NASIL BEYAZ LAHANA SARMASI YAPILMAZ?

MARUL SARMASI YAPMAYI NEDEN ÖĞRENDİM?

Yemek mevzuuna girdik bir kere, devam etmek kaçınılmaz. Fırsat bulursam beyaz lahana sarması yapış maceralarımdan söz edeyim diyordum. Karar verdim vermesine de kolaysa yaz. Bu da diğer sayısız dosya gibi haftalardır beklemede. Aslında şanslı sayılır lahana sarma, kimi dosyalar var, aylardır hatta yıllardır duruyor.

Tarih düşmeyi unuttuğumdan zamanını bilemiyorum, epeyce hafta önce yazdım bunları ve de bitireceğim bir fırsat kollayıp duruyorum. Bu yüzden her gün muntazaman göz attığım gazeteleri çabucak bitirip sonra yazıyı döşenirim niyetiyle kuruluyorum ekranın karşına. Ne mümkün, uzadıkça uzuyor gazetelere göz atma faslı. Çünküm gasteciler kalleş, çünküm haşırt diye geçiriyor, yakıp duruyorlar muntazaman her gün çıramı.

Neden mi?

Her günkü gibi bilgisayarı açmış kurulmuşum karşısına, yüklemişim ilk gazeteyi, küt diye Megan dikiliverdi karşıma. Öyle süzüyor ki tıklamamak mümkün değil.

Varlığına dair derin kuşkulara sahip olduğum beynimin faaliyete geçip bedenimi kontrol eder hale gelebilmesi için sekiz bardak çayı devirmem gerekiyor. Oysa kanıksar hale geldiğim kronikleşmiş mide ağrılarını engellemek için altlık niyetine içtiğim bir kupa ıhlamur sonrasında çay keyfine yeni başlamışım, ince belli bardaktan ilk yudumlarımı ufak ufak almaktayım. Yani ne sekizi, daha ilk bardak çayı bile deviremediğimden kontrol alttakinden kurtulup üsttekine, yani beynime geçememiş daha.

Egemenliğini sürdürdüğünü sabahları çamaşırı yırtarcasına belirtmeyi marifet sanan efendimin sakinleşmesi için afyonumun patlaması, afyonumun patlaması için de bir demlik çayın dörtte üçünü devirmem gerekir.

Hal böyleyken karşına dikiliverirse Megan Fox, kontrolü beynine devretmemekte direnen alttaki hemen en üst perdeden komutu verir: “TIKLA”

Tek yakınlaşabildiğim olması yüzünden gece boyunca sarıldığım yastıktan güçlükle ayrılıp zorla kalkmamışım sanki. Çamaşırımı yırtmak için çok kararlı olduğunu göstermiyordur sanki başımın belası baş ve halen daha egemenliği kayıtsız şartsız elinde bulundurduğunu haykırmıyordur. Ve yeni yeni anca yatışır gibi olma sinyalleri vermeye başlamamıştır sanki. Ve aklın haalaa tümüyle oranda değildir sanki.

Beklediğin hiç kimse yokken kapıyı açtığında karşına dikilen aklından hiç geçirmediğin biri gibi karşılaşmışsındır Megan Fox'la.

Kilitlenir bakışların.

Göğüsleri mi daha delercesine bakmaktadır, dudakları mı yoksa gözleri mi, karar veremezsin. Tek seçeneğin olan elinle samimiyeti daha bir koyulaştırmaktan başka çare bırakmaz insana. İkinci üçüncü fotoğraftan sonra kurtulmak için çare aranmaya başlarsın. "Kendine mukayyet ol, elinle cilveleşmenin sırası değil" telkinleri işe yaramaz. O eski bildik numaraya sığınırsın hemen:

"Kötü ve olumsuz şeylere çevir ilgini"

Ve siyasi haberler hemen kurtarıcın olur.

"Yaşasın politika" diye bağırmazsın, çünkü aslında kurtarıcın falan olmadıklarını, memleketi daha beter, dünyayı daha berbat etmekten başka işe yaramadıklarını bilirsin. Sadece, kalleş gastecilerin kurduğu bu tür tuzaklardan kurtulup güne başlamaya çalışıyorsundur ve çaresizce kurtarıcı olmayan kurtarıcılara sarılıyorsundur. Hepsi bu... Yani öyle hepten işe yaramaz değiller, yaradıkları yerler de var…

Birazcık geciken bir fotoğraf yüklenmesi boşluğundan yaralanıp kapatıverirsin pencereyi, tıklarsın aziz ve de yüce siyasilerimizin eşsiz icraatlarıyla ilgili bir haberi. Oh be dersin... Ne güzel ediyorlar memleketin içine, ne beter yapıyorlar dünyayı, oh be dünya varmış...

Buna rağmen kurtulduğunu sanıyorsan çok yanılırsın. Aslında iyi bilmektesindir, epeyce patlatıcı ve de tutuşturup yakıcı ve de kavurup iliği kemiği kurutucu görüntü iki tık'lık mesafeye tuzaklanmıştır. Tıklamayacağım telkinleri işe yaramaz, dayanamaz yine düşersin tuzaklarına; açarsın birer birer kalleş gastecilerin yerleştirdiği yakıcıları, kavurucuları, darmaduman edicileri.

Kaderine razısındır, ilerlemeye devam edersin, kıldan ince hale getirilmiş boynunu uzatır uzatır uzatırsın…

En tehlikeli bubi tuzaklarından biridir Angelina Jolie'nin dudakları. İki tık ötene tuzaklanmıştır. Haftada üç beş kez karşılaştığından artık aileden saymaya başlamışsındır Jolie’yi. Telkinlerle uzak durmaya çalışman yararsızdır, dayanamaz tıklarsın. Kolayca hipnotize olan tavuk gibi kala kalırsın dudakları ve yüzü gözüne ilişmeye başladığı anda. Yine de şanslısındır; ya birkaç kilo daha alıp kemikleri göze batmaz hale gelirse ne yapardın. Yalnızca dudaklarının karşısında hipnotize olup kalmaz, sürü sepet fotoğrafı tıklar, seyrin bedelini iş dediğin işlerin hepiciğini heba ederek öderdin.

Bir şekilde başarıp kurtuldun diyelim Angelina'dan da, zaman makinesiyle Rönesans'tan çekilip alınmış Monica Belluci kollamaktadır tıklayacağın anı. Ve sanki poz vermeyi az önce bitirip kalkıp gelmiş gibidir. Zaten Leonardo Da Vinci de sanki ona bakıp çizmiştir bir gözü gülümserken diğeri hüzünle bakan o muhteşem resmi. Ve neredeyse yemin etmeye hazırsındır “Usta’nın modeli Belluci’dir...” diye. Hatta yetinmeyip buldum buldum diye meydanlara fırlayıp bu keşfinin herkese duyurmak isteğiyle yanıp tutuşmaktasındır. Bu kadarla kalsan yine iyi, "Ah be, Leonardo olmak varmış… Resmini yapmasam da karşıma oturtur, oturtur oturtur oturdurdum… Deha şansı işte, ne olacak…" hayıflanmalarıyla erirsin, erirsin, erirsin…

Her birinde çoktan razısındır on onbeş fotoğrafa. Kalleş gastecilerin kalleşlikleri biraz daha tutmuşsa seksen yüz fotoğraftan aşağısıyla bırakmazlar yakanı.

Yine bir fırsatını bulup sıvışsan da birkaç tık ötede pusuda beklemektedir "Benimle güler misin?" diye bakınan Sharonne Stone. "Nasıl gülmem… İstersen sızılarında, gergin derinlerinde de dolaşırız ama önce gülelim doya doya… Sonra ne istersen…" demeni bekliyordur sanki. Gülüşü maskeden çok arzulu bir istek doludur, umut doludur, duymamak kapılmamak imkansızdır.

Bir de baş belası Adriana Lima var. Karşılaştığında içini bir güven kaplar. Sanki aklından hiç kötülük geçmezmiş, fitne fesatla ilişkisi yokmuş duygusu uyandırır insanda. Bundan rahatlatıcı ne olabilir? Hanım hanımcık komşu kızı gibi karşına çıkıveren Adriana müthiş bir sakinleştiricidir. Büyük kazıklar yediğinde, öfken tependeyken, aldatılmanın zirvesinde yaşarken "Adriana'ya bakmak yeter" duygusuna kapılırsın. Hanım hanımcık komşu kızı gibi görünür gözüne ilk anda ya, aslında hep kurulu tuttuğu kapanına yakalanmışsındır çoktan. Lima’nın aldatıcı hanım hanımcıklığının ardındaki yakıcılığı çok geç fark eder, ateşine yapışıp kalarak pervanesi oluverirsin...

Lima'ya bakmayı minnacık uzatmanın bedelidir barındırdığı fokur fokur kaynayan erotizmde tutuşup kavrulmak. Bununla kalsa iyi demen için çok beklemen gerekmeyecektir. Yaydığı "Dikkatli ol, başkasına bakarsan gözlerini oyarım" uyarısını açıkça veren kıskanma boyutundaki sahiplenme duygusunun etkisi de vardır bu kavrulmada. “Hiç bakar mıyım, ölmüş kargalar gözümü oysun ki bakmam, yıkılmış duvarlar üzerime yıkılsın ki bakmam”la sakinleştirerek doya doya doyarsın Adriana’ya. Hemen ardından da rahatlar, içmiyorsan veya bırakmışsan eğer, hayalinde yakarsın bir sigara…

Her biri birbirinden tahripkar/tahrikkar sayısız ateşleyici varken hangi birini sayasın!

Haşırt Eva Mendes, haşırt Kelly Brook, haşırt Charliez Teron, say say bitmez kalleş gastecilerin dayadıkları...

İnsafınız yok mu, bir soluk aldırın, iki satır kendimize gelelim di mi... Yok, tanımazlar soluklanma fırsatını, haşırt diye dayayıp dururlar tutuşturucuların en tutuşturucularını.

Sana da tahrikkarlıktan tahrikkarlık beğenmek kalır.

Yine de şanslı saymalıyız kendimizi; pul kadar değilseler bile kartpostal boyutunu aşmıyor şu anki fotoğraflar filmler. Çok kalmaz en küçük detayı yansıtan çok yüksek çözünürlüklü fotoğrafları filmleri yayınlanmaya başlamaları... Yandık ki ne yandık o zaman, ne afyon patlar, ne de yerine gelir kafa. Kontrol kalır kontrolü devretmeyen kafada, patlayanlar da patlar orada.

Kısacası kalleş gastecilerden kurtulmanın mümkünatı yoktur. En çarpıcı görüntüleri dikip dururlar karşımıza. Tek umut var; e-gazetelerin yayınlanabileceği kapasiteleri sınırlı elektronik kağıtların bir an önce hayatımıza girmesi. Böylece en azından birkaç yıl fotoğraflardan filmlerden muaf tutulabilir ve gazeteleri asıl işlevlerindeki gibi haber, yorum, düşünce verir halleriyle okuyabiliriz.

Gazeteleri bilgisayar başında okumayı sürdürenlerin ise çekimlerle çekecekleri sürecektir tabii.

Bilgisayar başında okumayanlar için ise elektronik kağıtlardaki e-gazeteler, çekimlerden kurtarıcı olacak gibi gözüküyor. Başlardaki kısıtlı kapasiteleri görsel öğelerin fazlaca yer alamayacağının işaretidir. En azından bir süre büyük olasılıkla sadece yazı göreceğiz e-kağıt gazetelerinde…

E-kağıtlı gazete için tek eksik unsur araç/malzeme. Diğer yandan cep telefonları çoktan her şeyimiz oldular ve hep yanımızdalar. Bu durumda bluetooth kulaklıklar gibi cep telefonuyla irtibatlı çalışan elektronik kağıtlar basit ve iyi bir çözüm olabilir. Güçlü iletişime gereksinimi olmadığı için hem enerji ihtiyacı düşük olacaktır, hem de daha ucuza imal edilebileceklerdir. Cep telefonuna hiç dokunmaya gerek kalmayacak, cebimizden çıkarttığımız elektronik kağıdı açtığımızda hemen telefonumuz üzerinden bilgiler güncellenecek, biz de işlemlerin farkına bile varmadan gazeteleri okuyabileceğiz. Bluetooth iyi bir fikir gibi gözüküyor.

Tamam anlatacağız beyaz lahana sarmasını. Patlamadınız ya… Soluk aldırıyor mu kalleş gasteciler. Birkaç satır gazete okuyup neler olup bitmiş öğrenecek, ardından hemen tarif faslına geçecektik ama ne mümkün. Bırakmıyorlar yakamı, aldırmıyorlar bir solukluk soluğu...

Oh be sonunda büyük bir irade göstererek kurtuldum bütün yakıcı ve de kavuruculardan, tamamladım gazetelere göz atma faslını.

Lahana demiştik di mi?

Evet, macera şöyle başladı:

Beyaz lahana sarması yapmaya karar vermiştim. Aldım koca kelle lahanayı önüme, yapraklarını ayıracağım...

İnternet elinin altında, sağda solda sürüyle tarif kitabı var, baksana, öğrensene. Olmaz, bakmanın ne gereği vardır, altı üstü sarma işte. Atom reaktörü yapmıyorsun ya, neyin nesini öğreneceksin... Sarma işte, hazırlarsın yapraklarını, diğer yanda da kıymasını soğanını baharatları tuzunu tamam ettiğin harcı, hepsi o.

Nasıl yapılır, nasıl edilir diye hiç bakınmadan girişip çiğ lahana yapraklarını ayırmaya kalkışınca yemek konusundaki en dahiyane buluşlarımdan birini yaptım: "Sarmayı bırak, bundan iyi kapuska olur"

Lahanaları doğrayıp buzluğa kaldırdım ama dev gibi bir sorunsalım vardı. Çözülmesi için buzluktan çıkartıp diğer malzemeleri de eklediğim kıyma ne olacaktı.

Cevabı basitti, dolaptaki dolma ya da sarma yapılmaya tek uygun sebze maruldu. O zaman marul sarması yapılacaktı.

Marul sarması fena olmuyor ama yapraklarının çabucak eriyip dağılması yüzünden ortaya çıkanın sarmadan çok İzmir köfteye benzediğini itiraf etmem gerekiyor.

Yılmaya niyetim yoktu. İkinci girişimimde lahanayı olduğu gibi haşladım, daha sonra da yaprakları ayırdım tabii.

Bu arada konu açılmışken diğer bir sorunsaldan söz edeyim: Marketten gelen beyaz lahanalar kesinlikle Petkim Petro Kimya tesislerinin üretimi olmalı; çünkü her türlü pişirme girişimine çok büyük direnç gösteriyor, asla yumuşamıyor, hatta kopmuyor, nerdeyse bıçakla bile kesilmiyorlar. Yani ne bileyim, dev marketlerden gelen bu lahanalar çatı kaplaması olarak kullanılabilir. Ya da yer muşambası olarak neden yararlanılmasın bu lahanalardan? Nerde bu girişimci ruhlar, neden uyuyorlar, lahanadan yer kaplaması, çatı kiremidi neden imal etmiyorlar. Lütfen uyumayalım baylar bayanlar, girişimci ruhları faaliyete geçirelim. Girişimci ruhlara ihtiyacı var memleketin.

Şaka bir yana ama büyük marketlerden zaman zaman öyle meyve sebzeler geliyor ki, plastikten üretildiklerine yemin edecek hale geliyor insan. Kimi zaman lezzetlisine denk geliyor, umutlanıyorsun bir şeylerin değiştiğine dair. Oysa öylesine bir parti denk gelmiştir, hepsi odur, değişen bir şey yoktur.

Bir ara yakındaki bir marketten İznik domatesi almıştım. İşte domates bu dedirten lezzetteydiler. Domatese böyle etiket konulduğuna tanık olmamıştım. Salçalık domates falan görmüştüm de "Şuranın domatesi" ifadesine ilk kez denk geliyordum. Bir farkındalık, bir bilinirlik söz konusu olduğu belliydi. Ve nedeninin nasılını bilmesem de haklıydılar "İznik domatesi" diye özel etiket koymakta. İnanılmaz enfes soslar yapılabiliyordu. Sadece domates ve birazcık biber, hepsi bu… Sarımsak soğan peynir ya da kıyma gereksizdi. Sadece domates, belki biraz biber… Birkaç hafta marketin raflarında yer aldıktan sonra bir daha görünmez oldular. İznik domatesi in miydi cin miydi bilemedim.

Normalde iyisi diye aldığım domatesler lezzetli gibi dursalar da ekşi oluyor, yemeğin tadını da ekşitiyorlar. Önceleri bir miktar şeker atıyordum yemeklere veya sosa. Epeydir tatlandırma işini mısırla hallediyorum. Örneğin fırında patatesli tavuk pişireceksem bir iki kaşık mısır koymayı ihmal etmiyorum.

İşte bu yüzden diyorum ki, denemeyin marul sarmasını.

Pek afiyet olmuyor.


Eyüp Şeker
26 Haziran 2009 Cuma

.