mümkün olsa, TBMM’nin Ermeni soykırımını resmen kabul etmesiyle de yetinmeyecekler, "inkár"ın cezalandırılmasını bile isteyecekler.
KARPAT’IN SÖZLERİ
Tarihçi, Prof. Dr. Kemal Kapat, 1 Haziran 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Sevim Demiray’a çok önemli şeyler söylüyor:
1. Ermeni nüfusu o dönemde 2.5 milyon değil, 1 milyon 400 bin idi. (İngiliz arşivinden elde ettiği bir mektupta Ermeni patriğinin "Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık" dediğini ileri sürüyor.)
2. Sürgünün (tehcirin) yapıldığı 1915’te Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni geri çekildi.
"Geri çekildi", Osmanlı sınırlarının dışına çıktı, yeni kurulan SSCB’ye çekildi anlamına geliyor. Tıpkı Çukurova’da olduğu gibi.
Ama son dönem Osmanlı tarihini Prof. Dr. Kemal Karpat değil, Orhan Pamuk, Murat Belge, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal çok daha iyi bilirler!
MIĞIRDIÇ SINABYAN
Fransa’nın Ermeni gailesinde oynadığı başrolü, Gürbüz Evren’in "Emperyalizmin Oyuncağı Ermeni Sorunu" (Karınca Yayınları) adlı kitabında okuyunca dişlerinizi gıcırdatabilirsiniz (s. 58-79).
Başrol oyuncusu sadece Fransa değil kuşkusuz, Rusya var, İngiltere var, Almanya var, ABD var, Protestan misyonerler var.
Gürbüz Evren de Prof. Dr. Karpat gibi, Ermeni nüfusu konusunda önemli düzeltmeler yapıyor:
"Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan Ermeni nüfusu hakkında Ermeni yanlısı çevreler ve Ermeniler tarafından çok çelişkili ve abartılı rakamlar verilmiştir. Oysa gözlerden kaçan ya da bilinçli olarak göz ardı edilen, gizlenmeye çalışılan bir gerçek vardır. Bu da 1897-1903 yılları arasında ’Osmanlı İstatistik Umumi İdaresi Müdürü’ olarak görev yapan kişinin Mığırdıç Sınabyan isimli bir Ermeni olduğudur. Müdür Sınabyan döneminde yapılan nüfus sayımlarında ortaya çıkan Ermeni nüfusu, 1897 yılında 1.042.374 ve 1903 yılında başlanıp 1906 yılında tamamlanan sayıma göre de 1.050.523 olarak belirlenmiştir. En son 1914 yılında yapılan nüfus sayımında ise Ermeni nüfusunun 1.299.007’ye ulaştığı görülür. Bu rakamlara bakıldığında soykırım iddiasıyla ortaya çıkanların ileri sürdüğü 1.5-2 milyon ölü rakamının ne kadar gerçekdışı olduğu görülmektedir." (s. 135)
TÜRK’ÜN TÜRK’E ETTİĞİ
Ermeni tehciri, Ermeni göçleri kuşkusuz trajik olaylar. Ben de kabul ediyorum bunları. Ama Ermeni tarafının ve yandaşlarının karşı tarafı dinlememe inadı insanın tepesini attırıyor. Bir de ve daha önemlisi: Türk’ün Türk’e ettiği bir buğuz var ki anlatılmaz, sadece marazlı, hastalıklı sözcükleriyle tanımlanabilir.
Özdemir İNCE
HÜRRİYET Gazetesi
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11861858.asp?yazarid=72
14 Haziran 2009
BUNCA yıldan, bunca káğıt ve mürekkepten sonra bir kez daha soykırım ve tehcir sözcüklerinin evrensel anlamlarını tartışacak değilim.
Bıktım, gına geldi! Bu konuda kimse ile diyaloğa girecek, uzlaşma zemini arayacak da değilim. Çünkü karşımda diyaloğa girilecek, uzlaşma zemini aranacak kimse yok. Sadece önyargılı despotlar var!
Hal ve gidişlerine bakıyorum da, mümkün olsa, TBMM’nin Ermeni soykırımını resmen kabul etmesiyle de yetinmeyecekler, "inkár"ın cezalandırılmasını bile isteyecekler.
KARPAT’IN SÖZLERİ
Tarihçi, Prof. Dr. Kemal Kapat, 1 Haziran 2009 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Sevim Demiray’a çok önemli şeyler söylüyor:
1. Ermeni nüfusu o dönemde 2.5 milyon değil, 1 milyon 400 bin idi. (İngiliz arşivinden elde ettiği bir mektupta Ermeni patriğinin "Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık" dediğini ileri sürüyor.)
2. Sürgünün (tehcirin) yapıldığı 1915’te Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni geri çekildi.
"Geri çekildi", Osmanlı sınırlarının dışına çıktı, yeni kurulan SSCB’ye çekildi anlamına geliyor. Tıpkı Çukurova’da olduğu gibi.
Ama son dönem Osmanlı tarihini Prof. Dr. Kemal Karpat değil, Orhan Pamuk, Murat Belge, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal çok daha iyi bilirler!
MIĞIRDIÇ SINABYAN
Fransa’nın Ermeni gailesinde oynadığı başrolü, Gürbüz Evren’in "Emperyalizmin Oyuncağı Ermeni Sorunu" (Karınca Yayınları) adlı kitabında okuyunca dişlerinizi gıcırdatabilirsiniz (s. 58-79).
Başrol oyuncusu sadece Fransa değil kuşkusuz, Rusya var, İngiltere var, Almanya var, ABD var, Protestan misyonerler var.
Gürbüz Evren de Prof. Dr. Karpat gibi, Ermeni nüfusu konusunda önemli düzeltmeler yapıyor:
"Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan Ermeni nüfusu hakkında Ermeni yanlısı çevreler ve Ermeniler tarafından çok çelişkili ve abartılı rakamlar verilmiştir. Oysa gözlerden kaçan ya da bilinçli olarak göz ardı edilen, gizlenmeye çalışılan bir gerçek vardır. Bu da 1897-1903 yılları arasında ’Osmanlı İstatistik Umumi İdaresi Müdürü’ olarak görev yapan kişinin Mığırdıç Sınabyan isimli bir Ermeni olduğudur. Müdür Sınabyan döneminde yapılan nüfus sayımlarında ortaya çıkan Ermeni nüfusu, 1897 yılında 1.042.374 ve 1903 yılında başlanıp 1906 yılında tamamlanan sayıma göre de 1.050.523 olarak belirlenmiştir. En son 1914 yılında yapılan nüfus sayımında ise Ermeni nüfusunun 1.299.007’ye ulaştığı görülür. Bu rakamlara bakıldığında soykırım iddiasıyla ortaya çıkanların ileri sürdüğü 1.5-2 milyon ölü rakamının ne kadar gerçekdışı olduğu görülmektedir." (s. 135)
TÜRK’ÜN TÜRK’E ETTİĞİ
Ermeni tehciri, Ermeni göçleri kuşkusuz trajik olaylar. Ben de kabul ediyorum bunları. Ama Ermeni tarafının ve yandaşlarının karşı tarafı dinlememe inadı insanın tepesini attırıyor. Bir de ve daha önemlisi: Türk’ün Türk’e ettiği bir buğuz var ki anlatılmaz, sadece marazlı, hastalıklı sözcükleriyle tanımlanabilir.
Özdemir İNCE
HÜRRİYET Gazetesi
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11861858.asp?yazarid=72
14 Haziran 2009
GELECEK HEP GELECEK
"PIRIL PIRIL GENÇLİK" MASALI
Bitmek tükenmek bilmeyen modern bir masal bu!
Bir Türk masalı!
Güncel bir avuntu yaratma dışında kimseye hayrı olmayan bir masal!
Gençlerin gerçeklerle yüzleşmesini önlemek için uydurulmuş fena halde ideolojik bir masal!
Bir tür yalandan "sırt sıvazlama" davranışı!
Tek bir deyimle veya tek bir cümleyle başlayıp biten bir masal!
"Pırıl pırıl bir gençlik var" masalı...
Ya da "bu pırıl pırıl gençlerimize baktıkça geleceğimizin de parlak olduğuna inanıyorum" masalı..
***
Lise çağımda tanışmıştım bu masalla...
Büyüklerimiz, okul müdürlerimiz, siyasetçilerimiz pırıl pırıl olduğumuzu söylerdi.Geleceğimiz de o yüzden parlaktı.
Derken bizim için gelecek, geldi.
Bir parlaklık yoktu.
Hatta bir "karanlık"tan bile söz edilebilirdi o gün için. İyi okumuş, iyi yetişmiş bir kuşak
hapishanelerde sürünüyor, işkencehanelerde acı çekiyordu.
Ama olsun.
Memleketin "ihtiyar heyeti" masalı devam ettirdi.
Dünya değişti, devirler geldi geçti.
İyi okumak, "iyi okullardan" mezun olmak anlamına gelir oldu.
Gün geldi, "pırıl pırıllık" üst başın parlaklığı veya genç yüzlere kondurulmuş eğreti gülümsemeler anlamı kazandı.
Bizim "ihtiyar heyeti" hiç sormadı, hâlâ da sormuyor.
Yahu kaç kuşak geldi geçti, hepsine pırıl pırıl dedik de, sonunda ne oldu?
Pırıl pırıl gençlerin çoğunluğu neden yetişkin olunca çarçabuk sönüyor? Geriye kalan bir avuç parlak fırlama da neden memleketin canına okuyor?
Hatırlar mısınız?
Bir ara öyle bir dönemden geçtik ki, bütün o "en parlak genç beyin"lerin, o "en iyi okullarda okumuş prensler"in hayali ihracat, hortumcu bankacılık furyasının baş aktörleri olduğunu görmüştük!
***
Birkaç ay önce üniversite gençliğiyle bir araya geldiğimiz bir toplantıdan çıkmak üzereydik ki, bir dostum bütün iyi niyeti ve o an "orada" bulunmanın güzel heyecanıyla "ne pırıl pırıl çocuklar, geleceğimiz parlak" demez mi?
Zihnime bir bıçak saplandı ki, yarattığı acıyı anlatmak zor.
Çünkü iyiydi, güzeldi de, ben hayatımda bu kadar "hava cıva" bir genç topluluk hiç görmemiştim doğrusu.
Bu onların suçu muydu? Hayır!
Bu bizim suçumuzdu.
O yüzden"pırıl pırıl"lıktan söz etmek hem onları hem de kendimizi aldatmak olurdu.Orta öğrenime başladıklarından bu yana deli gibi ders çalışmaktan perişan olmuş; bütün hırslarını "puan" ve not toplamak üzerine odaklamış bu çocukların gözlerinde gördüğüm yorgunluk dehşet vericiydi!
Sözlerinden anlaşılıyordu...
Hiçbir şey öğrenmemişler; ideolojik inanç veya ders bilgisi olarak her şeyi ezberlemişlerdi!
***
Sorun şu...
Pırıl pırıl olması gereken birileri varsa..
Onlar yetişkinlerdir.
Yetişkinleri bitkin, yetişkinleri idare-i maslahatçı, yetişkinleri ezberci, yetişkinleri hot zotcu bir toplumun gençleri pırıl pırıl olabilir mi?
Hem o kadar ödev, ders, görev baskısı altında; hem de o kadar yetişkinliğe ve cinselliğe geçiş sancısıyla..
Söyleyin, nasıl pırıl pırıl olunsun?
Haşmet BABAOĞLU
Sabah Gazetesi
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/06/10/piril_piril_genclik_masali
10 Haziran 2009 Çarşamba
.
Bitmek tükenmek bilmeyen modern bir masal bu!
Bir Türk masalı!
Güncel bir avuntu yaratma dışında kimseye hayrı olmayan bir masal!
Gençlerin gerçeklerle yüzleşmesini önlemek için uydurulmuş fena halde ideolojik bir masal!
Bir tür yalandan "sırt sıvazlama" davranışı!
Tek bir deyimle veya tek bir cümleyle başlayıp biten bir masal!
"Pırıl pırıl bir gençlik var" masalı...
Ya da "bu pırıl pırıl gençlerimize baktıkça geleceğimizin de parlak olduğuna inanıyorum" masalı..
***
Lise çağımda tanışmıştım bu masalla...
Büyüklerimiz, okul müdürlerimiz, siyasetçilerimiz pırıl pırıl olduğumuzu söylerdi.Geleceğimiz de o yüzden parlaktı.
Derken bizim için gelecek, geldi.
Bir parlaklık yoktu.
Hatta bir "karanlık"tan bile söz edilebilirdi o gün için. İyi okumuş, iyi yetişmiş bir kuşak
hapishanelerde sürünüyor, işkencehanelerde acı çekiyordu.
Ama olsun.
Memleketin "ihtiyar heyeti" masalı devam ettirdi.
Dünya değişti, devirler geldi geçti.
İyi okumak, "iyi okullardan" mezun olmak anlamına gelir oldu.
Gün geldi, "pırıl pırıllık" üst başın parlaklığı veya genç yüzlere kondurulmuş eğreti gülümsemeler anlamı kazandı.
Bizim "ihtiyar heyeti" hiç sormadı, hâlâ da sormuyor.
Yahu kaç kuşak geldi geçti, hepsine pırıl pırıl dedik de, sonunda ne oldu?
Pırıl pırıl gençlerin çoğunluğu neden yetişkin olunca çarçabuk sönüyor? Geriye kalan bir avuç parlak fırlama da neden memleketin canına okuyor?
Hatırlar mısınız?
Bir ara öyle bir dönemden geçtik ki, bütün o "en parlak genç beyin"lerin, o "en iyi okullarda okumuş prensler"in hayali ihracat, hortumcu bankacılık furyasının baş aktörleri olduğunu görmüştük!
***
Birkaç ay önce üniversite gençliğiyle bir araya geldiğimiz bir toplantıdan çıkmak üzereydik ki, bir dostum bütün iyi niyeti ve o an "orada" bulunmanın güzel heyecanıyla "ne pırıl pırıl çocuklar, geleceğimiz parlak" demez mi?
Zihnime bir bıçak saplandı ki, yarattığı acıyı anlatmak zor.
Çünkü iyiydi, güzeldi de, ben hayatımda bu kadar "hava cıva" bir genç topluluk hiç görmemiştim doğrusu.
Bu onların suçu muydu? Hayır!
Bu bizim suçumuzdu.
O yüzden"pırıl pırıl"lıktan söz etmek hem onları hem de kendimizi aldatmak olurdu.Orta öğrenime başladıklarından bu yana deli gibi ders çalışmaktan perişan olmuş; bütün hırslarını "puan" ve not toplamak üzerine odaklamış bu çocukların gözlerinde gördüğüm yorgunluk dehşet vericiydi!
Sözlerinden anlaşılıyordu...
Hiçbir şey öğrenmemişler; ideolojik inanç veya ders bilgisi olarak her şeyi ezberlemişlerdi!
***
Sorun şu...
Pırıl pırıl olması gereken birileri varsa..
Onlar yetişkinlerdir.
Yetişkinleri bitkin, yetişkinleri idare-i maslahatçı, yetişkinleri ezberci, yetişkinleri hot zotcu bir toplumun gençleri pırıl pırıl olabilir mi?
Hem o kadar ödev, ders, görev baskısı altında; hem de o kadar yetişkinliğe ve cinselliğe geçiş sancısıyla..
Söyleyin, nasıl pırıl pırıl olunsun?
Haşmet BABAOĞLU
Sabah Gazetesi
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/babaoglu/2009/06/10/piril_piril_genclik_masali
10 Haziran 2009 Çarşamba
.
NORMAL DEMEK
CEZA VERMEYEN SUÇU PAYLAŞIR!
Dün bir anne 14 yaşındaki oğlunu internetten taciz eden adamı hakimin serbest bıraktığını yazmıştı. Tacizci vahşinin (yamyam mı demeli) internet adresinde 344 çocuk kayıtlıymış ve suç üstü yakalanmış.
Bu olayın detaylarını da öğrenip ilgili hakime hangi nedenle serbest bıraktığını soracağım. Çocuk taciz ve tecavüzlerini dikkatle izliyoruz ve kararları deşifre edeceğiz bilsinler.
Bu suçlulara hiçbir indirim uygulama hakları da yoktur, onu da bilsinler.
Yeter artık, mahvettiler memleketi, korku tüneline çevirdiler!
Ruhat MENGİ
VATAN Gazetesi
08 Haziran 2009 Pazartesi
.
Dün bir anne 14 yaşındaki oğlunu internetten taciz eden adamı hakimin serbest bıraktığını yazmıştı. Tacizci vahşinin (yamyam mı demeli) internet adresinde 344 çocuk kayıtlıymış ve suç üstü yakalanmış.
Bu olayın detaylarını da öğrenip ilgili hakime hangi nedenle serbest bıraktığını soracağım. Çocuk taciz ve tecavüzlerini dikkatle izliyoruz ve kararları deşifre edeceğiz bilsinler.
Bu suçlulara hiçbir indirim uygulama hakları da yoktur, onu da bilsinler.
Yeter artık, mahvettiler memleketi, korku tüneline çevirdiler!
Ruhat MENGİ
VATAN Gazetesi
08 Haziran 2009 Pazartesi
.
NE DEMEK
NE MUTLU MARABAYA
"Ne mutlu Türküm diyene" ne demek, tabii ki "Ne mutlu marabayım diyene" diyecek.
Eyüp Şeker
4 Haziran 2009
.
"Ne mutlu Türküm diyene" ne demek, tabii ki "Ne mutlu marabayım diyene" diyecek.
Eyüp Şeker
4 Haziran 2009
.
TARİHLE YÜZLEŞEMEMEK
TARİHİYLE KÜSKÜN OLMAK
Deniz Kavukçuoğlu
Öyle bir noktaya geldik ki tarihimize küsenlerin sayısı her geçen gün biraz daha artıyor. Eskiden yazdıklarıyla bizi şaşırtan, öfkelendirenler yalnızca İslamcı kesimin yazarlarıyken, şimdi bunlara “liberaller” de eklendi. İslamcılarla el ele, kol kola geçmişimizde ne varsa ayaklarının altına alıp üzerinde tepiniyorlar.
İslamcılar, “Kurtuluş Savaşı diye bir şey yok” derken, “liberaller” derhal onların yanında saf tutup, “Evet” diyorlar, “basit bir Türk-Yunan savaşından başka bir şey değildi”. Onlar için Anadolu topraklarının emperyalizm tarafından işgalini öngören ve 32 devletin temsilcilerinin katılımıyla 18 Ocak 1919 günü açılan Paris Barış Konferansı diye bir şey olmadığı gibi İstanbul’un ve Anadolu’nun müttefik güçler tarafından işgali de 11 Mayıs 1920 günü Osmanlı Hükümeti’nin önüne “imzala” diye sürülen Sevr Antlaşması da yoktu.
O “olmayan” Sevr Antlaşması’nda müttefikler tarafından öngörülen yaptırımlara biz yine de bir göz atalım.
Batı Anadolu (İzmir ve çevresi) Yunanlılara verilecekti. Güney sınırı ise Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos Dağları ve Osmaniye’nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa’ya bırakmakta idi. Doğuda Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak’ın kuzey kısmında nüfuz bölgeleri tesis ediyorlardı. İstanbul’da ise hükümet ve padişah oturacak, fakat İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlar’da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı. Türklere bırakılan bölge, hâkimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre ülke içinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk uyruğundan çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk uyruğuna da giremeyecekti.
***
Müttefik devletlerin öngördüğü bu yaptırımların gerçekleşmemesini, bugünkü modern hayatımızı, özgürlüğümüzü, onurumuzu, evrensel insan haklarımızı, demokratik, laik bir sosyal hukuk devletinin yurttaşları olmanın övüncünü o “olmayan” Kurtuluş Savaşı’na ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunu açıp başını çektiği Aydınlanma Devrimi’ne borçluyuz.
Başta laiklik olmak üzere Türkiye’yi ortaçağ karanlığından kopartıp çağdaş uygarlık düzeyine yükselten “devrimci süreci” İslamcıların içlerine sindirememesini, o süreçte ne yaşanmışsa tümünü karalamalarını anlayabiliyorum. Fakat önemli bir bölümü soldan çark etme yeni liberallerin “yüzleşme” adı altında tarihimizi toptan yadsımalarını anlamakta “hâlâ” zorlanıyorum.
Yeryüzünde hiçbir ülke tarihsel geçmişi açısından “sütten çıkmış ak kaşık” değildir. Avrupa’ya bakalım: Faşist diktatörlükler, Mozambik ve Angola’yı iliklerine kadar sömüren Portekiz’de 48 yıl (1926-1974), İspanya’da 36 yıl (1939-1975), İtalya’da 23 yıl (1922-1945) sürmüştür. Avrupa’da 50 milyon insanın ölümüne neden olan II. Dünya Savaşı’nın baş suçlusu Hitler’in nasyonal-sosyalist diktatörlüğü Almanya’da 12 yıl iktidarda kalmıştır. Romanya 3 yıl (1941-1944 – General Ion Antonescu), Hırvatistan 4 yıl (1941-1945 – Ante Pavelic), Sırbistan 4 yıl (1941-1945 – Milan Nedic), Norveç 3 yıl (1942-1945 – Vidkun Quisling), Macaristan 6 ay (1944-1945 – Ferenc Szalasi) faşist/nazi diktatörler tarafından yönetilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu diktatörlükler tarafından on binlerce komünist, sosyalist, demokrat, Yahudi ve Roman, Nazilerin toplama kamplarına gönderilerek öldürülmüştür.
Bu ülkelerin aydınları da ülkelerinin geçmişlerindeki lekeleri eleştirmekte, fakat hiçbiri bizdeki gibi toptancı bir yaklaşımla tüm tarihlerini yadsımak gibi psikiyatri biliminin sınırlarını zorlayan, “ruhsal boşalma” seansları sergilememektedirler.
Tarihiyle küskün olmak, üzerinde durulması gereken bir konudur. Biz de duracağız.
dkavukcuoglu@superonline.com
http://www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com/
CUMHURİYET GAZETESİ
.
Deniz Kavukçuoğlu
Öyle bir noktaya geldik ki tarihimize küsenlerin sayısı her geçen gün biraz daha artıyor. Eskiden yazdıklarıyla bizi şaşırtan, öfkelendirenler yalnızca İslamcı kesimin yazarlarıyken, şimdi bunlara “liberaller” de eklendi. İslamcılarla el ele, kol kola geçmişimizde ne varsa ayaklarının altına alıp üzerinde tepiniyorlar.
İslamcılar, “Kurtuluş Savaşı diye bir şey yok” derken, “liberaller” derhal onların yanında saf tutup, “Evet” diyorlar, “basit bir Türk-Yunan savaşından başka bir şey değildi”. Onlar için Anadolu topraklarının emperyalizm tarafından işgalini öngören ve 32 devletin temsilcilerinin katılımıyla 18 Ocak 1919 günü açılan Paris Barış Konferansı diye bir şey olmadığı gibi İstanbul’un ve Anadolu’nun müttefik güçler tarafından işgali de 11 Mayıs 1920 günü Osmanlı Hükümeti’nin önüne “imzala” diye sürülen Sevr Antlaşması da yoktu.
O “olmayan” Sevr Antlaşması’nda müttefikler tarafından öngörülen yaptırımlara biz yine de bir göz atalım.
Batı Anadolu (İzmir ve çevresi) Yunanlılara verilecekti. Güney sınırı ise Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos Dağları ve Osmaniye’nin kuzeyinden geçmekte ve bu sınırın güneyini Fransa’ya bırakmakta idi. Doğuda Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan, Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacaktı. Bunun dışında, Türkiye’ye bırakılan topraklar nüfus mıntıkalarına ayrılmakta; İtalyanlar Antalya ve Konya, Fransızlar Adana, Sivas ve Malatya bölgesi üzerinde, İngilizler de Irak’ın kuzey kısmında nüfuz bölgeleri tesis ediyorlardı. İstanbul’da ise hükümet ve padişah oturacak, fakat İstanbul milletlerarası bir şehir olacak, Boğazlar’da ordusu, donanması, bütçesi ve organize kuruluşları ile bir komisyon bulunacaktı. Türklere bırakılan bölge, hâkimiyet hakkı en ağır şekilde sınırlanmış, Ankara ve Kastamonu vilayetleri ve dolayları idi. Sevr’e göre ülke içinde bulunan azınlık, Türklerden daha fazla haklara sahip oluyor, vergi vermeyerek, askeri hizmet yapmayarak imtiyazlı (ayrıcalıklı) bir durumda bulunuyordu. Türk uyruğundan çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulduğu gibi, yeniden hiç kimse Türk uyruğuna da giremeyecekti.
***
Müttefik devletlerin öngördüğü bu yaptırımların gerçekleşmemesini, bugünkü modern hayatımızı, özgürlüğümüzü, onurumuzu, evrensel insan haklarımızı, demokratik, laik bir sosyal hukuk devletinin yurttaşları olmanın övüncünü o “olmayan” Kurtuluş Savaşı’na ve onun önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunu açıp başını çektiği Aydınlanma Devrimi’ne borçluyuz.
Başta laiklik olmak üzere Türkiye’yi ortaçağ karanlığından kopartıp çağdaş uygarlık düzeyine yükselten “devrimci süreci” İslamcıların içlerine sindirememesini, o süreçte ne yaşanmışsa tümünü karalamalarını anlayabiliyorum. Fakat önemli bir bölümü soldan çark etme yeni liberallerin “yüzleşme” adı altında tarihimizi toptan yadsımalarını anlamakta “hâlâ” zorlanıyorum.
Yeryüzünde hiçbir ülke tarihsel geçmişi açısından “sütten çıkmış ak kaşık” değildir. Avrupa’ya bakalım: Faşist diktatörlükler, Mozambik ve Angola’yı iliklerine kadar sömüren Portekiz’de 48 yıl (1926-1974), İspanya’da 36 yıl (1939-1975), İtalya’da 23 yıl (1922-1945) sürmüştür. Avrupa’da 50 milyon insanın ölümüne neden olan II. Dünya Savaşı’nın baş suçlusu Hitler’in nasyonal-sosyalist diktatörlüğü Almanya’da 12 yıl iktidarda kalmıştır. Romanya 3 yıl (1941-1944 – General Ion Antonescu), Hırvatistan 4 yıl (1941-1945 – Ante Pavelic), Sırbistan 4 yıl (1941-1945 – Milan Nedic), Norveç 3 yıl (1942-1945 – Vidkun Quisling), Macaristan 6 ay (1944-1945 – Ferenc Szalasi) faşist/nazi diktatörler tarafından yönetilmiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu diktatörlükler tarafından on binlerce komünist, sosyalist, demokrat, Yahudi ve Roman, Nazilerin toplama kamplarına gönderilerek öldürülmüştür.
Bu ülkelerin aydınları da ülkelerinin geçmişlerindeki lekeleri eleştirmekte, fakat hiçbiri bizdeki gibi toptancı bir yaklaşımla tüm tarihlerini yadsımak gibi psikiyatri biliminin sınırlarını zorlayan, “ruhsal boşalma” seansları sergilememektedirler.
Tarihiyle küskün olmak, üzerinde durulması gereken bir konudur. Biz de duracağız.
dkavukcuoglu@superonline.com
http://www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com/
CUMHURİYET GAZETESİ
.
TARİHLE YÜZLEŞMEK
ÖZÜR DİLEYENLER
Devletin uyruğu olup devlete başkaldıranlar idam edilir. Onların bu vahşetine, hıyanetine karşı yine de hepsini hudut harici etmemiş, sürmemiş Devlet... Yurtiçinde haklarını koruyarak yer değiştirtmiş, o kadar...
Muazzez İlmiye ÇIĞ
muazzezcig@yahoo.com
Aydın geçinen, ama aydınlığın yanından bile geçmeyen bazı şahısların Ermenilerden özür dilemeye kalktıklarını duyunca ne kadar şaşırdım!! Hele içlerinde hiç tahmin etmediğim kimseleri görünce nasıl şaşmam!? Herhalde özür dileyenlerin aileleri onları öldürdü, evlerinden, yerlerinden göç etmeye zorladı ki böyle bir harekete geçtiler... Başkalarının ve özellikle Devlet’i ilgilendiren bir konuda, Devlet namına konuşmaya kimsenin hakkı yok! Bu şahıslar ya hiç tarih okumuyorlar (ki tarih bilmeyen zaten kültürlü sayılamaz) ya da bildikleri halde, kim bilir nasıl bir yarar uğruna uyruğu olduğu Devlet’i küçük düşürmekten çekinmiyorlar.
Özellikle son zamanlarda dış kaynaklar (çoğunlukla Ermeni kaynakları) gösterilerek pek çok kitap yazıldı. En son, avukat Gülseren Aytaş’ın yazdığı Ermeni Talepleri ve Türkiye’nin Hakları (Derin Yayınları, 2008) adlı eser, gayet sade bir dil ile hukuken Ermenilerin bizden bir şey istemeye hakları olmadığını, en azında onların bizden özür dilemesi gerektiğini -hukuksal belgelere dayanarak- yazmış. Onun kitabından öğrendiğimize göre, Ermeniler Osmanlı Devleti’nin güçten düşmesini fırsat bilerek ve dış güçlerin de desteği ile 1878 yılından sonra çeteler, partiler kurarak ülkede çeşitli isyanlar çıkarmış, katliamlar yapmışlar. Yalnız 1895 yılında 27 olay çıkarmışlar. Bu olaylara katılmayan Ermenileri bile öldürmüş, işyerlerini evlerini yakmışlar (s.47). Bu olayları yapanların cezalanmalarını ise, dış güçler araya girerek derhal önlemişler. (Sonra da isyancı başı İngilizler tarafından kaçırılmış.) İsyanda yaktıkları Ermeni köylerini Amerika onartmış; ama Türk köylerine hiçbir şey yapmamışlar. 1896’da Van’da Osmanlı Bankası’nı bombalamışlar. Onu yapanları da İngilizlerin zorlamasıyla Fransız gemisine koyarak Marsilya’ya kaçırmışlar.
Osmanlı Devleti 1915 yılına kadar Ermeni isyanlarıyla uğraşıyor... Ermeniler, 1915’ten itibaren Osmanlı devleti ile savaşanların tarafına geçerek yüz yıllardan beri birlikte yaşadığı ve kendilerine büyük dostluk gösteren Türk halkını öldürdü! Rus, İngiliz, Fransız askerlerinin kıyafetlerini giyip binlerce Türk’ü öldüren ve camilere doldurulup yakan (Ardahan’da gördüm) Ermeniler, bizden özür dilemeli! Aslında bizim onları suçlamamız gerek! Bana bir yabancı gazeteci, ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un ağzını kullanarak, “Siz bir milyon Ermeni öldürmüşsünüz.” dedi. Ben de ona, “1000 yıl onlarla beraber oturduk. Eğer o zaman onları öldürmeye kalksaydık, bugüne bir tek Ermeni kalmazdı. Sizin ülkenizde yaşayan insanlardan bir grup, ülkenize saldıran düşmanlarla birleşip sizleri öldürmeye kalksa siz ne yapardınız?” deyince de adam bir yanıt veremedi ve sadece “Hım...” demekle yetindi. Devletin uyruğu olup devlete başkaldıranlar idam edilir. Onların bu vahşetine, hıyanetine karşı yine de hepsini hudut harici etmemiş, sürmemiş Devlet... Yurtiçinde haklarını koruyarak yer değiştirtmiş, o kadar...
Sayın Avukat Gülseren Aytaş’ın büyük bir titizlikle -resmi kaynaklar göstererek- yazdığı kitabının 55. sayfasından (“Genelkurmay Başkanlığı Arşiv Belgeleri’yle Ermeni faaliyetleri 1914-18” bölümü) aldığım bir yazıyı buraya geçiriyorum: “Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerin bir kısmının, Osmanlı hududunu (sınırını) düşman devletlere karşı korumaya çalışan ordumuzun harekâtını zorlaştırdıkları, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdikleri, düşmanla işbirliği yapmak ve birlikte hareket etmek emelinde oldukları, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırı düzenledikleri, düşmanın deniz kuvvetlerine malzeme sağladıkları, müstahkem mevkileri düşmana göstermeye cesaret ettikleri tespit edilmiştir. Bunun için, isyancı unsurların hareket sahasından uzaklaştırılmaları gerekmektedir. (…) köy ve kasabalarında oturan Ermeniler Güney vilayetlere acil olarak sevk edilecektir. Göçmenlerin taşınmaları ve yeni yerlerine yerleşmeleri sırasında güvenlik ve iaşelerinin sağlanacağı, emlak ve arazi dağıtılacağı, kalan menkullerinin ve taşınmaz mal ise değerlerinin kendilerine verileceği...”
Bu ne büyük adalettir! Batı’da olsalardı hepsi kılıçtan geçirilir veya hudut harici edilip Ermenistan’a sürülürlerdi. İşin ilginç yanı, yerleştirildikleri güneyde de boş durmamışlar (bu kez Kurtuluş Savaşı’nda), Fransız ve İngilizlerle bir olup dünya kadar insanımızı öldürmüşlerdir. Türk ordusu kazanmaya başlayınca da kendilerine bir şey yapılacak korkusu ile 4000 Ermeni Suriye’de Lazkiye Limanı’na kaçıp onlara yardım edeceklerine söz veren Fransız gemilerini beklemişlerdir. Altı ay boyunca hiçbir Fransız gemisi onları almayınca hastalananlar, ölenler olmuş... Altı ay sonra ancak bir Mısır gemisi onları alıp Mısır’a götürmüş. Geride kalanlara ise, Türkiye Cumhuriyeti herhangi bir ceza vermemiş ve bulundukları yerde yaşamalarını sağlamıştır. Bu ne büyük adalettir!
Başbakanlık arşivindeki belgelere göre, Ermeniler tarafından 1910-1922 arasında 525.955 Türk öldürülmüştür! Yüzyıllardan beri oturdukları topraklarda komşularını vahşice öldüren, yerini-yurdunu yakan bir halktan özür dileyenler; ancak satılmışlardır! Asıl Ermenilerin bize binlerce defa özür borcu vardır!
HABERCEK
http://www.habercek.com/index.php?option=com_content&task=view&id=9715&Itemid=89
.
Devletin uyruğu olup devlete başkaldıranlar idam edilir. Onların bu vahşetine, hıyanetine karşı yine de hepsini hudut harici etmemiş, sürmemiş Devlet... Yurtiçinde haklarını koruyarak yer değiştirtmiş, o kadar...
Muazzez İlmiye ÇIĞ
muazzezcig@yahoo.com
Aydın geçinen, ama aydınlığın yanından bile geçmeyen bazı şahısların Ermenilerden özür dilemeye kalktıklarını duyunca ne kadar şaşırdım!! Hele içlerinde hiç tahmin etmediğim kimseleri görünce nasıl şaşmam!? Herhalde özür dileyenlerin aileleri onları öldürdü, evlerinden, yerlerinden göç etmeye zorladı ki böyle bir harekete geçtiler... Başkalarının ve özellikle Devlet’i ilgilendiren bir konuda, Devlet namına konuşmaya kimsenin hakkı yok! Bu şahıslar ya hiç tarih okumuyorlar (ki tarih bilmeyen zaten kültürlü sayılamaz) ya da bildikleri halde, kim bilir nasıl bir yarar uğruna uyruğu olduğu Devlet’i küçük düşürmekten çekinmiyorlar.
Özellikle son zamanlarda dış kaynaklar (çoğunlukla Ermeni kaynakları) gösterilerek pek çok kitap yazıldı. En son, avukat Gülseren Aytaş’ın yazdığı Ermeni Talepleri ve Türkiye’nin Hakları (Derin Yayınları, 2008) adlı eser, gayet sade bir dil ile hukuken Ermenilerin bizden bir şey istemeye hakları olmadığını, en azında onların bizden özür dilemesi gerektiğini -hukuksal belgelere dayanarak- yazmış. Onun kitabından öğrendiğimize göre, Ermeniler Osmanlı Devleti’nin güçten düşmesini fırsat bilerek ve dış güçlerin de desteği ile 1878 yılından sonra çeteler, partiler kurarak ülkede çeşitli isyanlar çıkarmış, katliamlar yapmışlar. Yalnız 1895 yılında 27 olay çıkarmışlar. Bu olaylara katılmayan Ermenileri bile öldürmüş, işyerlerini evlerini yakmışlar (s.47). Bu olayları yapanların cezalanmalarını ise, dış güçler araya girerek derhal önlemişler. (Sonra da isyancı başı İngilizler tarafından kaçırılmış.) İsyanda yaktıkları Ermeni köylerini Amerika onartmış; ama Türk köylerine hiçbir şey yapmamışlar. 1896’da Van’da Osmanlı Bankası’nı bombalamışlar. Onu yapanları da İngilizlerin zorlamasıyla Fransız gemisine koyarak Marsilya’ya kaçırmışlar.
Osmanlı Devleti 1915 yılına kadar Ermeni isyanlarıyla uğraşıyor... Ermeniler, 1915’ten itibaren Osmanlı devleti ile savaşanların tarafına geçerek yüz yıllardan beri birlikte yaşadığı ve kendilerine büyük dostluk gösteren Türk halkını öldürdü! Rus, İngiliz, Fransız askerlerinin kıyafetlerini giyip binlerce Türk’ü öldüren ve camilere doldurulup yakan (Ardahan’da gördüm) Ermeniler, bizden özür dilemeli! Aslında bizim onları suçlamamız gerek! Bana bir yabancı gazeteci, ünlü yazarımız Orhan Pamuk’un ağzını kullanarak, “Siz bir milyon Ermeni öldürmüşsünüz.” dedi. Ben de ona, “1000 yıl onlarla beraber oturduk. Eğer o zaman onları öldürmeye kalksaydık, bugüne bir tek Ermeni kalmazdı. Sizin ülkenizde yaşayan insanlardan bir grup, ülkenize saldıran düşmanlarla birleşip sizleri öldürmeye kalksa siz ne yapardınız?” deyince de adam bir yanıt veremedi ve sadece “Hım...” demekle yetindi. Devletin uyruğu olup devlete başkaldıranlar idam edilir. Onların bu vahşetine, hıyanetine karşı yine de hepsini hudut harici etmemiş, sürmemiş Devlet... Yurtiçinde haklarını koruyarak yer değiştirtmiş, o kadar...
Sayın Avukat Gülseren Aytaş’ın büyük bir titizlikle -resmi kaynaklar göstererek- yazdığı kitabının 55. sayfasından (“Genelkurmay Başkanlığı Arşiv Belgeleri’yle Ermeni faaliyetleri 1914-18” bölümü) aldığım bir yazıyı buraya geçiriyorum: “Harp bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerin bir kısmının, Osmanlı hududunu (sınırını) düşman devletlere karşı korumaya çalışan ordumuzun harekâtını zorlaştırdıkları, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdikleri, düşmanla işbirliği yapmak ve birlikte hareket etmek emelinde oldukları, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırı düzenledikleri, düşmanın deniz kuvvetlerine malzeme sağladıkları, müstahkem mevkileri düşmana göstermeye cesaret ettikleri tespit edilmiştir. Bunun için, isyancı unsurların hareket sahasından uzaklaştırılmaları gerekmektedir. (…) köy ve kasabalarında oturan Ermeniler Güney vilayetlere acil olarak sevk edilecektir. Göçmenlerin taşınmaları ve yeni yerlerine yerleşmeleri sırasında güvenlik ve iaşelerinin sağlanacağı, emlak ve arazi dağıtılacağı, kalan menkullerinin ve taşınmaz mal ise değerlerinin kendilerine verileceği...”
Bu ne büyük adalettir! Batı’da olsalardı hepsi kılıçtan geçirilir veya hudut harici edilip Ermenistan’a sürülürlerdi. İşin ilginç yanı, yerleştirildikleri güneyde de boş durmamışlar (bu kez Kurtuluş Savaşı’nda), Fransız ve İngilizlerle bir olup dünya kadar insanımızı öldürmüşlerdir. Türk ordusu kazanmaya başlayınca da kendilerine bir şey yapılacak korkusu ile 4000 Ermeni Suriye’de Lazkiye Limanı’na kaçıp onlara yardım edeceklerine söz veren Fransız gemilerini beklemişlerdir. Altı ay boyunca hiçbir Fransız gemisi onları almayınca hastalananlar, ölenler olmuş... Altı ay sonra ancak bir Mısır gemisi onları alıp Mısır’a götürmüş. Geride kalanlara ise, Türkiye Cumhuriyeti herhangi bir ceza vermemiş ve bulundukları yerde yaşamalarını sağlamıştır. Bu ne büyük adalettir!
Başbakanlık arşivindeki belgelere göre, Ermeniler tarafından 1910-1922 arasında 525.955 Türk öldürülmüştür! Yüzyıllardan beri oturdukları topraklarda komşularını vahşice öldüren, yerini-yurdunu yakan bir halktan özür dileyenler; ancak satılmışlardır! Asıl Ermenilerin bize binlerce defa özür borcu vardır!
HABERCEK
http://www.habercek.com/index.php?option=com_content&task=view&id=9715&Itemid=89
.
KARGALAR NEDEN GÜLÜYOR 1.5 MİLYON RAKAMINA?
BİR MİLYON ERMENİ 1917'DE KUZEYE GÖÇ ETTİ
Devrim Sevimay / SORU-CEVAP
Ermeni nüfusunun o dönemde 2.5 milyon değil, 1 milyon 400 bin olduğunu söyleyen Prof. Karpat, İngiliz arşivlerinden elde ettiği bir mektupta Ermeni patriğinin aradaki farkı “Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık” sözleriyle açıkladığını anlatıyor
Kemal Karpat şöyle diyor: “Sürgünün yapıldığı 1915’te Doğu Anadolu Rus işgali altındaydı. Ancak 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni gerilere çekildi”
Kemal Karpat’ı bulmuşken ne sorulmaz ki; her şey. Din, dinin toplumdaki yeri, İslam tarihi, Osmanlı tarihi, yakın dönem Cumhuriyet tarihi, azınlıklar meselesi, kimlik meselesi, ulus-devlet, Atatürk, Kürt, Arap, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi, hepsi…
Kendisi davet üzerine gidip ABD’nin Wisconsin Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi Bölümü'nü kurmuş, kimi eserleri “kütüphanelere girmesi gereken en üst seviyede kitaplar” arasında gösterilen, 20 ülkede 130 makalesi yayınlanmış, ABD’deki Türk Araştırmaları’yla Orta Asya cemiyetlerinin kurucusu, dünyaca ünlü bir tarihçi. Böyle birinin karşısında bir konuyla yetinmek çok yazık, ama mesele de öyle önemli ki tek söyleşiye ancak sığıyor.
Mesele dediğimiz, geçen 22 Nisan’da Ermenistan’la Türkiye’nin bir tarih komisyonu kurmaya karar vermesi ve tabii 1915. Karpat bu konuda ilk kez bu açıklıkta ve uzunlukta konuşuyor. Başkası söylese belki hiç üzerinde durulmayacak, ama o söyleyince tartışma yaratacak tezler öne sürüyor.
Tabii bir de “AKP” başlığı var. Karpat aynı Ermeni meselesinde olduğu gibi AKP’ye de en az 100 yıllık bir projeksiyon tutarak bakıyor, ancak önce 1915:
- Sizce 1915 için bir tarih komisyonu kurulması faydalı mı olur, yoksa bu meseleyi çözmek öncelikle siyasetçilerin işi midir?
Bence çok faydalı ve lüzumludur. Benim Ermeni meselesine bakışta “üçüncü yol” dediğim de budur. Ve belki sonuç alınmasında birinci derecede de rol oynayabilir.
- Ne bakımdan?
Bu meselenin tarihini sağlam vesikalara göre incelemiş bir adamım ben. Ermeni meselesi ne zaman doğdu? 1877-78’de Rus orduları Osmanlı toprakları olan bugünkü Bulgaristan’a girince orada ekseriyeti Bulgar olan bir millet yaratmak istediler. Çünkü Bulgaristan o şekilde Rusya’nın balkanlarda öncüsü olacaktı. Fakat o tarihte Bulgaristan’ın Hıristiyan nüfusu Müslümanlardan fazla değildi. Bir Bulgar milli devleti kurmak için önce bir Bulgar ekseriyeti yaratmak lazımdı. Bu amaçla Rus ordusu ve Bulgar çeteleri 300 bin Müslüman Türkü öldürdü, bir milyona kadar insanı da yerinden itti. Böylece Balkanlardan Anadolu’ya en büyük Müslüman Türk akını başladı 1878’de…
- Ermeni meselesini anlatmak için neden Balkanlardan başladınız?
Hemen oraya geleceğim: Böylece 1878 temmuzunda Berlin kongresi toplandı ve o kongrede otonom bir Bulgaristan yaratılmasına karar verildi. Ayrıca Sırbistan, Romanya, Karadağ istiklâlini kazandı, Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal edildi, Batum-Kars ve Ardahan Ruslara bırakıldı. Artık Osmanlı için yıkılış dönemi başlamıştı.
İşte bu tarihte, Ermeni milliyetçileri de bir millet yaratmanın, müstakil bir ülke kurmanın bu kadar mümkün olduğunu gördüler. Hemen Berlin kongresine bir muhtıra gönderdiler. Muhtırayı kaleme alan o zamanın Ermeni kilisesi lideri “Anadolu’da iki buçuk milyon Ermeni vardır. Onlar da istiklalini istiyor. Onlara da özgürlük verin, müstakil Ermenistan kurulsun” dedi.
- 1878’de Osmanlı’nın Ermeni nüfusu iki buçuk milyon muydu peki?
Oraya da geleceğim, acele etmeyiniz. Bizde hep olduğu gibi hemen işin son noktasına gelmek istiyorsunuz, ama her şeyin bir akışı vardır. (Bu küçük fırçayı bütün sabırsızlar adına kabul edip dinlemeye aynen devam ediyoruz) Böylece Berlin anlaşmasının değiştirilen 61 ve 16’ıncı maddesinde Ermenilerin kesif yaşadığı Doğu Anadolu bölgesinde reformlar yapılmasına karar verildi. Bu reformlara nezaret etme sorumluluğunu da İngiltere üstlendi. Bu çok mühim, altını çizelim: Ermeni reformunu izleme işi İngiltere’nindi.
HER ŞEYİN BAŞLANGICI BERLİN KONGRESİ
- Neye sebep oldu bu anlaşma?
Berlin muahedesinden evvel Müslümanlarla çok iyi yaşamış Ermeniler, birden bire siyasi bir mesele oldu. O güne kadar sadece kültürel, sosyal, ekonomik bir mesele olan Ermeniler artık siyasileşmişti. 1878 Berlin Antlaşması her şeyin başlangıcı oldu.
- İngiltere ilk ne yaptı?
Otonomide bütün mesele nüfus üzerine odaklandığı için İngiltere hemen Ermeni nüfusunu tespit etmeye yöneldi. Ancak bu arada İngiltere’de de büyük bir iç değişiklik oldu. 1880 seçimlerinde bir Yahudi dönmesi ve Osmanlı dostu olan Benjamin Disraeli gitti, yerine sözde liberal, ama aslında koyu bir Protestan ve İngiltere’de İslam’ı küçük görenlerin öncüsü durumundaki Gladstone geldi. Gladstone’un ilk işi Osmanlı’daki elçisi Goschen’e talimat vermek oldu, “Derhal gidiniz, Doğu bölgesinde reformlara girişiniz” dedi.
Ancak tabii bu kadar kolay değildi. Çünkü Osmanlı hükümeti Goschen’in bitaraf olmadığını, Osmanlı aleyhine çalışacağını düşünerek ayak diriyordu. O kadar gerginlikler oldu ki 1881-82’de İngiltere Adriyatik sahillerine, yani bugünkü Arnavutluk’a harp gemilerini gönderdi.
- Bu arada reformdan kasıt ne; otonomi mi?
Gayrimüslimler için kültürel ve ekonomik otonomi öteden beri zaten mevcuttu Osmanlı’da. Kendi okullarını kuruyorlar, kendi kiliselerine istediği başkanı seçiyorlar, o kilise o toplumun başı oluyor, devlet- hükümet ona karışmıyor vs, yani zaten otonomi vardı. Şimdi istenen idari otonomiydi. Çoğunlukta oldukları yerlere bir Ermeni veya hiç olmazsa Ermeni taraftarı olan bir vali tayin edilecekti.
PATRİK BAZI YERLERDE İKİ KEZ SAYIM YAPMIŞ
- Bulgaristan’da olduğu gibi?
Tabii, Berlin muahedesi Bulgaristan’ı otonom yaptı, Bulgaristan da 30 yıl sonra istiklâlini ilan etti. Çünkü otonomi siyasi özgürlüğe, ayrılığa giden yolun ilk adımıydı. Bunun başka bir tarifi de yoktu. İngiltere’nin şimdi yapmaya çalıştığı da buydu.
- Peki sonra ne oldu; Goschen bir nüfus sayımı yapabildi mi?
Şimdi oraya geleceğim, fakat kusura bakmayın, ben bunları yazdım. Tarih Vakfı’nın yayınladığı “Osmanlı nüfusu” isimli kitabımda bütün rakamlar, vesikalar mevcut. Ama alıp okuyan kimse yok. Çünkü biz Türkler oturup bir şeyi araştırmaya gitmez, bir çırpıda genel bir fikir elde edip ona göre fikir yürütmeye çok alışkınız. Belki biraz sert konuşuyorum, kusuruma bakmayın lütfen, fakat ben bütün hayatım boyunca gerçeklere dayanarak çalışmayı öngördüm. Onun için de Türkiye’de tutunamadım, Batı’ya gidip orada başarı sağladım bu yöntemlerim sayesinde. (Fırça seansı-2. Ama hiç itirazımız yok, doğru söze ne denir? Hele de 85 yaşındaki bir derya söylüyorsa…)
Şimdi reformlar meselesine gelelim. Goschen Doğu’daki İngiliz konsolosluklarına “İki buçuk milyon iddiası ne derece doğru, araştırın” talimatını verdi. O dönem Erzurum’da, Van’da, Trabzon’da çok bilgili İngiliz konsolosları vardı. Bunlar bir rapor hazırlayıp gönderdiler İstanbul’a. Diyorlar ki, “Ermeni nüfusu en fazla 1 milyon 400 bin.” Sefir tabii büyük şüpheye düşüyor. Arada bir milyondan fazla fark var. Bu defa İngiltere bizzat Ermeni patriğine soruyor, “Bu fark neden?” Ermeni patriğinin mektupları var, orada diyor ki, “Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık. Mesela Sivas vilayetinde saydığımız Ermenileri bir de Erzurum vilayetlerinde saydığımız Ermeniler arasına soktuk. Üstelik biz göçebe Müslümanları da saymadık, yalnız yerleşik halkı saydık.”
BİR MİLYON GÖÇÜ ERMENİLER DE KABUL EDİYOR
- Bu yazışma bilinen bir şey midir?
Hayır, kendi aralarında kaldığı için bilinmiyor.
- Siz nereden aldınız?
İngiliz arşivlerinde bulunan diplomatik mektuplaşmalardan aldım. Ve Ermeni alimleri ekseri ciddi insanlar oldukları için benim bu yazdıklarıma hiç itiraz etmediler. Yine ilan edilmeyen, ama benim bulduğum başka belgelere göre Sultan Abdülhamit de altı vilayette sayım yaptırmış. Onun ulaştığı rakam bir milyon 200 bin. Hemen hemen İngilizleri doğruluyor.
- Peki ne oluyor o bir milyon 400 bin Ermeni’ye?
Bir kısmı tehcir sırasında yolda hücuma uğradılar. Bu kesin. Kürtler ve Türkler tarafından, bazen de jandarmalarca öldürüldüler. Bir kısmı da göç etti.
- Ne kadar kısmı?
Sürgünün yapıldığı 1915’te Doğu Anadolu Rus işgali altındaydı. Ancak 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni gerilere çekildi.
- Bir milyon?
Evet, bir milyon kadar Ermeni Doğu Anadolu’dan Rus ordularıyla beraber kuzeye göçtü.
- Bir milyonu yaşıyor muydu yani 1917’de?
Yaşıyordu tabii ve en can alıcı nokta da bu zaten. Bizzat Ermeni tarihçileri, hatta en milliyetçileri dahi kabul ediyor bunu. Ama ne diyerek; “Nüfus iki buçuk milyondu, bir milyonu çekilince bir buçuk kaldı, bir buçuk milyon Ermeni öldürüldü” diyerek…
- Baştan anlattığınız o iki buçuk milyon meselesi bu yüzden önemli yani?
Tabii, çünkü bütün mesele bu nüfus üzerinde dönüyor. Oysa elimizde tüm vesikalar toplam Ermeni nüfusunun bir buçuk milyon bile olmadığını gösteriyor. Bunun bir milyonu göç ettiyse, 100-200 bini de Anadolu’da kaldı, Müslüman oldu, şu oldu, bu olduysa… İstanbul Ermenilerine de kimse ilişmediğine göre...
TÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİLİM, AMA GERÇEK BU
- Bir milyon Ermeni’nin Güney Rusya’ya göç ettiği ne kadar kesin; bunun bir belgesi var mı sizde?
Rus nüfusu istatistiklerine bakmak yeterli. İlk mevcut Rus nüfus istatistikleri Erivan’da 40-50 bin kadar Ermeni olduğunu gösteriyor. 1927’de yapılan nüfus sayımında ise bir milyondan fazla çıkıyor. Bunların çoğu da Rusya, Romanya veya Bulgaristan’dan değil, Anadolu’dan gelen Ermeniler. Ama şimdi size de bunlar şok gibi geliyor. Bakıyorum yüzünüze, inanamıyorsunuz, “Vay bu adam uyduruyor mu, ne yapıyor” der gibisiniz...
- Elbette hayır, ama anlamaya çalışıyoruz. Mesela bizzat Talat Paşa’nın tuttuğu iddia edilen notlara göre tehcir öncesi ve sonrasındaki fark 972 bin 246 imiş. Ama bu Ermenilerden kaçının öldüğü, kaçının göç ettiği bilgisi yok.
İşte ben göç etti diyorum size ve bunu da Türklerin yazmalarından değil bizzat Ermenilerin kayıtlarından söylüyorum. Şimdi en başa dönersek, siz komisyonla ilgili bir sual sorarak başladınız, ben de size uzun bir cevap verdim. Belki de beklemediğiniz bir cevap aldınız.
- Doğrusu evet, sizin bu görüşlerinizi daha önce okumamıştık…
Çünkü, ben medya üzerinden devam eden bu 1915 tartışmasına hiç girmem. Bu kapsamda ilk kez konuşuyorum, çünkü bir tarih komisyonunun kurulacak olmasını çok önemsiyorum. Ve ben bunu yeni de değil, daha 40 sene evvel söyledim.
- 40 yıl önce de mi böyle düşünüyordunuz?
Evet, ama beni sakın bir Türk milliyetçisi tarihçi olarak da görmeyin. Ben tam bir Ermeni dostuyumdur. Ermenileri insan olarak çok takdir ederim. Hakikaten Osmanlı devletine büyük katkıları, büyük kabiliyetleri olan, kültüre yatkın, her yerde iz bırakmış, isim yapmış bir millettir Ermeniler. Keşke bizim Türkler de onlar kadar verimli, yaratıcı olsalardı. Bunda hiç şeyim yok, ama gerçekler ayrıdır ve gerçekler de bu.
SADECE 1915’İ DEĞİL, 150 YILI İNCELEMEK GEREKİYOR
- Sizin verdiğiniz rakamlara göre 1915’te ölen Ermenilerin sayısı 100-200 bin kadar galiba, değil mi?
Ama bunun bir tanesi bile fazladır ve çok acıdır. Ben öldürmeye kesinkes karşı biriyim.
- Zaten bu çağın insanı değil 100-200 bin, Yugoslavya’da sekiz bin Müslüman’ın öldürülmesine de soykırım diyor.
Evet…
- Peki o halde soykırımın ilk kez tanımlandığı 1948 Cenevre Sözleşmesi geriye dönük işlese 1915 de soykırıma girer mi, girmez mi?
Hayır, çünkü planlı bir hareket değildi. Ermeni milliyetçileri böyle bir planın olduğunu bin bir dereden su getirerek ispat etmeye çalıştılar fakat kullandıkları malzemenin uydurma olduğu hep ortaya çıktı. Bu ispat edilmiş bir şey değil.
- Ya yolda öleceklerini bile bile göndermek?
Bir kere sürülen Ermeni gruplarının bir kısmı sağ salim Suriye ve Lübnan’a yerleşebildi. Bugün Lübnan’ın Suriye’nin nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’dan tecrit edilen ve sağ kalan Ermenilerdir.
İkincisi, 1878’de yüz binlerce Müslüman Türk Rumeli’den sökülüp yok edildi. 1912-1913’te Balkan harbinde 400 bin Müslüman öldürüldü. Aynı miktarda adam göçe mecbur edildi. Yine Kafkaslarda bir buçuk milyon insan öldürüldü. Peki o devirde bütün milletler birbirine soykırım yapıyordu mu diyeceğiz? Hayır, onlar savaş ortasında yaşanmış katliamlardı. Bir coğrafyanın üzerinde sivil savaş gibi bir şey yaşanıyordu ve çok acıydı.
- Dolayısıyla siz 1915’e bir yılın olayları değil, bir dönem olarak bakılsın diyorsunuz…
Evet, 1915’i anlamak istiyorsak tam o 150 seneyi incelemek lazım. Ancak o zaman o devirde nasıl bir büyük göç ve ölüm hareketi yaşandığını görebiliriz. Eğer bunu bütünüyle ele alırsak o zaman bunun insanlığa karşı, herkes tarafından, o dönemki tüm milli devletler tarafından işlenmiş bir suç olduğu ortaya çıkar. Buna Müslüman da maruz kalmış, Rum da, Ermeni de… Çünkü maalesef milli devletlerin kuruluşunda bu gibi acı safhalar vardır ve bir bakıma her yerde olmuştur. Elbette bu hiçbir acıyı hafifletmez, ama bize o dönemi açıklar. Ben bununla da kimseyi savunmuyorum, benim tek savunduğum gerçek.
YARIM SAAT DİNLEMEK AVEDİS’İ BİLE DEĞİŞTİRDİ
- Ermeni meselesiyle ilgili bu görüşlerinizi anlattığınızda ABD’de ne tür tepkiler alıyorsunuz?
Size çok basit bir misal vereyim: Benim Amerika’da çok yakın Ermeni dostlarım vardır. Onlardan biri de 1962’de ben Harvard’dayken tanıştığım Avedis Sanjiyan’dır. Avedis’le öyle dost olmuştuk ki bir gün kendisine “Ya bak, ben seninle kardeş gibi konuşuyorum, birbirimize sıcak bakıyoruz, yakınız, aynı topraklardan gelmişiz, aynı kültürde yaşamışız. Gel toplumlarımız arasında da yine bu eski dostluğu kuralım. Bir taraf Ermenilerden bir taraf Türklerden oluşan kendi aramızda komisyon oluşturup, şu 1915 olaylarını inceleyelim” dedim. Bana dostumun cevabı şu oldu: “Önce soykırımı tanıyınız ondan sonra dostuz.”
Tabii komisyonu kuramadık, ama yine dostluğumuz devam etti. Seneler sonra Şikago’da “Osmanlı’da Ermeniler” başlıklı bir panele davet edildim. Orada Ermenilerin Osmanlı devletindeki yerinden söz ettim. Türkiye’de aslen bir Ermeni aleyhtarlığı olmadığını, bir Rumelili olarak bütün çocukluğumun İstanbul’daki Ermeni Türkçe’sine gıptayla geçtiğini, 1915 olaylarının gerisine de bakmak gerektiğini, peşin hüküm vermenin ne büyük hata olduğunu anlattım. Kimse karşı çıkmadı konuşmama. Hatta bittikten sonra bir-iki Ermeni ve Amerikalı geldi, bana “Ya bu meselenin başka yönleri varmış, seni dinledikten sonra bu meselenin yeni yönlerini keşfettik” dedi. Bir baktım onların arasında benim Avedis de var ve bana aynen şöyle diyor, “Kemal, senin bundan 20-30 sene evvel teklif ettiğin komisyonu kurma zamanı geldi galiba.”
- Ne değişmişti Sanjiyan için sizce?
Beni bu konuyla ilgili yarım saat dinledi. Dinleyince gördü ki bende 1915’e dair körü körüne Türk tezini savunma hali yok. O zaman işte gerçekleri araştırdığım fikri onda uyandı ve buradan hareketle “Konuşabiliriz” dedi.
KARPAT’IN KOMİSYON KRİTERLERİ
1- Önce Türk ve Ermeni’lerden seçici bir komisyon oluşturulmalı. BM ve AB gözlemcilerinin de bulunacağı bu komisyon asıl tarih komisyonuna kimlerin seçileceğine karar vermeli.
2- Tarih komisyonu ilgili her ülkeden ve her akademik alandan belirmenmiş bitaraf üyelerden oluşmalı.
3- Çalışma süresine sınır konmamalı, ancak bir buçuk yıl içinde bitirilebilir.
4- Komisyon hiçbir yargıya varmamalı. Sadece olayların gelişimi hakkında görüş birliğine ulaşmalı. İlk anlaşılacak konu da rakamlar.
5- Böyle bir komisyonun kurulabilmesi Türkiye, ama asıl uzun vadede Ermenistan’ın lehine bir başarıdır. Komisyondan sonrasını siyasetçiler çözebilir.
OSMANLI’YLA BAĞIMIZI KESMEK İYİ NİYETLİ BİR HATA
- Cumhurbaşkanı Gül, ABD Başkanı Obama’yla yaptığı ortak basın açıklamasında “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken yeni nesilleri nefret duygusuyla beslememek için biz o dönem kaybettiğimiz Türkleri büyük olay haline getirmedik” dedi.
Çok doğrudur. Bu olaylar bizim tarih kitaplarımızda, hatıratlarımızda hiç yer almaz. Tarihle meşgul olan bir insan olarak ben bu olayların ne kadar büyük olduğunu ancak ve ancak İngiliz arşivlerine gittikten sonra öğrendim, Türkiye’de okurken değil.
- Neden böyle oldu, yas mı tutmadık?
Çünkü cumhuriyet yeni bir başlangıç yapmak, eski tarihi bir yana atmak, eski düşmanları unutmak, kimseden toprak talebinin olmadığı, tertemiz bir sayfa açarak dünyaya katılmak istedi. Bizzat Atatürk’ün söylediği bir şey bu, “Biz eski tarihi burada bitiriyoruz, yeni bir hayat başlatıyoruz” diye. O yüzden de yas tutulmadı.
- Sizce hata mıydı?
Evet, bence çok iyi niyetle yapılmıştı, ama sonuçta bir hataydı. Çünkü sırf bu yüzden bile herkes olayların 1915’te başladığını sandı, kimse 150 yılda neler olduğunu göremedi.
- Tabii bunun yalnız iyi niyetten değil, asıl 1915’in suçundan kurtulmak için yapıldığını söyleyenler de var?
Yanlış. Eğer siz Türkiye’yle Osmanlı’nın kesişmesini ve Osmanlı tarihini yalnız ve yalnız 1915’e bağlarsanız çok büyük hata yaparsınız. 500 sene boyunca Osmanlı korkusu ve İslam tehlikesiyle yaşamış Avrupa’ya bunu unutturma fikri çok daha kapsamlı düşünülmüş bir şeydi, sebep asla 1915 değildi.
Tabii Osmanlıyla birden tüm bağımızı bıçak gibi kesmek sadece bir 1915’i tek bir açıdan görmeye değil, daha başka bir çok sancıya sebep oldu.
- Neye mesela?
Biz cumhuriyetin ilk günlerinde dünyada ne kadar kötülük varsa hepsini Osmanlılara yükledik. Kendi tarihimizi öyle bir kesip attık ki sonraki bütün yıllar bunun kopukluğunu yaşadık. Çünkü sonuçta rejim değişmişti, ama toplum hâlâ aynıydı.
AKP SADECE BAŞLANGIÇ, YENİ LİDERLER GELECEK
- Sizce bu sancı hâlâ sürüyor mu?
Nihayet halkla hükümetin, milletle devletin bir araya geldiği bir devrin içine girdik. Şimdi o dönemdeyiz. Osmanlı’dan bu yana ilk defa halkımızla idarecimiz birbiriyle kaynaşıyor. Devlet ve sosyal elitizmi ilk kez halk arasından gelmiş yeni liderlere teslim ediyoruz. Tabii Cumhuriyet kurulmasaydı, Atatürk demokrasinin bu temellerini atmasaydı bugün bu noktaya da gelmemiz asla mümkün değildi.
- Peki Türkiye’nin ideal noktası bu mudur; sizce görüp göreceğimizin hepsi bu kadar mı?
Hayır, bugünkü AKP bu yeni dönemin sadece bir başlangıcı. Elbette bizim giderek daha yeni bir lider kadrosuna ihtiyacımız oluşacak. AKP de kalite bakımından yükselerek yerini hem dünyayı hem kendi toplumunu daha iyi anlayan başka liderlere teslim edecek.
- Ne zaman?
Bu değişim sancısı hemen bitmez; belki 15-20 sene daha sürer.
- Ya o 15-20 yıl nasıl geçecek; daha muhafazakarlaşarak mı?
Kısmen muhafazakârlaşma, biraz eski kökenlerine dönmenin, yani normalleşmenin ilk etaptaki şartıdır. Biz bu sancıyı eninde sonunda mutlaka yaşayacaktık, ama bu da geçecek. Kehanette bulunmak istemem, ancak ben iyimserim.
- Şimdi yalnız biraz kafalar karışmıştır; AKP’li misiniz, değil misiniz diye…
Ben ömrüm boyunca kimseden olmamak için hep tek durdum. Benim yegane özelliğim budur. Zaten o yüzden de söylediklerim hiçbir tarafın işine gelmez. Mesela iki yıl önce Başbakan’a bir mektup yazıp, “Kendini koyu Atatürkçü sayan kesime de güven vermek zorundasınız. Herkesin sizinle aynı fikirde olması şart değil” dedim, yanıt dahi vermedi.
Sonra o mektubu bir başka büyük gazete duymuş, benden istedi, ama onlar da basmadı. Çünkü yine o mektupta Başbakan’a hitaben dedim ki, “Kader sizi Türkiye’nin çok büyük bir değişim noktasında iktidara getirdi. Bunu değerlendiriniz ve yapınız.”
Ama ben orada AKP’ye sarılarak, “Ah sen kurtuluşsun” demiyorum ki, tam tersi “Büyük entelektüel kabiliyete ihtiyaç duyulan bir dönemde yaşıyorsunuz, ama sizin seçtiğiniz adamlar bu kabiliyetten mahrum. Bunu yerine getirin, Obama gibi olun” diyorum.
Milliyet Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1101392&Date=01.06.2009&b=Bir%20milyon%20Ermeni%201917de%20kuzeye%20goc%20etti
.
Devrim Sevimay / SORU-CEVAP
Ermeni nüfusunun o dönemde 2.5 milyon değil, 1 milyon 400 bin olduğunu söyleyen Prof. Karpat, İngiliz arşivlerinden elde ettiği bir mektupta Ermeni patriğinin aradaki farkı “Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık” sözleriyle açıkladığını anlatıyor
Kemal Karpat şöyle diyor: “Sürgünün yapıldığı 1915’te Doğu Anadolu Rus işgali altındaydı. Ancak 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni gerilere çekildi”
Kemal Karpat’ı bulmuşken ne sorulmaz ki; her şey. Din, dinin toplumdaki yeri, İslam tarihi, Osmanlı tarihi, yakın dönem Cumhuriyet tarihi, azınlıklar meselesi, kimlik meselesi, ulus-devlet, Atatürk, Kürt, Arap, Rus tarihi, Ortadoğu tarihi, hepsi…
Kendisi davet üzerine gidip ABD’nin Wisconsin Üniversitesi’nde Osmanlı Tarihi Bölümü'nü kurmuş, kimi eserleri “kütüphanelere girmesi gereken en üst seviyede kitaplar” arasında gösterilen, 20 ülkede 130 makalesi yayınlanmış, ABD’deki Türk Araştırmaları’yla Orta Asya cemiyetlerinin kurucusu, dünyaca ünlü bir tarihçi. Böyle birinin karşısında bir konuyla yetinmek çok yazık, ama mesele de öyle önemli ki tek söyleşiye ancak sığıyor.
Mesele dediğimiz, geçen 22 Nisan’da Ermenistan’la Türkiye’nin bir tarih komisyonu kurmaya karar vermesi ve tabii 1915. Karpat bu konuda ilk kez bu açıklıkta ve uzunlukta konuşuyor. Başkası söylese belki hiç üzerinde durulmayacak, ama o söyleyince tartışma yaratacak tezler öne sürüyor.
Tabii bir de “AKP” başlığı var. Karpat aynı Ermeni meselesinde olduğu gibi AKP’ye de en az 100 yıllık bir projeksiyon tutarak bakıyor, ancak önce 1915:
- Sizce 1915 için bir tarih komisyonu kurulması faydalı mı olur, yoksa bu meseleyi çözmek öncelikle siyasetçilerin işi midir?
Bence çok faydalı ve lüzumludur. Benim Ermeni meselesine bakışta “üçüncü yol” dediğim de budur. Ve belki sonuç alınmasında birinci derecede de rol oynayabilir.
- Ne bakımdan?
Bu meselenin tarihini sağlam vesikalara göre incelemiş bir adamım ben. Ermeni meselesi ne zaman doğdu? 1877-78’de Rus orduları Osmanlı toprakları olan bugünkü Bulgaristan’a girince orada ekseriyeti Bulgar olan bir millet yaratmak istediler. Çünkü Bulgaristan o şekilde Rusya’nın balkanlarda öncüsü olacaktı. Fakat o tarihte Bulgaristan’ın Hıristiyan nüfusu Müslümanlardan fazla değildi. Bir Bulgar milli devleti kurmak için önce bir Bulgar ekseriyeti yaratmak lazımdı. Bu amaçla Rus ordusu ve Bulgar çeteleri 300 bin Müslüman Türkü öldürdü, bir milyona kadar insanı da yerinden itti. Böylece Balkanlardan Anadolu’ya en büyük Müslüman Türk akını başladı 1878’de…
- Ermeni meselesini anlatmak için neden Balkanlardan başladınız?
Hemen oraya geleceğim: Böylece 1878 temmuzunda Berlin kongresi toplandı ve o kongrede otonom bir Bulgaristan yaratılmasına karar verildi. Ayrıca Sırbistan, Romanya, Karadağ istiklâlini kazandı, Bosna-Hersek Avusturya tarafından işgal edildi, Batum-Kars ve Ardahan Ruslara bırakıldı. Artık Osmanlı için yıkılış dönemi başlamıştı.
İşte bu tarihte, Ermeni milliyetçileri de bir millet yaratmanın, müstakil bir ülke kurmanın bu kadar mümkün olduğunu gördüler. Hemen Berlin kongresine bir muhtıra gönderdiler. Muhtırayı kaleme alan o zamanın Ermeni kilisesi lideri “Anadolu’da iki buçuk milyon Ermeni vardır. Onlar da istiklalini istiyor. Onlara da özgürlük verin, müstakil Ermenistan kurulsun” dedi.
- 1878’de Osmanlı’nın Ermeni nüfusu iki buçuk milyon muydu peki?
Oraya da geleceğim, acele etmeyiniz. Bizde hep olduğu gibi hemen işin son noktasına gelmek istiyorsunuz, ama her şeyin bir akışı vardır. (Bu küçük fırçayı bütün sabırsızlar adına kabul edip dinlemeye aynen devam ediyoruz) Böylece Berlin anlaşmasının değiştirilen 61 ve 16’ıncı maddesinde Ermenilerin kesif yaşadığı Doğu Anadolu bölgesinde reformlar yapılmasına karar verildi. Bu reformlara nezaret etme sorumluluğunu da İngiltere üstlendi. Bu çok mühim, altını çizelim: Ermeni reformunu izleme işi İngiltere’nindi.
HER ŞEYİN BAŞLANGICI BERLİN KONGRESİ
- Neye sebep oldu bu anlaşma?
Berlin muahedesinden evvel Müslümanlarla çok iyi yaşamış Ermeniler, birden bire siyasi bir mesele oldu. O güne kadar sadece kültürel, sosyal, ekonomik bir mesele olan Ermeniler artık siyasileşmişti. 1878 Berlin Antlaşması her şeyin başlangıcı oldu.
- İngiltere ilk ne yaptı?
Otonomide bütün mesele nüfus üzerine odaklandığı için İngiltere hemen Ermeni nüfusunu tespit etmeye yöneldi. Ancak bu arada İngiltere’de de büyük bir iç değişiklik oldu. 1880 seçimlerinde bir Yahudi dönmesi ve Osmanlı dostu olan Benjamin Disraeli gitti, yerine sözde liberal, ama aslında koyu bir Protestan ve İngiltere’de İslam’ı küçük görenlerin öncüsü durumundaki Gladstone geldi. Gladstone’un ilk işi Osmanlı’daki elçisi Goschen’e talimat vermek oldu, “Derhal gidiniz, Doğu bölgesinde reformlara girişiniz” dedi.
Ancak tabii bu kadar kolay değildi. Çünkü Osmanlı hükümeti Goschen’in bitaraf olmadığını, Osmanlı aleyhine çalışacağını düşünerek ayak diriyordu. O kadar gerginlikler oldu ki 1881-82’de İngiltere Adriyatik sahillerine, yani bugünkü Arnavutluk’a harp gemilerini gönderdi.
- Bu arada reformdan kasıt ne; otonomi mi?
Gayrimüslimler için kültürel ve ekonomik otonomi öteden beri zaten mevcuttu Osmanlı’da. Kendi okullarını kuruyorlar, kendi kiliselerine istediği başkanı seçiyorlar, o kilise o toplumun başı oluyor, devlet- hükümet ona karışmıyor vs, yani zaten otonomi vardı. Şimdi istenen idari otonomiydi. Çoğunlukta oldukları yerlere bir Ermeni veya hiç olmazsa Ermeni taraftarı olan bir vali tayin edilecekti.
PATRİK BAZI YERLERDE İKİ KEZ SAYIM YAPMIŞ
- Bulgaristan’da olduğu gibi?
Tabii, Berlin muahedesi Bulgaristan’ı otonom yaptı, Bulgaristan da 30 yıl sonra istiklâlini ilan etti. Çünkü otonomi siyasi özgürlüğe, ayrılığa giden yolun ilk adımıydı. Bunun başka bir tarifi de yoktu. İngiltere’nin şimdi yapmaya çalıştığı da buydu.
- Peki sonra ne oldu; Goschen bir nüfus sayımı yapabildi mi?
Şimdi oraya geleceğim, fakat kusura bakmayın, ben bunları yazdım. Tarih Vakfı’nın yayınladığı “Osmanlı nüfusu” isimli kitabımda bütün rakamlar, vesikalar mevcut. Ama alıp okuyan kimse yok. Çünkü biz Türkler oturup bir şeyi araştırmaya gitmez, bir çırpıda genel bir fikir elde edip ona göre fikir yürütmeye çok alışkınız. Belki biraz sert konuşuyorum, kusuruma bakmayın lütfen, fakat ben bütün hayatım boyunca gerçeklere dayanarak çalışmayı öngördüm. Onun için de Türkiye’de tutunamadım, Batı’ya gidip orada başarı sağladım bu yöntemlerim sayesinde. (Fırça seansı-2. Ama hiç itirazımız yok, doğru söze ne denir? Hele de 85 yaşındaki bir derya söylüyorsa…)
Şimdi reformlar meselesine gelelim. Goschen Doğu’daki İngiliz konsolosluklarına “İki buçuk milyon iddiası ne derece doğru, araştırın” talimatını verdi. O dönem Erzurum’da, Van’da, Trabzon’da çok bilgili İngiliz konsolosları vardı. Bunlar bir rapor hazırlayıp gönderdiler İstanbul’a. Diyorlar ki, “Ermeni nüfusu en fazla 1 milyon 400 bin.” Sefir tabii büyük şüpheye düşüyor. Arada bir milyondan fazla fark var. Bu defa İngiltere bizzat Ermeni patriğine soruyor, “Bu fark neden?” Ermeni patriğinin mektupları var, orada diyor ki, “Çünkü biz Ermeni nüfusunu bazı yerlerde iki defa saydık. Mesela Sivas vilayetinde saydığımız Ermenileri bir de Erzurum vilayetlerinde saydığımız Ermeniler arasına soktuk. Üstelik biz göçebe Müslümanları da saymadık, yalnız yerleşik halkı saydık.”
BİR MİLYON GÖÇÜ ERMENİLER DE KABUL EDİYOR
- Bu yazışma bilinen bir şey midir?
Hayır, kendi aralarında kaldığı için bilinmiyor.
- Siz nereden aldınız?
İngiliz arşivlerinde bulunan diplomatik mektuplaşmalardan aldım. Ve Ermeni alimleri ekseri ciddi insanlar oldukları için benim bu yazdıklarıma hiç itiraz etmediler. Yine ilan edilmeyen, ama benim bulduğum başka belgelere göre Sultan Abdülhamit de altı vilayette sayım yaptırmış. Onun ulaştığı rakam bir milyon 200 bin. Hemen hemen İngilizleri doğruluyor.
- Peki ne oluyor o bir milyon 400 bin Ermeni’ye?
Bir kısmı tehcir sırasında yolda hücuma uğradılar. Bu kesin. Kürtler ve Türkler tarafından, bazen de jandarmalarca öldürüldüler. Bir kısmı da göç etti.
- Ne kadar kısmı?
Sürgünün yapıldığı 1915’te Doğu Anadolu Rus işgali altındaydı. Ancak 1917’de Rus orduları Bolşevik ihtilali nedeniyle geri çekilme kararı aldı. O tarihte Rus ordusuyla beraber, onların güvencesi altında yaklaşık bir milyon Ermeni gerilere çekildi.
- Bir milyon?
Evet, bir milyon kadar Ermeni Doğu Anadolu’dan Rus ordularıyla beraber kuzeye göçtü.
- Bir milyonu yaşıyor muydu yani 1917’de?
Yaşıyordu tabii ve en can alıcı nokta da bu zaten. Bizzat Ermeni tarihçileri, hatta en milliyetçileri dahi kabul ediyor bunu. Ama ne diyerek; “Nüfus iki buçuk milyondu, bir milyonu çekilince bir buçuk kaldı, bir buçuk milyon Ermeni öldürüldü” diyerek…
- Baştan anlattığınız o iki buçuk milyon meselesi bu yüzden önemli yani?
Tabii, çünkü bütün mesele bu nüfus üzerinde dönüyor. Oysa elimizde tüm vesikalar toplam Ermeni nüfusunun bir buçuk milyon bile olmadığını gösteriyor. Bunun bir milyonu göç ettiyse, 100-200 bini de Anadolu’da kaldı, Müslüman oldu, şu oldu, bu olduysa… İstanbul Ermenilerine de kimse ilişmediğine göre...
TÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİLİM, AMA GERÇEK BU
- Bir milyon Ermeni’nin Güney Rusya’ya göç ettiği ne kadar kesin; bunun bir belgesi var mı sizde?
Rus nüfusu istatistiklerine bakmak yeterli. İlk mevcut Rus nüfus istatistikleri Erivan’da 40-50 bin kadar Ermeni olduğunu gösteriyor. 1927’de yapılan nüfus sayımında ise bir milyondan fazla çıkıyor. Bunların çoğu da Rusya, Romanya veya Bulgaristan’dan değil, Anadolu’dan gelen Ermeniler. Ama şimdi size de bunlar şok gibi geliyor. Bakıyorum yüzünüze, inanamıyorsunuz, “Vay bu adam uyduruyor mu, ne yapıyor” der gibisiniz...
- Elbette hayır, ama anlamaya çalışıyoruz. Mesela bizzat Talat Paşa’nın tuttuğu iddia edilen notlara göre tehcir öncesi ve sonrasındaki fark 972 bin 246 imiş. Ama bu Ermenilerden kaçının öldüğü, kaçının göç ettiği bilgisi yok.
İşte ben göç etti diyorum size ve bunu da Türklerin yazmalarından değil bizzat Ermenilerin kayıtlarından söylüyorum. Şimdi en başa dönersek, siz komisyonla ilgili bir sual sorarak başladınız, ben de size uzun bir cevap verdim. Belki de beklemediğiniz bir cevap aldınız.
- Doğrusu evet, sizin bu görüşlerinizi daha önce okumamıştık…
Çünkü, ben medya üzerinden devam eden bu 1915 tartışmasına hiç girmem. Bu kapsamda ilk kez konuşuyorum, çünkü bir tarih komisyonunun kurulacak olmasını çok önemsiyorum. Ve ben bunu yeni de değil, daha 40 sene evvel söyledim.
- 40 yıl önce de mi böyle düşünüyordunuz?
Evet, ama beni sakın bir Türk milliyetçisi tarihçi olarak da görmeyin. Ben tam bir Ermeni dostuyumdur. Ermenileri insan olarak çok takdir ederim. Hakikaten Osmanlı devletine büyük katkıları, büyük kabiliyetleri olan, kültüre yatkın, her yerde iz bırakmış, isim yapmış bir millettir Ermeniler. Keşke bizim Türkler de onlar kadar verimli, yaratıcı olsalardı. Bunda hiç şeyim yok, ama gerçekler ayrıdır ve gerçekler de bu.
SADECE 1915’İ DEĞİL, 150 YILI İNCELEMEK GEREKİYOR
- Sizin verdiğiniz rakamlara göre 1915’te ölen Ermenilerin sayısı 100-200 bin kadar galiba, değil mi?
Ama bunun bir tanesi bile fazladır ve çok acıdır. Ben öldürmeye kesinkes karşı biriyim.
- Zaten bu çağın insanı değil 100-200 bin, Yugoslavya’da sekiz bin Müslüman’ın öldürülmesine de soykırım diyor.
Evet…
- Peki o halde soykırımın ilk kez tanımlandığı 1948 Cenevre Sözleşmesi geriye dönük işlese 1915 de soykırıma girer mi, girmez mi?
Hayır, çünkü planlı bir hareket değildi. Ermeni milliyetçileri böyle bir planın olduğunu bin bir dereden su getirerek ispat etmeye çalıştılar fakat kullandıkları malzemenin uydurma olduğu hep ortaya çıktı. Bu ispat edilmiş bir şey değil.
- Ya yolda öleceklerini bile bile göndermek?
Bir kere sürülen Ermeni gruplarının bir kısmı sağ salim Suriye ve Lübnan’a yerleşebildi. Bugün Lübnan’ın Suriye’nin nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’dan tecrit edilen ve sağ kalan Ermenilerdir.
İkincisi, 1878’de yüz binlerce Müslüman Türk Rumeli’den sökülüp yok edildi. 1912-1913’te Balkan harbinde 400 bin Müslüman öldürüldü. Aynı miktarda adam göçe mecbur edildi. Yine Kafkaslarda bir buçuk milyon insan öldürüldü. Peki o devirde bütün milletler birbirine soykırım yapıyordu mu diyeceğiz? Hayır, onlar savaş ortasında yaşanmış katliamlardı. Bir coğrafyanın üzerinde sivil savaş gibi bir şey yaşanıyordu ve çok acıydı.
- Dolayısıyla siz 1915’e bir yılın olayları değil, bir dönem olarak bakılsın diyorsunuz…
Evet, 1915’i anlamak istiyorsak tam o 150 seneyi incelemek lazım. Ancak o zaman o devirde nasıl bir büyük göç ve ölüm hareketi yaşandığını görebiliriz. Eğer bunu bütünüyle ele alırsak o zaman bunun insanlığa karşı, herkes tarafından, o dönemki tüm milli devletler tarafından işlenmiş bir suç olduğu ortaya çıkar. Buna Müslüman da maruz kalmış, Rum da, Ermeni de… Çünkü maalesef milli devletlerin kuruluşunda bu gibi acı safhalar vardır ve bir bakıma her yerde olmuştur. Elbette bu hiçbir acıyı hafifletmez, ama bize o dönemi açıklar. Ben bununla da kimseyi savunmuyorum, benim tek savunduğum gerçek.
YARIM SAAT DİNLEMEK AVEDİS’İ BİLE DEĞİŞTİRDİ
- Ermeni meselesiyle ilgili bu görüşlerinizi anlattığınızda ABD’de ne tür tepkiler alıyorsunuz?
Size çok basit bir misal vereyim: Benim Amerika’da çok yakın Ermeni dostlarım vardır. Onlardan biri de 1962’de ben Harvard’dayken tanıştığım Avedis Sanjiyan’dır. Avedis’le öyle dost olmuştuk ki bir gün kendisine “Ya bak, ben seninle kardeş gibi konuşuyorum, birbirimize sıcak bakıyoruz, yakınız, aynı topraklardan gelmişiz, aynı kültürde yaşamışız. Gel toplumlarımız arasında da yine bu eski dostluğu kuralım. Bir taraf Ermenilerden bir taraf Türklerden oluşan kendi aramızda komisyon oluşturup, şu 1915 olaylarını inceleyelim” dedim. Bana dostumun cevabı şu oldu: “Önce soykırımı tanıyınız ondan sonra dostuz.”
Tabii komisyonu kuramadık, ama yine dostluğumuz devam etti. Seneler sonra Şikago’da “Osmanlı’da Ermeniler” başlıklı bir panele davet edildim. Orada Ermenilerin Osmanlı devletindeki yerinden söz ettim. Türkiye’de aslen bir Ermeni aleyhtarlığı olmadığını, bir Rumelili olarak bütün çocukluğumun İstanbul’daki Ermeni Türkçe’sine gıptayla geçtiğini, 1915 olaylarının gerisine de bakmak gerektiğini, peşin hüküm vermenin ne büyük hata olduğunu anlattım. Kimse karşı çıkmadı konuşmama. Hatta bittikten sonra bir-iki Ermeni ve Amerikalı geldi, bana “Ya bu meselenin başka yönleri varmış, seni dinledikten sonra bu meselenin yeni yönlerini keşfettik” dedi. Bir baktım onların arasında benim Avedis de var ve bana aynen şöyle diyor, “Kemal, senin bundan 20-30 sene evvel teklif ettiğin komisyonu kurma zamanı geldi galiba.”
- Ne değişmişti Sanjiyan için sizce?
Beni bu konuyla ilgili yarım saat dinledi. Dinleyince gördü ki bende 1915’e dair körü körüne Türk tezini savunma hali yok. O zaman işte gerçekleri araştırdığım fikri onda uyandı ve buradan hareketle “Konuşabiliriz” dedi.
KARPAT’IN KOMİSYON KRİTERLERİ
1- Önce Türk ve Ermeni’lerden seçici bir komisyon oluşturulmalı. BM ve AB gözlemcilerinin de bulunacağı bu komisyon asıl tarih komisyonuna kimlerin seçileceğine karar vermeli.
2- Tarih komisyonu ilgili her ülkeden ve her akademik alandan belirmenmiş bitaraf üyelerden oluşmalı.
3- Çalışma süresine sınır konmamalı, ancak bir buçuk yıl içinde bitirilebilir.
4- Komisyon hiçbir yargıya varmamalı. Sadece olayların gelişimi hakkında görüş birliğine ulaşmalı. İlk anlaşılacak konu da rakamlar.
5- Böyle bir komisyonun kurulabilmesi Türkiye, ama asıl uzun vadede Ermenistan’ın lehine bir başarıdır. Komisyondan sonrasını siyasetçiler çözebilir.
OSMANLI’YLA BAĞIMIZI KESMEK İYİ NİYETLİ BİR HATA
- Cumhurbaşkanı Gül, ABD Başkanı Obama’yla yaptığı ortak basın açıklamasında “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken yeni nesilleri nefret duygusuyla beslememek için biz o dönem kaybettiğimiz Türkleri büyük olay haline getirmedik” dedi.
Çok doğrudur. Bu olaylar bizim tarih kitaplarımızda, hatıratlarımızda hiç yer almaz. Tarihle meşgul olan bir insan olarak ben bu olayların ne kadar büyük olduğunu ancak ve ancak İngiliz arşivlerine gittikten sonra öğrendim, Türkiye’de okurken değil.
- Neden böyle oldu, yas mı tutmadık?
Çünkü cumhuriyet yeni bir başlangıç yapmak, eski tarihi bir yana atmak, eski düşmanları unutmak, kimseden toprak talebinin olmadığı, tertemiz bir sayfa açarak dünyaya katılmak istedi. Bizzat Atatürk’ün söylediği bir şey bu, “Biz eski tarihi burada bitiriyoruz, yeni bir hayat başlatıyoruz” diye. O yüzden de yas tutulmadı.
- Sizce hata mıydı?
Evet, bence çok iyi niyetle yapılmıştı, ama sonuçta bir hataydı. Çünkü sırf bu yüzden bile herkes olayların 1915’te başladığını sandı, kimse 150 yılda neler olduğunu göremedi.
- Tabii bunun yalnız iyi niyetten değil, asıl 1915’in suçundan kurtulmak için yapıldığını söyleyenler de var?
Yanlış. Eğer siz Türkiye’yle Osmanlı’nın kesişmesini ve Osmanlı tarihini yalnız ve yalnız 1915’e bağlarsanız çok büyük hata yaparsınız. 500 sene boyunca Osmanlı korkusu ve İslam tehlikesiyle yaşamış Avrupa’ya bunu unutturma fikri çok daha kapsamlı düşünülmüş bir şeydi, sebep asla 1915 değildi.
Tabii Osmanlıyla birden tüm bağımızı bıçak gibi kesmek sadece bir 1915’i tek bir açıdan görmeye değil, daha başka bir çok sancıya sebep oldu.
- Neye mesela?
Biz cumhuriyetin ilk günlerinde dünyada ne kadar kötülük varsa hepsini Osmanlılara yükledik. Kendi tarihimizi öyle bir kesip attık ki sonraki bütün yıllar bunun kopukluğunu yaşadık. Çünkü sonuçta rejim değişmişti, ama toplum hâlâ aynıydı.
AKP SADECE BAŞLANGIÇ, YENİ LİDERLER GELECEK
- Sizce bu sancı hâlâ sürüyor mu?
Nihayet halkla hükümetin, milletle devletin bir araya geldiği bir devrin içine girdik. Şimdi o dönemdeyiz. Osmanlı’dan bu yana ilk defa halkımızla idarecimiz birbiriyle kaynaşıyor. Devlet ve sosyal elitizmi ilk kez halk arasından gelmiş yeni liderlere teslim ediyoruz. Tabii Cumhuriyet kurulmasaydı, Atatürk demokrasinin bu temellerini atmasaydı bugün bu noktaya da gelmemiz asla mümkün değildi.
- Peki Türkiye’nin ideal noktası bu mudur; sizce görüp göreceğimizin hepsi bu kadar mı?
Hayır, bugünkü AKP bu yeni dönemin sadece bir başlangıcı. Elbette bizim giderek daha yeni bir lider kadrosuna ihtiyacımız oluşacak. AKP de kalite bakımından yükselerek yerini hem dünyayı hem kendi toplumunu daha iyi anlayan başka liderlere teslim edecek.
- Ne zaman?
Bu değişim sancısı hemen bitmez; belki 15-20 sene daha sürer.
- Ya o 15-20 yıl nasıl geçecek; daha muhafazakarlaşarak mı?
Kısmen muhafazakârlaşma, biraz eski kökenlerine dönmenin, yani normalleşmenin ilk etaptaki şartıdır. Biz bu sancıyı eninde sonunda mutlaka yaşayacaktık, ama bu da geçecek. Kehanette bulunmak istemem, ancak ben iyimserim.
- Şimdi yalnız biraz kafalar karışmıştır; AKP’li misiniz, değil misiniz diye…
Ben ömrüm boyunca kimseden olmamak için hep tek durdum. Benim yegane özelliğim budur. Zaten o yüzden de söylediklerim hiçbir tarafın işine gelmez. Mesela iki yıl önce Başbakan’a bir mektup yazıp, “Kendini koyu Atatürkçü sayan kesime de güven vermek zorundasınız. Herkesin sizinle aynı fikirde olması şart değil” dedim, yanıt dahi vermedi.
Sonra o mektubu bir başka büyük gazete duymuş, benden istedi, ama onlar da basmadı. Çünkü yine o mektupta Başbakan’a hitaben dedim ki, “Kader sizi Türkiye’nin çok büyük bir değişim noktasında iktidara getirdi. Bunu değerlendiriniz ve yapınız.”
Ama ben orada AKP’ye sarılarak, “Ah sen kurtuluşsun” demiyorum ki, tam tersi “Büyük entelektüel kabiliyete ihtiyaç duyulan bir dönemde yaşıyorsunuz, ama sizin seçtiğiniz adamlar bu kabiliyetten mahrum. Bunu yerine getirin, Obama gibi olun” diyorum.
Milliyet Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&KategoriID=24&ArticleID=1101392&Date=01.06.2009&b=Bir%20milyon%20Ermeni%201917de%20kuzeye%20goc%20etti
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)