EŞİT ŞARTLARIN KÖTÜ OYUNCUSU

KAFAM KADAR KONUŞAMAMIŞTIM


Eminim "Madem Hanım Evladı kafadan korkuyordu, sen niye Tatar Ahmet gibi kafa atmayı akıl etmedin, seni devirmesine izin verdin?" diyenler azımsanmayacak sayıdadır. Demek ki bunu akıl edecek zekaya sahip değilim deyip işin içinden sıyrılmaktansa bir anıyla açıklayayım meseleyi.

Bodrum'da aylaklık yapıyoruz, Turgutreis'in oralardayız bir arkadaşla… Öğle saatlerinin yakıcılığından kurtulmak için bir çardağa atmışız kendimizi.

Birer bira söyleyip pişti oynamaya başlamışız.

İlk elden itibaren mahvetmeye başlamış beni… Her el temiz 2-3 pişti alıyor, tek pişti vermiyor.

Pişti bilmemekle, beceriksizlikle açıklanamayacak bir acayiplik var ortada ama bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Tamamen gardım düşmüş, aptallaşmış durumdayım. Neler olduğunu anlayamadıkça paniklerim artmış, kendime güvenim tamamen yitip gitmiş.

Vale gelirse, kesip pişti yapacağım diye hevesleniyor, büyük umutla atacağı kağıtları bekliyorum. Ne gezer, numunelik olsun tek pişti vermiyor. Artık tamamen dağılmış durumdayım, bir elde dört pişti verdiğim bile olmuş. İyice salaklaşmış halde kağıtları öylesine atar hale gelmişim. O ise zevkten dört köşe, gülmekten geberiyor, sokmadığı laf kalmamış.

Öylesine şapşallaşmış haldeyim ki, pişti mişti umurumda olmaktan çıkmış, bitse de kurtulsam derdine düşmüşüm.

Sonunda oyun bitti.

Zaten o da, pişti yapmaktan, beni haşat etmekten, salaklaşmış hallerimi seyretmekten sıkılmıştı, sırrını açıkladı: "Enayi, siyah gözlüklerin ayna gibi, bütün kağıtlarını görüyorum"

Ağzım açık yüzüne öyle bakakaldığımı iyi hatırlıyorum. Neden sonra kendime gelip katıla katıla gülmeye başlamıştım salaklığıma.

Nasıl gülmeyeyim ki, o da güneş gözlüğü takıyordu ve onun elindeki kağıtlar da kabak gibi gözüküyordu.

Ve ben bir kere bile onun gözlüklerine bakmayı akıl edememiştim.

Umarım anlatabilmişimdir.


Eyüp ŞEKER
23.08.2010 02:19

.

DEVLETİ GÖTÜRMEK

DEVLETİ KİM YÖNETİYOR

Susurluk olaylarında devletin içindeki çeteleri korkusuzca açıklayan, görev yaptığı her yerde yolsuzlukla mücadelede isim yapan Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, 14 yıl sonra yeniden konuşuyor.

Avcı, “Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabında, Ergenekon ve Balyoz davalarını, polis teşkilatının içindeki Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, CHP eski lideri Deniz Baykal’ın istifasına yol açan kasedi, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarını ve Türkiye’yi derinden sarsan daha pek çok olayı sorguluyor.

‘GÖRDÜĞÜM manzara korkunç; kadrolu devlet adamları devleti yönetmiyor, Emniyet Genel Müdürü, hatta İçişleri Bakanı haklı olduğunu bildiği bir kişiyi, doğruluğundan emin olduğu bir olayı ya da davayı savunamıyor, güvendiği ve inandığı adamları tuzağa düşürülüyor, haysiyetleri ile oynanıyor ama onlar bu kişilere sahip çıkamıyor. O zaman bu teşkilatı kim yönetiyor? Bu kamu gücünü kimler gasp etmiş kullanıyor, gücün sahibi olması gerekenler ellerindeki gücün gaspına neden ses çıkarmıyor, güçlerini geri almak için çabalamıyorlar?’

Bu dehşet tablosunu tasvir eden kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim, Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı. Tanınmışlığını, yıllar önce Susurluk olaylarında korkmadan Emniyet, MİT ve Jandarma içindeki çeteleri açıklamasına, çalıştığı her yerde mafya, yolsuzluklara karşı yaptığı operasyonlara, telefon dinlemesi deyince akla gelen ilk isim olmasına borçlu. Avcı, 14 yıl sonra yine konuşuyor. Bu kez “Haliç’te yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabıyla. “Dinleniyoruz, hepimizi dinliyorlar” korkusunu hiçbir zaman ciddiye almadığını ama kendisinin de kanunsuz şekilde dinlendiğini keşfettiğinde şok geçirdiğini, binlerce insanın aynı şekilde dinlendiğini, hâkimlere, savcılara bu kayıtlarla şantaj yapıldığını, anlatıyor.

Sadece bunları değil, Danıştay saldırısından Ergenekon’a, Balyoz operasyonlarına, Nuh Mete Yüksel’in, Deniz Baykal’ın seks kasetlerine, generalleri istifaya zorlayan telefon konuşması kayıtlarına, savcı ve hâkimlere şantaj yapan, emniyet içinde yuvalanmış “garip polisler”e, devletin tüm kurumlarını adım adım ele geçiren Gülen cemaatinin nasıl örgütlenip çalıştığını örneklerle şöyle gösteriyor:

Danıştay saldırısı

Ergenekon davasında ortaya konan iki konu çok kesin ve net olarak yanlış ve mantıksızdır: PKK, Dev-Sol, Hizbullah gibi örgütleri Ergenekon’un yönettiği iddiası yanlıştır. Böyle bir şeyin gerçek olamayacağını aklı ve mantığı olan herkese ben iki kere iki dört eder kesinliğinde ispatlayabilirim. Danıştay 2. Dairesi’ne yapılan saldırı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya’daki Zirve Yayınevi katliamı gibi olayların görünen bugünkü faillerinden başka Ergenekon veya benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar zorlamadır.

Ergenekon davası

Ergenekon örgütünün varlığı konusunda yazılı belge, doküman, örgütsel faaliyet sayılabilecek bazı ilişkiler varsa da eylemleri konusunda hiçbir ciddi emare yoktur. Geçmişte Türkiye’de meydana gelen pek çok olayın (Malatya’daki Zirve Yayınevi Katliamı, Rahip Santoro Cinayeti) Ergenekon örgütü tarafından gerçekleştirildiği iddia edilerek epey bir süredir uydurma tanık vs. aranmaya başlandığı net olarak görülüyor. Amacın olayları aydınlatmak değil, Ergenekon’la irtibatlandırmak olduğu açıkça ortadadır.

Garip polisler

Polis teşkilatı eskiden birbirini korur, kollar, birbiri aleyhine şahitlik yapmazdı. Her olayda delil ararız ama polisin karıştığı bir olayda daha ciddi, daha inandırıcı deliller bulmadan o polisi şüpheli yapmayız. Bu, zorlu görevlerde beraber çalışmanın verdiği dayanışma ve yakınlaşma duygularıdır. Oysa şimdi işler değişti. Bir grup polis kritik noktaları ele geçirmiş, diğerlerine suç isnadını da aşan resmen iftira atmaktan geri durmuyor. İşlenmiş bir suçu aydınlatmak gibi bir amaçları yok, tahkikat sırasında dinleme ve izleme yaparken temiz ve dürüst olduklarını bildikleri, birlikte çalıştıkları kişilere iftira ediyorlar.

Şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz.

İllegal ilişki

Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil, örgütün / cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir. Özel yetkili savcılar tarafından bu iller dışında gözaltına alınan ya da aranan kişiler hakkında karar çıkarmadan önce kimlik, iş ve ev adresleri gibi bilgilere ihtiyaç vardır. Normalde bu bilgiler o illerin savcıları veya çok uygun olmasa da Emniyet Müdürlükleri üzerinden resmi yazışma yoluyla temin edilmesi gerekirken, bugüne kadar hiçbir yazışma yapılmamıştır. O halde bu bilgiler nasıl temin edilmiştir?

İhbar ediyorum

Kozmik odalarda birkaç gün süren aramalar yapıldı. Burada hangi şüphe ve delil vardı, hangi iddialar üzerine buralar arandı? Şimdi ben açıkça adres veriyorum, hukuksuz dinleme ve izlemeler var, bunları dilekçemde belirttim. İstihbarat Dairesi’nde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur, buralar neden aranmaz? Kozmik odanın aranmasında kimliği belli olmayan bir ihbarcı vardı, burada da ben açıkça ihbar ediyorum. Bulunacak yerleri de söylüyorum. İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi neden denetlenemez? İstihbarat Daire Başkanlığı’nda arama yapılsa, demirbaşa kayıtlı olmayan cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme aletleri bulunacağından hiç tereddüdüm yoktur.

Ne yapılmalı kılavuzu

Özel yetkili mahkemelerin tüm hâkim ve savcıları emsali hâkim ve savcılarla değiştirilmelidir, bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz.

Cemaatler

Adalet Bakanlığı’nda cemaat taraftarı olduğu herkesçe bilinen Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı ve başta il savcılarını ve diğer savcı ve hâkimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır.

Dinlemeler

Tüm özel yetkili mahkeme hâkimlerinin verdiği önleme (istihbari) dinleme kararları, bu konudaki TİB kayıtları ve İstihbarat merkezlerinde (polis-jandarma ve MİT) yasal olarak bu konuda tutmak zorunda oldukları tutanaklar birbirini teyit edecek şekilde kontrole tâbi tutulduktan sonra haksız ve şantaj amaçlı dinlemelerin tespit edilmesi gerekir.

Ya başbakanken kasetle şantaj yapılsaydı

BAYKAL’ın gizli kamerayla çekilen görüntülerini içeren kaset olayını kim yaptı, niçin yaptı? Baykal bu ülkede muhtemel başbakan adaylarından biriydi, ülkenin ikinci büyük partisinin genel başkanı olarak konjonktürün değişimine göre her zaman başbakan olması ihtimal dahilindeydi. Bu video görüntüleri daha önce çekilmiş. Baykal başbakan olsaydı ve ülke için kritik bir karar arifesinde birileri çıkıp elimizde bu görüntüler var, eğer şöyle davranmazsanız bunları kamuoyuyla paylaşacağız deseydi acaba durum ne olurdu? Acaba kaç bakan, kaç genel müdür, kaç komutan veya onların eşleri ve çocukları hakkında da bu veya benzeri görüntüler mevcuttur? Bu olayın ilk benzeri Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e yönelik hazırlanmıştı, bugün bu olayı cemaatin yaptığından en ufak şüphem yok.

Bu kitabı neden yazdım

Aslında herkes biliyor ama kimse dillendirmiyor. Son zamanlarda gündemi meşgul eden tüm iddiaları yayan cemaattir, onlardan bilgi alan da, onlar adına konuşan da cemaatin adamlarıdır. Tarafsız basın mensubu, devletin polisi, savcısı numarasını artık kimse yutmasın, bu işler Emniyet ya da hukuk adına yapılmıyor, cemaatin planı ve programı doğrultusunda cemaatin talimatı ile gerçekleştiriliyor.

Bu gidişle herkes silaha sarılacak

TÜRKİYE’de adalet çürüyor, gerçi zaten çürümüştü ama bu defa yok ediliyor. Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak. İnsanların hayatları, şerefleri ile bu kadar oynanırsa, onlara en yakışıksız isnatlarda bulunulursa, hayatta onurlarından başka kaybedecekleri olmayanlar, kendilerine atılan lekeyi temizlemek için her şeyi yaparlar. Bu duruma çok uzak değiliz artık.


Toygun ATİLLA

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/15594656.asp?gid=373

Hürriyet
.

KAFAN KADAR KONUŞ

“KAFA ATARIM” GEYİĞİ NEREDEN ÇIKTI?

Daha önce söz etmiştim, bir kez daha anlatayım dedim.

İlkokul yılları… Mahalle arkadaşlarıyla buluşur, asıl oyun alanımız olan demiryoluna giderdik hep. Ayamama Köprüsüne kadar koca demiryolu, meyvelisinden meyvesizine bütün ağaçlar ve Ataköy 2.Kısım’ın bitimindeki dereden Havaalanına kadar bütün o bomboş arazilerdi oyun alanımız. Aslında, çocuk gözümüze daha da uçsuz bucaksız gözüken o bomboş araziden biraz da çekinir, demiryolunun çevresinden pek uzaklaşmazdık. Buralara gitmediğimizde ise arka bahçe dediğimiz mürdüm eriği ağaçlarıyla dolu arsada oyun oynardık genellikle.

Aramızda iki Ahmet vardı; 'Kabak Ahmet' ve 'Hanım Evladı Ahmet', namı diğer 'Ödlek Ahmet'.

Bir adı da ‘Tatar’ olan Ahmet, kafası hep sıfır numara olduğu için ‘Kabak’ diye de anılırdı. Gerçi hemen hepimizin kafası 3 numaraya vurulurdu ama Tatar Ahmet’in kafası haniyse her hafta makineye vurulduğu için bir adı da ‘Kabak’a çıkmıştı.

Herkesin bir lakabı olması kaçınılmazdı, benimkisi ise 'Maymun'du. İçimizde ağaca en iyi, en hızlı çıkandım çünkü.

Arka bahçe dediğimiz arsanın bitişiğindeki apartmanda oturan diğer Ahmet’in annesi her zaman dışarı çıkmasına izin vermediği için adı 'Hanım Evladı’na çıkmıştı aramızda… Böyle anlarında pencereden bizi seyreder, azarı işitince de kaybolur, ders çalışmaya giderdi. Hanım Evladı, bir de tren yoluna gelemezdi bizimle. Kesinlikle yasaktı… Birkaç kez kaçarak kısa süreliğine yakın mesafelere kadar gelmiştir, hepsi o… Bu durum daha da pekiştiriyordu lakabını.

Babasının aktif bir AP’li olduğunu biliyorduk da, anne tarafında çok daha önemli bir siyasi figür olduğunun o yıllarda farkında değildik. Hoş bilsek de bizlere hiçbir şey ifade etmeyecekti ya… Babası AP'li deyişimiz "Benim babam memur, benimki mühendis, benimki tamirci, benimki doktor…" kapsamındaydı tamamen. Çocukluğun zirvesini yaşadığımız o günlerde ne umurumuzaydı siyaset, ne derdimizeydi politika.

Ailesinde süregelen bu eğilimden Ahmet de uzak kalamadı, siyasete atıldı ve önemli figürlerden biri oldu.

İşte, bu iki Ahmet’le benim aramadaki meseleden çıkmıştı ‘Kafa Atma’ geyiği.

O çocukluk hallerimizle itişip tepişir, güreşirdik falan. Benden daha çelimsiz Tatar Ahmet’i alt ederdim hep ama bana göre daha iri yapılı olan Hanım Evladı Ahmet tuttuğu gibi yere indirirdi beni. Gelgelelim Kabak Ahmet’ten korkar kaçardı. Bunu anlayamazdım, daha çok da yediremezdim kendime, ‘Tatar’dan korkuyor, benden korkmuyor…’ diye yerdim kendi kendimi.

Muhtemelen yine beni yere yıktığı bir gün canıma tak etmiş olmalı ki, 'Hanım Evladı' durumundan da gaz alarak “Kabak Ahmet’ten korkuyorsun, ben onu deviriyorum, benden neden korkmuyorsun?” diye patladığımda:

O tarihi sözü etmişti: “Ama o kafa atıyor…”

İtiraz edecek halim yoktu, böylece her şey netleşmişti; Hanım Evladı beni devirmeye, Tatar Ahmet’ten korkmaya devam etti.

Tabii Tatar Ahmet de kabak kafasının hakkını vermeyi sürdürdü.

Bütün bunların diğer etkisi ise 'Hanım Evladı'nın yerini 'Ödlek'e bırakması oldu. Onca yaşanandan sonra 'Ödlek Ahmet' olarak anılmaması imkansızdı zaten.

Bilmiyorum o günleri nasıl hatırlıyor kendisi, bu satırları okuduğunda tepkisi ne olur? Benim için hiç unutulmayacak müthiş güzel günlerdi onlar. Büyük ihtimalle 'Ödlek Ahmet' için de böyledir, diğerleri için de… Öylesine trajik değilse de bizler 'Pal Sokağı'nın Çocukları'ydık.

Çocukluğumu çok sevişimin nedeni belki de kalanının sevimsizliğindedir.

"Neyse ne…" diyelim en iyisi.

Tabii o günlerde hiç birimiz farkında değildik “Kafa atarım bak” lafının ne müthiş bir geyik olarak yerleşeceğinin.

İşte budur ‘Kafa Atma’ hikayem.


Eyüp ŞEKER

17-19 Ağustos 2010
.

YERDEKİ SU BİRİKİNTİLERİ

ANTREYE SU NASIL BOCA EDİLDİ

On gün önce çok tuhaf bir olayla karşılaştım.

Gece dışarı çıkmış saat dört civarında eve dönmüştüm. Hiçbir terslik yoktu. Tam bilemiyorum, yaklaşık bir saat kadar sonra çok sıkışıp kalktığımda karşılaştım su birikintileriyle. Antre suya batmıştı…

Üç dört metre uzaktaki minik gece lambasının zayıf ışığında parıldıyordu yerdeki öbek öbek su birikintileri. 'Eyvah su borusu patlamış, karoların arasından sızan su, birikintiler oluşturmuş' diye geçirdim aklımdan önce. 'Bir bu eksikti, şimdi kim uğraşacak bunun tamiriyle' diye içten içe söylenerek paspası almaya gittim.

Yalnız bir tuhaflık vardı yerlerde biriken sularda. İrili ufaklı damlalarla her boydan öbek öbek birikintilerin bir ucu mutfağa, diğeri daha uzak olan banyoya doğru uzanıyordu. Her boyutta su vardı, küçücük damlasından tepsi büyüklüğünde gölleşmişine kadar. Yalnız, birkaç karoya yayılmış çok büyükler dışındakilerin hepsi karoların ortasındaydı. Tuhaf bulmamın asıl sebebi buydu. Oysa yere su dökülecek olsa, daha çok, çukurda kalan karoların birleşme aralarına giderdi. Karoların ortasında irili ufaklı bir yığın damla çok tuhafı. Hele de bu sayısız birikintinin L şeklinde uzanması daha da tuhaftı.

Boru patlayıp su sızacak olsa yerin eğimine göre bir yerlerde birikirdi, L şeklinde uzanmak da neyin nesi oluyordu? Bu tuhaflık bir su kaçağı olamayacağını akıla getiriyordu. İnşaat zamanından hatırladığım kadarıyla bu L şeklinde yayılım, zeminden geçen su borularının tam üzerine denk geliyordu.

Şehir şebeke suyunun en basınçlı olduğu saatlerde ortaya çıkmıştı bu manzara ve su tesisatlarındaki patlama benzeri arızalar genellikle su tüketiminin en alt düzeye düşüp suyun basıncının en yükseğe çıktığı gecenin ilerleyen saatlerinde meydana geldiğinin farkındaydım gerçi ama 'Bu birikintilerde bir tuhaflık var…' diye düşünmeden edemiyordum. Hem akan sızan bir şeyler görmediğimden hem de 'Tuhaflık var…' kafama fazlasıyla yerleştiğinden ana vanayı kapatmaya gerek duymadım sanırım. Emin değilim, belki de sarhoş kafaya eklenen uyku sersemliği yüzünden gelmemiştir aklıma.

Artık neyse…

Tuhaflık meselesinde daha sonra haklı çıkacaktım.

İyi su çeken sünger paspasla birkaç seferde ancak temizleyebildim yerde biriken suyu.

Tahminen 2-3 bardak su birikmişti yerde. Tabii antredeki kilimin bir ucunun emdiği su bunun dışında. Epeyce ıslanan kilimin payına da bir bardak rahat düşerdi.

Yerleri sildim ve yattım. Ne sabah uyandıktan sonra ne de sonraki günlerde bir daha suyla karşılaşmadım. Yani su borusunda kaçak olmadığı kesin şekilde açıklığa kavuşmuştu. İyi de onca su nereden gelmişti?

Düşündükçe, sorunun yanıtının, birkaç unsurun bir araya gelmesinde yattığını fark ettim.
En önemli neden havadaki anormal miktarlara ulaşmış nemdi.

İkinci etken, o gece dışarı çıkmış olmamdı.

Üçüncü etken, evde olmadığım süre içinde hiç su kullanılmayışıydı.

Dördüncü etken, evin iki tarafında az sayıda pencerenin açık veya aralık olması yüzünden yeterince hava akımı olmayışıydı.

Sonuncu ve aslında en önemli etken ise, gece eve geldikten sonra sifonu çekip lavaboda elimi yüzümü yıkamamdı.

Bu etkenlerden birinin eksikliği muhtemelen antrede su birikme tuhaflığına engel olacaktı.
Eve geldiğimde hiçbir anormallikle karşılaşmamam getirdi aslında bu tuhaf olayın açıklamasını.

Olan şuydu: Aşırı nemli havada yerler dahil her yanı iyice ısınmış eve gelip suyu kullanınca aniden borulara giren soğuk su, nemli havadaki su zerreciklerinin yer karoları üzerinde yoğunlaşmasına ve bu tuhaf su birikintilerine sebep olmuştu.

O gece evde olsaydım bu olay gerçekleşmeyecekti sanırım. Çünkü en az 10 kez mutfağa su içmeye gidecek, bir o kadar da içtiklerimden kurtulmak için de banyonun yolunu tutacaktım. Bu da borulardaki suyun sık aralıklarla yenilenmesi ve betonla yer karolarının belli ısı aralığında kalmasına sebep olacaktı. Oysa eve girdikten sonra sifonu çekip musluğu açmamla birlikte soğuk su, borulara hücum edip birkaç santim üstündeki karoları aniden soğutmuş, buzdolabından çıkmış meşrubat şişesi gibi üzerinde damlacıklar oluşturmuştu. Damlacıklar birleşip küçük öbekleri, onlar da birleşip büyüklerini meydana getirmişti. Eve girdiğimde hiçbir tuhaflık yokken daha sonra uyandığımda antreyi suya batmış bulmam bu yüzdendi. O bir saatlik aralıkta olup bitmişti her şey.

Evdeki hava akımının azlığı da etki etmiş olabilir bu su yoğunlaşmasına. Eğer daha güçlü bir hava akımı olsaydı evin içinde, yerlerde bu kadar çok su birikemeyebilirdi. Her ihtimale karşı sonraki gece arka pencerelerin panjur aralarını daha fazla açıp, öndeki balkon kapılarından birini daha açtım. Pencere ve balkon kapısının açık olması, arkadaki panjur aralıklarının büyüklüğü yeterli hava akımını sağladığından aynı birikintiler tekrarlanmadı belki de. Daha doğrusu, ya birikintiye dönüşmeden buharlaştı, ya da sürekli kullanılmak yüzünden borulardaki su tazelenip durduğundan ani soğuma meydana gelmediği için hiç yoğunlaşamadı.

Zaten bugünlerde en çok konuşulan konulardan biri; nem öylesine fazla ki, bir keresinde dikkat ettim, akşam bardağa su doldururken mutfak tezgahına dökülen ve silmeye üşendiğim su sabah neredeyse hiç eksilmeksizin duruyordu. Buharlaşamıyor açıktaki su… Biraz daha artsa kulaç atıp yüzebileceğiz yani… Sahillere akın edemeyenler olarak dişimizi biraz daha sıkarsak evlerde yüzüp deniz keyfi yapabileceğiz. Az sonra yani…

Bu olay bana Fethiye'yi hatırlattı. İlçe merkezinin içlerinde esintinin pek uğramadığı bir pansiyonda kalıyorduk. Akşamdan yıkanıp asılmış bir iki parça incecik giyecek o kavurucu sıcağa rağmen sabah kalktığımızda sırılsıklamdı. Ancak güneş vurduktan sonra kurumuşlardı. Aşırı yoğunluktaki nem buharlaşmaya engel değilse bile yavaşlattığı malum.

Evde karşılaştığım bu olay tamamen havadaki nemin soğuk yüzey üzerinde yoğunlaşıp suya dönüşmesiyle ilgili. Bu olayın serin toprağa yapışık bodrum katlarda oturanların başına gelme ihtimalinin daha yüksek olduğunu sanıyorum. Bodrum kattaki kiracının dairesinde de sık sık tekrarlandığını düşündüğümden üşenmeyip gidip sordum ama pek bir sonuca varamadım.

Özellikle yazları, yer hep serin ve havada da nem çok olduğu sürece yerlerin ıslanması, insanlara sürekli bir su sızıntısı olduğunu düşündürebilir. Tabii eğer yazın çok sıcak günlerinde ortaya çıkarsa…

Bu kadar üstünkörü bakışla yargıya varmak doğru değil tabii ama ciddiye almamak mümkün değil bodrumlardaki yoğunlaşma yaklaşımını.

Evet, karşılaştığım tuhaf olay buydu. En az 2-3 bardak su toplanmıştı yerde. Birikintiler L şeklindeydi ve banyoya giden doğrultudaki daha kısaydı. O taraftaki kilimin ucu iyice ıslanmıştı, muhtemelen kilim emdiği için görünür birikintiler kısa kalmıştı.

Uzun yıllar önce Bilim Teknik Dergisi’nde okuduğum bir çeviri yazıyı hatırlattı bana karşılaştığım bu tuhaf olay.

Yanılmıyorsam ‘Salt Lake gölünün tıpasını kim çekti?’ydi yazının başlığı. İnsanları şaşkına çeviren bir olay meydana gelmiş ve gölün suyu aniden boşalıvermişti. Olayın yarattığı şaşkınlığı tahmin etmek zor değil. Araştırmalar sonrasında bulunan yanıt hayli ilgi çekiciydi. Uzun yılar işletilip epey zaman önce terk edilmiş tuz madenlerinin kollarından bazıları gölün altına kadar uzanıyormuş. Ve bir gün gölde sondaj çalışması başlatmış birileri. Şimdi anımsamıyorum, sanırım doğalgaz aramak içindi. Sondaj deliği tuz madeninin galerilerinden birine denk gelince gölün suyu madenin içine akmaya başlayarak boşalıvermiş. Yani tam anlamıyla gölün tıpası çıkartılmış.

Pek çok kişinin aklına hemen çok büyük bir yeraltı mağarası falan geliyorsa da aynı işi bir madenin de yapabileceği anlaşılmış sonuçta.

Salt Lake gölü olayında da pek çok etken bir araya gelmiş. Gölün altına dek uzanan tuz madeni galerileri, bunlardan birine denk gelen sondaj matkabı, tuzda açılan deliğin hızla büyümesi falan. Delici matkap daha öteden geçecek olsa muhtemelen gölün suyuna bir şey olmayacaktı. Veya sondaj sırasında bir şey olmayacak ama yavaş yavaş eriyen taban bir gün aniden galerilerden birinin üzerine çökecek ve yine ‘Salt Lake gölünün tıpasını kim çekti?’ sorusu kafaları kurcalamaya başlayacaktı.

Nem meselesiyle ilgili bunca laf edip de yaptığım buharlaşma deneyinden söz etmesem olmaz. Soğuyan havanın büzüşmesinin etkisinden, buzdolabında yumurta pişirmekten, sebze meyve kurutmaktan falan söz etmiştim daha önce. İşte yine aynı mesele...

Benim buzlukta 5-6 tane buz kabı var, ancak bunların sadece bir ikisi kullanılıyor, diğerleri öylece kalıyor. Birkaç ay duranların içinde buz muz, yani suyun zerresi kalmadığını görünce buzdolabında yumurta pişirme mevzuuna takıldım yine. Buz kaplarından ikisini doldurup plastik poşete yerleştirerek ağzını sıkıca bağladım.

Ve şu oldu; torbanın içine kar yağdı. Evet kar yağdı.

Su buharlaşıyor ama poşete sıkışıp gidecek yeri bulamadığından hemen oracıkta donuyor ve buz kaplarının üstünde tuhaf karımsı birikintiler oluşturuyor. Bildiğimiz kara benzemiyor, buzla kar arası kristalimsi kubbe kubbe öbekler.

Bilmiyorum dikkat edenler oluyor mu, marketten aldığımız dondurulmuş sebzelerin içinden buz tanecikleri çıkar bazen. Buzlukta uzun süre tuttuğumuzda da aynı şey olur. İşte burada da aynı olay gerçekleşiyor. Yeteri kadar uzun süre buzlukta tutulan dondurulmuş gıdaların bünyesindeki su emilip poşetin içindeki karları meydana getiriyor. Tabii bunun için en az 4-5 hafta falan geçmesi gerekiyor. Sırf bu nedenle buzlukta belli bir süreden fazla tutmayın deniyor sanırım. Çünkü belli bir süreden sonra o sebze meyvelerin saman gibi olup çıkması kaçınılmaz. Bunun diğer anlamı; marketten aldığımız dondurulmuş sebzenin içinden kar çıkmaması, paketleme tarihinin yeniliğini ve stokta beklemediğini gösterir.

Nemli günlerin bendeki izleri böyle.



Eyüp ŞEKER
07-16 Ağustos 2010

.

EFENDİYSE EFENDİSİNİN EFENDİSİ

BİZ DİYEMEYENİN NESİNE GÜVENESİN

Tek amacı, virüs gibi yayılarak her yeri ve her şeyi ele geçirip kontrol eder hale gelmek olanlarla işbirliği yapmak, boynunu, kütüğüyle baltası arasına uzatmaktan farksızdır.

Daha önemlisi şudur: Sığındığı efendisinin sözünden çıkması mümkün olmayacak şekilde efendileştirilen efendiler, ne kadar bizdir ve karar anlarında ne kadar biz kalabilmektedirler?

Efendileştiren efendisiyle veya efendisinin taraf olduğu başkalarıyla bir çatışma durumunda veya çıkarlar örtüşmediğinde açık şekilde ortaya çıkmaktadır buradaki asıl sakınca. Zaten birkaç yerde ortaya konmuştur nasıl davranıldığı.

Kararlarını efendisinden yana vermek zorundadırlar ve öyle de yapmışlardır hep. Beslenmek, yaşamak, güçlenmek güdüsü bağlayıcılığı getirmektedir.

Efendilerinin istekleri ve talimatları doğrultusunda koşturmaları gönülsüz de değildir, zira bütün kazanımlarını efendileri sayesinde elde etmişlerdir. Bu yüzden fazla tereddüt etmeksizin kendilerinden istenilenleri harfiyen yerine getirirler.

Bir işbirliğinin anlaşılır ve kabul edilebilir pek çok yanı vardır ama tek amacı ele geçirmek olanlara hizmet etmek olanlarla işbirliği yapılamaz. Her sokuldukları ortamın altını oyup içini boşaltacak, patlayıcılarını yerleştirip zehirlerini saçacaklardır. Eşit veya değil, işbirliği iki taraf arasında yapılır, başkasına bağlılıkla hizmet edenle işbirliği yapılamaz. Çünkü var gibi gözükse de kendi fikri ve amacı yoktur, sadece efendisine hizmet etmektedir. Efendisinin, çalıştırabilmek için önüne koyduğu amaç ve hedefi kendisinin zannetmesi, arada bir de düzenlemelerle kendince hamleler yapması çok doğaldır, yoksa davayı kovalamaz, çalışmaz.

Efendilerinin, istediğinin kellesini alıp istediğini yüceltmesi bu bağımlılık yüzündendir ve asıl tehdit de buradan kaynaklanmaktadır. Kontrol ettiğin hiçbir şeyi kontrol edemediğini bilip bilmezden gelmek çok vahimdir, büyük budalalıktır.

Biz olmayan bize hizmet etmez. Bizden zannederek işbirliği yapmak intihardır.

Herkesin çıkarlarının önce gelmesi çok doğaldır; doğal olmayan, biz zannedilen biz olmayanların yaptıkları ve ölüm kalım anlarında yapabilecekleridir. Kazanımlara bakılarak hep sineye çekilse de ödenen bedeller, uzun vadede büyük kayıplar olarak haneye yazılmaktadır.

Çok önemli değişimlerin getirdiği yeni fırsatlar bile cazibesini bu nedenle yitirmektedir.

Başkasının kontrolündekilerle işbirliği yapmak, eğitimli sirk atıyla aynı arabayı çekmeye benzer; duyduğu her çağrı ve komutla çekip gitmeye ya da durmaya veya şahlanmaya kalkışacak, komut doğrultusunda çekip sürüklemeye çalışacak, çıkılan yolu ve gidilen yeri umursamayacaktır.

Efendinin çıkar ve beklentileri doğrultusunda hareket ettiği sürece efendi sayılır, yaşatılır, büyütülür.

Ve sen… Efendisinin efendileştirdiği efendi, efendi olmaya hazırlanırken senin başına, sen haalaa aynı "Atatürk ilke ve inkılapları… Devrim yasaları… Cumhuriyet kazanımları" plağını çevirmekten başka şey yapmıyorsan, iyice umutsuz vakasın demektir.

Kendini budalaca sunmaktan beterdir papağan tembellikleri.

Benden bu kadar…

Buyurun…


Eyüp Şeker
13-14.08.2010


.

PÜSKÜRMESİZ EMME MÜMKÜN MÜ?

KARADELİKLER GAYYA KUYUSU MU?

Aşırı yüksek çekim güçlerinden ışık bile kurtulamadığı için karadelikler görsel olarak tespit edilemiyor diye açıklanıyor.

Işığın bile kurtulamadığı bu çok güçlü emmenin bir çıkışı olması gerekmiyor mu? Nereye gidiyor çekilenler? Solucan deliklerine… Peki, solucan kanallarının diğer uçları nerede? Eğer solucan kanalları varsa çıkışları da olması gerekmiyor mu? Kara delikler ve devamlarındaki solucan kanallarına giren maddeler ne oluyor? Emilen muazzam enerji nereye kayboluyor?

Kayboluyorlar, çünkü çıktığını göremiyor veya ne olduğunu bilmeye dair düşünceler yapılandıramıyoruz.

Nereye kayboluyor her şey? Şu anki bakışımıza göre her şey kayboluyor ve kaybolduklarıyla kalıyorlar.

Solucan delikleri kuramına göre karadeliklerin çıkışı olması gerekiyor. Peki, neden karadeliklerin ardındaki solucan kanallarının çıkışına dair hiçbir gözlem yapılamıyor? Oysa çıkışlarının gözlemlenmesiyle ilgili bir engel olamaz, engel bir yana, gözlemlenebilmeleri için bir yığın veri sunmaları gerekiyor. Özetle, saçılıp püskürenler nedeniyle, bakıldığında kolayca gözlemlenebilmeleri gerekiyor.

Nerde püskürenler?

Yoksa püskürmüyor mu?

Bugüne kadar karadelik girişlerine dair kanıtlar bulunmasına rağmen hiçbir çıkış tespit edilemeyişi, yakınlarımızda bir karadelik püskürmesi olmadığı içindir diye düşünülmesi pek dayanaklı değil. Zira çıkış ağızlarında kızılca kıyamet kopması gerekiyor. Öylesine muazzam bir faaliyet olacaktır ki bu, haniyse çıplak gözle bile kolayca görülebilecektir. Geçtik yakınlarımızdakileri, muazzam püskürmeler yüzünden evrenimizin kıyısında köşesinde kalanları bile görmek, tespit etmek mümkündür. Peki, neden hiç iz yok?

Nerede bu solucan kanallarının diğer uçları?

Neden sadece emdiklerini düşünüyoruz?

Nereye gidiyor bunca madde?

Nereye kayboluyor kaybolamaz denilen enerji?

Eğer püskürme hiç tespit edilemezse, Evrenimizde sadece karadelik girişleri var demektir.

Bunun açıklaması nedir?

Öne çıkan asıl önemli soru şudur sanırım; karadelikler paralel evrenlere mi açılmaktadır, bu nedenle mi çıkışlarını gözlemleyemiyoruz? Bu durumda ikinci sorunun gelmesi kaçınılmazdır.

Evrenimizde sadece karadeliklerin girişleri mi var? Varsa neden?

Bu aşamada sorulması kaçınılmazlaşan soru: Evrenimiz içinde bulunduğu aşama nedeniyle sadece başka evrenleri mi beslemektedir?

Burada şu açıklama öne çıkıyor; bebeklik dönemindeki evrenimiz başka evrenlerden gelen solucan kanallarıyla beslenerek büyümüş ve büyümenin nihai aşamaya ulaşmasıyla beslemeler durmuş, artık diğer evreni veya evrenleri besleme aşamasına geçmiştir.

Bu noktada şu soru kaçınılmazlaşıyor: Evrenin genişleme hızının düşmesi, karadeliklerin diğer evreni veya evrenleri beslemesi yüzünden midir? Evrenin genişlemesi bu yüzden mi yavaşlamaktadır?

Beslenme bitmiş ve besleme mi başlamıştır?

Yoksa karadelikler galaksileri yavaş yavaş emip solucan kanallarının öbür ucunda, yani evrenimizin bir başka tarafında yeni galaksiler mi oluşturmaktadırlar?

Bu durumda karadeliklerle solucan kanallarının evrenimizin genişlemesiyle ilgisi olmayacağı düşüncesi öne çıkar ama püskürmeleri tespit edemeyişimiz bu düşünceyi hemen elemeyecek midir?

Bir diğer açıklama da şu olabilir: Karadelikler paralel evrenlere açılan bağlantılar değil, muazzam sıkıştırma mekanizmalarıdır. Mutlak küçüklüğe sıkıştırma aşamasını patlama süreci izlemekte ve yeni galaksiler oluşmaktadır. Öyleyse küçülen galaksilerle doğmakta olanların arasında bağlantıyı sağlayan solucan kanalları olması gerekir.

Çok açık olan bir şey var; eğer karadeliklerin bir çıkış ucu varsa görmek tanımlaması çok hafif kalacaktır. Çünkü çıkışlarda kızılca kıyamet kopması gerekiyor. Işık ve bütün maddeler muazzam bir güçle püskürürken her türlü dalga boyunda yayılanların optik ve radyo teleskoplarla tespit edilmemesi imkansızdır. Hatta, çıplak gözle bile görülebilirlerdi. Peki, neden göremiyor ve tespit edemiyoruz? Çok açık ki, muazzam püskürmeler olması gerekiyor.
Zira diğer uçta muazzam bir güçle emilmekte ve sıkıştırılmaktadır her şey. Kısacası, muazzam şekilde sıkıştırılanların püskürmesinin görülmemesi imkansızdır.

Peki, neden göremiyoruz?

Nereye gidiyor bütün bu maddeler?

Ne oluyor bu muazzam enerji?

Bitişiğimizdeki bir bebek evrende kızılca kıyamet mi kopmaktadır?

Hawking'in kuramındaki ışık kaçışmaları püskürme olamaz. Zira çok zayıflar. Püskürmenin muazzam olması gerekiyor. Hele de çıkışlardaki ışıklar hepsinden müthiş olmalı. Ve ışığın aydınlattığı püsküren maddeler kim bilir nasıl görkemli bir havaifişek şölenidir. İyi de nerede bütün bunlar, neden hiçbir yanda yoklar?

Hiçbir şey yok olamayacağına göre nereye kayboluyor emilenler?

Solucan kanalları eğer tamamen evrenimizdeyseler görmememiz imkansızdır. Öylesine bir kıyamet kopar ki çıkışlarında, en uzağımızdaki galaksilerdeki püskürmelerin bile kolaylıkla gözlemlenip, tespit edilmeleri gerekirdi. Peki, neden göremiyoruz?

Ya çıkışları başka bir evrendedir, ya da muazzam sıkıştırma mekanizmalarıdırlar.

Eğer başka bir evrene açılıp oradaki yeni oluşumları besliyorlarsa evrenimizin genişleme hızındaki yavaşlamanın açıklamasını gizliyor olabilirler. Basitçe, doygunluğa ulaşmış evrenimizden yeni oluşmakta olan başka evreni veya evrenleri beslemektedirler.

Yok, eğer sıkıştırma araçlarıysalar, galaksilerin ölümlerinin ve yeni galaksilerin doğumlarının açıklamasını barındırıyorlar demektir. Basitçe, mutlak yoğunluğa kadar sıkıştırılan emilenler, bir noktadan sonra patlayıp yeni galaksileri doğuruyor.

Karadelikler evrenimizdeki doğum ve ölümleri gerçekleştiren mekanizmalar mıdır, yoksa evrenlerin doğum ve ölümlerini sağlayan evrenler arasındaki besleme kanalları mı?

Eğer başka açıklama yoksa, bunlardan hangisi?

Her ne olursa olsun yanıtlanması gereken önemli bir soru var karşımızda:

Nerede bu emilenler?

Nereye kayboluyor, nerede beliriyorlar?

Nerede bunlar?


Eyüp ŞEKER
03.08.2010


.