“EHEM EHEM, ŞİMDİ ŞÖYLE…” AHKAMLARI KESME FIRSATINI KAÇIRMAYACAKSIN



Geçen gün kızım yeni fotoğraf makinesinin özelliklerini öğrenmek için arkadaşlarına sorduğundan söz etmek gibi bir gaflette bulununca “Ehem ehem, şimdi şöyle…” diye başlama fırsatını kaçıramazdım. Oturdum ve yazmaya başladım.

Bunca ahkamı kesmişken, “Fotoğraf makinesi, çekim…” falan diye sorma gafletinde bulunan başkaları da vardır muhakkak. Bari bloga yerleştireyim, belki birilerinin işine yarar dedim.

Fotoğraf çekiminde ilk bilinmesi gereken diyafram, ikincisi ise enstantanedir.

Diyafram, odak açıklığıdır ve filmin üzerine düşecek ışığın miktarını azaltıp çoğaltmaya yarar. Basitçe, objektifteki delik diyebiliriz. Objektife baktığımızda gördüğümüz 2.8 - 3.5 – 5.6 – 8 – 11 -16 rakamları diyafram ölçüleridir. Rakamlar büyüdükçe diyafram deliği küçülür, 2.8 en büyük delik, 16 ise en küçük deliktir. Kimi objektifler 1.8 – 2 gibi daha açık veya 22 - 32 gibi daha kapalı diyaframlı olabilir.

Aslında fotoğrafın en önemli özelliği diyaframdır. Nedenini en bilinen örnekle açıklamaya çalışayım:

Bilirsin, en basit fotoğraf makinesi, bir yüzüne iğneyle delik açılmış kapalı karanlık bir kutudur. O iğne deliğinden giren ışık karşı yüzeye görüntüyü düşürür. İşte bu iğne deliği büyütüldüğünde görüntünün netliği azalır, yani bulanıklaşır. Delik küçüldükçe netlik artar ama giren ışık azaldığından görüntü kararır. Bu yüzden küçük delikte daha uzun süre, büyük delikte daha kısa süre pozlama yapılması gerekir.

İşte temel fotoğrafçılık budur aslında.

Gelelim enstantaneye:

Makinedeki 15 – 30 - 60 -125 - 250 gibi rakamlar enstantane değerleridir ve saniyenin bölümlerini gösterir. Eski makinede ise bu rakamlar vizörün yanındaki çevrilebilen kenarları tırtıklı silindirde yazılıdır. Baktığında göreceksin, hani B – 1 – 2 - 5 - 15 – 30 – 60 – 125 – 250 - 500 falan. Örneğin 30 enstantanede, saniyenin 30’da birinde açılıp kapanır objektif, 125’te 125’te birinde, 500’de 500’de birinde, vs. Rakamın büyüklüğü pozlamanın kısalığını, küçüklüğü ise uzunluğunu gösterir. Örneğin 5 enstantanede saniyenin 5’te biri süresince, 1 enstantane ise 1 saniye boyunca açık kalacak demektir.

Hani gece çekimleri yapıyorduk eski Canon’la. Makinenin en düşük enstantanesi 1, yani 1 saniyeydi. Bu ise pozlama için çok az bir süre olduğundan mecburen B’yi kullanıyor, objektifi istediğimiz süre açık tutuyorduk. Yani objektifi 15 saniye, 45 saniye falan açık tutarak pozlama yapıyorduk.

Yeni makinede B yok, boşuna aramayınız küçük hanım.

Filmin üzerine düşürülmesi gereken ışık miktarı ise sabittir. Makinelerin AUTO seçenekleri bu ayarları kendi yapar, MANUEL seçenekleri ise kullanıcıya bırakır.

Eğer çok fazla pozlama yaparsak, yani çok ışık verirsek görüntü beyazlaşacak, az pozlama yaparsak kararacaktır. Pozlama diyafram ve enstantane ayarlarıyla denklenir. Diyelim 5.6 diyaframı seçtik, makinenin pozometresi aracılığıyla enstantaneyi azaltıp çoğaltarak 0’ı bulduğumuzda ışık ayarı tamam demektir. Bunu vizörden bakarken +- 2, 1 gibi değişen rakamlar olarak görüyoruz. İşte orada gördüğün +- bir rakam değil de sıfır olduğunda ışık ayarı tamam demektir.

Aynı işlemi tersten de yapabiliriz ki, bu hareketli çekimlerde zorunlu hale gelir. Örneğin futbol maçında 30 veya 60 enstantaneyle çekim yaparsak uzamış, keskin hatları kaybolarak bulanıklaşmış görüntüler elde ederiz ama 500 veya 1000 enstantaneyle çektiğimizde hareketin bir anını yakalayarak bulanıklığı engelleriz. Burada karşılaşacağımız açmaz ise yetersiz pozlamadır. Diyelim 500 enstantaneyle fotoğraf çekeceğiz ama hava güneşli değil de bulutludur ve objektifimizin en açık diyaframı 2.8 bile yetmeyebilir çekim için. Bunun sonucu da karanlık bir görüntüdür. Tek çare enstantaneyi düşürmektir ama hareketli görüntüler yüzünden en çok 250, bilemedin 125 enstantaneyi seçme şansımız vardır. Bu açmazdan çıkmanın yolu ise daha hassas filmlerdir.  

Filmli makinelerde daha hassas filmler üretilerek bu engel aşılmaya çalışılmıştır ama bu da gren, yani noktaların büyüklüğünü getiriyor. Günümüz yaygın deyimiyle piksel. Malum, 1920x1080 HD görüntüde pikseller yani noktalar görünmezleşirken, 640x480 klasik ekrandaki noktalar karınca gibi kaynar.

Hassasiyet ölçüsü ASA’dır. Hani makinelerin her ikisinde de 100, 200, 400, 800 falan ASA yazıyor ya, işte o. 100 ASA’da hassasiyet düşük, gren ise azdır ama daha uzun pozlama yapılması gerekir.  800 ASA’da ise hassasiyet yüksek gren fazladır ve daha kısa süreli pozlamayla çekim yapılabilir. Yine maça dönersek, 800 ASA bir filmle çekim yaparak an’ı yakalarız ama pikselleri büyük fotoğraflar elde ederiz. Özetle hassas filmler daha kısa poz süresi sağlasa da elde edilen görüntünün kalitesi düşüyor.

Dijital makinelerde 1600, 3200, 6400 ASA gibi daha yüksek hassasiyet seçenekleri var ve filmlerden çok daha düşük grenli/pikselli olsalar da durum değişmiyor ve bunlarda da ASA yükseldikçe noktalar yine belirginleşiyor.

Pozlama kısaca bu.

Tekrar diyaframa dönmem gerekiyor. Zira fotoğrafta en önemli özellik diyafram ayarıdır. Büyük diyaframlar daha fazla derinlik sağlarken, küçük diyaframlarda derinlik netliği azalır.

Bir örnek vermek gerekirse; bir otobüsün hafif çaprazdan fotoğrafını çektiğimizi varsayalım. Netlik ayarımızı ön köşeden itibaren yandaki 4. pencereden görünen adama yapıyoruz; diyaframı 16’ya ayarlayarak yaptığımız çekimde şoför de, daha arkada kalan 8. pencereden görünen adam da net çıkar. Aynı çekimi 2.8 diyaframla yaptığımızda ise, sadece netlik ayarını yaptığımız penceredeki adam net çıkarken öndeki şoför ve arkadaki adam bulanıklaşacaktır.

Tabii bu durumu tercih olarak kullanabileceğimizi de unutmamak gerekiyor. Örneğin, bir vazo lalenin fotoğrafını çekerken, içlerinden bir tanesini net, diğerlerini flu çekmek isteyebiliriz. Bunun için 2.8 - 3.5 gibi açık diyafram seçeriz. Böylece fluluğun içindeki tek bir laleyi öne çıkartmış oluruz. Eğer tersini yapmak ve bütün vazoyu net çekmek istersek bu sefer de 16 – 22 gibi kısık diyafram kullanırız ama eğer çekim yaptığımız odadaki ışık yetersizse yine iki seçenekten birini tercih edeceğiz demektir. Ya makineyi sabitleyip uzun pozlama yaparız, ya da büyük spotlarla aydınlatırız vazoyu. Bu yüzden vesikalık çektirirken ter boşalmamıza sebep olan o kızgın spotları üzerimize doğrultur fotoğrafçılar.

Diyaframların derinlik etkisi çizelgesi objektif üzerinde vardır. Bilmem anımsar mısın, bir ara ayaküstü göstermeye çalışmıştım. Bu çizelgeyi eski makinenin objektiflerinde daha açık görebilirsin. Malum, objektif üzerinde sağa sola çevrilebilen diyafram ayarı var. 2 - 2.8 – 3.5 – 5.6 - 11 – 16 vardı ya hani, işte onu sağa sola çevirerek gereken diyaframımızı ayarlıyoruz.

Bir de 0.5 – 1 – 2 – 5 – 10 ~ gibi metre ayarı rakamları var objektif üzerinde ya, işte o metre ayarının işaret çizgisi vardır hemen altında ve kaç metreye netlediğimizi görmemizi sağlar o küçük çizgi ama bir şeye daha yarar; aynı zamanda diyaframların derinlik etkisini de gösterir.

Dikkat edersen metre ayarı işaretçisi çizgisinin altında da diyaframlar yazılıdır ama bunların bir farkı vardır; işaret çizgisinin hem sağına doğru hem de soluna doğru yazılıdır diyaframlar.

Metre işaretçisinin her iki yanına doğru 3.5 – 5.6 – 8 – 11 -16 rakamlarının yazılmasının nedenine geliyorum: Yine otobüse dönelim. Dördüncü penceredeki adama yapıyoruz metre ayarını yine.16 diyaframla çektiğimizi var sayalım. Otobüsün dördüncü penceresindeki adamımız 9 metre uzağımızda. Sadece örnekleyebilmek için rakamları atıyorum; metre çizgisinin işaretçisinin solundaki 16 rakamı yaklaşık 6 metreye, sağındaki 16 rakamı ise 12 metreye karşılık geliyor diyelim. Bu bize, çektiğimiz otobüsün yaklaşık 6 metresinin net çıkacağını gösterir. Eğer 8 diyafram kullanacaksak, sağ ve soldaki 8 diyaframa karşılık gelen metre rakamlarına baktığımızda, 8 ile 10 metre, yani 2 metre netlik derinliğimiz olacağını görürüz.


İnternetten bulabildiğim en uygun fotoğraf bu, onun üzerinde anlatmaya çalışayım.

Bu fotoğrafta sağdaki 22 – 16 – 11 – 8 - 5.6 sayılarının bulunduğu kısım diyafram ayarcısı.

En soldaki ft ve m yazılarının sağındakiler feet ile metre göstergesi. İşte onun hemen sağında gördüğün rakamlar diyafram derinlik çizelgesidir. Ortadaki uzun turuncu çizgi metre işaretçisidir. Çizginin solundaki sağındaki diyafram rakamları var görüyorsun, işte onlar derinliği gösterir bize. Metre rakamlarının diyaframlara karşılık gelen küçük bir bölümü gözüküyor farkındaysan. Turuncu çizginin denk geldiği yere bakılırsa tahminen 2.15 metreye ayarlanmış objektif; 22 diyafram solda yaklaşık 2.3 metreyi işaret ediyor, sağdaki 22 diyafram ise 2 metreye denk geliyor. Bu da, 22 diyaframda 30 santim derinlik veriyor demektir. 5.6 diyaframda ise hemen hiç derinlik elde edemeyeceğimizi görüyoruz.

Umarım anlatabilmişimdir.

Yolladığın fotoğraflara gelirsek, gördüğüm kadarıyla çekimleri yakından, yani objektifin geniş açı olan 28 mm civarındaki konumuyla yapmışsın. Bu da kenarlarda deformeye, yani yuvarlaklaşmalara sebep oluyor.

Yanılmıyorsam makinenin üzerindeki zoom objektif 28-105 mm'ydi. En az 50 mm (ki bu gördüğümüzün eşdeğeri olan standart görüntü sağlayan odak uzaklığıdır) veya daha büyük odak uzaklıklarında çekim yapman gerekir. Bunun için fotoğrafını çekeceğin fotoğraf kartını masa üzerine koymak yerine, yere veya alçak bir sehpanın üzerine koyup çekmen yeterli olacaktır.

Geniş açı objektiflerden söz etmişken büyük odak uzunluğunu da anlatmam gerekiyor. Gördüğümüze eşdeğer görüntü veren 50 mm'den daha büyük odak uzunluklarında ise derinlik azalır, hatta kaybolur. Örneğin 105 mm'yle çekilen iki insandan biri diğerinin birkaç metre gerisinde olmasına rağmen sanki hemen arkasındaymış gibi çıkacaktır fotoğrafta. Bu derinlik kaybolma etkisi 300 - 500 mm gibi büyük teleobjektiflerde çok açık şekilde belirginleşir.

Şekilde görüldüğü gibi fırsatı yakalamışken “Ehem ehem, şimdi şöyle…” ahkamlarını iyi kesiyorum.



              Eyüp Şeker




SABIR KOYUNUM SABIR



‘Demokrasi bahşediciliktir’ hallerinden sevindirik olan, daha ne sevindirikliklere layık kılınacaksın, ne sivindirikliklere!

Uç hak eden sevindirik uç…

Çok yaşayın emi…



             Eyüp Şeker


KENDİLERİNİ SORGULANAMAZ, DENETLENEMEZ YÜCELİĞE ERİŞTİRMEK Mİ KAPİTALİZM


“AKP kapitalizmi tamamen yerleştirdi” diyenler kesinlikle haklı.


Evet, son kalan birtakım dengeleyici mekanizmalarla hak ve özgürlükleri tamamen yok ederken, her türlü kurum ve kavramı kontrol edip yönetme gücünü ele geçirerek kapitalizmi getirdi, hem de en vahşisini.


Ama üretmeyen, hayal ve güç düşkünü, gösterişçi, bahşeden ve bahşettiğinde şükredildiğini duymak isteyen, kerameti dincilikten menkul dayatmacı ticaret kapitalizmi…



             Eyüp Şeker



TEK ÇARE İNANÇLARA KARIŞMAMAK KARIŞILMASINA İZİN VERMEMEK




Türlü çeşitli tarihi birikimle tıka basa dolu bu diyarlarda “Ben daha eşitim” denilmesine nasıl engel olacağını bulmadan, yaşamın göbeğine dini yerleştiremezsin!


Laikliği dinsizlik sayanlar anlamıyor da Amerikanyalılar anlıyor mu sanki!

Ve bahşetmek, karışmamak değildir, sindirip kıstırarak yaşamasına izin vermektir. 



                  Eyüp Şeker



YAŞAMI TÜKETMEDEN DE YAŞAYABİLİRİZ



Tek yapılması gereken toz konduramadığımız kalın kafalarımızı değiştirmek.

Bakaduranlar gibi yapmayıp gören birinin müthiş fikrine denk geldim bir belgeselde. Spor salonlarındaki kondisyon bisikletlerinden elektrik üretilmeyişini şaşkınlıkla karşılayan fikrin sahibi, “6 kondisyon bisikleti ortalama bir Amerikan evinin günlük ihtiyacını karşılayabilir. Binlerce spor salonundaki binlerce kondisyon bisikletini düşünsenize?” diye soruyordu.

Malum, kondisyon bisikletlerinde pedal çevirmeyi zorlaştırıcı frenleme mekanizması var. Bu zorlaştırıcılığı jeneratör fazlasıyla karşılayacaktır. Yok yetmez denirse, frenleme mekanizması ek olarak tutulur. 

“Kendi şartlarımda üreteceğimden ne olur ki, neye yeter o kadarcık elektrik?” denmesi öncelikli yanlış. Bireysel kaynağın yetmediğinde ihtiyacını şebekeden karşılarken, tüketiminin çok düştüğü saatlerde ürettiğin elektriğin fazlasını şebekeye satacağını, daha da önemlisi, yalnız olmadığını, senin gibi yüzbinlerce, milyonlarca insanın varlığını göz önüne getirdiğinde, o küçücük üretimlerin birikerek kaç santrali gereksiz kılabileceği kolayca netleşiverecektir.

Bu doğrultudaki çabaların diğer bir etkisi de, güneş, rüzgar gibi enerji üretim ekipmanlarının verimliliğinin artırılması, fiyatlarının düşürülmesi ve yeni yöntemler bulunması çalışmalarının çok hızlanması olacaktır.

Değişmesi gerekenin yerleşik hatalı bakışlarımız olduğu çok açık. Kemikleşmiş bu zarar verici anlayış yüzünden tahripkarlığı çok yüksek devasa elektrik santralleri kurulması gerektiğini düşünüyoruz hep. Büyük kaynak ve zaman gerektiren muazzam enerji üretim tesisleri yerine her türlü bireysel üretim yönteminin yerleştirilmesi gerekiyor oysa. Her ev, her pencere, her çatı, her cephe, her işyeri, her fabrika enerji üretir hale getirildiğinde dev santral ihtiyacı çok azaltılabilir.  

Bireysel üretim birimlerinin hızlı ve etkili bir çözüm olduğu açık.

Kuşkusuz, yaşama zarar vermemeye dikkat edilmesi gerektiği reddedilmez bir gerçek olarak karşımızda dikiliyor. Çok açık ki, yaşamı tahrip etmeden, aksine besleyerek de yaşam sürdürülebilir. Bunlar yapılırken yaşam standartlarından ödün verilmesi de gerekmiyor. Sadece yeni yollar ve yaklaşımlar bulunması gerekiyor. Her türlü atığın enerjiye veya yaşamsal katkı malzemesine çevrilmesi para kazandırırken doğayı da besliyor.

Birkaç yıl önce gazetede gördüğüm haberde evsel atık yağların adresten alınacağından söz ediliyordu. İnternet adresini not etmekle yetinmeyip fritöz yağını falan pet şişelerde biriktirmeye koyuldum koyulmasına da, ‘En az 5 lt olmalı’ şartı yüzünden yıllardır öylece duruyorlar. İşin saklama tarafı da ayrı bir dert.

Kalın kafalının teki olsam da nihayet jeton düştü:

Her hanenin 5 lt şartını karşılaması kolay değil ve atık yağı saklamak da sorun ama bina organize olduğunda kolayca aşılabilir bu miktar engeli.

Bunun için tek yapılması gereken bina sakinlerini “Kızartma yağlarınızı, hatta her türlü atık yağı lavaboya dökmeyin. Hem boruları tıkıyor hem de doğaya çok zarar veriyor. Bir şişeye, kavanoza doldurup kapıcıya verin” diye bilgilendirirken, kapıcıya da “Bunları bir kenarda biriktir, 5 lt’yi aştığında şu telefon aranacak, onlar gelip alacaklar” demekten ibaret.

Tıkanan tesisat dertleriyle ve masraflarıyla boğuşmak, çok uzun yıllar boyunca temizlenmeyecek ve sonuçta yine bize, çocuklarımıza türlü dert olarak dönecek şekilde denizi, toprağı kirletmek yerine elektrik enerjisine dönüşmesi doğrultusunda hassasiyet göstermek daha iyi değil mi?

Bilmiyorum başka kuruluş var mı? İnternetten ‘Ezici yağ’ diye arandığında kolayca ulaşılıyor sözünü ettiğim firmanın http://www.ezici.com.tr/bitkisel_atik_yaglar.html adresine ve ücretsiz arama hattı olan 444 28 45 telefonuyla pek çok bilgiye.

Çok komik ve aptal bir dünyadır bu, hep değişir de bazen çok geç değişir kafası.



Eyüp Şeker



ALTIN BOYNUZ’U BOYNUZLAMAK


Kentimin güdücüsüdür, mimardır, vardır bir bildiği desem de kafam basmıyor bir türlü; çizdiği köprü projesinin neresi benzemektedir boynuza?

“Arkamda büyük bir eser bırakacağım” saplantısı yüzünden bu tuhaflığı kondurmaya çalışmasını anlamak uygunsuzluklara rağmen yine de mümkün de, Altın Boynuz’dan hareketle çizdiği projedekinin nasıl boynuz olduğunu anlamak kolay değil.

İki karışlık mesafede geçişi sağlayacak köprü projesindeki devasa beton elektrik direği kılıklı uzun direkler neyin nesidir çıkılmıyor işin içinden.

Herhalde Akagi gibi görkemli bir başyapıt bırakmaya çalıştığından dikecek devasa kuleleri, gerecek yığınla kabloyu, kentimin güdücüsü!

Şöyle bir şeyler olsa yine anlar insan.



Amma velakin cahil kalın kafalının biriyiz, düşer mi bize büyüklerimizin hikmetinden sual eylemek, fikir şey etmek...

Ne edelim, dikecekse diker...

Tepesine de tüy...

Yakışır...


               Eyüp Şeker




‘YARDIMLAŞMA’YI YAPILANDIRMAKTI BELKİ DE EN BÜYÜK ARMAĞANLARI

26.07.2011 18:44 / 18.08.2011 15:27 / 17:49 / 20.08.2011 18:23



Biz sıradan dünyalılara bilgisayarın uçsuz bucaksız everenini açan ilk büyücüler olmasaydı eğer, araştırma merkezleriyle büyük kurumların kullandığı aletler olarak kalmaları çok muhtemeldir.

Başını Wozniak’ın çektiği ilk bilgisayar büyücüleri ilk kişisel bilgisayar sayılan Altair 8800’le karşılaştıklarında, “Kullanabileceğimiz bir alete çevirebilir miyiz, bundan nasıl yararlanırız?” dediklerinde başlamıştı her şey ama ilk büyücülerin asıl yapılandırdıkları, bilgisayarın kendisinden de değerliydi belki de.



Evet, kişisel bilgisayarları biz sıradan dünyalılara armağan etmişlerdir ama bundan çok daha değerli bir armağanları vardı; yardımlaşma ve paylaşmaydı bu.

O günlerde “Ben şunu yaptım, sen onu nasıl çözdün. Geliştirdiğim yöntemle şu sonuçları aldım” alışverişleriyle günümüz kişisel bilgisayar evreni yapılandırıldı. Çoğumuzun bildiği ama dillendirmediği bu anlayış sayesinde bilgisayar kullanımı böylesine yaygınlaşıp basitleşmiş durumda. Herkes birbirinden öğrenerek kendisini geliştirmese, sadece firmaların teknik destek servislerinin eline kalsaydı bilgisayar kullanımı, belli çevrelerin ve büyük kurumların tekelinde kalırdı.

Beleş telefon etme hergeleliğinin bir araya getirdiği ilk büyücüler döneminde yapılanan yardımlaşma meselesinde ilk kıllığı yapan inbe Gates olmuş. Paylaşımlarla ufuklar genişletilirken inbe büyücü Gates, haklı gerekçelerle gibi gözükse de grup paylaşım ruhunu dinamitleyerek “Ben bu yazılımdan para kazanmaya çalışıyorum, kopyalanmasına izin veremem” şarlamasıyla ilk hırı çıkartıp kendi yolunu çizmeye koyuluyor. Adam olacak çocuk şeyinden belli olur durumu yani.

O günlerde kendiliğinden yapılanan bu yardımlaşma anlayışına çok şey borçlu olduğumuzun pek farkında değiliz.

Bunca gelişmişliğine rağmen günümüz bilgisayarlarını kullanmak halen çok güç ve karmaşıktır. Kullanım sorunlarını çözmek teknik destek birimleriyle sınırlı kalsaydı kimse doğru dürüst bilgisayar kullanamıyor olurdu. Çözümler büyük oranda kişisel yardımlaşmalar sayesinde gerçekleşiyor. Ancak son nesil telefon ve tabletlerin kullanımında teknik desteğe pek gereksinim duyulmuyor. Bilgisayarlar ise olanca karmaşıklığı ve içinden çıkılmazlığıyla karşımızda durmaktalar halen. Yeni bir yazılım veya donanım aldığınızda bir başınıza üstesinden gelemiyorsunuz öyle kolayca. Ayarları halletmek, neyin nasıl olacağını anlamak pek mümkün değildir. Bu yüzden hemen bir arkadaş, bildiğini düşündüğünüz tanıdık aranır çözüm için, ya da internetten bilgi edinilmeye çalışılır. Bunlar işe yaramadığında ise teknik desteğe başvurulur.

Uzun yıllardır ‘Tak kullan’ diye pazarlanan donanımların küçük bir kısmı ancak kastedildikleri şekilde kullanılabiliyor. Onlar da fare klavye gibi nispeten basit donanımlar. Gerçi bunlarda da halen daha en son sürücüyü edinmemekten kaynaklanan sorunlar yaşanmıyor değil. Özetle, bilgisayarın karmaşık dünyasında ‘Tak kullan’ sıkı bir palavra gibi durmakta haalaa.

‘Bulut’ sistemi yapılandırıldıkça bu teknik sorunlar geride kacak gibi gözüküyor. Ancak o zaman yeni bir bilgisayar aldığımızda, ‘Bulut’ üzerindeki otomatik yapılandırma ayarları sayesinde bilgisayarımız kullanıma hazır hale gelecek ve yine oradaki yazılımları uğraşmadan, didinmeden kullanmaya başlayabileceğiz sanırım. Yalnızca kişisel tanımlamaları yapacağız ve yazılım yükü çok azaldığından performansı yükselen bilgisayarımızı kullanmaya başlayacağız.

Bilgisayar kullanırken sıklıkla kapıldığım bir izlenim var; yazılımcılar basit ve pratik çözümler için çaba harcamayı unutarak hep daha marifetli şeyler geliştirmeye çalışıyorlar. Bunun sonucu da içinden kolay çıkılmaz programlar oluyor.

Aslında, süregelen bu hatalı yapının barındırdığı yanlışlıklara rağmen işlemesinin en büyük sebebi, bilgisayar dünyasına yerleşmiş kullanıcı yardımlaşması sistemidir. İnsanların tek başlarına bilgisayar kullanmaları neredeyse imkansız gibi şu anda. Çünkü kullanım kolaylığı ve pratikliği hiç akıla getirilmeden yazılıyor hemen hemen bütün programlar, üretiliyor bütün donanımlar. Zaten işlerliği ayakta tutan ana unsur, teknik destek servislerinden ziyade yerleşmiş olan yardımlaşma sistemi. Herkes birilerine sorup öğreniyor, birbirlerinin deneyimlerinden yararlanıyor. Ve bence, eğer kullanıcı dostu pratik çözümlere kafa patlatılmazsa, hem üreticiler hem de kullanıcılar çok yorulup çok hırpalanmaya devam edeceklerdir.

Evet, herkes ister satın aldığı cihazın marifetlerinin sonsuz olmasını ama kullanmaya kalktığında içinden çıkamazsa, o marifetleri bir kenara atıp “Canı cehenneme” diyecektir.

Bilgisayarla tanışıklığımın başladığı yıllara dönmem gerekiyor:

Machintosh için paraya kıyamayınca gidip aldığım Atari 520’nin illet halleri yüzündendi sanırım sıkça Apple konusunu açmam. Bir gün yine yakındığım yazılımcı çocuk “Steve Jobs’un ön plana çıktığına bakma,  asıl bilgisayar daahisi Steve Wozniak’tır” dediğinde  Steve’ler hakkında en küçük bilgim ve fikrim yoktu aslında. Sonraki yıllarda neyi kast ettiğini anlayacaktım.



Machintosh muhteşemdi, aklımı alması boşuna değildi. 3 parçadan ibaretti; monitör, klavye ve fare. Disket sürücü, anakart, adaptör, dünya sevimlisi monitörün altına yerleştirilmişti. Benim Atari 520’de ise, işlemciler yani anakart monitöre değil klavyenin altına yerleştirilirken, disket sürücü kabloyla bağlanan harici ayrı bir ünitedeydi. Bununla bitse yine iyi, adaptörler de ayrı parça halindeydi. Bunun nedenini çok geçmeden öğrenecektim; adaptör monitörün yakınına konulduğunda ekrandaki görüntü titrediğinden mümkün olduğunca uzak tutulması gerekiyordu.



Şekilde görüldüğü gibi, bol parçayla, bol kabloyla ve kıllıklarla cebelleştikçe aklımın Macintosh’a gitmesi çok doğaldı. 

İlk hekırlar kabul edilen ve bilgisayarı biz sıradan dünyalıların kullanımına açarken kişisel bilgisayar kavramını getiren bir grup üniversiteli, ilk kişisel bilgisayar kabul edilen Altair 8800’le tanıştıklarında, “Biz bu aletten nasıl yararlanırız, hangi işlerde kullanırız, bununla neler yaparız?” diye kafa patlatmaya başlayıp kendi bilgisayarlarını tasarlamaya koyuldular. Aslında bilgisayarın ne işlerine yarayacağına dair hiçbir fikirleri yoktu. İşe yarayacağına inanıyor ama neler yapabileceklerini bilmiyorlardı. Aralarında Atari’nin büyücüsünün de olduğu bu büyücüler grubundan en öne çıkan ise ilk Apple bilgisayarı tasarlayıp yapan Steve Wozniak oluyor. İki iyi arkadaş olan Steve’lerden Jobs, “Ben bu aleti satarım” deyip harekete geçtikten kısa süre sonra Wozniak’ı arayıp “2 tane sattım…” müjdesini verdiğinde Apple doğmuş oluyor.

Kuşkusuz, bilgisayar büyücüsü Wozniak’a kalsaydı ve işin mühendislik kısmından çakmayan büyücü Jobs’un eşsiz görüşleriyle pazarlama yetenekleri olmasaydı, büyük olasılıkla Apple doğmayacaktı. Bilgisayardan pek anlamayan Jobs’un büyücülüğü, Apple’ı ve eşsiz ürünlerini sunup durmaktadır o gün bugündür.

Bir grup büyücünün yaşamımıza armağan ettiği yardımlaşma ve paylaşım ruhu, para kazanma kaygısı yüzünden daha başında kurucularınca terk edilse de, biz sıradan dünyalılara güzel bir miras olarak kalmıştır.

Eğer bugün birazcık bilgisayar kullanmanın ardından her birimiz ‘Bilgisayar piri’ havalarıyla kasılarak ortalıkta dolanabiliyorsak, bunu o bir grup üniversiteli büyücüye borçlu olduğumuzu da unutmamamız gerekiyor.

Ve sanki, bilgisayarın kendisinden daha değerli bir armağan ‘paylaşım’.


Eyüp Şeker

NOT: Windows Media Player’a rahmet okuturcasına “Aman aman, sistemden ırak…” dedirten ‘Quick Time Player’ denen illet oynatıcıyı kendilerine nasıl yakıştırıyor Apple’dakiler çok merak ediyorum.




HATA AYNI HATA

Küreselleşme silahıyla dünyayı fetihe çıkan ABD ve benzerleri ülkelerini kaybetti.

Tıpkı insanı unutup hiçe sayan komünizm uygulamalarındaki gibi…


Anlamak için sayfalara, ciltlere gömülmeye gerek var mı!

Hep hiçe sayılmıştır ama yok etme noktasına varıldığında; insanın dünyasında insanı hiçe saymanın bedelleri hep ödenir.


                 Eyüp Şeker




SANAYİYMİŞ, NE SANAYİSİ


10 Ağustos 2011 / 12 Ağustos 2011 / 13.08.2011 00:44



Ekonomiden hiç çakmadığımdandır herhalde; sanayiyi haniyse tamamen ticarete dönüştürenlerin gerçekleştirdiklerini “sanayimiz uçuyor, eşi görülmemiş ekonomik başarı, …” halleriyle övgü ve alkışa boğanları anlayamıyorum.

Anlayamıyorum işte.

Cahilliğimden herhalde…

Rakamları yukarı taşıyan bütün büyük girdiler tamamen ticaretin eseriyken bundan sanayi diye söz edilmesini almıyor bir türlü bu kalın kafam. Artık montaj bile yapılmıyor neredeyse, Çin’de yapılıp kutulanarak gelen ürüne markanı bastırdın mı sanayi üretiminden sayılıyor? 

Yanılıyor muyum, böyle değil mi?

Cahilin teki olduğumdan ve de ekonomiden hiç ama hiç çakmadığımdan ve de dikkat eksikliği denen başımın belası illet yüzünden ekonomi uzmanlarının yazılarını okuyamayıp verdikleri rakamları inceleyemediğimden süzme cahil kalıyorum, aydınlatan biriyle karşılaşırsam ne mutlu bana:
Çin’de yaptırılıp üzerine marka bastırılan ürünler sanayi üretimi sayılıyor mu sayılmıyor mu? 

Ben süzme cahilin teki olduğumdan anlayamıyorum tabii üretim katkımızın ‘SIFIR’ olduğu bu sanayi üretimini. Cehalet işte basmıyor kafam, anlayamıyorum bir türlü, üretmediğimizdeki rekortmen sanayiyi.

Ekonomiyi övgüye boğan pirler ve işi bilen uzamanlar çakıyorlar tabii eşsiz başarının nasıl gerçekleştirildiğini ama benim gibi kafası basmazlar yerli markalı ‘Made in PRC’ yazılarına trene bakar gibi baka duruyorlar!

Büyük oranda montaja dönüşmüş otomotivde hiç olmazsa bantlar dönüyor, üretim yapılıyor. Diğer sanayi ürünleri neredeyse tamamen Çin üretimi ve buna sanayi üretimi deniyor yurdumda.

Yalnızca sanayi mi, tarımsal üretim de çökertilmiş durumda. Neyse ki akılların başa geldiğine dair uygulamalarla karşılaşmaya başladık. Çünkü yokluk zorluyor. EBK tekrar faaliyete geçirilmiş örneğin.

Benim gibi cahil kalın kafalılar da satın aldığı yerli markanın kutusunun üzerinde yazan ‘Made in PRC’ yazısına bakarken ürettiğimizin ne olduğunu bir türlü çakamıyor tabii. Aynı ürünü başka yerli markalar da üretiyor, yani Çin’de ürettirip ismini yazdırıyor ve de böylece sanayi üretimi patlıyor, ekonomimiz uçtukça uçuyor.

Patlar tabii, uçar tabii…

Nasıl alsın bu cahil kafam bu sanayi üretimini, almaz tabii.

Uçar tabii bu sanayi, bu ekonomi, hem de ekonominin dahileriyle birlikte.

Sanayici tüccara dönüşmüş, ekonominin pirleri(!) sanayi rekor kırıyor diye bayram üstüne bayram yapıyor.

Ferrari’ye tüp takan, senede 15 bin km yapacakken 500CEL Mercedes’in dizelini almaya çalışan, Doğan görünümlü Şahin meraklısı kafanın sanayisi bu olmayacaktı da ne olacaktı! Desinler her şeyse ekonomi uçar gider.

Üretimi terk edip unutan kafanın sanayisi fişşek gibi olmayacaktı da ne olacaktı!

Artık tut tutabilirsen tüccar kafanın bu sanayisini…

Rekor ihracat rakamlarına ulaşan firmaların üretim katkısı yüzde kaçtır çok merak ediyor insan. Tek haneli rakamlarla karşılaşmak kimseyi şaşırtmamalıdır. Çin’de yaptırıp kutusuna markasını bastırmanın neresindedir üretim, neresindedir sanayi?

Bu cahil kafama göre, al-sat, ucuza yaptır-sat yöntemleri ancak geçici liman olabilir, üretmeyen toplumlar illa büyük çöküş yaşarlar. Ben cahili böyle sanıyorum ama ekonominin ustalarına, uzmanlarına, pirlerine bakılırsa, iyice üretmezleştirilen bu ülkede ekonomik başarı müthiş.

70 milyonluk ülkeye Dubai gibi şehir modeli uygulamanın bedelini sadece dahi güdücüler ödemez, asıl yıkılanlar koyun sürüleri olur.

ABD de aynı sorunu yaşıyor; daha fazla kazanç peşindeki firmalar, geliştirdikleri teknolojik ürünlerini Çin’de ürettirip dünyaya pazarlarken büyük bir hızla ülkeyi koflaştırdıklarını göremediler. Yaptırıp satarken üretmemenin getirdiği ülkelerindeki yıkımı görmüyorlardı. Çin ise teknolojik ürünleri üretmeyi öğrenmekle kalmayıp büyük bir hızla teknoloji geliştirmeyi de öğreniyor. Özetle başını ABD’nin çektiği ülkeler büyük bir hızla en büyük canavarları olan işsizliği ve daha da tehlikeli hale gelecek Çin’i yaratıyorlardı.

Henüz Soğuk Savaş tohumları atılmaya başlamamış, 2. Dünya Savaşındaki müttefikliğin getirdiği ilişkiler sürerken Sovyetler İngilizlerden bir adet jet motoru ister. İngilizler “Daha doğru dürüst bir uçak sanayileri yok, en gelişkin üretimleri, montajını yaptıkları Amerikan DC3 Dakota’lar. Pırpır yapma aşamasındalar haniyse, jet motorundan ne anlarlar, verelim.” derler. Bu küçümseyişin ürünleri, Kore’de ABD’nin en gelişkin jetlerini paçavraya çeviren efsanevi Mig’ler olarak çıkacaktır karşılarına.

Çin yapması gerekeni gerektiğince, hatta gereğinden de iyi yaparak fırsatları değerlendirdi ve başardı. Yani Mao başardı, yığıntı halindeki heyulayı ayağa kaldırdı, sonrakiler de devleştirdi. Batıdaki pek çok analistin zannettiğinin aksine çok büyük bir hızla çok büyük bir dev oldu Çin, kuşkusuz daha da büyük dev olacaktır.

Cahil, kalın kafalının teki olduğumdan bunları görüyorum ben. Ekonomiden zerre çakmadığımdan tabii… Ekonominin pirlerinin, ustalarının, uzmanlarının gördükleri bambaşkaysa ne yapayım. Süzme cahilin biriyim işte.

Dönelim ekonomik krize.

Daha fazla kazanç uğruna yaratılan ekonomik tsunamiden kurtulma şansı en yüksek olanlar ise, üretimi terk etmeyip desteklemenin yollarını bulmaya çalışanlar. Dünyaya bakıldığında bunları görmek hiç zor değil. Zır cahilin teki olduğumdan ve de ekonomiden hiç çakmayan kafası basmazın biri olduğumdan isim vermek istemiyorum. Bakanlar görür, bilenler biliyor.

Ticareti geliştirirken işçi ve çiftçiye iş şartları sağlamanın yolları da geliştirilebilirdi. Doğrusu da buydu ama alıp satarak daha çok kazanıyoruz dendi koyun sürülerine.

Ve ekonomimiz uçar gider.

70 milyonluk bir ülkeyi Dubai gibi bir ticaret merkezine çevirmeye çalışmanın bedelleri çok ağırken vazgeçmek için de artık çok geç. Gelen tsunami çok büyük. Koyunların büyük bölümü ise üzerine gelenin farkında bile değil. Hoş farkında olsa ne değişir, ne gelir elinden. Çaresizce izleyecek yerle bir edişini, yakıp yıkışını.

Geçmiş olsun.



Eyüp Şeker



SAFI MI OYNUYON TİPİN Mİ ÖYLE GÖSTERİYO BİLMİŞ KOYUNUM



“Avrupa’da genelkurmay başkanının ismi bilinmez, biz de öyle olduk/oluyoruz” kestirmesiyle uçuyon da uçuyon…

Komutan isimlerinin bilinirliğini, demokrasiden uzak darbe meraklılığıyla açıklamak çok çocukça kaçmıyo mu koyunum!

Biri çıktı orduyu budadı diye komutanların ismi bilinmezleşmez, şartlar onları öne çıkarttığı için bilinirlik edinir isimler.

Polisin üstesinden gelemeyeceği yaygınlık ve devamlılıkta uzun yıllara yayılan kronikleşmiş türlü çeşitli silahlı terör ve birden fazla komşu ülke tehdidi yüzünden en başta tuzu kuru bilmişler sular seller gibi ezberleyivereceklerdir genelkurmay başkanının ismini.

Bilmiyon mu!

Bilmemek ayıp değil, delikli demirler öyle bir belletiverir ki, geçtik komutan isimlerini, erleri bile sular seller gibi sayıverirsin tuzu kuru çokbilmişim.

Koyun sürüleri ezber delisi değildir koyunum, canına malına kast edilmesi yüzünden güvence arayışıyla öğrenir sığındıklarının ismini.


Sen el kapısındaki bilmiş tuzu kurum, tehdidin kadar konuş.



             Eyüp Şeker







KAZANMAYA DOYMAYAN DEMOKRASİ YİNE KAZANMIŞ!




Cemaatistanın komutanlarının yolu tamamen açılıyor.


Bodrum paşası da Ankara Paşası yapılır artık.

İstifaymış, emeklilikmiş, ne bekleniyor sanki, hepsini sallandırmak lazım bu hainlerin! Büyük devlet ve hükümet ve İslam büyüğü demişti ya: “Bunlar görevdeyken Allah korumuş bizi”.

Bu hainlerin hapistekilerini de hemen sallandırmalı Taksim’de, daha istifa etmeyenleri de 10’ar 20’şer ipe çeksinler! Her şeyin, bütün kötülüklerin başı bu hainler lüks içinde yaşıyormuş Ankara’da zaten, öyle diyor bir hükümet ve devlet ve din büyüğü. Bu hainlerin kökünü kazıyacak inşallah güdücülerimiz.



‘HAYALDİ GERÇEK OLDU’

Hukuk demokratikleştirildi, seçim demokratikleştirildi, eğitim demokratikleştirildi, medya demokratikleştirildi, iletişim demokratikleştirildi, spor demokratikleştirildi, dünyayı şişeden görenler demokratikleştirildi, ordu demokratikleştirildi.

Gıkını çıkartan zaten baştan beri anında demokratikleştiriliyor.

Vay be, demokratikleşme müptelası yapıldık.




KAZANMAYA DOYMAYAN DEMOKRASİDE



Otomatiğe bağlandı her şey;


bilen öğrenci daha en başında nereyi kazanıp bitirerek hangi devlet dairesine gireceğini,
istenmeyen kararı çıkartan yargıç anında nasıl uçurulacağını,
öncesi ve sonrasının hiçbir aşamasında denetlenemezleşen seçim sisteminde kim hep kazanacağını,
medya hangi düdükleri çalması gerektiğini,
izinsiz soluk bile alamayacağı konusunda fazlasıyla bilinçlendirilmiş ‘Benim memurum’lar nasıl hizmet etmesi gerektiğini,
gıkını çıkartan hangi zindanların konuğu yapılacağını,
ve saymakla bitmeyecek ve ve ve
biliyor, hem de çok iyi biliyor artık.

Kazanmıştır kazanmaya doymayan demokrasi çünkü.

Sivilleşme sayıp ileri demokrasinin zaferi olarak kutlayabilir koyunluğunu bilen bilmeyen bütün yurdum koyunları karpuz keserek. 




SADECE YOZLAŞTIRMAZ


Güç şımartır, mutlak güç mutlaka şımartır.


Yalakalarla güce tapanlar ve hda’lar bilinirdi de, tarih bir şeyi daha kalın harflerle yazacak; her devrin güç güzelleştirmecisi “Etliye sütlüye karışmam abi”ci çiçeklerle böceklerin nasıl alikıran baş kesen kesildiğini.

Sayı sayan at der ki; unutmamalı şekercikler, köprülerin altından suların durmaksızın aktığı, hep baş başa kalındığı diyardır bu diyar.

Ve unutmamalı; dememeli hep sevdiğim efendidir, kış demem tavuğuna, dolanmam savurduğu baltanın etrafında; sap döner keser döner, hep sevendir efendi, belli mi olur kimi sever…

Sabır çocuğum sabır…






Eyüp Şeker