TÜP GAZ BULUTLARI TEPEMİZE ULAŞMIŞ



“İmaj her şeyden daha çok şeydir”ci güdücülerimizin “Depreme şöyle hazırız, böyle tedbirliyiz…” savurmalarını gördükçe, “Dünyanın hayran kalacağı…” üfürmeleriyle karşılaştıkça Japonya’daki korkunç dehşeti düşünüp “Aynı felaket bizde olsaydı, korkarım tarihten silinirdik” demeden edemiyorum.

Aslında, olan bitenlerden bir şey anlamayıp ders çıkartmayışımız hepsinden dehşet vericidir. Anlamıyor anlamak istemiyor, kendimizi ve başkalarını kandırmaya devam ediyoruz ama hepsinden önemlisi bu hallerimizi de marifet sanıyoruz.

Geçtik 9.0’lık dehşeti, her biri bizi mahvetmeye yetecek ne kadar 7.0’dan büyük, perişan edecek kaç tane 6.0’dan büyük deprem oldu, hiçbirinden söz bile edilmiyor. Yapı zannettiklerimizi çatlatan patlatan 5.0’lıkları boş verelim gitsin… Çünkü orası Japonya, aklımızın basmadığı kadar hazırlar…  Sadece onların değil kimsenin elinden bir şeyin gelemeyeceği nükleer felaketle boğuşuyorlar.

Uzun lafa gerek yok, açın Google Earth’ü, Japonya’ya gidin, sadece son günkü depremleri gösteriyorsa, soldaki Katmanlar bölümündeki Galeri’den Depremler’i işaretleyin yeter. 5’ten büyük bütün depremleri göreceksin, sakın dehşete kapılma…

Dünkü gazetede vardı, Prof.Dr. Mikdat KADIOĞLU  gerçeğimizi çok açık ve yalın biçimde anlattı. Uyarıları işe yarayacak mı peki, hiç sanmıyorum. Farklı kişi ve kurumların daha önceki sayısız uyarıları işe yaramadığı gibi bu da unutulup gidecektir. 

Çatlaklar sıvanıp boyanır, çekilir esaslı cilalar, patlatılır nutuklar.

Ve dünya bize hayran…

Yayılan radyasyon bulutları da…

Zaten bir trafik kazasında sadece buradakiler değil ve de hatta Muğla’dakilerle Erzurum’dakiler de değil, İsveç’tekilerle Kanada'dakiler de, Boğaz Köprüsü çökerse Avustralya’dakilerle İzlanda'dakiler de uf olur. Hemi de nesiller boyunca…

Öyleymiş…

Böyle buyurdu başgüdücü.



                      Eyüp Şeker


AAAY AAAY AAAY, NİYE İNANAMIYORSUN KOYUNUM



Gördüğün hülyaya  benzemiyor mu!
Ovuştur gözlerini,
temizle kulaklarını,
gösterir kurduğun hülyayı.

Gösterir gösterir,
esirgeyen bağışlayan güdücülerimizin en esirgeyicisi bağışlayıcısı başgüdücü,
gösterir gösterir…

Canını ciğerini hakkını hukukunu teslim ederken niye düğün bayramdın koyunum!
İşte bunu anlayamıyordu bir türlü,
“Bireyin ve mülkün güvencesi kalmayacak, her şey güdücülerin insafıyla buyruklarına kalacak” korkusuyla feryat edenler.

Şimdi neye inanamıyorsun koyunum!
Sen koymuştun tencereye,
sevmedin mi kaşığındakini!
Tattırılmadı sayılır oysa.

Daha
ne gördün ki,
İlerisi var ya…

Sadece
ucundan kıyısından
seyrediyorsun ileri demokrasiyi
ve tadacaksın
fazlasıyla,
kaçınılmaz.

Yine de,
üzme tatlı canını,
kıyamaz sana.
Deliktir kulakları, hem de çok…

Duyacaktır
derhal
“İnanamıyorum…”ları,
patlatacaktır
“Ben demokratın daniskasıyım”ları,
kapacaktır beklediğinden çok fazla
“Ben bu kadar demokrat olduğunu bilmiyordum”ları.

Ve zaten,
esirgeyen bağışlayan güdücülerimizin en esirgeyicisi bağışlayıcısı başgüdücümüze desteğin  fazlasıyla artmasına bakılırsa, hakkıyla esirgeyip bağışlamaktadır, esirgeyen bağışlayan güdücülerimizin en esirgeyicisi bağışlayıcısı başgüdücüdü…

Niye şaşırıyorsun koyunum!
Sen istedin
İleri demokrasiyi,
esirgenip bağışlanmayı.

“Sandıktan sonra ileri demokrasiyi göreceksin, sakın şaşırma”
denmişti feryat figan.
Duymazken,
çekmiştin
“Yetmez ama evet”leri,
alayla.

Ve yine,
yaşayalım yaşatacaklarını,
biz güdülenler.

Ne edelim,
layıktır,
“Yetmez ama evet.”

İyi
yaşa ki,
yaşatmayasın,
bir daha
bir daha.



Eyüp Şeker





BIKTIN MI ONLARDAN KOYUNUM




DERDEST EDİLENLER BIKMADI, İLERİ DEMOKRASİCİLER BIKMIŞ!


Neden mi hep derdest ediliyorlar?

Çünkü
hep dikleniyor,
boyun eğmiyor,
korksalar bile korkmuyorlar…




BIKTIN MI ONLARDAN KOYUNUM


Efendilerin ortalığı pamuklarla kapladığında her yana saçılıp “Bıktık bunlardan…” patırtılarıyla kıyameti kopartan sen, ısrarla görmez, unutursun nankörcekoyunların sahip oldukları her özgürlüğün ve her hakkın ve her güzelliğin, o hep diklenenler sayesinde elde edildiğini.

Savundukları ve peşinde oldukları iyidir ya da kötüdür, yanlıştır ya da doğrudur, çirkindir ya da güzeldir ayrı meseledir, diklenmeleriyle, boyun eğmemeleriyle ve başkaldırılarıyla, insanın acımasızlığıyla yok ediciliğini bastırıp azaltmaları ve sivri dişleriyle tırnaklarını törpülemeleri ayrı…

Ve sen
hep kör
hep cahil
hep nankörsün
ve hep efendicisin



DUYMUŞ MUYDUN KOYUNUM


Dişlerini geçirip parçalayan kurttan kaçacağına ona koştuğunu koyunların...

Duymuştum…
Bu toprakların kapılanmadan yaşayanları anlatır durur duyana duymayana.

Unutmam.




ÖZGÜRLÜKLERİNİ(!) EFENDİNE/ÇOBANINA İSTEMEK NE ÖZGÜRLÜĞÜDÜR KOYUNUM


Sallama sallamaları.
Yoktur gizli saklı bir numaraları,
alenidir diklenmeleri.
Hep bundandır, sıkça kesilip biçilmeleri.
Ve…
efendiler ve çobanlar için değil,
özgürlük için peşindedirler özgürlüğün.
Çağlatıp akıttıkları hangi yatağı bulur, ayrı konudur.
Zira,
bittikçe biter canlı cansız efendiler.
Hep bundandır…
Buna rağmen,
efendilerine değil herkese ister diklenenler hep…



Eyüp Şeker

LEAR JETİMİN HAYALİ BİLEM HAYAL OLDU




Hazır ileri demokrasinin nimetlerine “Du bakali…” çekme durumsalındayız, bari dalayım canım paracıklarım sorunsalına…

Soyulduk soyulmasına da, soyulmakla kalsak gene iyi… Caaanım emekli maaşlarını da iç etti haşmetli SGK ve de böylece Lear Jetimin hayalleri bilem uçtu gitti.

Israrla ben kullarına “Ölüsün sen ölü kal” demektedirler. Ne edeyim, gelmez elimden ölü kalmaktan gayrısı.

Yoksa yoksa yüce SGK’nin derin çarkları arasında tarumar mı edilmektedir benim “Hata ettiniz, verin benim caaanım paracıklarımı geri”  içerikli arzuhalim? Bu yoksa yoksa, ne olmaktadır ben cahil kullarının yaşama dair hallerine?

Dediler ‘Yaşar yaşamaz’ olmadığına dair kağıt eklenmiş arzuhali göndercen Ankara’ya. Denkledik yüce devletin kapı gibi ‘Yaşıyorsun’ yazılı kağıdını, iliştirdik arzuhale, yolladık Ankara’ya.

O arada baktık o ayki maaş yatmış, afiyetle ezmek için derhal çektik parayı. Dedik mesele yoktur, birikmişi iç etmişlerdir amma yatacaktır maaşlar. Nah yatacaktır… Yüce SGK, ben ‘Yaşar yaşamaz’ının yeni yıl hediyesini hazırlamaktaymış meğer, müjdeyi alacakmışım yeni yılda.

Yanicime çok beklermişim, ne para yatar, ne de yatacağına dair işaret gelir.

Vardır yüce SGK’nın bir bildiği deyip koyulduk beklemeye. Çat kapı, baktık mektup vardır resmi resmi. Açtık; ‘Yönetmelik değişmiş olup bundan böyle bu işlere İstanbul Unkapanı bakacaktır. Arzuhalinizi oraya havale ettik’ yazılı bir kağıda iliştirilmiş havale makbuzu.

Demek mesele yoktur, yürümektedir işler deyip geçtik bekleme durumsalına amma bir yandan da ufaktan ufağa kurt düşmeye başladı içime. Yoksa dedim, yüce SGK, karakol dümenini mi çekmektedir ve de o şubeden şu şubeye, oradan bilmem neredekine havale edilen dosya durumsalına mı muhatap kılmaktadır ben yurdum koyununu?

Olmaz olmaz denmeyeceğini bilmez misin demez miyim kendime!

Bilenler bilir, aslında hiçbir şey hiçbir yere gönderilmemektedir, sadece sen dolandırılmaktasındır oradan oraya ve dört beş yere gittikten sonra aklın başına gelir ve de kovalamaman gerektiği kafana dank eder ya, işte o durum.

Çarşı’dayken (Bu Çarşı Kapalıçarşı) başıma gelmişti böyle bir şey:

Aklıma gelmesi mümkün mü, ben dahil kimsenin ciddiye almadığı benim gibi bir saftiriği polisin dinleyeceği. Nasıl gelsin! Telefonumun iblis dediğim bir komşum tarafından dinlendiği şüphesiyle dilekçe vereyim dedim yüce devletime. Zaten ilk ve sondur bu durumsal.

Çok haklı gerekçelerim olmasa buna kalkışır mıyım hiç!

Bu iblis komşum arada bir çay içmeye gelir, telefon görüşmelerinde geçen, özellikle de karşıdakinin söylediği bir takım kelimeleri sokuştururdu laflarının arasında. Bende kafa mı kalır! Nasıl kalsın… Ne tanır o konuşmadakini, ne de yaşamına yakındır. O kelimeler ise ne birikimine ne de dünyasına uygundur, kabak gibi sırıtmaktadır ağzında. Ne oluyor, bu ne haltlar karıştırıyor alarmları vermem bundandı. Tutup savcılığa şikayet edeyim demiştim.

Aslında konuştuğum kişiler de konuşmalar da çok çok önemsiz, laf olsun laflarıydı. Mesele bunları nereden bilebileceği meselesiydi. Yıllar sonra işin içinde çok başka bir işler olduğunu öğrenecektim. Neyse, oralara girip mevzuu dağıtmayalım.

Üç beş hafta sonra dilekçem ne oldu diye uğrayıp bir sorayım dediğimde, karakol karakol dolaştırılma faslı başlatılmıştı. Sanırım dördüncüye gitmemiş, üçüncüde uyanmıştım, yanicime mesajı alıvermiştim…

Polisin ‘Karakol dolandırmalarıyla uyandırma servisi’ dümeni sayesinde mesajı ziyadesiyle almıştım almasına da, zaten karmakarışık olan kafam daha bi acayip karışmıştı.

Nasıl karışmasın? Nur topu gibi bir “Ben iblise ‘Du bakali…’ çekiyorum, polis neden bana ‘Karakol dolandırmalarıyla uyandırma servisi’ dümeni çeviriyor?” sorunsalım olmuştu.

Bilmem anlatabildim mi!

Biz dönelim “Caanım Lear jetimin paracıkları…” sorunsalına.

Farkında değilim, belki de hata düzeltilmiş, paralar yatmıştır hesaba. Son günlerde kontrol etmedim.

Zaten buradaki mesele “Gitti caanım paracıklarım...” meselesi değil, “Du bakali, seyredelim halleri...” durumsalında takılma halleridir.

Benim gibi binlerce emekli olduğunu öğrenince düşüncelerimi bankadakilerle paylaşayım dedim: “Banka neden engel olmuyor bu anlamsız ve gereksiz iş yüküne? Bilgisayar sistemi otomatik şekilde uyarır, bunun için birilerinin görevlendirilmesine bile gerek yok. Sıfır maliyetle azımsanmayacak bir yükten kurtulmak mümkün. Bunları üstlerinize aktarırsanız dikkate alabilirler.”

Sonuç mu? Bu anlamsız ve gereksiz iş yüküyle gayet mutlu mesut yaşanmaya devam ediliyor gibi görünüyor.

SGK’ya binen işlem yükü bankalarınkinden kat be kat fazlayken bu saçma yapının sürdürülmesi hepsinden beter değil midir? Kurumun bilgisayar sistemi çeşitli bilgilendirme araçlarını kullanarak “Bak yurdum emeklisi, duydum ki pintilik edip yatan maaşlarına dokunmuyormuşsun. Şu kadar gün/hafta daha ilişmezsen ‘kalk gidelim’ yapacağım, haberin olsun” diyebilir.

Geçtik sıfır maliyetli elektronik haber sistemlerini, bu uyarılar mektupla yapılsa bile o binlerce dosyanın getirdiği anlamsız iş yükü maliyetinin yanında hiç kalır. Özetle, başını kaşıyacak fırsatı olmayan kuruma sağlayacağı getiriler azımsanamaz sanırım…

Şurası çok açık ki, kirliliğe en iyi çare, kirletmemektir.


Eyüp Şeker




KİBRİTÇİ KIZ’I İZLEDİNİZ Mİ!


Üşüyor, acı çekiyor, kıvranıyordu...

Ara ara yumruk yaptığı ellerini uzun hırkasının ceplerine sokarken daha da büzüşüyor, omuzlarını yükseltip kollarını iyice bedenine yapıştırırken adeta kendi içine girmeye çalıştığı zannını uyandırıyordu. Ürkek ve tedirgin bakışlarla çevresine göz atarken ellerini hırkasından çıkarttığında, bakışlarındaki tedirginlik hızla akarak kollarına, peşi sıra da ellerine geçiyor, bir süre ne yapacağını bilemez şekilde sallıyor, bilinçsizce indirip kaldırıyordu. Titreyişine tanıklığa hazırladığınızda, büzüşürken yumruklaştırdığı ellerinin tekrar hırkasının ceplerinde kayboluşunu izliyordunuz. Bir an gözünden süzülen damlaları gördüğünüze inanır hale gelirken, bir an da öfkeyle kaldırdığı yumruğu kime savuracak tedirginliğiyle irkildiğinizi fark ediyordunuz.

Hüzünlü şarkıyı bitirdiğinde rahatladığını gösteren derin bir soluk verdiğine hiç düşünmeden yemin edebilirdiniz.

Gençliğinin beslediği tedirginlikleri, kalıcılaşacağı izlenimi veren naif tarzını iyiden iyiye büyütüyordu.  

Söylemiyor, yaşıyordu...

Ve seyrediyordunuz…

Emin Fındıkoğlu ve öğrencilerini dinlerken kapılıp Kibritçi Kız’ı izlerken bulacaksınız kendinizi.

Ben izledim…

Ve diyorum ki, en iyisi gidin izleyin ve siz karar verin Kibritçi Kız’ın Kibritçi Kızlığına…



YAĞ MESELESİ


İnternette tarif ararken ‘5 kaşık margarin,  1 bardak zeytinyağı, 3 kaşık tereyağı’ gibi miktarları gördüğümde tam anlamıyla dehşete kapılıyorum.

Nasıl kapılmayayım, kaç yıldır neredeyse yağı tamamen kaldırdım yemeklerden, elimden gelse hiç kullanmayacağım. Bu sebeple haniyse damlalıkla koyuyorum zeytinyağını. Tereyağı desen sadece pilavda kullanıyorum, arada sırada da tat vermesi için bir pinçik atıyorum bazı soslara. Hepsi bu.

Yağ sorunsallarıyla boğuşmaya başlayınca fritözü de dolaba kaldırmam gerektiğini düşünüp satın almıştım Tefal Actifry kızartıcıyı. Onda bile kıstım yağı, kaşığının 3’te biri kadar koyup kızartıyorum patatesleri. Aletin inanılmaz tarafı tamamen yağsız da pişirmesi ama patateslerin kızartma olmaktan çıkmasını göze almak şartıyla.

Bu müthiş kızartıcıdan söz etmemin asıl nedeni kızartma değil aslında. Reklamlarda gözüme ilişince kestane pişirmeden edemezdim. Müthiş güzel pişiriyor. Halen denememiş olanlara şiddetle tavsiye edilir. Pek çok kişinin, “Ben niye böyle pişiremiyordum” diye dertleneceğinden kuşkum yok.

Yağın lezzet kattığı belli olmasına belli de, her şeyin azının karar çoğunun zarar olduğu nedense unutuluyor.

Epey zaman önceydi… Uğradığım bir lokalde sahnede klasik gitarıyla şarkı söylemeye çalışanı, öylesine ezip yok ediyordu ki eşlikçisi baterist, gitaristin yerinde olsam bir saniye tereddüt etmez çekip vururdum davulcuyu ya da sesçiyi. İşin tuhafı, ses ayarlarıyla uğraşanlardan hiçbirinin aklına davulun sesini düşürmek gelmiyor, harıl harıl gitaristin sesini yükseltmeye çalışıyorlardı.
Sahnedekilere güzel geliyor olsa da, davulun sesi uzaktan da berbattı. Katlanmak mümkün değildi, çıktım…
Aslında her şey, geliyor alışkanlıklara dayanıyor.

Eskiden kepekli veya esmer ne görsem burun kıvırıp yakınından geçmeyen, tadına bile bakmayan ben, artık beyaz ekmeği tatsız tuzsuz bulmaya başladım. Damak tadıyla ilgili bu değişim öylesine bir noktaya geldi ki, beyaz pirinci bile tamamen terk etmem yakındır.

Yağ içinde benzer durum geçerli, eskiden normal bulduğum kıvamdakiler şimdilerde vıcık vıcık gelmeye başladı.

Bütün bu değişikliklerin tek sebebi sağlık tabii… Konu iki satırla geçiştirilemeyecek derecede önemli bir konu olduğundan, detaylıca derlenmesi ve ondan sonra uzun uzadıya söz edilmesi gerekiyor. Kısacası not etmeye devam…

Bütün bunlardan sonra…

Unutulmamalı ki, azın kararını bilmeyen, çoğu da kestiremez.



Eyüp Şeker 


“DU BAKALİ NE OLACAK” DİYELİM


Ve dahi denilen başgüdücünün dahiliklerini seyrederken biraz soluklanalım en iyisi.

Takalım mutfak önlüğünü yine, ZDHÇ yemeklerine dalalım.

Bir süre önce ilk kez zeytinyağlı enginar yaptım. Hep çok daha karmaşık olduğunu düşünürdüm. Ne kadar basitmiş meğer dememin nedeni yine dondurulmuş mucizesinden kaynaklanıyor aslında. İşin ilginç yanı, kutunun üzerindeki iki satırlık tariften yapmamdı zeytinyağlı enginarı.

İnsan daha ne ister; alıyorsun 1 paket dondurulmuş enginarı, zeytinyağı, limon ve tuz eklemek dışında hiçbir şey yapmıyorsun. Ondan sonra geçiyorsun birilerinin karşısına aşçılık havaları atıyorsun. Ne kıyak iş…

Zeytinyağlı fasulyeyi zaten yıllardır dondurulmuştan yapıyordum.

Gıda dondurma yöntemi olmasaydı halim ne olurdu bilemiyorum. Satın almakla kalmıyor, ne bulsam buzluğa atıyorum.

Örneğin, Mihaliç, Kaşar, İzmir Tulumu gibi katı peynirler gayet güzel durabiliyor dondurucuda. Beyaz peynir ise katılığını yitirip ufalanıyor. Tadı değişmedi ya, ne olmuş ufalanıyorsa diyenlerdenseniz sorun kalmıyor.

Sakladığım bir diğer kahvaltılık ise sucuk. Bir kangal sucuğu bir oturuşta yiyecek halin yok, dolapta fazla durmuyor, ne etçen kalanını?

Birkaç gün üst üste sucuk yiyecek kadar kafayı yememişsen, tamamını doğrarsın, bir öğünlüğünü mideye indirirken, kalan iki öğünlüğü poşete koyup buzluğa atar, canın çekip sucuk keyfi yapmaya karar verdiğinde çıkartıp tavaya atarsın öğünlük kadarını. Böylece donmuş sucuğu doğrama sorunsalıyla karşılaşmak durumsalını yaşamaz, “Bu bozulacak, en iyisi mideye indireyim” diye dertlenmezken haftalarca saklayabilirsin.

Bu arada müthiş bir keşif yaptım sanırım:

Dondurucuda saklamak karalahanaları pek etkilemiyordu ama pazı yapraklarında müthiş sonuç veriyor.

Ne kadar üşensem de dayanamayıp pazı sarması yapmaya soyunmuştum yine, fakat iş güç yüzünden fırsat kalmadığını görünce “Sarma yapamazsam yemeğini yaparım” düşüncesiyle yıkayıp hazırlamış buzluğa kaldırmıştım yaprakları. Sonunda fırsat bulduğum gün yaprakları çıkartıp çözülmeleri için suya koyduğumda büyük ikramiyeyle karşılaştım; öyle yumuşamışlardı ki, kaynar sudan geçirmeye gerek kalmamıştı. Hatta çok daha iyi yumuşamışlar, parmak kalınlığındaki en sert damarlar bile kolayca ezilir hale gelmişti.

Bundan böyle ne yapacağımı biliyorum; pazı yapraklarını en az bir gün buzlukta tuttuktan sonra yapacağım sarmayı. Kısacası, kes temizle yıka, koy poşete at buzluğa. Çıkarttığında en yumuşak kumaş 
bile yaklaşamaz yaprakların yanına. 

Belki merak eden çıkar; barbunya fasulyeli pazı yemeğinde, bir bağ pazıya, bir kutu büyük boy (700 gr.dı yanılmıyorsam. Bu da 300 gr kadar kurusuna denktir herhalde) haşlanmış barbunya konservesi kullanıyorum.

Yıllardır kafamı kurcalardı. ‘Dı’ diyorum, zira sonunda yanıtını öğrendim:

Bütün barmenler rakı kadehini sola, suyu ise hep sağıma koyuyordu. Ben de her seferinde yerlerini değiştirip rakıyı sağa suyu sola alıyordum.

Geçenlerde, artık bundan vazgeçmeye, kadehlerin yerlerini değiştirmemeye karar verdiğimden söz ettim bir barmene sonunda. Çok şaşırdı… Hiç dikkat etmediğini söylerken iki boş kadehe uzanıp nasıl yaptığını anlatmaya başladı. Kadehleri önüne koyup sağ eliyle rakı şişesine uzanıyordu. Böylece sağdaki kadehe rakı konulmuş oluyor, ardında ikisini alıp müşteriye servis yapıyordu. Böylece onun sağı, benim solum haline geliyordu.

Yıllardan beri kafamı kurcalayan sorunun cevabını umudu kesmişken buluyordum, çoğunluğunun sağlak olduğu barmenler dünyasındaki son barmenden.

Konuyu noktalayan ise garson oldu: “Demek ki, solak bir barmen beklediğiniz şekilde verecek rakınızı”

Garson deyince aklıma geldi. Eğer servisi barmen değil de bir garson yaparsa rakılar beklediğim gibi gelecektir. Zira barmen, kadehleri garsonun tepsisinde rakıyı sola suyu sağa koyacak, garson ise müşterinin sağına rakıyı soluna suyu servis yapmış olacaktır. Tabii eğer tepsiyi çevirmezse. 

Bu yüzden diyorum ki, kafayı boşaltmanın yolu lüzumsuz işlere kafa yormaktır.

              
            Eyüp Şeker