AKILLANMAYI AKIL ETMEK NEDEN İŞİMİZE GELMİYOR?
İnsan unutur, doğa affetmez ve saygısız yakaladığında da iyice benzetmeden bırakmaz...
Herkesin çok iyi bildiği bu gerçeği neden umursamıyoruz?
Sürekli yıkılıp yerle bir olmamıza, büyük bedeller ödememize rağmen “Bir şey olmaz abi...” güvencelerinde takılmayı neden seviyoruz?
Ve neden bu kadar kurnazız?
Fırsatını ve adam(!)ını bulsak Taksim Meydanının göbeğine apartmanın/işyerinin en kralını neden dikeriz?
Bunun bile iznini ayarlamaktan geri durmayacak kadar azıtmalarına az bi şey kalmış etkili yetkililerimiz her türlü göz yumma kılıfını hazırlamaya neden bu kadar teşne?
Dere yataklarındaki sayısız bina ve tesise kılıf hazırlamanın farkı mı vardır Taksim Meydanına bina izni vermekten?
Her türlü kılıfına uydurma işleri uydurulurken ceplerin de tıka basa doldurulduğunu çoluk çocuk bile neden biliyor?
Böylesine dile düşmesine rağmen her türlü işi uydurma faaliyetlerine neden engel olunamıyor?
Engel olmak bir yana, izin verme, göz yumma, kitabına uydurma işleri furyaya dönüşmüş durumda; haniyse alenen kotarılıyor bu işler ve adı da ‘Arsa değerlendirme’ olarak girmiş resmi(!) literatüre.
Herhalde şeyden; güçlenip büyüyor, yeniden şahlanıyoruz ya ondan.
Osmanlı'da işini bilmek almış başını gitmişti ya, hortlatılan(!) imparatorlukla birlikte bu faaliyetler de iyice hortluyor yeniden. Sanki eksikliği vardı..!
İşte bu kapsamda Osmanlı diriltiliyor ya, pek sevilir oldu atasözleri. Özellikle de belli kafaları besleyenleri:
At binenin, kılıç kuşananın.
Bu ormanların ne faydası var!
Gemisini kurtaran kaptan.
Sahibine göre kişner at.
Benim memurum işini bilir.
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz.
Parayı veren düdüğü çalar.
Ben adamın zenginini severim.
Say say biter mi besleyici özlü sözler!
Atasözü bol olunca seveni de fazla oluyor tabii.
Ve de haliyle işler tıkırında yani…
Muhabbetler de belli:
Merak etme uydururuz abi.
Takma kafanı hallederiz hemşerim.
Saygılarımı ilet, işini de olmuş bil.
Gerekirse yasa çıkartırız efendim.
Uzayıp gider bu muhabbetler; içinde, yakınında olanlar benden iyi bilirler. En iyisi fazla kafa ütülemeyeyim.
Yalnız bu işlerde mi kurnazlık var?
Bizi gütme lütfunda bulunanlar, ihtiyaç duyulan parayı gizli tutulan kaynaklardan elde ederek rahatlatmış piyasaları. Bu sayede “Teğet geçti” muhabbeti yapılabilmiş deniyor.
Şimdi ise gerçekten krize gömülmüş piyasaların rahatlatılması için yurdum koyunlarının para harcaması sağlanmaya çalışılıyor. Tık yok çarşıda pazarda, kredi kartı borçları çığ gibi büyümüş, hızla katlanarak büyümeyi de sürdürmekte…
“Şimdi ne etçez...” diye dertlenenler dertlenmeyi bırakıp hemen ve de derhal alışverişçi ithal etmelidirler. Kaynağı açık edilmeyen para durumundaki gibi yapıp ithal alışverişçilerin kimliklerini yine gizli tutabilirler, hiçbir sakıncası yoktur. Salarsın çarşıya pazara ithal alışverişçileri, dayanırlar çiçekçiye, simitçiye, kaşarcıya, oyuncakçıya…
Ne yapsın yurdum koyunları, yok ki, parası olsa harcamaz mı? Hangisine sorsan hiç düşünmeden “Olsa cüzdan senin...” diyecektir. Ne de olsa yurdum koyunu, söz dinler, “Alış veriş et…”i duyar duymaz koşacaktır hemen camekan simidine, oyuncağın Çinlisine, gonca çiçeğe, Kars'ın kaşarına...
Eee yok işte, nasıl harcasın, nasıl alıp versin...
Durum meydanda, çarşıya pazara ithal alışverişçi laazım. Hem de derhal...
Teğet geçtiğinden işler öyle düzelmiş öyle düzelmiş ki, büyük marketler ramazan öncesinde “4’ün 1’i bedava” kampanyası düzenledi. Fazla uzun sayılmayacak yarım asırlık ömrümde ilk kez tanık oluyorum böylesine. 4 parti alışverişten 1’i bedava kampanyasına değil canım, ramazan öncesi böyle büyük armağanlı teşvik kampanyalarına...
Her ramazan öncesi şişmiş fiyatlarla karşılaşmaya alışmış yurdum koyunları şaşkın şabalak bakakalarak “Şükür bu günleri gösterene” dedi mi acep! Nasıl desin, ya da niye desin; elde avuçta yok ki, ancak bedava yapılırsa sevinecek hale gelmiş yurdum koyunları.
Bakalım daha neler eyleyecek fırsata çevrilmesinden söz edilen ‘Teğet geçti’ süreci!
Neyse, yaşayıp göreceğiz nasılsa.
İki çift laf etmesem olmaz: Son yılların simge gazetecisi olduğunu bir kez daha kanıtlayan Ertuğrul Özkök konuşulup tartışılırken aklıma hep, çocukluğunda çok sevdiği tüp çikolata alacak parayı bulamayınca evdeki diş macunu tüpünü emdiğini, bu yüzden de mide ağrılarıyla kıvrandığını söyleyen TV’ci geliyor. Algı eksik ve hatalıysa uygulama nasıl doğru olsun? Sonuç bu; zevkle emersin canına okuyan diş macununu...
Kaçarı yok, Doğan Medya’nın defteri dürülecek, çünkü oyun büyük. Bu hesap küçük oyunlarla, cilalamalarla, esvap geçirmelerle falan, hatta tam anlamıyla biat etmekle bile değiştirilemez. Çünkü onlara lazım güzel kardeşim: “Boşaltın, biz taşınıp yerleşeceğiz, biz çalışacağız...” diye bas bas bağırıyorlar ne zamandır.
Yukarıdaki kurt “Suyumu bulandırıyorsun” diyorsa, çaren yok saldığını yutacaksın kardeşim. Nafile kıpraşma, çok kararlılar, çünkü oyun büyük ve de kişisel değil tamamen iş.
Yok bi şey, demokrasi demokrasi... Ve de özgürlük ... Ele geçirme özgürlüğü...
Değişen bi şey yok yani...
Veya yine "Evham, paranoya, kimsenin bir yerleri ele geçirmeye çalıştığı falan yok…" der geçersin, olur biter di mi!
Ya da yıllardır paranoyalara evhamlara kapılanların(!) gözünden bakmayı deneyebilirsin.
Haalaa akılları fikirleri veriyorsa eserek netekim, akıllar gelmelidir artık başa di mi güzel kardeşim.
Aman boş ver, nasılsa koruyanı kollayanı vardır memleketin di mi, sen niye dert edeceksin! Sahiplenip kol kanat geriyor netekim di mi!
Neyse, ermez büyüklerimize(!) dair işlere aklımız, bakmayı değil görmeyi deneyelim biz.
Malum, nereden ne zaman nasıl baktığın çok şeyi değiştirir.
Bulutsuz güne denk gelmişsen uçak yolculuğunun gece yapılanı çok daha etkileyicidir. Düşük irtifa uçuşları gündüz yapılıyorsa güzeldir. Oysa sekiz on bin metreden gün ışığıyla görülen yeryüzünün pek çekici yanı yoktur. Burası arada derede bir irtifadır, ya aşağı inip çıkartacaksın keyfini dünyanın, ya da atmosferi aşıp öyle bakacaksın masmavi küreye.
Solgun ve tatsızdır on bin metrenin gündüzü; varlığını bilirken yaşamın, göremezsin hiç bir şeyi, solgunluklarla karaltılarla yetinmekle kalırsın. Dahası, gördüğünü zannettiğinden, hayal gücünü de ateşlemez gündüzün görüntüleri.
Oysa gecenin zifirliğinde beliriveren şehir ışıkları çok fazla şey sunar insanın zihnine. Büyükçe bir teleskopla bakılan galaksiyi andıran mini minnacık ışıkların öbeğine dair bir şeyler oluşturmakla kalmaz, bildiklerinden çok daha fazlasını kurgulamaya başlarsın beyninde. Hele bir de nerenin üzerinden geçmekte olduğunuz anons edilmişse daha kolay zenginleşmeye başlar kafanda oluşan görüntü; belleğindekilerden fazlasını getirmeye başlarsın gözünün önüne. Oysa gündüz baksaydın aynı yerlere, yeşil, mavi, beyaz, kahverengi alanlar görecek, pusun sisin kirliliğin solgunlaştırması yüzünden bakmaya bile değmediğini düşünecek, hiç kafa yormayacaktın.
Görmenin olmazsa olmazı ışığın, görmeyi engellediği belli başlı yerlerden biridir jet irtifası.
Tıpkı bir resme bakar gibi, ya geri çekileceksin bütünü görebilmek için, ya da ayrıntıları yakalayabilmek için yaklaşacaksın. Yoksa gördüğünü zannettiklerinle yetinmenin kısırlığına takılır kalırsın.
Bakmanın görmek anlamına gelmeyeceğini hemen herkes bilir.
İyi bir örnektir; baktığın buzdağının görünen kısmına göre bile değil, üstüne dikilmiş bayraklara, flamalara, tabelalara, işaret levhalarına göre hareket edersin. Aslında bilirsin buzdağının aşağıdaki büyük kısmını ve sanki farkındasındır orada olup bitenlerin ama aslında her yaptığın tepesindekilere göredir; bunlar belirlemektedir davranışlarını, bunlar yönlendirmektedirler seni.
Zaten amaç da budur; “Aşağılara bakmana gerek yok, orası buranın devamıdır ve zaten belirleyici olanlar buradadır” denmektedir sana. Oysa Titanic'i ve pek çoğuna dibi boylatan aşağısıdır; bu bilinir ama unutulur… Ve buzdağının hareketinde üst kısmı kadar etkilidir aşağısı da; hatta kimi zaman yukarının etkisi kalmaz, akıntıya kapılarak sürükleyen aşağısı olur.
Sağlıklı sonuç elde etmek isteyenin, buzdağını, geleni gideni, dalgaları görebilmek için gerektiğince yükselip bakması gerekir.
Aslında buzdağının tepesinden de bellidir ve iyi bilinir sürükleniş ama planlanarak gerektiği şekilde dikilip kondurulmuşların göz alıcılığı bağlar gözleri, burnun dibine gelinceye dek görülemez tehlike. Zaten çok geçtir artık, bindirmeye engel olmak imkansızdır, yıkıp darmadağın eder aşağısı. Göre göre çarpan darmadağın olmuştur, yoktur artık, çoktan dibi boylamıştır.
Sağlamca duruyordur buzdağı; bir takım döküntüler vardır, devrilmiştir bazı işaret levhaları, tabelalar, flamalar, bayraklar. Aslında tasarlanıp üretildiği şekilde görevlerini tamamlamışlardır ve buzdağının artık ihtiyacı kalmamıştır bunlara. Pek çoğu fırlatılıp atılacak, çöplüğü boylayacaktır zaten…
Benzer durum askeri bakışta da vardır; silah elde mevzisinde bekleyen askerlerin savaşın bütünü hakkında hiç fikri olamazken, komuta edenler de kontrollerindeki kayıplara kazançlara yoğunlaşırlar; yani kırmızı yeşil güçlerin alanlarını, yani kahverengi mavi yeşil beyaz alanları görürler. Bu nedenle çoğu komutanın savaşın gerçek kurgusunu bilme ve anlama şansı yoktur. Bu algı eksikliği rütbe düştükçe kaçınılmaz şekilde artar. Bir de savaşın büyüklüğü arttıkça bu algı eksikliği artar; doğal olarak her komutan için cephesi önem kazanacak, geneli hakkında fikir yürütmekten uzaklaşır hale gelecektir.
Osman Pamukoğlu paşa buna iyi örnektir: 1'e 3 hasadı için şart sayılmış nefret tohumlamasını göremeyip canını dişine takarak zararlılarla mücadele etmek olarak algılamıştır meseleyi. Çünkü jet irtifasındaydı ve haalaa orada.
Çok yukarılarda ve ötelerde ise savaşı ve nedenlerini bilenler vardır. Ancak buralardakiler görebilirler bütünü, farkındadırlar bütün olanların, çünkü savaş kendileri için yapılmaktadır, çünkü başlatmış ve besleyip sürdürmektedirler.
Yine de en kötüsü aşırı yakın veya aşırı uzak olmaktır: Kendi galaksimizi göremeyecek kadar aşırı yakında olmak da, en yakınımızdaki Andromeda galaksisini ve daha ötesindekilerin bütününden başka hiçbir şeyini göremeyecek kadar aşırı uzakta olmak da çok çok az fikir verir. Bu durumun tek iyi tarafı, aşırı az şey görebildiğinin fazlasıyla farkında ve bilincinde olmaktır ama büyük çoğunluğun yaşadığı bu boyut en çok cahil cesaretlerini besler. Bunu iyi bilen en tepedekiler, bu boyuttakiler üzerine kurgularlar planlarını.
Nereden nasıl ne zaman baktığımız değiştirir çok şeyi.
Bilmiyorum biz Dünyalılar bir gün başarabilecek miyiz kendi galaksimizin bütününü ve en azından Andromeda’nın yıldızlarının barındırdığı dünyalarda neler olup bittiğini görebilmeyi? Böylesine uzaklaşıp yakınlaşabilme gücüne kavuşabilecek miyiz biz dünyalılar?
Şurası apaçık bir gerçek ki, en zor olan görünür olanı görünür kılmaktır.
Eyüp Şeker
13-22 Eylül 2009
.
TAMAMEN KÖŞECİLİKTENDİR AYAMAMAK
HARBİ
Semih POROY
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1513.html
Cumhuriyet
AYAMAMA'YA BAKIP AYAMAYANLAR
Mustafa BALBAY
Sel felaketi, Silivri yerleşkesindeki günlük yaşamı da davayı da doğrudan etkiledi. Uzun, sıcak yaz günlerinde beton havalandırmayı arada sulamak gerekiyordu.
Ağustos ayı başında İstanbul sıcaktan kavrulurken Karadeniz illerindeki ve Uzak Asya’daki sel felaketleri beni çok etkilemişti. 20 Ağustos Perşembe günü bu sütunlardaki başlık şuydu:
İnsan doğaya aittir!
Yazıya çok sevdiğim bir sözle girmiştim:
Tanrı affeder ama, doğa affetmez!
Bartın’dan Giresun’a sel felaketlerinin doğaya müdahalenin sonucu olduğunu vurgulayıp, deprem için kullanılan sözden esinlenerek şu tanımı üretmiştim:
Sel, felaket getirmez, önüne konanı götürür.
Gerçekten öyle olmuştu. Karadeniz sahil yolunun derelerin doğal akışını engelleyen bölümleri yok olmuştu. Çin’de, Hindistan’da da su yollarının kıyısına yapılan koca binalar, sel sularıyla birlikte kartondan yapılmışçasına çöküvermişti.
Küreselleşme olgusunun doğaya saygısızlığına dikkat çekip yazıyı da şöyle noktalamıştım:
Sözü insandan doğaya bağlamak gerekirse, insanoğlu küreselleşirken...
Küre selleşiyor!
***
Sel felaketi haberlerini izlerken o yazıyı burada kurduğum mini arşivden çıkarıp tekrar okudum. Yazı aramızda kendi kendime söylendim:
“Balbay’cığım bakıyorum gündemi burada da yakından takip ediyorsun... Hani neredeyse önceden bilgi almışsın diyeceğim!”
Aslında o yazıda da sözünü ettiğim gibi önceden bilgi almayı gerektirecek bir durum yok.
Dere yatağına bina yaparsan ne olur?
Adı üstünde, derenin yatağı... Elbette affetmez.
Felaket için sık kullanılan tanımlardan biri şu oldu:
Görülmemiş!
Hiç de gerçekçi değil. İçimizde, dışımızda, dünyanın her yerinde su yollarının doğasını bozan her insan müdahalesine doğa karşılığını vermiştir. Sorun yağışın azlığı çokluğu değil ki, doğanın dengesi.
Yıllar önce ilk hava kirliliği sorunları başladığında başkent Ankara’nın kimi ileri gelenleri şu yorumu yapmıştı:
“Ne demek hava kirliliği? Hava çamaşır mı ki kirlensin!”
O günlerden bugünlere geldik.
Kentler nasıl büyüyor?
Önce dış semtlerin dışına, tarlaların ortasına dev bloklar dikiliyor. Çevredeki tarlalar bir günde arsa değerine çıkıyor. Nüfus binleri bulunca altyapı çalışması başlıyor!
Biz büyüme ile gelişmeyi karıştırıyoruz.
Kentlerimiz gelişmiyor, büyüyor!
Ne şekilde büyüyor?
Hormonlu sebze gibi...
***
Televizyonlardaki, gazetelerdeki haber selinin arasında içinde bulunduğumuz gerçekleri çok iyi özetleyen ayrıntılar vardı.
Çatalca’da bütün evleri su içinde yüzen bir sokağın adı şuydu:
Dere Sokak!
Görülmemiş felaket işte böyle gelir.
Felakette yaşamını yitirenlerin cenaze törenleri yapılıyor, çoğu Anadolu kentlerinde.
Göçün bir başka fotoğrafı.
Ayamama Deresi zaten her şeyi söylüyor:
“Benim yatağıma ve adıma bakıp hâlâ ayamama sorunu yaşıyorsanız, nasıl ayacaksınız, anlamadım ki...”
Selin mezarları da alıp götürmesi bir başka acı tablo idi:
Ölüler de öldü...
Felaketten en çok etkilenen yolun sadece adını anımsatalım yorumunu siz yapın:
Basın Ekspres...
Eskiden sorunun temelinde şu vardı:
Kaçak yapılaşma.
Bu sorun çözüldü. Bu binaların “kaçak” değil de “izinli” yani “yasal” olarak inşa edilmesinin önü açıldı.
Kaçak gecekonduların yerini, yasal betonkondular aldı...
Geldik bugüne...
Bir ikilemle noktayı koyalım:
Acaba dereleri mi ıslah etmeli, dereleri ıslah etme düşüncesini mi ıslah etmeli!
ankcum@cumhuriyet.com.tr
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0122.html
Cumhuriyet
ÇİZGİLİK
Kâmil MASARACI
kamilmasaraci@gmail.com
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1515.html
Cumhuriyet
.
Semih POROY

http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1513.html
Cumhuriyet
AYAMAMA'YA BAKIP AYAMAYANLAR
Mustafa BALBAY
Sel felaketi, Silivri yerleşkesindeki günlük yaşamı da davayı da doğrudan etkiledi. Uzun, sıcak yaz günlerinde beton havalandırmayı arada sulamak gerekiyordu.
Ağustos ayı başında İstanbul sıcaktan kavrulurken Karadeniz illerindeki ve Uzak Asya’daki sel felaketleri beni çok etkilemişti. 20 Ağustos Perşembe günü bu sütunlardaki başlık şuydu:
İnsan doğaya aittir!
Yazıya çok sevdiğim bir sözle girmiştim:
Tanrı affeder ama, doğa affetmez!
Bartın’dan Giresun’a sel felaketlerinin doğaya müdahalenin sonucu olduğunu vurgulayıp, deprem için kullanılan sözden esinlenerek şu tanımı üretmiştim:
Sel, felaket getirmez, önüne konanı götürür.
Gerçekten öyle olmuştu. Karadeniz sahil yolunun derelerin doğal akışını engelleyen bölümleri yok olmuştu. Çin’de, Hindistan’da da su yollarının kıyısına yapılan koca binalar, sel sularıyla birlikte kartondan yapılmışçasına çöküvermişti.
Küreselleşme olgusunun doğaya saygısızlığına dikkat çekip yazıyı da şöyle noktalamıştım:
Sözü insandan doğaya bağlamak gerekirse, insanoğlu küreselleşirken...
Küre selleşiyor!
***
Sel felaketi haberlerini izlerken o yazıyı burada kurduğum mini arşivden çıkarıp tekrar okudum. Yazı aramızda kendi kendime söylendim:
“Balbay’cığım bakıyorum gündemi burada da yakından takip ediyorsun... Hani neredeyse önceden bilgi almışsın diyeceğim!”
Aslında o yazıda da sözünü ettiğim gibi önceden bilgi almayı gerektirecek bir durum yok.
Dere yatağına bina yaparsan ne olur?
Adı üstünde, derenin yatağı... Elbette affetmez.
Felaket için sık kullanılan tanımlardan biri şu oldu:
Görülmemiş!
Hiç de gerçekçi değil. İçimizde, dışımızda, dünyanın her yerinde su yollarının doğasını bozan her insan müdahalesine doğa karşılığını vermiştir. Sorun yağışın azlığı çokluğu değil ki, doğanın dengesi.
Yıllar önce ilk hava kirliliği sorunları başladığında başkent Ankara’nın kimi ileri gelenleri şu yorumu yapmıştı:
“Ne demek hava kirliliği? Hava çamaşır mı ki kirlensin!”
O günlerden bugünlere geldik.
Kentler nasıl büyüyor?
Önce dış semtlerin dışına, tarlaların ortasına dev bloklar dikiliyor. Çevredeki tarlalar bir günde arsa değerine çıkıyor. Nüfus binleri bulunca altyapı çalışması başlıyor!
Biz büyüme ile gelişmeyi karıştırıyoruz.
Kentlerimiz gelişmiyor, büyüyor!
Ne şekilde büyüyor?
Hormonlu sebze gibi...
***
Televizyonlardaki, gazetelerdeki haber selinin arasında içinde bulunduğumuz gerçekleri çok iyi özetleyen ayrıntılar vardı.
Çatalca’da bütün evleri su içinde yüzen bir sokağın adı şuydu:
Dere Sokak!
Görülmemiş felaket işte böyle gelir.
Felakette yaşamını yitirenlerin cenaze törenleri yapılıyor, çoğu Anadolu kentlerinde.
Göçün bir başka fotoğrafı.
Ayamama Deresi zaten her şeyi söylüyor:
“Benim yatağıma ve adıma bakıp hâlâ ayamama sorunu yaşıyorsanız, nasıl ayacaksınız, anlamadım ki...”
Selin mezarları da alıp götürmesi bir başka acı tablo idi:
Ölüler de öldü...
Felaketten en çok etkilenen yolun sadece adını anımsatalım yorumunu siz yapın:
Basın Ekspres...
Eskiden sorunun temelinde şu vardı:
Kaçak yapılaşma.
Bu sorun çözüldü. Bu binaların “kaçak” değil de “izinli” yani “yasal” olarak inşa edilmesinin önü açıldı.
Kaçak gecekonduların yerini, yasal betonkondular aldı...
Geldik bugüne...
Bir ikilemle noktayı koyalım:
Acaba dereleri mi ıslah etmeli, dereleri ıslah etme düşüncesini mi ıslah etmeli!
ankcum@cumhuriyet.com.tr
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0122.html
Cumhuriyet
ÇİZGİLİK
Kâmil MASARACI

kamilmasaraci@gmail.com
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=94ca282ba69fb1450ae51b93ae6d4cdf&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1515.html
Cumhuriyet
.
BÖYLE BUYURDU TOP BAŞ:
"SORUMLUSU İNSANOĞLUDUR"
İyi ki böyle buyurdu, herkes Marslılar sanıyordu!
Eyüp ŞEKER
.
İyi ki böyle buyurdu, herkes Marslılar sanıyordu!
Eyüp ŞEKER
.
BİZİ GÜTME LÜTFUNDA BULUNANLARIN AÇILIMLARINDAN PAYINI ALMAK
ERMENİ AÇILIMI II: HRANT DİNK VE NEDİM ŞENER OLAYI
Emre KONGAR
Ermeni kökenli, hümanist gazeteci Hrant Dink hangi siyasal iktidar zamanında öldürüldü?
AKP iktidarı.
Hrant Dink öldürüldükten sonra yakalanan zanlıların ifadelerinden ve mahkemede görülen davadan neler öğrendik?
Devletin istihbarat örgütlerinin bu eylemden haberdar olduğunu.
Yapılan tanıklıklar, verilen ifadeler, belgeler ve bilgiler gösterdi ki, devletin hem sivil hem asker (jandarma) istihbarat kurumları bu olaydan, bu olayın sorumlularının eylemlerinden haberli, bunları izlemişler, sürekli temasta bulunmuşlar.
Hatta cinayetin kimin tarafından işleneceği bile devletin istihbarat örgütlerine bildirilmiş.
Peki ondan sonra ne olmuş?
Birçok hikâye...
Klasik ihmaller...
Adreste bulunamayan şüpheliler...
Kurumlar arası temaslarda gecikmeler...
Birbirini suçlayan muhbirler...
***
Kamuoyunda bu cinayetin önlenebileceğine ilişkin bir kanaat uyandığını belirtmek fazla abartma olmaz sanırım.
Peki bu olayda ihmali görülenler hakkında ne yapıldı?
Kimler soruşturuldu, kimler cezalandırıldı?
Neredeyse tüm Türkiye’yi dinleyen, izleyen, hoşlanmadığı muhaliflerine bir kulp takıp içeri tıkan AKP iktidarı, bu olayda sorumluluğu saptananlara ne yaptı?
Görevden mi aldı?
Ceza mı verdi?
Terfi mi ettirdi?
***
Hrant Dink cinayetini sorgulayan, resmi belgelerden, mahkeme zabıtlarından elde ettiği bilgileri yorumlayan, konuyu irdeleyen bir gazeteci çıktı sonunda:
Nedim Şener.
Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adıyla olayın öyküsünü yazan Nedim Şener sıradan biri değil, daha pek çok kitabın yazarı, araştırmacı bir gazeteci.
Şu ana kadar yayımlanmış kitaplarına bir göz atmak, kimliği hakkında yeterli bir bilgi verebilir:
Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat.
Uzanlar: Bir Korku İmparatorluğunun Çöküşü.
Fırsatlar Ülkesinde Bir Kemal Abi.
Hayırsever Terrorist.
Tepeden Tırnağa Yolsuzluk.
Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünya’daki Örnekleri.
Kod Adı: Atilla.
Naylon Holding.
Ayrıca bir de Türkiye’de Farklı Olmak adıyla yayımlanan ünlü Binnaz Toprak araştırmasında İrfan Bozan, Tan Morgül ile birlikte çalışmış.
***
İşte “Kürt Açılımı”, “Demokrasi Açılımı”, “Ermeni Açılımı”, “HSYK Açılımı” yapan AKP iktidarı zamanında Hrant Dink herkesin gözleri önünde öldürülüyor.
Katl zanlısı yakalanıyor, dava başlıyor.
Ve şimdi sıkı durun:
Açılan davada katl zanlısı için 20 yıl hapis istenirken bu cinayetin öyküsünü yazan Nedim Şener, toplam 28 yıllık bir hapis cezası isteğiyle yargılanıyor.
Buyurun size AKP’nin, başta “Ermeni Açılımı” olmak üzere bütün açılımlarının öyküsü!
mailto:ekongar@cumhuriyet.com.tr?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
http://www.kongar.org/
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9a0c452fcd373ec306da324fb2c862da&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0309.html
Cumhuriyet
.
Emre KONGAR
Ermeni kökenli, hümanist gazeteci Hrant Dink hangi siyasal iktidar zamanında öldürüldü?
AKP iktidarı.
Hrant Dink öldürüldükten sonra yakalanan zanlıların ifadelerinden ve mahkemede görülen davadan neler öğrendik?
Devletin istihbarat örgütlerinin bu eylemden haberdar olduğunu.
Yapılan tanıklıklar, verilen ifadeler, belgeler ve bilgiler gösterdi ki, devletin hem sivil hem asker (jandarma) istihbarat kurumları bu olaydan, bu olayın sorumlularının eylemlerinden haberli, bunları izlemişler, sürekli temasta bulunmuşlar.
Hatta cinayetin kimin tarafından işleneceği bile devletin istihbarat örgütlerine bildirilmiş.
Peki ondan sonra ne olmuş?
Birçok hikâye...
Klasik ihmaller...
Adreste bulunamayan şüpheliler...
Kurumlar arası temaslarda gecikmeler...
Birbirini suçlayan muhbirler...
***
Kamuoyunda bu cinayetin önlenebileceğine ilişkin bir kanaat uyandığını belirtmek fazla abartma olmaz sanırım.
Peki bu olayda ihmali görülenler hakkında ne yapıldı?
Kimler soruşturuldu, kimler cezalandırıldı?
Neredeyse tüm Türkiye’yi dinleyen, izleyen, hoşlanmadığı muhaliflerine bir kulp takıp içeri tıkan AKP iktidarı, bu olayda sorumluluğu saptananlara ne yaptı?
Görevden mi aldı?
Ceza mı verdi?
Terfi mi ettirdi?
***
Hrant Dink cinayetini sorgulayan, resmi belgelerden, mahkeme zabıtlarından elde ettiği bilgileri yorumlayan, konuyu irdeleyen bir gazeteci çıktı sonunda:
Nedim Şener.
Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adıyla olayın öyküsünü yazan Nedim Şener sıradan biri değil, daha pek çok kitabın yazarı, araştırmacı bir gazeteci.
Şu ana kadar yayımlanmış kitaplarına bir göz atmak, kimliği hakkında yeterli bir bilgi verebilir:
Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat.
Uzanlar: Bir Korku İmparatorluğunun Çöküşü.
Fırsatlar Ülkesinde Bir Kemal Abi.
Hayırsever Terrorist.
Tepeden Tırnağa Yolsuzluk.
Altın, İstanbul Altın Borsası ve Dünya’daki Örnekleri.
Kod Adı: Atilla.
Naylon Holding.
Ayrıca bir de Türkiye’de Farklı Olmak adıyla yayımlanan ünlü Binnaz Toprak araştırmasında İrfan Bozan, Tan Morgül ile birlikte çalışmış.
***
İşte “Kürt Açılımı”, “Demokrasi Açılımı”, “Ermeni Açılımı”, “HSYK Açılımı” yapan AKP iktidarı zamanında Hrant Dink herkesin gözleri önünde öldürülüyor.
Katl zanlısı yakalanıyor, dava başlıyor.
Ve şimdi sıkı durun:
Açılan davada katl zanlısı için 20 yıl hapis istenirken bu cinayetin öyküsünü yazan Nedim Şener, toplam 28 yıllık bir hapis cezası isteğiyle yargılanıyor.
Buyurun size AKP’nin, başta “Ermeni Açılımı” olmak üzere bütün açılımlarının öyküsü!
mailto:ekongar@cumhuriyet.com.tr?subject=YoreNet%20e-MEDYA%20$%7bTARIH%7d-$%7bYAYIM_ADI%7d-$%7bHKODU%7d
http://www.kongar.org/
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=9a0c452fcd373ec306da324fb2c862da&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c0309.html
Cumhuriyet
.
KAFKA'LIKTAN BETER EDİLENLERİ ANMAK
HARAM
Deniz SOM
HİSSELİK kıssayı Ömer Gemici göndermiş.
Bursa’nın Osmanlı’ya başkent olduğu yıllarda bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, günümüzdeki adı “Arap Şükrü” olan semtte bir çeşme yaptırmış ve kitabesine de “Her kula helal, Müslüman’a haram” yazdırmış.
“Bu nasıl fitnedir” diye ortalık birbirine girmiş; adamı yakalayıp kadının huzuruna çıkarmışlar. Adam, “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır” dedikçe kadı kızmış, “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş, “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam, “Bir tek sultana derim” diye cevap verince, ortalık yine karışmış.
Söz sultana gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş... Sultan da sinirlenmiş ama bir yandan o da meraklanırmış, “Hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helal, Müslüman’a haram yazarsın” diye. Adam, başı önünde “Delilim vardır, lakin ispat ister” diyerek talebini dile getirmiş: “Sultanım, bir sinagogdan rastgele bir hahamı izahsız tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın, ne olacak.”
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Din adamımıza biz kefiliz” diyerek sultana hediyeler sunmuşlar.
Adam, “Aynı işi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız sultanım” demiş. Azınlıklar, başlarında Hıristiyanlar papaza da sahip çıkmışlar; haftasına serbest bırakılmış.
Sultan, “Bitti mi” diye sormuş, adam “Son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır” demiş. Adamın isteği üzerine Bursa’nın en sevilen imamı, Ulu Cami imamını cuma hutbesinin ortasında yaka paça alıp götürmüşler. Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “Ne oluyor, hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz” bile dememiş. Geçmiş bir hafta, imamı soran çıkmamış. Yerine cahil bir imam tayin edilmiş, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan cinsten biri. Fakat ahali halinden memnun, derdest edilen imam için “Biz de onu adam bilmiştik; kim bilir ne halt etti de tevkif edildi” dedikodusu başlamış.
Sultan, kadı ve adam izliyorlarmış olup bitenleri. Sonunda sultan çeşmeyi yaptırana “Eee, ne olacak şimdi” diye sormuş. Adam, “İmamı bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helallik almak lazımdır” demiş. Sultan “Haklısın” deyince, adam “İrade buyurunuz, böyle Müslümanlara su helal edilir mi” diye sormuş. Sultan acı acı gülmüş: “Hava bile haram, hava bile!”
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=ba21b45501918e36ebdd5cd246ededbd&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1508.html
Cumhuriyet
/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/
FİLİSTİNLİ ÇOCUK, TBMM İÇİN KÜRT ÇOCUĞUNDAN DAHA DEĞERLİ
Meral TAMER
Yer: Bir zamanlar Doğu’nun Paris’i diye anılan Gaziantep. Tarih: 21 ağustos 2009, yani 2 hafta öncesi.
Gaziantep Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin, Şahinbey ilçesindeki 9 eve yaptığı baskın sonucunda 7 çocuk, 16 ağustosta polis otobüsüne taş attıkları gerekçesiyle tutuklanıyor.
Yer: Diyarbakır.
İnsanı çileden çıkaran olay: 13 yaşındaki bir çocuğu neşterle öldüren 15 yaşındaki bir başka çocuk, iyi hali ve cezai algılama yaşına erişmediği için cezada indirimle 8 seneye mahkûm ediliyor. Buna karşılık polise taş attığı bile tartışmalı olan, gizli tanık ifadesiyle yargılanan bir çocuk için 26.5 yıl hapis isteniyor ve indirimler sonucu çocuk, polise taş atmaktan 17 yıl ceza alıyor!
Dün de yazdım. Çocuklar İçin Adalet İstiyoruz girişiminin 1 Eylül Dünya Barış Günü düzenlediği “Barışın Adı Çocuk” toplantısında, tutuklu çocukların aileleri anlattı bunları.
Filistinli çocuğa var...
Toplantıda çocuğu yargılanan Diyarbakırlı bir baba, panelde konuşmacı olan milletvekiline, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Filistinli çocuklara gösterilen ilgiyi, bizim çocuklarımızdan neden esirgiyorsunuz?” diye okkalı bir soru sordu. Ve Van’da gazeteci bir babanın anlattıkları, beni iyice koparttı:
Oğlu Vanspor’da kaleci. Şimdi yaşı 16, boyu 1.90 cm. Hapse girdiğinde 14 yaşındaymış. Başbakan’ın Van’a gelişinde olaylar olmuş, 1 kişi ölmüş. Zaten o olayların haberlerini de baba yazmış. Oğlu antrenmandan eve dönerken fanilası terli. Polis bir köşe başında çeviriyor, terli halini görüp birkaç soru soruyor, sonra da fotoğrafını çekip bırakıyor.
Ertesi gün okulda dersteyken, polisler çocuğu almaya geliyor, ama müdür, “Milli Eğitim’in kesin talimatı var,” diyerek çocuğu vermiyor. Polis okul çıkışında bekleyip çocuğu alıyor. Babanın 6 saat sonra haberi oluyor. Çocuk tutuklu; örgüte yardım etmekten 20 küsur yıl hapsi isteniyor!
3 yaşında da hapiste
Meslektaşım olan baba, oğlunun 3 yaşındayken de hapse girdiğini anlattığında, isyan bayrağını çekmemek için kendimi zor tutuyorum. 1996’da yine gazetecilik yaparken, cezaevinde bulanan birisine avukat aradığı için hapse atılıyor. Aynı tarihte eşini de cezaevinde bulunan birinin yakınıyla telefonda samimi konuştu diye içeri alıyorlar. O tarihte 3 yaşında olan bizim kaleci oğlan ve 11 aylık kardeşi de onlarla birlikte cezaevine giriyor. Çünkü bebek süt emiyor; abi kardeşten ayrı kalamıyor. Ailecek 3 ay cezaevinde kalıyorlar.
Aradan 13 yıl geçmiş; değişen bir şey yok; hatta daha da beteri var. Bugün Türkiye’de 3 bini aşkın Kürt çocuk, 2006’da değiştirilen Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle, yetişkinlerle aynı koşullarda gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor, hapsediliyor, akıl almaz cezalar alıyor.
Üstelik bu çocukların yarıdan çoğu polise taş bile atmamış. Dosyalara bakıldığında, çocuklar hakkındaki davaların, kolluk kuvvetlerinin ifadelerine dayandığını görüyoruz. Çocukları tutuklayan polis ya da askerler, çocuğun vücut hareketlerinden, elindeki tozdan, fanilasındaki terden ya da kalbinin hızlı atmasından yola çıkarak, çocukların yasadışı eylemlere katıldığı sonucuna varabiliyor!
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1135378&AuthorID=55&Date=04.09.2009&b=Filistinli cocuk, TBMM icin Kurt cocugundan daha degerli&a=Meral Tamer&ver=16
Milliyet
.
Deniz SOM
HİSSELİK kıssayı Ömer Gemici göndermiş.
Bursa’nın Osmanlı’ya başkent olduğu yıllarda bir Müslüman, eski adı “Yahudilik Yolağzı”, günümüzdeki adı “Arap Şükrü” olan semtte bir çeşme yaptırmış ve kitabesine de “Her kula helal, Müslüman’a haram” yazdırmış.
“Bu nasıl fitnedir” diye ortalık birbirine girmiş; adamı yakalayıp kadının huzuruna çıkarmışlar. Adam, “Müsaade buyurun, sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır” dedikçe kadı kızmış, “Ne delili, ne ispatı? Sen fitne çıkardın, Müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın, katlin vaciptir” demiş. Demiş ama bir yandan da merak edermiş, “Nedir gerekçen?” diye sormuş. Adam, “Bir tek sultana derim” diye cevap verince, ortalık yine karışmış.
Söz sultana gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş... Sultan da sinirlenmiş ama bir yandan o da meraklanırmış, “Hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helal, Müslüman’a haram yazarsın” diye. Adam, başı önünde “Delilim vardır, lakin ispat ister” diyerek talebini dile getirmiş: “Sultanım, bir sinagogdan rastgele bir hahamı izahsız tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın, ne olacak.”
Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Museviler, “Ne oluyor, bu ne zulüm? Din adamımıza biz kefiliz” diyerek sultana hediyeler sunmuşlar.
Adam, “Aynı işi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız sultanım” demiş. Azınlıklar, başlarında Hıristiyanlar papaza da sahip çıkmışlar; haftasına serbest bırakılmış.
Sultan, “Bitti mi” diye sormuş, adam “Son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır” demiş. Adamın isteği üzerine Bursa’nın en sevilen imamı, Ulu Cami imamını cuma hutbesinin ortasında yaka paça alıp götürmüşler. Bir Allah’ın kulu çıkıp da, “Ne oluyor, hiç olmazsa vaazı bitene kadar bekleseydiniz” bile dememiş. Geçmiş bir hafta, imamı soran çıkmamış. Yerine cahil bir imam tayin edilmiş, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan cinsten biri. Fakat ahali halinden memnun, derdest edilen imam için “Biz de onu adam bilmiştik; kim bilir ne halt etti de tevkif edildi” dedikodusu başlamış.
Sultan, kadı ve adam izliyorlarmış olup bitenleri. Sonunda sultan çeşmeyi yaptırana “Eee, ne olacak şimdi” diye sormuş. Adam, “İmamı bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helallik almak lazımdır” demiş. Sultan “Haklısın” deyince, adam “İrade buyurunuz, böyle Müslümanlara su helal edilir mi” diye sormuş. Sultan acı acı gülmüş: “Hava bile haram, hava bile!”
http://www.cumhuriyet.com.tr/?PHPSESSID=ba21b45501918e36ebdd5cd246ededbd&im=em&xl=empopup&em=cu/cumhuriyet/w/c1508.html
Cumhuriyet
/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/*/
FİLİSTİNLİ ÇOCUK, TBMM İÇİN KÜRT ÇOCUĞUNDAN DAHA DEĞERLİ
Meral TAMER
Yer: Bir zamanlar Doğu’nun Paris’i diye anılan Gaziantep. Tarih: 21 ağustos 2009, yani 2 hafta öncesi.
Gaziantep Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerinin, Şahinbey ilçesindeki 9 eve yaptığı baskın sonucunda 7 çocuk, 16 ağustosta polis otobüsüne taş attıkları gerekçesiyle tutuklanıyor.
Yer: Diyarbakır.
İnsanı çileden çıkaran olay: 13 yaşındaki bir çocuğu neşterle öldüren 15 yaşındaki bir başka çocuk, iyi hali ve cezai algılama yaşına erişmediği için cezada indirimle 8 seneye mahkûm ediliyor. Buna karşılık polise taş attığı bile tartışmalı olan, gizli tanık ifadesiyle yargılanan bir çocuk için 26.5 yıl hapis isteniyor ve indirimler sonucu çocuk, polise taş atmaktan 17 yıl ceza alıyor!
Dün de yazdım. Çocuklar İçin Adalet İstiyoruz girişiminin 1 Eylül Dünya Barış Günü düzenlediği “Barışın Adı Çocuk” toplantısında, tutuklu çocukların aileleri anlattı bunları.
Filistinli çocuğa var...
Toplantıda çocuğu yargılanan Diyarbakırlı bir baba, panelde konuşmacı olan milletvekiline, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Filistinli çocuklara gösterilen ilgiyi, bizim çocuklarımızdan neden esirgiyorsunuz?” diye okkalı bir soru sordu. Ve Van’da gazeteci bir babanın anlattıkları, beni iyice koparttı:
Oğlu Vanspor’da kaleci. Şimdi yaşı 16, boyu 1.90 cm. Hapse girdiğinde 14 yaşındaymış. Başbakan’ın Van’a gelişinde olaylar olmuş, 1 kişi ölmüş. Zaten o olayların haberlerini de baba yazmış. Oğlu antrenmandan eve dönerken fanilası terli. Polis bir köşe başında çeviriyor, terli halini görüp birkaç soru soruyor, sonra da fotoğrafını çekip bırakıyor.
Ertesi gün okulda dersteyken, polisler çocuğu almaya geliyor, ama müdür, “Milli Eğitim’in kesin talimatı var,” diyerek çocuğu vermiyor. Polis okul çıkışında bekleyip çocuğu alıyor. Babanın 6 saat sonra haberi oluyor. Çocuk tutuklu; örgüte yardım etmekten 20 küsur yıl hapsi isteniyor!
3 yaşında da hapiste
Meslektaşım olan baba, oğlunun 3 yaşındayken de hapse girdiğini anlattığında, isyan bayrağını çekmemek için kendimi zor tutuyorum. 1996’da yine gazetecilik yaparken, cezaevinde bulanan birisine avukat aradığı için hapse atılıyor. Aynı tarihte eşini de cezaevinde bulunan birinin yakınıyla telefonda samimi konuştu diye içeri alıyorlar. O tarihte 3 yaşında olan bizim kaleci oğlan ve 11 aylık kardeşi de onlarla birlikte cezaevine giriyor. Çünkü bebek süt emiyor; abi kardeşten ayrı kalamıyor. Ailecek 3 ay cezaevinde kalıyorlar.
Aradan 13 yıl geçmiş; değişen bir şey yok; hatta daha da beteri var. Bugün Türkiye’de 3 bini aşkın Kürt çocuk, 2006’da değiştirilen Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle, yetişkinlerle aynı koşullarda gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, yargılanıyor, hapsediliyor, akıl almaz cezalar alıyor.
Üstelik bu çocukların yarıdan çoğu polise taş bile atmamış. Dosyalara bakıldığında, çocuklar hakkındaki davaların, kolluk kuvvetlerinin ifadelerine dayandığını görüyoruz. Çocukları tutuklayan polis ya da askerler, çocuğun vücut hareketlerinden, elindeki tozdan, fanilasındaki terden ya da kalbinin hızlı atmasından yola çıkarak, çocukların yasadışı eylemlere katıldığı sonucuna varabiliyor!
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1135378&AuthorID=55&Date=04.09.2009&b=Filistinli cocuk, TBMM icin Kurt cocugundan daha degerli&a=Meral Tamer&ver=16
Milliyet
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)