GELDİ GELDİ FİKRİM GELDİ


Tayyare mevzularına girince askerlik anılarımın depreşmemesi mümkün değildi.

Amerikalı Muhsin konusuna dalmadan önce bizim bölüğü anlatmasam tadı tuzu olmayacak.

Selimiye’deki 1. Ordu Komutanlığı Karargah Bölüğü’nden söz ediyorum. Mevcut 600 kişi; yarısından fazlası şoför, teknisyen, kalanın büyük kısmı yazıcı, geriye kalan birkaçı da kantinci, posta falandı.

Yazıcıların büyük bölümü okumak için yurtdışına gidip dikiş tutturamayarak dönenlerdendi. Çoğunluk İngiltere kazazedesiydi, Muhsin ise Amerika… Muhsin’in Amerikalılığı da buradan geliyordu. 
Okuyamayınca kalmanın yolunu bulmak yerine kös kös geri dönmüştü bizimkisi… Aslında her birinin hikayesi birbirinden çarpıcıydı ya… Neyse, oraya hiç dalmayalım…

Yanlış hatırlamıyorsam tek lise terk olarak eğitimi en düşük yazıcı da bendim ve de bu yüzden diğer yazıcılar gibi çavuş da olamamıştım. Eğitimsizliğin gözü kör olsun yani.

Bilgisayar klavyesine pata küte girişmekten bir türlü kurtulamayışım, o günlerde büyük şaryolu daktilolarda çok kopyalı raporlar yazıp durmanın yerleştirdiği alışkanlık yüzündendir.

Nöbetlerden Muhafız bölüğü sorumluydu. Gündüz törenlerde canları çıkan, gece gündüz nöbetlerde imanları gevreyen sıkı disiplin altındaki Muhafız Bölüğündekiler uyuz olurdu bize. İzinli olmadığımızda bir yolunu bulup araziye uymuşsak dönüşte kapıdan pencereden girmemize izin vermez, kıllık üzerine kıllık yapar, yalvartır dururlardı.

Harem sırtına kartal yuvası gibi yerleşmiş tarihi Kışlanın, özellikle de Bina dışındaki garajın manzarası muhteşem ve eşsizdir. Marmara’dan başlayıp Boğaz’a uzanan panorama her an ve her şartta başka güzeldir güzel olmasına da, bizler üzerindeki tek etkisi “Bak bak kudur…”dan ibaretti.

Hemen aşağıda araba vapuru, sonra iki adım ötede tren, hop evdesin…

Sarayburnu, Eminönü, Haliç, Karaköy, Galata, Tophane, Dolmabahçe, bütün eşsiz siluet elini uzatsan tutacakmışsın gibiyken kudurmayacaktık da ne yapacaktık!

Ben 77-78 yıllarında oradaydım. Önceki dönemlerde yaşanmış efsaneleşmiş bir olay anlatılırdı; nöbetçi başçavuş pazar günü ortalıkta kimseyi göremedikçe “Bunca asker nereye kaybolur?” diye diye zıvanadan çıkmış. Yemekhanede oturan birkaç garibanı görünce “Siz niye kaçmadınız ulan, gitsenize, ne oturuyorsunuz burada…” diye pata küte girişmiş.

Ne yapsın izinsizler, kendisini Harem’e bakan yamaçtan aşağı bırakan, bulduğu pencereden kapıdan dışarı sızan, araziye uyup uçmuş gitmiş.

Aslında izinli değilsek hafta sonları gerçekten hiç çekilmezdi. İşsiz güçsüz pineklerken geçmek bilmezdi saatler. O hafta iznin yoktur, kafadar kimse de kalmamıştır, ya evci ya da çarşı iznine çıkmışlardır. Tek yapabildiğin kös kös oturmak, geçer mi saatler! En çoğu radyo dinleyebilirdik, walkman’lerin yaşamımıza girmesine bile daha bir iki yıl vardı.

Karargah bölüğünde nöbet falan yoktu. Özellikle yazıcıların görevi, komutanların mesaisi ile başlar ve biterdi. Tam bir 9‘dan 5’e durumu yani… Ondan sonrası ‘Yat Saati’ne kadar can sıkıntısıyla pineklemekten ibaretti. Tek kanallı siyah beyaz TV’de seyirlik bir şey yoksa Kışla’nın ücra köşelerindeki şubelerine atardı kapağı yazıcılar. Zaten yemekten sonra herkes bir yerlere kaybolur, ortalıkta pek kimse kalmazdı. Kimse de nereye kayboluyorlar diye meraklanmazdı. Bilinirdi yani…

Bir ara askerlikle ilgisiz görüntümüz bir yerlerde rahatsızlık yaratmış olmalı ki eğitime çıkmamız emredilmişti. Şubelerdeki yazıcılar dönüşümlü olarak her gün ‘Sağa dön, uygun adım, Tüfek omuza’ yapmaya başlamıştık ama işlerin aksadığını gören şube komutanlarının “Bunlarınki de eksik kalsın…” içerikli şiddetli itirazları üzerine hemen vazgeçilmişti bu anlamsız uygulamadan.

Çoğunlukla bir yerlere gidip gelen, kışladayken garajda tamirle, bakımla, temizlikle falan uğraşan şoförler, Kışladaysalar her an görev emri gelebilecek şekilde beklediklerinden hazır kıta gibiydiler, onlara ‘Rap rap’ yaptırılmaya kalkılmamıştı. Zaten hangi birini bulup da yaptıracaksın… Bilmiyorum, belki de Kışla Binası dışındaki garajda yapıyorlardı da biz görmüyorduk.

Aslında yazıhanelerde çay demlemek yasaktı ama kantinlere uzak ücra köşede kaldığımızdan erinden albayına herkes mesai boyunca çaya hasret durumdaydı.

Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne bakan kulenin orta katındaydı bizim Şube. Kantin ise Salacak’a bakan taraftaydı. Alınan çaylar kahveler gelinceye kadar buz gibi olduğundan çay falan içilmezdi şubede. Üç er, üç başçavuş ve bir albaydan ibaret şube mevcudumuz çay diye yanıp tutuştuğundan, elektrik ocağıyla çaydanlığın masalardan birinin arkasındaki zulaya yerleştirilmesi hiç mesele olmamış, dikkat edin göstermeyin kimseye uyarısıyla “Yapın bari…” iznini canı gönülden vermişti albayımız.

Çaydanlığı geceleyin boş bırakmayı kendimize yakıştıramayacağımızdan, akşam yemeği sonrası dört beş kafadar yazıhaneye gider çayı demler, gırgır şamata kağıt oynardık. Birlikte çalıştığımız diğer iki arkadaştan, sex shop’ların parayla açılan camlarını açık tutmak için aşırı gayret göstermek yüzünden bütün parasını tükettiği için aç bile kalmış İngiltere kazazedesi katılmazdı bizim bu çay iskambil partilerine. Hollanda’da çalışan Afyon’lu gurbetçi daha kafa dengiydi, onunla tezgahlardık bu gırgır şamata partilerini.

Bir keresinde nöbetçi astsubay baskın yapmıştı. Ortalıkta içki ve kumar belirtisi bir şey göremeyince hiç ses etmeden gitmişti. Böylesi ufak tefek hergeleliklere göz yumuluyordu yani.

İskambil oynardık oynamasına da, bizim oyun, Amerikalı Muhsin’in sık sık “Geldi geldi…” diye bağırıp sandalyesinde iyice ileri kayarak nahiyesini gaz salımına uygun duruma getirmenin ardından yaktığı çakmağını gaz çıkış noktasına tutarken koyverdiği bol kokuluyu tutuşturmasıyla bölünürdü. Bir iki saniye içinde olup biten bütün bu pozisyon almalar ve zooort’u izleyen alevli puuufff gösterisi her seferinde müthiş güldürürdü bizi.

“Yine mi… Öööfff yaa… Tüp gaz dolum tesisi açsana… Pantolonun bir tutuşursa kaybedeceksin o durmak bilmeyen dötü…” nevinden lafları yiyen Muhsin, “Döt dediğin ötmeli, ötmeyen dö…” diye başlayan veciz sözle koyardı noktayı ve kahkahalar arasında oyuna dönerdik.

Allahtan Muhsin’le aynı yerde değildik, bilmiyorum ne yapıyordu çalıştığı şubedekiler. Komutanların yanında kaykılıp tutuşturamayacağına göre sesli zooort’larının bol kokulu olması kaçınılmazdı. Hiç olmazsa bizim yanımızdayken tutuşturup kokuyu ortadan kaldırıyordu. Kendi yazıhanesindekilere eyvah ki ne eyvah yani… Ya da “Geldi geldi…” diyemeden dışarı koşup koyverdikten sonra rahatlamış vaziyette dönüyordu geriye.

Girişimci zekaya sahip değilmişim ki, o günlerde akıl edememişim uçup havaya giden bu gazları değerlendirebilecek yatırımlar yapmayı. Şimdi düşünüyorum da, uygun köşe başlarına bu gazları almaya müsait vanalı toplama istasyonları kurabilir. “Geldi geldi…” bağırtısıyla koşturan herkes, emmeye uygun otomatik vanalı çanağa dayar nahiyesini, basar gazını, alır ödemesini, gider yoluna.

Ücretlendirme işi dert değil; gazı basarken kredi kartını çıkartıp yandaki hazneye sokar ve de derhal kartına yükleniverir bastığı gazın parası. Böylecene ozon deliğine tahripkar etki yapmak yerine, insanlığa enerji olarak döner uçup gidecek osurukları.

Nasıl fikir ama, müthiş di mi!

Fikrim geldi mi iyi gelir yani…

Birkaç yıldır düzenlenen ‘Buluş Şenliği’nin ilkine ben de katılmıştım. NASA’nın gelenekselleştirdiği şenliğinin burada da yapılacağını medyadan duyar duymaz katılmaya karar vermiştim. Amatörler ve Okullar olmak üzere iki kategoride düzenlenen yarışma/şenlik, verilen bir probleme çözüm getirmek üzerine kuruluydu.

Katıldığım yıldaki problem, bir bowling topunu yaklaşık 2 metre yükseklikten, altında bir adet yumurta bulunan 4 adet yay üzerinde duran tepsinin içine indirmekti.

Kronometre tutulacak, yumurtayı kırmadan en kısa sürede topu tepsiye indirenler dereceye girecekti.

Katılan herkes gibi ben de topu yavaşlatmanın yollarını bulmaya kafa patlatıp durmuştum. Hele de benim tasarladığım düzenek tam bir aalemdi. Kule inşaat vinci gibi bir şeydi. Yuvarlanan topu yavaşça yere indiren devasa kolu üzerine öyle hesaplar yapmış, öyle detaylara kafa patlatmıştım ki, daha doğru düzgün çalıştırmayı bile başaramadan gösteriye çıkmak zorunda kalmıştım.  Karşılaştığım sorunlara ürettiğim çözümler yeni sorunlar getirmekten başka işe yaramıyor, sürekli karmaşıklaşıp duruyordu…

Üzerinde birkaç yıl daha çalışabilseydim eminim işler hale getirebilecektim… Noksanlık bende değildi, süre kıttı yani… Di mi ama…

İnen kolu yavaşlatmak için kademeli lastikler, belli aşamalarda kopan tutucular, ucun yere değmesiyle yavaşça uygun eğime gelen ağız… Bütün bu aşamalardan sonra top, tepsiye yumuşacık inecekti. Düzgün çalışsa en küçük basınç yapmayacaktı inen top, tabii çalışırsa… Bir de tam ölme eşeğim ölme kıvamındaydı benimkisinin çalışma hızı. Haniyse çalıştırdıktan sonra gidip bir sigara içip gelebilirdim.

Tasarlanan düzenekler birbirinden ilginçti ama hep benzer mantıkla çalışıyordu. Herkes topu yavaşlatmaya çalışmıştı çeşitli yöntemlerle.

Amatörler ve Okullar düzeneklerini sergilemiş, yarışma sona ermişti.

Şenliği Türkiye’ye getirmek için çok çabalayan Tamer Bey katılımcı olamadığı için gösteri amacıyla kendi tasarımını sergiledi son olarak.

Bir oluk ve ikinci bir bowling topundan ibaretti bütün düzeneği. Oluğu, altında yumurta olan tepsinin önüne gelecek şekilde yerleştirdikten sonra, tepsinin karşı tarafına bir tahta takoz koymuş, onun üzerine de ikinci bowling topunu oturtmuştu.

Bırakılan top oluktan indi, o hızla değmeksizin tepsinin üstünden geçip karşıdaki bowling topuna gümbür diye bindirdikten sonra geri teperek pıt diye tepsiye düşüverdi.
Herkes ağzı açık kalakalmıştı.

Müthiş bir şeydi…

Top hızlanarak iniyor, diğer topa bindirerek enerjisini tamamen yitirdikten sonra yavaşça gerideki tepsiye düşüyordu. Ve müthiş hızlıydı; “Fıııııııırrr, küüt, pıt”tan ibaret tepsiye iniş işlemi bir iki saniyede olup bitiyordu.

Tamer Bey makine mühendisiydi, Newton’un etki-tepki teorisini bilmeyecekti de neyi bilecekti.

“Kolla mı kondurayım, paraşütle mi indireyim, zincirli-telli yavaşlatıcı mı kullanayım, karşı ağırlıkla mı dengeleyeyim” derdine düşmüş bizler ise haftalarca kafa patlatmış, saç baş yolmuştuk birbirinden enteresan çözümler için.

Bilgi, birikim ve deneyim ne güzel anlatmıştı kendini o gün.

Bir de, “Mühendislikte basit olan başarılıdır” düşüncesi bir kez daha kanıtlanmıştı…

Demem o ki, osuruktan tayyarelerle kendini ve başkalarını kandırmaya çalışmayanlar o kadar çok ki bu ülkede.


Eyüp Şeker