AKILLANMAYI AKIL ETMEK NEDEN İŞİMİZE GELMİYOR?
İnsan unutur, doğa affetmez ve saygısız yakaladığında da iyice benzetmeden bırakmaz...
Herkesin çok iyi bildiği bu gerçeği neden umursamıyoruz?
Sürekli yıkılıp yerle bir olmamıza, büyük bedeller ödememize rağmen “Bir şey olmaz abi...” güvencelerinde takılmayı neden seviyoruz?
Ve neden bu kadar kurnazız?
Fırsatını ve adam(!)ını bulsak Taksim Meydanının göbeğine apartmanın/işyerinin en kralını neden dikeriz?
Bunun bile iznini ayarlamaktan geri durmayacak kadar azıtmalarına az bi şey kalmış etkili yetkililerimiz her türlü göz yumma kılıfını hazırlamaya neden bu kadar teşne?
Dere yataklarındaki sayısız bina ve tesise kılıf hazırlamanın farkı mı vardır Taksim Meydanına bina izni vermekten?
Her türlü kılıfına uydurma işleri uydurulurken ceplerin de tıka basa doldurulduğunu çoluk çocuk bile neden biliyor?
Böylesine dile düşmesine rağmen her türlü işi uydurma faaliyetlerine neden engel olunamıyor?
Engel olmak bir yana, izin verme, göz yumma, kitabına uydurma işleri furyaya dönüşmüş durumda; haniyse alenen kotarılıyor bu işler ve adı da ‘Arsa değerlendirme’ olarak girmiş resmi(!) literatüre.
Herhalde şeyden; güçlenip büyüyor, yeniden şahlanıyoruz ya ondan.
Osmanlı'da işini bilmek almış başını gitmişti ya, hortlatılan(!) imparatorlukla birlikte bu faaliyetler de iyice hortluyor yeniden. Sanki eksikliği vardı..!
İşte bu kapsamda Osmanlı diriltiliyor ya, pek sevilir oldu atasözleri. Özellikle de belli kafaları besleyenleri:
At binenin, kılıç kuşananın.
Bu ormanların ne faydası var!
Gemisini kurtaran kaptan.
Sahibine göre kişner at.
Benim memurum işini bilir.
Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz.
Parayı veren düdüğü çalar.
Ben adamın zenginini severim.
Say say biter mi besleyici özlü sözler!
Atasözü bol olunca seveni de fazla oluyor tabii.
Ve de haliyle işler tıkırında yani…
Muhabbetler de belli:
Merak etme uydururuz abi.
Takma kafanı hallederiz hemşerim.
Saygılarımı ilet, işini de olmuş bil.
Gerekirse yasa çıkartırız efendim.
Uzayıp gider bu muhabbetler; içinde, yakınında olanlar benden iyi bilirler. En iyisi fazla kafa ütülemeyeyim.
Yalnız bu işlerde mi kurnazlık var?
Bizi gütme lütfunda bulunanlar, ihtiyaç duyulan parayı gizli tutulan kaynaklardan elde ederek rahatlatmış piyasaları. Bu sayede “Teğet geçti” muhabbeti yapılabilmiş deniyor.
Şimdi ise gerçekten krize gömülmüş piyasaların rahatlatılması için yurdum koyunlarının para harcaması sağlanmaya çalışılıyor. Tık yok çarşıda pazarda, kredi kartı borçları çığ gibi büyümüş, hızla katlanarak büyümeyi de sürdürmekte…
“Şimdi ne etçez...” diye dertlenenler dertlenmeyi bırakıp hemen ve de derhal alışverişçi ithal etmelidirler. Kaynağı açık edilmeyen para durumundaki gibi yapıp ithal alışverişçilerin kimliklerini yine gizli tutabilirler, hiçbir sakıncası yoktur. Salarsın çarşıya pazara ithal alışverişçileri, dayanırlar çiçekçiye, simitçiye, kaşarcıya, oyuncakçıya…
Ne yapsın yurdum koyunları, yok ki, parası olsa harcamaz mı? Hangisine sorsan hiç düşünmeden “Olsa cüzdan senin...” diyecektir. Ne de olsa yurdum koyunu, söz dinler, “Alış veriş et…”i duyar duymaz koşacaktır hemen camekan simidine, oyuncağın Çinlisine, gonca çiçeğe, Kars'ın kaşarına...
Eee yok işte, nasıl harcasın, nasıl alıp versin...
Durum meydanda, çarşıya pazara ithal alışverişçi laazım. Hem de derhal...
Teğet geçtiğinden işler öyle düzelmiş öyle düzelmiş ki, büyük marketler ramazan öncesinde “4’ün 1’i bedava” kampanyası düzenledi. Fazla uzun sayılmayacak yarım asırlık ömrümde ilk kez tanık oluyorum böylesine. 4 parti alışverişten 1’i bedava kampanyasına değil canım, ramazan öncesi böyle büyük armağanlı teşvik kampanyalarına...
Her ramazan öncesi şişmiş fiyatlarla karşılaşmaya alışmış yurdum koyunları şaşkın şabalak bakakalarak “Şükür bu günleri gösterene” dedi mi acep! Nasıl desin, ya da niye desin; elde avuçta yok ki, ancak bedava yapılırsa sevinecek hale gelmiş yurdum koyunları.
Bakalım daha neler eyleyecek fırsata çevrilmesinden söz edilen ‘Teğet geçti’ süreci!
Neyse, yaşayıp göreceğiz nasılsa.
İki çift laf etmesem olmaz: Son yılların simge gazetecisi olduğunu bir kez daha kanıtlayan Ertuğrul Özkök konuşulup tartışılırken aklıma hep, çocukluğunda çok sevdiği tüp çikolata alacak parayı bulamayınca evdeki diş macunu tüpünü emdiğini, bu yüzden de mide ağrılarıyla kıvrandığını söyleyen TV’ci geliyor. Algı eksik ve hatalıysa uygulama nasıl doğru olsun? Sonuç bu; zevkle emersin canına okuyan diş macununu...
Kaçarı yok, Doğan Medya’nın defteri dürülecek, çünkü oyun büyük. Bu hesap küçük oyunlarla, cilalamalarla, esvap geçirmelerle falan, hatta tam anlamıyla biat etmekle bile değiştirilemez. Çünkü onlara lazım güzel kardeşim: “Boşaltın, biz taşınıp yerleşeceğiz, biz çalışacağız...” diye bas bas bağırıyorlar ne zamandır.
Yukarıdaki kurt “Suyumu bulandırıyorsun” diyorsa, çaren yok saldığını yutacaksın kardeşim. Nafile kıpraşma, çok kararlılar, çünkü oyun büyük ve de kişisel değil tamamen iş.
Yok bi şey, demokrasi demokrasi... Ve de özgürlük ... Ele geçirme özgürlüğü...
Değişen bi şey yok yani...
Veya yine "Evham, paranoya, kimsenin bir yerleri ele geçirmeye çalıştığı falan yok…" der geçersin, olur biter di mi!
Ya da yıllardır paranoyalara evhamlara kapılanların(!) gözünden bakmayı deneyebilirsin.
Haalaa akılları fikirleri veriyorsa eserek netekim, akıllar gelmelidir artık başa di mi güzel kardeşim.
Aman boş ver, nasılsa koruyanı kollayanı vardır memleketin di mi, sen niye dert edeceksin! Sahiplenip kol kanat geriyor netekim di mi!
Neyse, ermez büyüklerimize(!) dair işlere aklımız, bakmayı değil görmeyi deneyelim biz.
Malum, nereden ne zaman nasıl baktığın çok şeyi değiştirir.
Bulutsuz güne denk gelmişsen uçak yolculuğunun gece yapılanı çok daha etkileyicidir. Düşük irtifa uçuşları gündüz yapılıyorsa güzeldir. Oysa sekiz on bin metreden gün ışığıyla görülen yeryüzünün pek çekici yanı yoktur. Burası arada derede bir irtifadır, ya aşağı inip çıkartacaksın keyfini dünyanın, ya da atmosferi aşıp öyle bakacaksın masmavi küreye.
Solgun ve tatsızdır on bin metrenin gündüzü; varlığını bilirken yaşamın, göremezsin hiç bir şeyi, solgunluklarla karaltılarla yetinmekle kalırsın. Dahası, gördüğünü zannettiğinden, hayal gücünü de ateşlemez gündüzün görüntüleri.
Oysa gecenin zifirliğinde beliriveren şehir ışıkları çok fazla şey sunar insanın zihnine. Büyükçe bir teleskopla bakılan galaksiyi andıran mini minnacık ışıkların öbeğine dair bir şeyler oluşturmakla kalmaz, bildiklerinden çok daha fazlasını kurgulamaya başlarsın beyninde. Hele bir de nerenin üzerinden geçmekte olduğunuz anons edilmişse daha kolay zenginleşmeye başlar kafanda oluşan görüntü; belleğindekilerden fazlasını getirmeye başlarsın gözünün önüne. Oysa gündüz baksaydın aynı yerlere, yeşil, mavi, beyaz, kahverengi alanlar görecek, pusun sisin kirliliğin solgunlaştırması yüzünden bakmaya bile değmediğini düşünecek, hiç kafa yormayacaktın.
Görmenin olmazsa olmazı ışığın, görmeyi engellediği belli başlı yerlerden biridir jet irtifası.
Tıpkı bir resme bakar gibi, ya geri çekileceksin bütünü görebilmek için, ya da ayrıntıları yakalayabilmek için yaklaşacaksın. Yoksa gördüğünü zannettiklerinle yetinmenin kısırlığına takılır kalırsın.
Bakmanın görmek anlamına gelmeyeceğini hemen herkes bilir.
İyi bir örnektir; baktığın buzdağının görünen kısmına göre bile değil, üstüne dikilmiş bayraklara, flamalara, tabelalara, işaret levhalarına göre hareket edersin. Aslında bilirsin buzdağının aşağıdaki büyük kısmını ve sanki farkındasındır orada olup bitenlerin ama aslında her yaptığın tepesindekilere göredir; bunlar belirlemektedir davranışlarını, bunlar yönlendirmektedirler seni.
Zaten amaç da budur; “Aşağılara bakmana gerek yok, orası buranın devamıdır ve zaten belirleyici olanlar buradadır” denmektedir sana. Oysa Titanic'i ve pek çoğuna dibi boylatan aşağısıdır; bu bilinir ama unutulur… Ve buzdağının hareketinde üst kısmı kadar etkilidir aşağısı da; hatta kimi zaman yukarının etkisi kalmaz, akıntıya kapılarak sürükleyen aşağısı olur.
Sağlıklı sonuç elde etmek isteyenin, buzdağını, geleni gideni, dalgaları görebilmek için gerektiğince yükselip bakması gerekir.
Aslında buzdağının tepesinden de bellidir ve iyi bilinir sürükleniş ama planlanarak gerektiği şekilde dikilip kondurulmuşların göz alıcılığı bağlar gözleri, burnun dibine gelinceye dek görülemez tehlike. Zaten çok geçtir artık, bindirmeye engel olmak imkansızdır, yıkıp darmadağın eder aşağısı. Göre göre çarpan darmadağın olmuştur, yoktur artık, çoktan dibi boylamıştır.
Sağlamca duruyordur buzdağı; bir takım döküntüler vardır, devrilmiştir bazı işaret levhaları, tabelalar, flamalar, bayraklar. Aslında tasarlanıp üretildiği şekilde görevlerini tamamlamışlardır ve buzdağının artık ihtiyacı kalmamıştır bunlara. Pek çoğu fırlatılıp atılacak, çöplüğü boylayacaktır zaten…
Benzer durum askeri bakışta da vardır; silah elde mevzisinde bekleyen askerlerin savaşın bütünü hakkında hiç fikri olamazken, komuta edenler de kontrollerindeki kayıplara kazançlara yoğunlaşırlar; yani kırmızı yeşil güçlerin alanlarını, yani kahverengi mavi yeşil beyaz alanları görürler. Bu nedenle çoğu komutanın savaşın gerçek kurgusunu bilme ve anlama şansı yoktur. Bu algı eksikliği rütbe düştükçe kaçınılmaz şekilde artar. Bir de savaşın büyüklüğü arttıkça bu algı eksikliği artar; doğal olarak her komutan için cephesi önem kazanacak, geneli hakkında fikir yürütmekten uzaklaşır hale gelecektir.
Osman Pamukoğlu paşa buna iyi örnektir: 1'e 3 hasadı için şart sayılmış nefret tohumlamasını göremeyip canını dişine takarak zararlılarla mücadele etmek olarak algılamıştır meseleyi. Çünkü jet irtifasındaydı ve haalaa orada.
Çok yukarılarda ve ötelerde ise savaşı ve nedenlerini bilenler vardır. Ancak buralardakiler görebilirler bütünü, farkındadırlar bütün olanların, çünkü savaş kendileri için yapılmaktadır, çünkü başlatmış ve besleyip sürdürmektedirler.
Yine de en kötüsü aşırı yakın veya aşırı uzak olmaktır: Kendi galaksimizi göremeyecek kadar aşırı yakında olmak da, en yakınımızdaki Andromeda galaksisini ve daha ötesindekilerin bütününden başka hiçbir şeyini göremeyecek kadar aşırı uzakta olmak da çok çok az fikir verir. Bu durumun tek iyi tarafı, aşırı az şey görebildiğinin fazlasıyla farkında ve bilincinde olmaktır ama büyük çoğunluğun yaşadığı bu boyut en çok cahil cesaretlerini besler. Bunu iyi bilen en tepedekiler, bu boyuttakiler üzerine kurgularlar planlarını.
Nereden nasıl ne zaman baktığımız değiştirir çok şeyi.
Bilmiyorum biz Dünyalılar bir gün başarabilecek miyiz kendi galaksimizin bütününü ve en azından Andromeda’nın yıldızlarının barındırdığı dünyalarda neler olup bittiğini görebilmeyi? Böylesine uzaklaşıp yakınlaşabilme gücüne kavuşabilecek miyiz biz dünyalılar?
Şurası apaçık bir gerçek ki, en zor olan görünür olanı görünür kılmaktır.
Eyüp Şeker
13-22 Eylül 2009
.