F KLAVYE NEREYE GİDİYOR?



Tartışılmaz üstünlüklerine rağmen Türkçe F klavye yitip gidecekti. Göz göre göre kaybedilmesi kaçınılmaz gibi gözükürken, teknolojik gelişmeler yeni bir fırsat ortamının belirdiğini işaret etmeye başladı.

F klavyenin yitip gitmesi kader gibiydi, çünkü bilgisayarın özünde F klavye yok, Türkçe zaten hiç yok.

Bilgisayarları tasarlayıp geliştirenlerin daktiloyla, yazarlıkla ilgileri yoktu dense yeridir. Bu yüzden böylesi bir kavram akıllarına gelmemiştir demek yanlış olmayacaktır. Tek amaçları vardı; daha çok veri en kolay ve rahat nasıl girilir, nasıl işlenip, en hızlı, en iyi ve en kullanışlı şekilde nasıl alınabilir?

Daha ziyade, “Makineye nasıl bir tuş yerleştirilirse, nasıl bir ekipman ilave edilirse bilgisayar uçar, eşsiz sonuçları eşsiz şekilde sunar?” türünden sorulara kafa yorup yanıt aramaktı bütün işleri güçleri mühendislerin. Çünkü dertleri değildi yazı makinesi yapmak. İsteyen istediği şekilde kullanabilirdi nasılsa geliştirilmekte olan cihazı, neden ayrıca kafa yorsunlardı ki!

Bilgisayarı yazı amaçlı görenlerin/kullananların itirazları da, F klavyeyi yitirmemeye, geri getirmeye, yaygınlaştırmaya yönelik çabaları da haklı ve fazlasıyla yerinde. Ancak bilgisayar yazı makinesinden çok daha fazladır ve tasarlayıp geliştirenlerin pek üzerine düşmedikleri konudur yazma faaliyetleri. Ve zaten epeyce sonradan kendiliğinden gelişmeye başlamıştır yazma/yazışma işleri.

Ömürleri daktilo başında geçmiş kişiler açısından F klavyenin göz göre göre yitip gitmesi kabul edilir şey değildir. Değildir de, Türkçe F klavyecilerin kaçı bilgisayarda sistem sorunlarını çözmeye ya da yazılım kurmaya çalışmıştır acaba? DOS’ta işlem yapmak, açılışta sorun çözmek Q klavyede bile büyük meseleyken, her yiğidin harcı olabilir miydi Türkçe klavyeyle bunları yapabilmek? Yazılım ve sistem belalarıyla boğuşurken “Nokta neredeydi, bu batasıca iki nokta üst üste hangi tuşun şiftindeydi, ters bölü hangi cehennemde?” diye paralanıp zıvanadan çıkmadan, saç baş yolmadan, buna rağmen hiçbir şeyi çözemeden uğraşıp durduğumuz günlerin üzerinden çok geçmedi. Dün sayılır… Yakın bir tarihe kadar ender de olsa DOS'ta işlem yapılması gerekirdi. Biz anlamıyorsak anlayan birinden yardım isterdik ama uyumsuz klavye sorunu onlar için de sürer, tuşlardaki yerleri değiştiğinden görünmez hale gelen karakterlerin nerelerde olduğunu anımsayabilmek için kafa patlatırlardı.

Aslında bütün bunların çözümü basitti: İngilizce Q klavye bulundurdun mu elinin altında, dertlenecek şey kalmazdı. F’yi söküp Q’yu takar, işini hallettikten sonra tekrar değiştirirdin klavyeleri. Dizüstü kullanıyorsan yapacağın yine aynıydı. Tabii USB öncesi dönemdeki yeni donanım tanıtmanın ne bela olduğunu bir kenara bırakırsak.

Eğer yazmak senin için çok önemliyse bunlara katlanmak çok gelmezdi ama üç satırlık mesajlardan ibaretse bütün yazma faaliyetlerin, uğraşmak ister miydin? Haliyle kimse de umursamamaya başladı F’yi ve gelindi neredeyse tamamen unutulma aşamasına.     

Türkçe F’cilerin büyük çoğunluğu, bilgisayarı daktilo ağırlıklı kullanan, zırt pırt yeni yazılım kurmayan, kurmadığı için de bunların başa sardığı dertlerle boğuşmakla işi olmayan, akıllı uslu kullanıcılardır dense yeridir sanırım. Bilgisayarlarını aldıkları gibi tutar, hiç değişiklik yapmazlar yargısı abartılı kaçmayacaktır.

Bilgisayarların her şeye, her işe ayarlanıp uyarlanması, istenirse Marsça bile anlayabilecek olması, öz yapılarının Marsça'ya ve Marsça klavyeye uygun olduğu anlamına kesinlikle gelmiyor. Bilgisayarların balinaca, Jüpiterce falan bilir hale getirilebilmeleri, nüvelerinde bunlar olduğu anlamına gelmiyor.

Temelde ‘açık/kapalı’ anlamındaki 0 ve 1 üzerine kuruludur bilgisayarlar. Bildiğimiz elektrik anahtarı yani. Işığı yak söndür, TV’yi aç kapa’yla aynı. Sadece mikro boyutta biz farkında değilken sürekli açılıp kapanan milyarlarca elektrik anahtarı çalışmakta kullandığımız bu makinelerin içinde. Ve zaten ilk bilgisayarlar, takılıp çıkartılan soketlerle veya açma kapama anahtarlarıyla programlanıyorlardı.

Elektronikteki gelişmeleri takiben, önce radyo lambalarının, ardından transistorun, peşi sıra da silikon yongaların geliştirilmesiyle, anahtarlar ve soketlerin yerini, açık kapalı konumlayıcı mikro işlemciler aldı. Başlardaki az sayıdaki silikon aç/kapa anahtarları, yarıiletkenlerdeki teknolojik gelişmelerle çok hızlı katlanarak günümüze kadar geldi. Yanılmıyorsam her yıl dörde katlanıyormuş işlem güçleri.
        
Kısacası, bilgisayarlarımızın içinde milyarlarca elektrik anahtarı var ve saniyede milyarlarca kez açılıp kapanıyorlar. İşlemcileri tanımlayan rakamlar da bu anahtarların hızlarını ve kapasitelerini ifade ediyorlar.

Başlarda bugüne kıyasla çok basit işlemler yapılabiliyordu. Fişler sökülüp takılarak veya elle kontrol edilen anahtarlar açılıp kapatılarak programlanan bilgisayarların işlem güçleri artırıldıkça daha kolay programlanabilmeleri gerekliliği kendisini dayatmaya başladı. Bu yüzden çeşitli programlama dilleri geliştirildi. Örneğin Binary’de 6 rakamı için 0110, 7 için 0111 kümesi girilip işlem yapılırken, Cobol veya Basic gibi programlanma dillerinde doğrudan 6 yazılıyor, bilgisayar bunun karşılığına denk gelen 0-1 kümesini kendi giriyordu. Programcı artık 0-1 kümeleriyle uğraşmıyordu. Zira içinden çıkılmaz hale gelmişti...

Bilgisayarların güç ve kapasiteleri sürekli arttığından, ufuklar ve beklentiler de çoğalıyordu.  Daha karmaşık programlamalar ihtiyaç duyuldukça 0-1 kümeleriyle kodlanan harfler ve sözcüklerle ifade edilen programlar geliştirilmesi zorunlu hale gelmişti. 0-1 kümeleriyle boğuşmak zor olduğundan, daha kullanışlı, akılda kolay tutulabilecek anlamlı sözcüklerle oluşturulan programlar geliştirildi. En basitlerinden biri olan Basic’te örneğin; ‘line’ yazılıp piksel koordinatları girildiğinde çizgi çiziliyor, ‘goto’ yazılıp satır belirtildiğinde o komut satırına atlayarak işlem devam ettiriliyordu.

Ve sonunda program yaptığımızı bilmeden program yaptığımız günümüze geldik. Fareyle tıklıyoruz sadece ve hiç aklımıza gelmiyor bunu yaparak bilgisayarımızı programladığımız, komut girdiğimiz. Ancak FrontPage veya SharePoint gibi WEB tasarım programlarında ‘html’yi göster’i tıkladığımızda ancak görebiliyoruz arka planda neler olduğunu. O da yine yüzeydeki bir kısmını… Çünkü orada karşımıza çıkan tuhaf metnin altında da yine 0-1’ler dünyası yatıyor. Oysa biz SharePoint’i çalıştırmış, seçtiğimiz bir yazı stiliyle yazımızı yazmış, boyunu, kalınlığını, stilini belirlemiş, yerleştirdiğimiz resmin ise ebadını fareyle çekiştirerek ayarlamıştık. Arka planda neler olduğundan habersizdik. Tutup ‘html’yi göster’i seçtiğimizde anlamsız bulduğumuz satırlar dolusu karakterlerle, yani HTML programlama dilinin kodlarıyla karşılaşırız.

Zaten, Mac, Windows, Linux ve ne olursa, sistem değişiklikleri fark etmeksizin bütün bilgisayarlar İnternete bağlanabilsin diye geliştirildi HTML yazılımı. Her türlü bilgisayarın konuşup anlaşabileceği bir ortak dilden başka şey değil HTML code sistemi. Bir sistemin veri CD’sini başka bir sisteme taksan okuyamaz ama aynı bilgisayarlar internete bağlanıp verilerini aslanlar gibi paylaşabilir. Zira tercümanlarının adı HTML’dir…

Elimizden düşürmediğimiz fareyi tıklayıp dururken, yazılımcıların, bizler bilgisayarlarımızı zahmetsizce programlayabilelim diye geliştirdikleri yazılımların keyfini sürdüğümüzü çok az düşünürüz. Aslında çoğunlukla hiç düşünmeyiz…

Pek çok kişinin bilgisayarla ilk tanıştığı ve daha çok oyuncak gibi yaklaşıldığı yıllar önceki o dönemlerde bütün yapılan birkaç komut girmekten ibaretti. Kaset/disket takılır ‘Run’ yazılır, ‘Enter’e basılırdı. Her şey bundan ibaretti, programcılığımız hepi topu bu kadardı. Fare bile yoktu daha ortalarda, her şey klavyedeki tuşlarla halledilirdi.

Oysa uzun yıllardır Exell’le tablolar hazırlıyor, fotoğraflarımızı Photoshop’luyor ama bilgisayarı programladığımızı hiç aklımıza getirmiyoruz. Exell gibi, Photoshop gibi programlar yazıp bizlerin kullanımına sunan yazılımcılar yüzündendir bunu akıl edemeyişimiz.

Epeydir bilgisayarlarımızın, yani kullandığımız yazılımların öğrendiğinin ve kendini geliştirdiğinin, ne kadarımız farkında! Çok değildir sanırım. Özellikle Windows 7’de fazlasıyla göze batar durumda bu öğrenme yeteneği. Kullanışımıza ve alışkanlıklarımıza göre ayarlıyor kendisini Windows 7.

Öğrenme kavramıyla ilk kez Atari 520’de karşılaşmıştım. Bilgisayarla birlikte verilen birkaç yazılımdan biriydi Exell benzeri bir program. Yazılımcılar 360 kilobaytlık disketin neresine sığdırabilmişlerdi onca yeteneği anlamak kolay değil. Örneğin, hazırladığınız tabloda ilk hücreye ‘a1’, altındakine ‘a2’ yazdığınızda bir altındakine otomatik olarak ‘a3’ü yerleştiriyordu program. Şaşırmamak elde değildi. Atari’de 3D çizim programı bile vardı. Akıl alır gibi değil ama 3 boyutlu çizim yazılımını 360’lık diskete sığdırmıştı bir yerlerdeki büyücüler. Öyle tırışkadan da değildi, basbayağı 3D çizim yapabiliyordun. Uçak falan ha… Tabii sabrın varsa…  

Şimdi ise tıklıyor, ne bilgisayarı programladığımızı düşünüyor, ne bilgisayarımızın öğrendiğini aklımıza getiriyor, ne de arka planda çalışan yüzlerce, binlerce 0-1 kümelerinin farkında oluyoruz. Boyuna tıklayıp duruyoruz. Tıkla gitsin, dokun açılsın… Keyifler keka… Fareler elimizde, biz gideriz ormana, yani İnternete, hey...

Bir keresinde gittiğim triko atölyesinde gördüğüm delikli kartlı dokuma makinesinin, bana bilgiçlik taslama fırsatı verdiğini düşünüp “Aaa bu kartları bilgisayar sistemlerinden almış,  dokuma makinesine uyarlamışlar” diye başladığımda “Hayır, tam tersi… Delikli kart sistemi ilk kez kumaş dokuma makinelerinde kullanıldı. Bilgisayarcılar bilgi saklama ihtiyacıyla alıp kendilerine uyarladılar bu fikri” kısa açıklamasıyla ayaküstü dersimi vermişlerdi.

Kartlardaki delikler bilgisayardaki açık/kapalı konumları, yani 0-1’leri belirtiyordu. Bilgisayar bir kez programlandığında bu işlemler kart delme sistemiyle yeni destelere aktarılıyordu. Aynı program daha sonra kullanılacağı zaman da onun kart destesi makineye yerleştiriliyor ve bilgisayar çalıştırılıyordu. Böylece her seferinde komutları tekrar tekrar girmekten kurtuluyordu programcılar. Aynı sistem veri saklamak için de kullanılıyordu. Örneğin bilgisayara nüfus sayımı sonuçları girilmişse, bilgiler delikli kartlara aktarılıyor, gerektiğinde de kart destesi makineye yerleştirilerek okunuyordu.

Delikli kart sistemi otomatik piyanolara ve yanılmıyorsam laternalara uyarlanarak müzikte de kullanılmış. Duymadığımız başka alanlar da vardır muhakkak, özellikle de sanayide epey yaralanılmıştır bu otomatikleştirme sisteminden.

Delikli kartlı bilgisayarları ilk kez ilkokul yıllarında görmüştüm sanırım. Belki de ortaokula başlamıştık, emin değilim… Kısacası 60’ların ortasıydı… Arka sokaktaki Kızılay binasının bahçesine atılmış orta boy bir çalışma masası boyutunda, içleri elektrik röleleri ve radyo lambalarıyla dolu hurdaya çıkartılmış IBM’lerdi gördüklerimiz. Ne ekran söz konusuydu ne de klavye falan, metal sandıklardı… Yerlerde birkaç delikli kart gördüğümüzü de hatırlıyorum. Bilgisayar olduklarını birilerinden öğrenmiştik.

Delikli kartlardan önce bilgi saklamak söz konusu değildi. Ancak bilgisayarın hesapladığı sonuçlar alınıp not edilebilirdi. Delikli kartları büyük bantlı manyetik kayıt ortamları, onları disketler ve sabitdiskler izledi. Bir ara gazetede görmüştüm, ilk sabitdisk 60’ların ortasında IBM tarafından üretilmiş ve tam bir ton ağırlığındaymış. Fotoğrafı vardı, vinçle yükleniyordu uçağa…  

Neyse, bireysel kullanıcılar bu aşamalara tanık olmadılar. Bizler ancak kasetlerin ve disketlerin işin içine sokulmasıyla tanışabildik bilgisayarlarla. Sabitdisk, CD derken sayısız kayıt ortamlı günümüze geldik ve cihazlarımızda sadece verilerimizi saklayacağımız, kullanacağımız yazılımları ise, internetteyken bağlandığımız belli merkezler üzerinden çalıştıracağımız cep bilgisayarı dönemine girdik artık. Evet, bundan sonra taşıdığımız cihazlarda, hatta sabitlerde de, gelişkin büyük yazılımlar olmayacak. Yüklü olanların da farkına varamayacağız. Çünkü satın aldığımız aletle birlikte gelen yazılımları bilgisayarlardaki gibi kurup hazırlamamız istenmeyecek, beklenmeyecek. En çoğu satın aldıktan sonra fişini prize veya pilini yerine takacağız, düğmesine basıp açacağız. Kişisel bilgilerimizi ve beklentilerimizi gireceğimiz tanıtma işlemlerinden sonra kullanmaya başlayacağız. Zaten çoktan başladık… Hepsi bu.

Örnek vermek gerekirse, Google’ın Documents’de, Windows’un Live’da sunduğu uygulamalar, görünürdeki belli başlıları.

Ben de üç dört ay önce keşfettim Google’ın Documents’ini. Böylece yazılarımdaki tercih ve seçimlerimi, Blog sayfasına aktaramama sorunum ortadan kalktı. Yazımı Share sayfasındaki New Documents’e yapıştırdıktan sonra ‘Edit HTML’yi seçiyor, açılan penceredeki HTML kodlarını kopyalayıp Blog sayfasında ‘Yeni Girdi’ penceresinde HTML tercihli pencereye yapıştırıyorum. Karışık gözükse de değil. Daha önemlisi, koca yazıyı gözden geçirip ‘Kalın’ ‘İtalik’ gibi tercihleri tek tek düzeltmekten çok daha kolay olduğu ortada. Belki de çok basit yolları vardır yaptığım bu yığınla işlemin ama kimseye soramayınca başımın çaresine bakıyordum işte. Buna rağmen, Microsoft’la Google arasındaki uyumsuzluk kıllığı söz konusuyken müthiş bir kolaylıktı benim için. Gerçi bekletiyor ama katlanmaktan şikayetçi değildim.

“Ülkelerin uygulamaları beni ilgilendirmez” hallerindeki inbe Gates’in sitelerinde geçenlerde karşılaştıklarıma isyan edip büyük bir karalılıkla Apple’lara geçiş yapmaya hazırlanırken, önce Chrome’u kurayım dedim. Şimdiye kadar neden akıl edemedim diye hayıflanıp durdum sonra da. Metindeki Kalın italik gibi seçimleri görüyor Chrome ama paragraf boşluklarını yine yok sayıyor. Dert etmiyorum, birkaç saniyede Enter’le hallediliyor. Karakter tercihlerini tek tek bulup değiştirmek epeyce zordu.

Ne yapayım, elimde değil, yazının aslına uygun görüntüsünü sağlayamazsam rahat edemiyorum işte. Neyse, Chrome’dan sonra rahatladım.

Gelişmelerin bugünküne göre çok yavaş gerçekleştiği, epeyce sınırlı alanlarda kullanıldığı bilgisayarın ilk dönemlerinde o kadar da önemsenmiyordu klavyeler aslında. Hatta yıllarca Türkçe klavye bile yoktu ortalıkta. Ancak uyarlanarak hazırlanıyordu Türkçe F klavyeler. Yani yolun taşları yavaş yavaş döşenirken Türkçe ortalarda gözükmüyordu. Ya da birtakım gelişmeler vardı da, belli yerler dışındaki biz sıradan kullanıcılar farkında değildik. Özellikle yayıncılık çevrelerinde en başta zorunlu olarak Türkçe F girmişti sanırım. O sevimli Macintosh’ların egemenliği bu yüzdendi.

Çok sonraları girdi sıradan kullanıcıların yaşamlarına Türkçe F klavye. Girdi girmesine de, bilgisayarın nüvesinde olmadığından ufak tefek sorunlarla varlığını sürdürdü hep Türkçe. Benzer durum bugün telefonlarda yaşanıyor ve karaktersizlik, edepli deyimle, karakter dertleri sürüyor. Yanlış bilmiyorsam, yazılan bir SMS’de noktasız karakterler tek karakter olarak ücretlendirilirken, noktalı Türkçe karakterler birden fazla karakter olarak fiyatlandırılıyor. Çünkü doğrudan yazılımla değil, sonradan yama yazılımla kodlandıklarından, birden fazla karakterle gösterilerek çözülmüş Türkçe karakter sorunu.

Atıyorum; örneğin, ‘ş’ ye karşılık olarak ‘s+#’ kodlanmış. ‘ş’ yazan aslında ‘s+#’ yazıyor ama bunu görmüyor ve bir karakter tuşlamasına rağmen iki karakter parası ödüyor. Yani çakma Türkçe… Bedeli de birden fazla karakter parası. Çözüm aranıyordu, bilmiyorum ne oldu…

Özetlersek; İngilizce karakterler cihazda kullanılan yazılımla kodlanmıştı. Sonradan eklenen bizim noktalı karakterlerimiz ise doğrudan yazılımla kodlanmıyor, yamayla yazılıma ekleniyor. Yani, zaten tanımlanmış karakterlerden birkaçı gruplandırılarak kodlanmış oluyor. Kısacası, 0-1 grubuyla kodlanmış birden fazla karakterin 0-1 grupları bir araya getiriliyor bu tür ilave çözümlerde. Atıyorum, s=01001, ş=01001+10110 gibi…

Yanisi şu ki, telefonlar Türkçeleşmedi, ilave yazılımlarla Türkçe kullanımları sağlandı.

İlk kez Türkçe bir şeylerle, dahası, en başta çok daha fazlası zannettiğim ‘Türkçe DOS’la karşılaşmam 80’lerin ortasındaydı. Bilgisayar fuarında Karel standında görünce havalara zıplamıştım; Türkçe programları, en önemlisi de Türkçe Kelime İşlem yazılımı vardı, ilk fırsatta satın aldım bilgisayarı. Gençten çocuklar hazırlamıştı Türkçe DOS’u. Aslında bilgisayardan çakmayan benim gibi biri için pek bir anlamı yoktu DOS’un dilinin nece olduğu ve zaten uyarlanmış bu DOS’un Türkçe olduğu da pek söylenemezdi. Epeycesi Türkçelerle değiştirilmişse de belli başlı komutların yine İngilizcelerini kullanmak gerekiyordu. Zaten anlamıyorum DOS’tan falan, bir de devreye panik ataklar girince, telefonla yardım istediğim o yazılımcı çocuklar saç baş yolmaya başlıyorlardı. Açıkça bir şey demiyorlardı fakat zıvanadan çıktıkları belliydi. Ben de söyleyemiyordum, o esnada adımı sorsalar bilemeyeceğimi. Neyse…

Özetle, Türkçe çözümler hep yüzeysel olmak zorunda. Silikon yongaları, cihazları ve yazılımları biz geliştirmediğimiz sürece de hep öyle olacak.

Ama artık ve aslında yeniden önemli bir fırsat belirmiş durumda Türkçe F klavye için.

Çünkü bilgisayarlar, özelikle de taşınabilir cihazlar, nihayet düğmesine bas aç ve kullan aşamasına getirilebildiler. F klavyenin tekrar yerleştirilebileceğinin ilk nedeni, cihazların aç kullan aşamasına hemen hemen getirilebilmiş olması: Özellikle Windows 7, artık kullanıcıların bir takım sistem işlemleri yapmayacağını gösterir durumda ve DOS'a dair veya ilişkili sistem işlemlerinin geçmişte kaldığını, o dönemin çoktan kapandığını kesin şekilde işaret ediyor. Yani, kullanıcıya göre ayarlanmış yüzeyinde ne varsa onunla yapılıyor bütün işlemler, altta yatan Sistem işlemleriyle hiç işi olmuyor artık kullanıcıların. Tak kullan, bas çalıştır düzeyine ulaşmış bilgisayarlar için artık nece konuştuğunun hiç ama hiç önemi kalmamış demektir.

İkinci fırsatı ise, dokunmatik/sanal klavye uygulamaları getiriyor. Bu da demektir ki, bariz biçimde kullanım/yazım üstünlükleri olan Türkçe F klavye kaybolmaktan kurtarılabilir ve yeniden yerleştirilebilir.

Okullarda bilgisayarlaşma aşamasının çok başında olunması da diğer önemli bir fırsat.

Bütün bunlar, F klavyenin yerleşmesini sağlayabilir ama bu fırsatlara rağmen tutunma şansının düşük olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü teknolojik gelişmelerin yeni ürünleri sürekli yaşama girecek ve kimse de “Bunun F klavyesi yok mu, çıkana kadar bekleyeyim” demeyecek, alıp kullanacaktır. Teknolojiyi geliştiren olsaydık dediğimiz olurdu, ama değiliz…

Ya da üreticileri etkileyecek pazar gücün yoksa senin için tasarlanmayanlarla idare etmekten kurtulamıyorsun.

Her şeye rağmen denenmelidir F klavyeyi yerleştirmek. Zira yıllardan beri daktilo şampiyonluklarını Dünyada kimseye kaptırmayışımızı sağlayan müthiş bir harf dizilimi söz konusu… Yıllar önce üzerinde çalışılarak Türkçeye en uygun tuş dağılımı yapılandırılmış. Bu üstünlük elimizin tersiyle kenara itemeyeceğimiz kadar önemli bir ayrıcalıktır. Hem de çok…

Hafızam beni yanıltmıyorsa ‘Şampiyon Daktilo’ydu. İstiklal Caddesindeki bir arkadaşın çalıştığı yere gidip gelirken o sesi ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. İşhanının o katında acayip bir şarıltı duyuluyordu. Anormal hızlı bir yağmurun sac çatılı bir kulübede çıkarttığı ses gibiydi duyduğum. Sormuştum hemen… Dünya şampiyonu daktilocularmış. Küçücük büroda 3-4 daktilocu birden yazdığı için çıkıyormuş meğer o şaşırtıcı ses. İkinci şaşkınlığı kullandıkları IBM daktiloları görünce yaşamıştım. Bildiklerimize benzemiyorlardı… Tuşlara basıldığında kalkıp vuran kollar yerine, bütün karakterlerin üzerine işlendiği yaklaşık 5 cm çapında metal bir küre vardı. Aslında tam küre de değildi, yassılaştırılmış bir top demek daha doğru. Tuşlara basıldıkça bu küre kafa sağa sola dönüyor, eğiliyor kalkıyor, ileri geri gidiyor, sabit duran şaryodaki kağıda vuruş yapıp duruyordu. Tek hareketli parça, dönüp duran, gidip gelen bu yassı küre kafaydı. Bildiğimiz klasik daktilolardaki gibi bir şaryo yoktu.

O kadar hızlıydılar ki daktilocular, sistemin nasıl çalıştığını görebilmemiz için yavaşça göstermeleri gerekmişti. Ve zaten bildiğimiz klasik daktilolarla o hızlara ulaşmaları mümkün değildi. Duyulan sese mi şaşayım, gördüğüm daktilolara mı, bilememiştim? Böyle daktiloların varlığından bile haberim yoktu. Galiba günümüzün nokta vuruşlu yazıcılarının atalarıydı o elektrikli daktilolar. Büyük ihtimalle bu yazma sistemi bilgisayarlar için geliştirilmiş, aynı zamanda daktiloya uyarlanıp piyasaya sunulmuştu.

Belleğimde öyle yer etmiş ki, o daktilocuların yazma hızına, nokta vuruşlu bilgisayar yazıcıları kesinlikle erişemez gibime geliyor. Bana kalsa hemen sorarım nokta vuruşlu yazıcılı o bilgisayarlara: “Dakikada kaç vuruşun var? Vuruşun kadar konuş.”

Bir diğer fırsat da, geleceğin bilgisayarlarının kullanıcı tercihine uygun ayarlanabilecek ışıklı klavyeli olacağı ihtimalidir. Her dilin ve ülkenin tercihine göre klavye üretme dönemi sona erecek, stilleri farklı farklı olsa da sadece tek tür klavye üretilecek, satın alındığında tercihe uygun şekilde ışıklandırılarak çalışır hale getirilecekler. Tıpkı, hiçbir fiziksel değişiklik yapmaksızın cihazlarımızın çalışma dilini seçtiğimizdeki gibi... 

Kullanıcıların telefon benzeri küçük taşınabilir cihazları daha çok tercih edeceği ve sık değiştireceği göz önüne alındığında, Türkçe F klavyenin şansı az gözükse de, yerleştirilmesi denenmelidir. Zira yazım kolaylıkları ve üstünlükleri çok ama çok fazla. En azından farklı eğitim çözümleri üretilebilir F’nin kaybolup gitmemesi için.

Mac’ler çok daha önce Türkçe klavyeyle çıkmışlardı kaşımıza yanılmıyorsam. Aslında o sevimli Macintosh’ları gördüğüm günden beri aşığım Mac’lere. Param yetmediği için, benziyor diye gidip Atari 520 almıştım ve o gün kararımı vermiştim kısıtlı/sınırlı bölgede kalmanın yanlışlığına.

Mac’lerin Windows’tan farklı sistemi olduğu gibi Atari’nin de farklı bir sistemi vardı: TOS’tu galiba Atari’nin sistemi. Karıştırıyor muyum yoksa, Karel'in Türkçe DOS'unun adı mıydı TOS. Her neyse, Atari’nin sistemini diğerleri hiç tanımıyordu, oysa Karel’in Türkçe DOS’unu ve yazılımlarını, birtakım bozukluklarla da olsa DOS kullanan makineler tanıyor, dosyalarını açabiliyordu.
                                                                                 
Aslında hepsi aynı floppy disketleri kullanıyorlardı ama birbirlerinin dilinden anlamıyorlardı. Kararımı çoktan vermiştim vermesine de, Atari’nin ardından Türkçe DOS’un cazibesine kapılarak tutup Karel gibi arada derede kalakalmış bir bilgisayar satın almıştım.

Özellikle Atari tamamen başka dünyaların sistemiydi, tam bir Andromedalıydı. Atari’nin disketini Windows ya da Karel’e taktığımda zorlukla da olsa acayip, saçma sapan, hiçbir işe yaramayan karakterler beliriyordu ekranda. Karel’in ise dosyalarını tanıyordu Windows ve Word’de açabiliyordu onun yazı dosyalarını, fakat tanımlanamayan karakterlerle de dolu oluyordu karşıma çıkan metin. Kırk saat uğraşıp sözcüklerin aslını bulmak, düzeltmek gerekiyordu. Kısacası, Mac’e aşık olup satın alamayınca saptığım yollarda birden fazla kez kısıtlı alana girmiştim.

Hele de bir ara iyice tuhaflaşmıştı durum: Evde duran Karel’in klavyesi Türkçe F’ydi. Atölyeye de bir bilgisayar alayım dedim, birlikte gelen klavye Türkçe Q’ydu ve fırsat bulamadığımdan yazı çiziyle fazla işim olmuyor diye öylece kullanmaya devam etmiştim. Yürümüyordu tabii, sonunda Karel’den kurtuldum.

O günlerden sonra kısıtlı/sınırlı bilgisayar satın almamaya yemin ettim desem yeridir. Sonrasında hep Windows ve Q kullandım.
Apple her zaman muhteşem oldu, hep imrenerek seyrettim ürettiklerini ama hep uzak durdum. Apple’ın en büyük dezavantajı, okyanus ortasındaki ada gibi kaldığı kısıtlı alanındaki her şeyi kendisinin geliştirmek zorunda kalmasıydı. Oysa Windows bölgesinde sayısız üretici büyük bir rekabet içinde sürekli ürün geliştiriyordu. Bütün bu yalnızlığına ve yetersiz desteğe rağmen bugünleri görmesi ve sürekli müthiş ürünlerle tanışmamızı sağlaması, Apple’ın çok ama çok büyük alkışları hak ettiğinin kanıtından başka şey değildir. Apple’inki, öyle böyle değil, müthiş bir başarı öyküsüdür. Ve eşsizdir…

Sonsuz bir yazılım ve donanım desteğine sahip Windows’un karşısında müthiş ve eşsiz bir başarı öyküsü gerçekleştirdiklerine yürekten inanmama, ta Macintosh'lardan beri imrenerek bakmama rağmen, ıssız bir ada gibi gördüğümden o kısıtlı Apple bölgesine girmekten hep kaçındım.

İnbe Gates’in sitelerinden şutlandıktan sonra geçiş yapmak amacıyla Appel’ları incelerken gözüme kestirdiğim bir 27” vardı hele. Müthiş çekici, insanı öyle çarpıyor ki… Buna rağmen ürkerek bakıyorum o güzelliğe.

Gidip bakkaldan bile parça alarak bilgisayara takıp kullanmanın rahatlığından, her tarafın tıka basa dolu olduğu Windows yazılımları bolluğundan kopmak kolay değil. Aslında çoğunu da kullanmıyoruz ya. Heves edip alıyor, getirdikleri yükle kalıyoruz.

“Ülkelerin uygulamalarına karışmam” hallerindeki inbe Gates’i eskisinden daha çok sıvayarak kös kös Windows kullanmaya devam edeceğim sanırım.

Bir konuya açıklık getirmeliyim; Apple’la ilgili düşüncelerim yeni değil, bu bölümü de aylar önce yazmıştım. İnbe Gates’in sitelerinden şutlanmanın kızgınlığıyla değil, yıllardan beri hep savunduğum, dillendirdiğim şeyler bunlar. Sadece inbe Gates’i sıvamayla ilgili kısımları son günlerde eklenmiştir.

Aslında hep önemli meselelerimden olmuştur klavyeler. Olmaya da devam ediyor… Bu yüzden zırt pırt klavye satın alır, yenilerini arayıp dururum.

Toshiba dizüstünde karşılaştığım CapsLook tuşu üzerindeki ışık müthiş kullanışlıydı. Neden diğer markalar klavyelerine bu zekice özelliği eklemezler anlamıyorum. Yazarken monitöre değil klavyeye bakmak gibi garip bir alışkanlık edinmiş olduğumdan, çoğunlukla çok geç fark ediyorum büyük harfin kapalı veya açık olduğunu. Epeyce yazdıktan sonra yanlışlığın farkına varabiliyor, silip hepsini yeniden yazmak zorunda kalıyorum. Toshiba’da istesem de bu yanlışlığı yapamıyordum.

Beğendiğim, aynı zamanda illet olduğum Frisby'nin ışıklı klavyesinde hep boğuşuyorum Caps look tuşuyla. Çoğunlukla unutup uzunca bir satırı silmek zorunda kalıyorum. Bu Frisby'yi tasarlayanı bilmem ki ne yapmalı: “Be akıllım, bu güzelim şeyi tasarladın, koskoca klavyede ışık düğmesini koyacak bit kadar bir yer mi bulamadın ki gidip ışığı Scrool Look tuşuna ekledin? Aklın başında mıydı, yoksa haplanmış falan mıydın? Bununla da yetinmeyip üç adet led koyacak yer bulamadın mı koskoca klavyede de, ne açıktır ne değildir sadece monitörden görülmek zorunda. Caps Look, Num look, Scrool Look ışıkları bir kıyısında olsaydı emin ol tipi bozulmazdı klavyenin.” Oh be rahatladım…

Arayışlarım hep sürdüğünden tuttum Labtec marka ışıklı klavye aldım. Bu kadar beter bir şey görmedim. Öyle güçlü ışığı var ki, kenarlardan gelen aşırı ışık yüzünden tuşların üzerindeki yazılar görülemiyor. Ayarı da yok, kısamıyorsun, itfaiye lambası gibi yanıp duruyor. Kapatılamıyor da… Cart bir turuncu ışık pavyon gibi yanıp duruyor. Loş ortamda katlanmak mümkün değil. Bunu ışıklı klavye diye üretenin aklına bilmem ne demeli.

Sözün özü, artık siyah klavyeleri eskisi kadar rahat seçemez oldum. “İhtiyarluk kepazeluktur” diyen o hemşerim ne kadar haklıymış. Bu şakasıydı, asıl sebep, benim kuşbeyinli Tutsak yüzünden geceleri salonda karartma uygulayışımdan kaynaklanıyor. Beyaz klavyeler hafif ışıkta, örneğin monitörün ışığında bile rahatça seçilebilirken, siyahların kullanımı zor. Işıklı klavye peşinde gezip durmam bu yüzden işte.

Aylardır gözüm yollarda Logitech'in Illimunati ışıklı klavyesinin Türkçesinin gelmesini bekliyorum. Sanırım aşık olacağım klavye o ama Türkçesini üretmeye niyetleri yok gibi gözüküyor. Çok hızlı karar verme durumundaki oyun meraklıları için tasarlandığından, kullanıcılarının, yani potansiyel müşterilerinin Türkçe karakterlerle de pek işleri olmadığından, aylardır sadece İngilizcesi var piyasada. Beklemeye devam, gelirse alacağız, göreceğiz bakalım umduğumuz kadar iyi mi değil mi!

Gelelim sadede. Bunca laf kalabalığını yapmaktaki amacım bilgiçlik taslamak değil. Zaten bunu yapabilecek birikime de sahip değilim. Anlatmaya çabalarken hata yapıp karıştırmışsam da hiç şaşırmam. Yapmaya çalıştığım, kabaca da olsa bilgisayarlar hakkında bir fikir verebilmek, ansiklopedik bilgi aktarmak değil. Bunu yapabilecek fazlasıyla insan var zaten ve yapıyorlar da.


Kısacası, F klavyeden uzaklaşmak sebepsiz ve laf olsun diye değildi. Dahası, aynı nedenler yerini korumaktadır.
Bütün bu kafa şişirmelerden sonra diyorum ki, konunun özüne bakmaksızın “F klavyemi istiyorum” kampanyaları düzenlemekten yarar ummak nafiledir.

Eyüp Şeker
20 Şubat  / 16 Kasım 2010