UĞUR DÜNDAR'DAN TÜRKAN SAYLAN YAZISI !
1977 baharıydı. Saylan ile, onun, Tıp Fakültesi Hastanesi”ndeki odasında buluştuk.
Türkan Hoca, Türk insanının filmlerden, romanlardan tanıyıp korktuğu, hatta doktorların bile yanlarına yaklaşmaya cesaret edemediği cüzzam (lepra) hastalarının tedavisi için savaş vermeye başlamıştı. Yurdu karış kırış dolaşıyor, karşılaştığı her cüzzam hastasını yeni bulunan bir ilaçla tedavi ediyordu..Bu amaçla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi"nin arka tarafında, ağaçlar arasında, çukur bir yerde inşa edildiği için uzaktan hiç fark edilmeyen küçücük Lepra Hastanesi de bu çabanın odağı olmuştu…
O yıllarda TRT nin tek kanallı televizyonuna yaptığım programlar büyük ilgi görüyordu. Hoca ile buluşmamız da, onun çağrısı ve toplumu bilgilendirme amaçlı bir program ricasıyla gerçekleşmişti.
Mütevazı odasında "Bakın çocuklar!" diyerek başladığı konuşmasında, toplumun cüzzamı (lepra) yeterince tanımadığını, abartılı filmlerden ve romanlardan kaynaklanan gereksiz bir korkunun insanlara egemen olduğunu anlattı. İlginç örnekler verirken, bağışıklık sistemi güçlü olanlara bu hastalığın kolay kolay bulaşmadığını, hatta bazen evli olan çiftlerde bile, hastalığa yakalananın diğerine bulaştırmadığını gördüğünü söyledi.
Benim içim rahatlamıştı. Ama kameraman ve sesçi arkadaşlarımın ürkekliği hala sürüyordu. Onları kendilerine bulaşmayacağı konusunda güçlükle ikna ettikten sonra hep birlikte kalkıp, Bakırköy"e, o minik kliniğe gittik. Çekinerek girdiğimiz yer, bir yatakhane görünümündeydi. Hoca o yataklardan birine doğru gitti. Karşılaştığımız görüntü anlatılacak gibi değildi.
Yatağın üzerinde oturan hastanın bacakları dizlerinden, kolları dirseklerinden itibaren erimişti. Kulakları ve burnu yoktu, gözleri görmüyordu… Türkan Hanım, yavrusunun saçlarını okşayan bir anne şefkatiyle yaklaşıp:
"Nasılsın (……) Hanım?" diye sordu.
Et ve kemik topu görünümündeki kadın, Hoca"nın sevgi dolu ellerine, eli olmayan kol kemikleriyle sıkı sıkıya sarılıp;
"İyiyim Hocam, çok iyiyim, Allah sizden razı olsun!" dedi.
Hocanın sevgi ve şefkat dolu yaklaşımı, hastanın verdiği cevap, o ana kadar "Acaba bana da bulaşır mı?" korkusuyla çekingen yaklaşımlar sergileyen ekip arkadaşlarım için de büyük bir motivasyon kaynağı olmuştu. Artık kendimizi hastalara çok yakın hissediyorduk. Hasta kadının yüzündeki gülücükler, televizyon çekimi yaptığımız gün boyu hiç eksik olmadı.
O gün bir acı gerçeği daha öğrendim. Türkan Hoca gelinceye kadar hastalar doktorlarla pek yakın bir temas içinde olamamışlar. Hatta bir hasta, tüylerimi ürperten anısını paylaşırken aynen şunları söyledi:
Daha önce tıbbiye mezunları bizi görmeye gelir ve şu karşıki tepenin üzerine dizilirlerdi. Hocaları da uzaktan bir şeyler anlatırdı. Biz hastalar, "Doktorlara hoş geldiniz demek için elleri bulunmayan bileklerimizle kopardığımız çiçekleri onlara vermek üzere yaklaştığımızda, hepsi adeta çil yavrusu gibi hastane bahçesinin içlerine doğru kaçışırlardı."
Türkan Hoca, işte böylesine yüce bir bilim abidesiydi. Olağanüstü çabayla Türkiye"de cüzzamın neredeyse kökünü kazıdı. Binlerce hastayı topluma, ailelerine kavuşturdu…
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği"nde neler yaptığını, ne denli büyük başarılara imza attığını belirtmeye hiç gerek duymuyorum.
Ama gelin görün ki, fazilet cellatları, eli öpülesi, anıtı dikilesi bu çağdaş Türk kadınına şeytanın bile akıl edemeyeceği iftiraları yağdırmakta yarış ettiler…
Ama ne oldu?
Türkan Hoca bir efsane oldu.
Bir Türkan saylan ölür, bin Türkan Saylan doğar… Başımız sağ olsun…
VATAN GAZETESİ
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Ugur_Dundardan__Turkan_Saylan_yazisi_&tarih=18.05.2009&Newsid=238992&Categoryid=2
.
BENİM GÜZEL TAVUKLU PİLAVIM
BAYTLARI YOK EDEN BİLGİSAYARLARDAN HESAP SORULMALIDIR
CD yazıcıyla yeni tanışmaya başladığım günlerde kullandığım CD'lerde bir hastalık peydahlanmıştı. Koca 700 megabaytlık CD'ye 15-20 Mb veri kopyalıyorum doluyor, imkanı yok başka kopyaya izin vermiyor, 680 küsur Mb boş kalıyor.
Bir türlü aklım almıyordu ne olduğunu. Çok komik sayılacak bir miktarla kocaman CD doluyordu.
Bu ne iştir bir türlü anlamıyor, saç baş yoluyordum.
Herhalde CD'ler kalitesiz, bozuluyor, fazla veri veya kayıt işlemi kabul etmiyorlar falan diyordum ama bu gerekçeme de pek aklım yatmıyordu. Çünkü 600-700 Mb'lık bir veriyi, örneğin bir filmi yedeklediğimde sorunsuzca kopyalanıyordu. Veya birer kez yazdırmak koşuluyla bütün CD'yi dolduracak kadar çok sayıda dosyayı yazdırabiliyordum.
Yazılarımı, notlarımı yedeklediğim CD'ler ise bir süre sonra yeni kayıt kabul etmez hale geliyorlardı. İşte söz konusu hastalık bu tür CD'lerde hüküm sürüyordu. Her taraf, en fazla 30-40 Mb kayıt yapılmış CD'lerle dolmuştu.
Bakıp kontrol ettiğimde "Kullanılan alan 38 Mb, Boş alan 0 Mb" anlamındaki mesajları görünce, "Ne oldu 662 Mb'ta, nereye uçtu onca boş yer? Kullanılan alan doğrudur, anca o kadardır koydettiklerim. Peki, boş alan neden 0 Mb gözüküyor?" diye saç baş yoluyorum.
Aslında tam bir kafayı yeme durumu.
Azıcık bir şeyler kaydetmişsin 700 Mb'lık CD dolmuş.
CD'lere musallat olan hastalık öyle böyle değil, akıl almaz acayip bir hastalıktı.
Ve ben bilgisayardan çakmamakta direteninin jetonu kolay düşmeyecekti.
Başımın belası bilgisayara soruyorum:
"Göster bakayım CD'de ne var ne yok olduğunu?"
"Başım üstüne" deyip derhal harekete geçiyor Windows:
"Kullanılan 38 Mb, boş alan 0 Mb" diyor.
"Ülen Windows, manyak mısın, bu CD'nin kapasitesi 700 Mb değil mi, ne yaptın benim 662 Mb'ımı, hesap ver bakiiim…" diye şarlasam da bir işe yaramıyor, aval aval bakıp burnundan kıl aldırmaz tavırlarla ve de diklenerek, "Kör müsün, raporluyoruz işte" :
"Kullanılan alan 38 Mb, boş alan 0 Mb" diye dayatır durur Windows.
"Ne yaptın 662 Mb'ı bakiiim" diye sual edecek olsam çıtı çıkmaz ama kafamı çevirdiğim anda duyarım "Buuuyııııııııır…" çektiğini.
Klavyeyi mi tepesine geçireyim, yoksa gidip iri bir balyoz mu bulayım kararsızlığıyla oturur kalırım.
Kaçınılmaz şekilde takarsın kafaya megabaytlarının nereye uçtuğunu, dolarsın diline "Şeytan aldı götürdü…"yü. Bilgisayara pis pis bakar, arada bir narayı patlatarak "Bak kafa atarım, çabuk söyle baytları ne yaptığını?" diye üzerine çökmek istersin.
Beş altı yıl önce en önemli sorunsallarımdan biri buydu işte:
"Nereye uçtu benim güzelim megabaytlarım?"
Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Üç satır bir şeyler yazsam, 50 yerini düzeltir, 390 kere ilave yapar, 115 kere noktalamaları ekler ya da silerim.
Ne olmuş yani, ne var bunda demeyin!
Herkes gibi yazdıklarımı yedekliyorum. Eski dönemde 360-720 Kilobaytlık, 1.44 Megabaytlık disketlerdi sıradan kullanıcılar için yegaane yedekleme aracı. CD yazıcılar dünyamıza girdiğinden beri disketlere kıyasla uçsuz bucaksız gibi duran bir depolama aracına kavuşmuş olduğumuzdan, ben de yedekleme için CD kullanmaya başladım.
Gerçi artık CD'lere burun kıvırmaya sebep olacak kadar çok kayıt seçeneği söz konusu… Ah ah, zamanında neler çektik biz di mi mirim… Neyse artık, ağıt yakmanın sırası değil.
Her değişiklikten sonra CD'ye de kopyalıyorum ki, bilgisayarın başına bir şey gelirse orada bulabileyim yazdıklarımı. Üç satır bir şeyler karalasam, daha sonra 750 kere değişiklik yaptığımdan ve de sağlama bağlama işini hiç aksatmadığımdan, her değişiklikten sonra muhakkak CD'ye kopyalıyorum. Zaten yapacak daha iyi bir işim yok, kendime uğraş yaratıyorum böylece. Elli kere değişiklik yapmak demek, o üç satırlık yazı elli kere CD'ye kopyalanıyor demektir. O üç satır 10 Kb'lık bir yazıysa, CD'de oluyor 500 Kb. Ama ben uyanamıyorum bir türlü mevzuya.
İşte zurna da burada fena halde zırt diyormuş. Benim CD'lere musallat olan hastalığın kaynağı meğer burasıymış. Sonunda aklım başıma geldi…
Manyetik bantlı 360-720-1.44'lük disket döneminde bir dosya tekrar kaydedildiğinde eski dosyanın üzerine yazılıyordu. Tıpkı sabit disklerde olduğu gibi… Oysa CD'de bu durum geçerli değil. Hesapta eskisinin üzerine yazılıyor ama aslında aynı dosya boş alana yazılıyor, yani ilave ediliyor. Böyle olmak zorunda, çünkü eskisini silmesi imkaansız. Ukala dümbeleği Windows'a sorsan eski dosyanın üzerine yazıyor.
Nah yazıyor…
Sıkı mı yazabilsin…
Ukala Windows sabit disk veya flopy muamelesi çekiyor CD'lere de.
Adama, pardon Windows'a "Sabit disk mi sandın, nereye üstüne yazıyorsun? Hadi bakiiiim anca gidersin" demezler mi sonra..! Derler… Derler de Windows aldırır mı? Uyuz ne oleceeek…
Windows "Eski dosyanın üzerine mi yazayım, yoksa farklı isimle mi kaydetmek istersiniz?" diye sorduğunda "Üzerine kaydet"i seçtiğinizde sanıyorsunuz ki CD'deki eski dosyanın üzerine yazacak. Öyle diyor ama aslında üstüne yazmıyor. Çünkü yazamaz, çünkü imkaansız…
Windows'a "Üzerine yaz" diyorsun, "Başım üstüne" deyip yazmaya girişiyor ama eskisini saklayıp yenisini eklediğini açık etmiyor, bilgisayardan çakmamakta direten ben saftiriğini uyandırmıyor.
"Ülen Windows adisi niye söylemiyosun, inbelik yapıp niye açık etmiyosun mevzuyu? Sen bu dosyayı gidip başka yere yazmadın mı? Öt bakiiimm…" diye tepinmenin yararı yoktur. Zira Windows ukala mı ukaladır.
“Sen kaydettiğin dosyayı bir tane sanıyorsun ama aslında bir değil, kaç kere kaydetmişsen o sayıda aynı isimli dosya var. Seni kandırıyorum. Tamamen mecburiyetten tabii, eskisini silemeyince başka yere yazıyor, bu sebepten kısa sürede CD'nin dolduğunu da söylemiyorum...” dese, çıtımı çıkartırsam şuradan şuraya gitmek nasip olmasın. Demiyor ukala dümbeleği inbe Windows.
"Ülen kandırıkçı Windows, bu sabit disk değil, disket değil, CD bu CD, niye açık etmiyorsun mevzuuyu, niye uyandırmıyorsun ben bilgisayardan çakmazını, CD'de durumun farklı olduğunu neden söylemiyorsun? Megabaytları, gigabaytları yutmak zorundayım, çünkü eskisini silmem mümkün değil, çünkü bunları tek yazımlık üretti mühendisler, benim suçum değil desene. Niye demiyorsun?"
Demez, çünkü ben bilgisayardan çakmamakta diretenine kafayı yedirtecek, "Nerede benim baytlarım, hüüngüüür, kim çaldı baytlarımı, hüüngüüür " halleriyle telef oluşumu seyredecek.
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri birleşin, kaybedecek megabaytlarınızdan başka şeyiniz yoktur"
Neyse, mevzudan kopmayalım.
Günler ve günler sonra benim jeton langadank diye düşmüştü ama jetonun gerisin geri çıkması için çok beklemeyecektim. Meğer kader ağlarını örmeye devam ediyormuş.
Evet, düşmek bilmez jeton düşmüştü düşmesine amma ve de lakin çilesiz kalmaz başımı bekleyen yeni çileler yolumu gözlemekteymiş.
Ne kadar çakmamakta diretsem de çakmıştım meseleyi; CD'ler tek kayıtlık olduklarından eski kayıt silinemez, yenisi ancak eklenebilirdi. Ve Windows adisi de sır olmayan bu sırrı açık etmez, kendine saklarmış.
Vay be bütün mevzuu bundan ibaretmiş, hastalık saydığım şey meğer buymuş demeye kalmadı, aynı "Bayt telefatı hastalığı" silinip yazılabilir CD'lerde de ortaya çıkmasın mı? Al başına belayı bir daha.
"Ülen neler oluyor, biz bu meseleyi halletmemiş miydik, konu kapanmamış mıydı? O zaman silinip yazılabilen CD'lerdeki bu bayt kayıpları nereden çıktı? Neden bunlarda da hortladı 'Baytlarımı şeytan aldı götürdü' sorunsalı? Üzerine yaz dediğimizde eskisi silinip yenisi yazılmıyor mu? Bu ne biçim yeniden yazılabilir CD'dir?" demelerle yeniden kafa yeme moduna giriverdim.
"Ülen Windows hasta etme adamı, çabuk çıkart çaldığın baytları! Yemem bende değil ayaklarını, burası senden soruluyor. Çabuk söyle ne yaptın koca koca megabaytları? Hesap ver bakiiiim? Hiç boşuna mırın kırın etme, tek yazımlık CD'yi anladık, silinip yazılabilen CD'lerdeki baytlara ne oluyor sen onu söyle" içerikli fırçaları ne kadar atarsan at, aval aval bakar gıcık Windows.
Uyanmıştık, tek yazımlık CD'lerde yapılmış kayıt değiştirilemez. Ne yazılmışsa o kalır. Üzerine yazabilmesi için eski kaydı silmesi gerek, fiziken mümkün olmadığından gerçekleşemiyor. Durumu açık etmeyen Windows bilgisayarın mantığı doğrultusunda işlem yapıyor ve de silip yazdığını zannettiriyor. Tabii bu arada dosyanın kapladığı alan her seferinde dosyanın son boyutu kadar büyüyor. Kısacası üzerine yazmıyor, yanına ilave ediyor… Dosyanın kapladığı alan büyüse de Windows bu dosyayı son halindeki boyutuyla raporluyor. Doğru olan da bu ama sürekli kaybolmakta olan alanı raporlamıyor. Çünkü dosyanın asıl boyutunu göstermek zorunda, kayıt ortamından kaynaklanan nedenlerle dosyanın kapladığı alanı değil.
Windows burada zırt demeyip kayıp alanı da raporlasa ben bunca lafı etme fırsatını bulamayacaktım. Tabii yıllar önce de saç baş yolmayacaktım.
Ukala şey "Kullanılan alan şu kadar, boş alan bu kadar, tekrar kayıtlar yüzünden telef olan alan aha bu kadar" dese akan sular duracak. Demiyor namıssız…
Disketlerden kalan alışkanlıkla yeni kaydın eskisinin üzerine yazıldığını zannediyor insan. Oysa yazılmıyor… Bu yanılgıyı, Windows'un "Üzerine mi yazılsın yoksa farklı isimle mi kaydetmek istersin?" içerikli mesajı büyütüyor.
Bir kez kayıt kabul eden CD'nin yapısından kaynaklanan bir sorun diye düşünmek de doğru değil. Çünkü tekrar yazılabilen CD'lerde de aynı durum geçerli. Onlarda da eskisinin üzerine değil, farklı bir dosya gibi başka alana yazılıyor aynı dosya.
Tekrar yazılabilen CD'ler de tıpkı tek kez yazılabilen normal CD'lerle aynı şekilde Windos'un raporlamadığı/bildirmediği şekilde doluyorlar. Büyük ihtimalle, yazılabilen CD'ler ilk tasarlandığında kullanılan bu mantık, daha sonra çıkan tekrar tekrar silinip yazılabilen CD'lerde değiştirilmemiş, öylece bırakılmış. Sonuçta yazılabilen CD'lerden farkı kalmamış silinip yazılabilenlerin de. Özetle, bir kez kayıt yapılabilen CD'ler için hiçbir anlam ifade etmeyen bir işlem, silinip tekrar yazılabilen CD'lerde göz ardı edilmiş. Her iki tür CD için de farklı dosyaları ilave etmek sorun değildi, sorun aynı isimli dosya birçok kez kaydedildiğinde ortaya çıkıyordu ve bu bakımdan aralarında hiç fark yoktu. Duruma bakılırsa, silinip yazılabilenler için yazılıma CD'yi komple silebilme ve istenen dosyaları tek tek silme komutu konulmuş ama kopya işlemi sırasında eski dosyayı silme komutu unutulmuş. İşte zurna da burada fena halde zırt diyor.
Bu yüzden yeniden yazılabilen CD'leri arada bir silip yeniden sürekli kayıtlar için kullandım bir ara. Dolmaya yakın CD'deki tüm içeriği bilgisayara aktardıktan sonra CD'yi siliyor, ardından bilgisayara aktarmış olduğum dosyaları tekrar kopyalıyordum. CD'deki boş alanı büyük tutmanın yolunu böyle bulmuştum. Bunun sakıncalı tarafı ise, silme-kopyalama işlemi sınırlı olan CD'nin daha kısa sürede kullanılmaz hale gelmesiydi.
Yeniden yazılabilir CD'lerdeki alan kaybı meselesinde asıl yanlışlık Windows'tan kaynaklanıyor. Çünkü bu durumu görüp raporlamıyor. Kullanıcıyı uyarabilir, kullanılan gerçek alanı bildirebilir "Siz 100 Mb kayıt yapıyorsunuz ama üst üste yedi kez kayıt yaptığınızdan CD'de 700 Mb alanı doldurdunuz. Bu yüzden yer kalmadı mesajı veriyorum" demesi gerekirdi Windows ama demiyor.
Üzerine yaz seçildiğinde Windows eskisini silip yeni dosyayı kaydeder. Sabit diskten, disketten böyle biliriz, hiç aklımıza gelmez CD'de silmek diye bir şeyin olamayacağı, "Üzerine yazıyorum" dese de yazamayacağı.
Diyelim, 38 Mb'lık yazımız var, yaptığımız değişikliklerden sonra 38.2 Mb olmuş; sabit diske, diskete veya flash belleğe kaydedersek tutacağı alan 38.2 Mb, CD ye kaydettiğimizde ise 38.2 Mb gözükmesine rağmen 76.2 Mb oluyor.
CD'de 38+38.2=76.2 Mb alan kaplayan yazının daha sonra bazı yerlerini sildik ve 37.3 Mb'a indirip kaydettik diyelim. Dosya diğer kayıt ortamlarında 37.5 Mb, CD'de ise 113.7 Mb alan kaplayacaktır.
Dosyanın kapladığı alan her kayıtın ardından son kaydedilen kadar büyümesi kaçınılmazdır.
Ne var bunda, ne şaşırıyorsun, gayet normal desek de, şartlanmışlıklar, alışkanlıklar yüzünden, CD'nin yapısı gereği aslında üzerine yazılmadığı ve sürekli ilave edildiği hiç aklına gelmiyor insanın. En azından ben bilgisayardan çakmayanının uzun süre gelmedi…
Topu topu 40-50 Mb veri var zannedilmesine rağmen koca 700 Mb'lık CD'nin veya 4.6 Gigabaytlık DVD'nin dolmasına uyanmak kolay değildir. En azından ben bilgisayardan çakmayanı uyanmaz…
Hadi buradaki meseleyi çaktık ve de CD'lere musallat olmuş hastalığın sebebine uyandık diyelim, silinip yeniden yazılabilir CD'lerde de aynı kayıpla karşılaşırsak ne düşüneceğiz? Tıpkı sabit diskte olduğu gibi eski kaydı silip yenisini yazması gerekirken silmeyip yeni dosyayı eklemesi durumunda ne yapacağız?
"Ukala Windows çabuk çıkart geri ver megabaytlarımı" diyeceğiz.
Demesine diyeceğiz de çok umurunda olacaktı sanki.
Pis Windows ne olceeeek, boz…
Eğer CD yazıcıların yazılımıyla ilgisi yoksa Windows'un "Bana ne şarlıyorsun, git yeniden yazılabilir CD'yi tasarlayanlara anlat derdini, yazılımı geliştirenlere çat" diye dayılanacaktır.
"Bana ne ya, ben ne anlarım donanımsal-yazılımsal araştırma-geliştirme faaliyetlerinden, ben gariban bir kullanıcıyım, gidin birbirinizle hesaplaşın ve de gerin verin baytlarımı" derim, derken de acayip horozlanırım. Tamam mı!
Aslında hiçbirine bir şey demeye hakkım yok: Nerden bilsinler üç satırlık metni seksen kere değiştirip her değişiklikten sonra CD'ye kopyalayan ben işgüzarını! Kırk yıl düşünseler akıllarına gelmez beş satırlık şeyin 983 kere kaydedilebileceği.
Bırakın Megabaytlık dosyaları, zırt pırt değiştirilen 50-100 Kilobaytlık yazıların her seferinde kaydedilmesiyle bir CD'nin ne kadar kısa sürede dolduğunu görseniz şaşırırsınız.
Ben saç baş yolmayayım da kim yolsun!
Yıllar önceydi, biri "Disketlerin kapasitesi neden yükseltilmiyor? 1.44'ten daha büyük disket çıkmadı, uzun zamandır bunlar kullanılıyor, niye yapmıyorlar?" diye sormuştu.
Çünkü yazılabilen CD'ler geliştiriliyordu. Çıktığı andan itibaren CD kullanımı almış başını gitmişti. Oysa disket cephesinde ise tık yoktu. Yoldaydı yazılabilen CD'ler.
Sonunda gelmişler ve de ben işgüzarına tebelleş olmuşlardı.
Artık uyanmış durumdayım ya, birkaç yıldır dosyayı her seferinde değil, artık değiştirmeyeceğime kesin karar verdikten sonra CD'ye kaydetme kararını uyguluyorum. Bu kesin tavra rağmen en az iki üç kez daha kaydetmeden edemediğimi belirtmeme gerek yok sanırım.
Diğer dikkat çekici durum ise; artık kayıt kabul etmeyen bu CD'lerin büyük kısmının aynı zamanda okunamaz hale de gelmesi. Yazmayı geçtik, daha önce yazılan verileri bile göremiyor, hiç birine erişemiyorum. Anımsayabildiğim kadarıyla, arada derede bir boş alan görüp "O kadarcık yer var galiba… Sığar…" diyerek zorlamam sonucunda bu durum ortaya çıktı.
Nerede bu yetkililer, uyuyor mu bu yazılımcılar, kayıp bayt sorunsalına neden çare bulmuyorlar, neden tekrar okunur hale getirmiyorlar benim güzel CD'lerimi?
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri birleşin, kaybolmuş megabaytlarınızı geri getirmekten başka çareniz yoktur"
Tavuklu pilavı nasıl yaptığımı yazmaya karar vermiştim. Başlığı attım, tek kelime yazamadan gidip gidip önceki yazıda 362 kere değişiklik yapınca bu yazıyı yazmak kaçınılmaz hale geldi. Bunca lafı bu yüzden ettim işte.
Böyle titizleniyorum, yanlışlarımı düzeltmeye çalışıyorum da neye yarıyor sanki?
Okunduğumun kanıtıyla ilk kez karşılaştım internette geçen gün. Biri tarafından okunmuşum ve de bir yazıma link verilmiş.
Kim nerede nasıl link vermiş sayfama diye koşturdum hemen.
Meğer kader ağlarını örmekte, yanlışımı yüzüme fena halde vurmaya hazırlanmaktaymış.
Bir inç 2.57 santimetredir demekteymişim meğer. Birkaç gün öncesine kadar farkında değildim böyle dediğimin… Bir inç 2.54 değil 2.57 santimetreymiş meğer. Sayemde, yani şahsımdan öğrendim ben de... Nereden çıktı 2.57 cm deyip baktığımda farkına varmış oldum.
Önceki yazılarımdan birinde 1 inç 2.57 cm diye yazmışım. Büyük ihtimalle, hata yapmış olabileceğimi hiç aklına getirmeyen biri tutup bir forumda, bir inç’in 2.57 cm olduğunu iddia etmiş, dayanak olarak da benim yazıyı göstermiş.
Böylece yazılarımı okuyan biri olduğuna dair kanıt bulurken, ilk kez sayfama link verildiğini de öğrenmiş oldum.
Kasılmadan kasılma beğenerek "Vay be, demek beni okuyan varmış. Bir tane mir tane ama olsun, okur okurdur ve de velinimettir" gazıyla "Heeyt üleen, okur sahibi olmuşum" narasını patlatacağım da, patlatamıyorum.
Çünkü bir inç 2.57 cm dediğimden dolayı okunmuşum meğer.
Kahpe felek, kimine kavun karpuz, kimine yamru yumrukluk…
Neyse.
Mesele doğru bilip bilmemem de değil aslında. Yanlış bilebilirim ve bu benim için şaşılacak bir durum değil kesinlikle. Diğer taraftan, doğru düşünüp yanlış dillendirmek gibi bir huyum da var. Ama adım gibi eminim ki 4 yerine hemen üstündeki 7’ye basmışım. Bundan en küçük kuşkum yok…
Aslında kimse de aldırmamıştır bu yanlışlığa.
Yazımı referans gösteren kişi elinin altında sayısız kaynak varken, inçin değeriyle/birimiyle hiç ilgisi olmayan öylesine verilmiş bir örneğe bakarak bir inç 2.57 cm'dir dememesi gerektiğini akıl etmeliydi.
Etmemiş, edememiş…
Neyse.
Gördünüz işte, 80 kere düzeltip, 560 defa değişiklik yapmam hiçbir şey değiştirmiyor. Yurdum milletinin kafasına yine yalan yanlış fikriyatlar sokuyorum.
"Yaşasın bir okuyucum varmış" sevinçleri yaşayıp kıvanç dolu olmam gerekirken, "Hatasız kul olmaz" derinliklerinde takılmaya mahkum oldum.
Tavuklu pilav tarifi verecek, şöyle lezzetli, böyle güzel, parmaklarınızı geçtik elinizi kolunuzu bile yersiniz diyerek kendime methiyeler düzme fırsatları yaratacağım derken CD sorunsalı üzerine 80 çuval laf ettim.
Gelelim asıl meseleye, yani pilava.
Pilav işte, ne olacak…
Pilav yapmak öyle önemli bir şey değil. Bakmayın siz "Aşçının iyisi pilav yapmasından bellidir" bilgiçlikleriyle gözünüzü korkutmaya çalışanlara.
Az biraz tuz eklediğiniz ılık suda pirinçleri yarım saatten az olmayacak kadar bekletirsiniz.
Bir kaşık arpa şehriyeyi bir kaşık tereyağında kahverengileşmeye başlayıncaya kadar kavurursunuz. Ardından suyunu süzdüğünüz pirinçleri ekler kavurma işine devam edersiniz.
Pirinçlerin ıslaklığı kaybolmaya yüz tutup taneler belirgin hale gelmeye başladığında kavurma işlemi tamam demektir. Üstte belirinceye kadar su koyarsınız tencereye.
İşlem tamamdır. Bir saniye, bir saniye, tuzu unutmayalım...
Kısık ateşte pişmeye bırakır, pişme işleminin sonuna doğru tencerenin kapağını biraz aralarız. Bunun zamanına karar vermek o kadar da önemli değildir, pirinçler ıslaklığını yitirip belirgin taneler haline gelmeye başladığında kapağı aralama zamanı gelmiş demektir.
Eğer arpa şehriye koymak istemiyorsak doğrudan pirinci kavurur, suyunu tuzunu koyarız.
Her pirincin su çekmesinin farklı olduğunu unutmamak gerekir. Verdiğim ölçü Baldo pirinç içindi. Eğer Basmati olsaydı iki kattan fazla su koymak gerekirdi.
Pirinçler suda bekletildiğinden epeyce su çekmiş oluyor. Sonradan konulan su ise tam pirinç miktarı kadar ve bu ölçü baldoya yetiyor.
Bu mudur, budur işte gözünüzü korkutmaya çalıştıkları pilav yapma faaliyeti. Öyle bir anlatırlar ki, sanki mikroskop başında tüp bebek yapacakmışsınız gibi hissedersiniz kendinizi.
Benim için hazır çorba yapmaktan daha karmaşık olmayacak yemek dediğin.
Hoop doldur tencereye, boşalt indir mideye. Hiç gelemem uzun ve de tafsilatlı işlere. Mesela hiçbir güç patlıcanları artık közletemez bana. O nedir öyle, çakıl ocağın başına, elin yansın, kolun kopsun… Manyak mıyım, ne işim olur… En yüksek ayarında ısıtırsın fırını, patlıcanları dizdiğin tepsiyi atarsın içine. O arada gider başka işleri halledersin.
Tamam mı güzel kardeşim, hazır çorbadan zor olmayacak, anlaştık mı!
Hani tavuklu pilav ne oldu demekte haklısınız.
Tavuklu pilavın tek farkı tavuğu… Tamam mı? Vay be ne zekiyim, ne acayip, ne müthiş espriler yapıyorum.
Pirinci koyduk suya, beklesin, biz gidelim tavuğu halledelim. Hayır, kümese gidip tavuk kovalamayacağız, market rafından avlayacağız tavuk göğsünü.
Tavuk göğsü dedik diye sazanlık yapmasın kimse, muhallebiciyle işimiz yok. İstersek pilav üstüne yeriz tavukgöğsünü. Tavuk filetodan söz ediyoruz burada. Bir veya iki adet yeter; kaç kişiyi doyuracağınıza ve de etçilliğinize göre tüm özgür benliğinizle karar vereceksiniz tavuk miktarına…
İyisi mi gevezeliği bırakıp iki bardak pirince bir fileto yeter diyelim. Veya hazır satılan piliç kuşbaşılardan almışsak 250-300 gr kadar…
Kuşbaşından daha küçük parçalara böleriz tavukları. Küçük bir tencerede çok fazla olmayan suda haşlayacağız tavukları. Suyu az tutmakta yarar var, çünkü haşlama işi bittikten sonra hepsini birden pirincin üstüne dökeceğiz. Suyu az tutup gerekirse haşlama sırasında az az ilave etmek daha akıllıca.
İki bardak pirinçlik pilava 1 tatlı kaşığı yeter deyip tuzu ekler, karıştırır, tavukları haşlanmaya bırakırız. Şekilde görüldüğü gibi tavuklu pilavda tuzu tavuk haşlama aşamasında atıyoruz. Böylesi daha pratik.
Tavuklar pişsin…
Biz geçeriz pirincin başına, suyunu süzeriz. O sırada tencerede 1 kaşık tereyağı erimektedir. Pirinci tencereye döker kavurmaya başlarız.
Tavuklar haşlanmışsa, ki, anlamak için bir parça tavuğu kaşığın kenarıyla böleriz. Kolayca bölünüyorsa tamam demektir. Pirincin üzerine dökeriz suyuyla birlikte tavukları. Eğer su pirinçlerin üzerine erişmemişse gerektiği kadar ilave ederiz. Güzelce karıştırır, kısık ateşte pişmeye bırakırız.
Pilavın piştiğini nasıl mı anlayacağız? Taneler ıslaklığını tamamen yitirip kurumaya yüz tuttuğunda bir kaşıkla pilavın birazının kaldırıp dibinin tutmaya başlayıp başlamadığına bakarız. Arada bir böyle kontrol ederek yanma sınırına kadar dibini tutturup tutturmamak size kalmış.
Çok severim basit ama güzel tavuklu pilavımı.
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri deneyin tavuklu pilavımı, kaybedecek megabaytlarınızdan başka tavuklu pilavım vardır"
Afiyet olsun.
Eyüp Şeker
09-11 Mayıs 2009
(Yok kontrol montrol, bunları yazana kadar geberdim. Yanlıştır bozuktur dinlemem, ne kontrolü. >>>> Biraz+biraz daha+az biraz daha+yeter be sıktın dedikten sonra 2 kez daha göz attım, sayısız yamuk yumukluk düzelttim… Kaldı 981-5-1-1-2=972 parti değişiklik… Yazının nihai olduğuna ve de bir daha ne olursa olsun kesinlikle değişiklik yapmayacağıma karar verip mümkünatı yok elimi sürmem artık dedikten sonra yaptıklarım yüzünden DVD'ye 3 kez yedeklemek zorunda kaldım. Ayrıca son halinin yazıcı çıktısını muhakkak aldığımdan şimdiden nur topu gibi 3 çıktım oldu)
.
CD yazıcıyla yeni tanışmaya başladığım günlerde kullandığım CD'lerde bir hastalık peydahlanmıştı. Koca 700 megabaytlık CD'ye 15-20 Mb veri kopyalıyorum doluyor, imkanı yok başka kopyaya izin vermiyor, 680 küsur Mb boş kalıyor.
Bir türlü aklım almıyordu ne olduğunu. Çok komik sayılacak bir miktarla kocaman CD doluyordu.
Bu ne iştir bir türlü anlamıyor, saç baş yoluyordum.
Herhalde CD'ler kalitesiz, bozuluyor, fazla veri veya kayıt işlemi kabul etmiyorlar falan diyordum ama bu gerekçeme de pek aklım yatmıyordu. Çünkü 600-700 Mb'lık bir veriyi, örneğin bir filmi yedeklediğimde sorunsuzca kopyalanıyordu. Veya birer kez yazdırmak koşuluyla bütün CD'yi dolduracak kadar çok sayıda dosyayı yazdırabiliyordum.
Yazılarımı, notlarımı yedeklediğim CD'ler ise bir süre sonra yeni kayıt kabul etmez hale geliyorlardı. İşte söz konusu hastalık bu tür CD'lerde hüküm sürüyordu. Her taraf, en fazla 30-40 Mb kayıt yapılmış CD'lerle dolmuştu.
Bakıp kontrol ettiğimde "Kullanılan alan 38 Mb, Boş alan 0 Mb" anlamındaki mesajları görünce, "Ne oldu 662 Mb'ta, nereye uçtu onca boş yer? Kullanılan alan doğrudur, anca o kadardır koydettiklerim. Peki, boş alan neden 0 Mb gözüküyor?" diye saç baş yoluyorum.
Aslında tam bir kafayı yeme durumu.
Azıcık bir şeyler kaydetmişsin 700 Mb'lık CD dolmuş.
CD'lere musallat olan hastalık öyle böyle değil, akıl almaz acayip bir hastalıktı.
Ve ben bilgisayardan çakmamakta direteninin jetonu kolay düşmeyecekti.
Başımın belası bilgisayara soruyorum:
"Göster bakayım CD'de ne var ne yok olduğunu?"
"Başım üstüne" deyip derhal harekete geçiyor Windows:
"Kullanılan 38 Mb, boş alan 0 Mb" diyor.
"Ülen Windows, manyak mısın, bu CD'nin kapasitesi 700 Mb değil mi, ne yaptın benim 662 Mb'ımı, hesap ver bakiiim…" diye şarlasam da bir işe yaramıyor, aval aval bakıp burnundan kıl aldırmaz tavırlarla ve de diklenerek, "Kör müsün, raporluyoruz işte" :
"Kullanılan alan 38 Mb, boş alan 0 Mb" diye dayatır durur Windows.
"Ne yaptın 662 Mb'ı bakiiim" diye sual edecek olsam çıtı çıkmaz ama kafamı çevirdiğim anda duyarım "Buuuyııııııııır…" çektiğini.
Klavyeyi mi tepesine geçireyim, yoksa gidip iri bir balyoz mu bulayım kararsızlığıyla oturur kalırım.
Kaçınılmaz şekilde takarsın kafaya megabaytlarının nereye uçtuğunu, dolarsın diline "Şeytan aldı götürdü…"yü. Bilgisayara pis pis bakar, arada bir narayı patlatarak "Bak kafa atarım, çabuk söyle baytları ne yaptığını?" diye üzerine çökmek istersin.
Beş altı yıl önce en önemli sorunsallarımdan biri buydu işte:
"Nereye uçtu benim güzelim megabaytlarım?"
Bütün bunları neden mi anlatıyorum? Üç satır bir şeyler yazsam, 50 yerini düzeltir, 390 kere ilave yapar, 115 kere noktalamaları ekler ya da silerim.
Ne olmuş yani, ne var bunda demeyin!
Herkes gibi yazdıklarımı yedekliyorum. Eski dönemde 360-720 Kilobaytlık, 1.44 Megabaytlık disketlerdi sıradan kullanıcılar için yegaane yedekleme aracı. CD yazıcılar dünyamıza girdiğinden beri disketlere kıyasla uçsuz bucaksız gibi duran bir depolama aracına kavuşmuş olduğumuzdan, ben de yedekleme için CD kullanmaya başladım.
Gerçi artık CD'lere burun kıvırmaya sebep olacak kadar çok kayıt seçeneği söz konusu… Ah ah, zamanında neler çektik biz di mi mirim… Neyse artık, ağıt yakmanın sırası değil.
Her değişiklikten sonra CD'ye de kopyalıyorum ki, bilgisayarın başına bir şey gelirse orada bulabileyim yazdıklarımı. Üç satır bir şeyler karalasam, daha sonra 750 kere değişiklik yaptığımdan ve de sağlama bağlama işini hiç aksatmadığımdan, her değişiklikten sonra muhakkak CD'ye kopyalıyorum. Zaten yapacak daha iyi bir işim yok, kendime uğraş yaratıyorum böylece. Elli kere değişiklik yapmak demek, o üç satırlık yazı elli kere CD'ye kopyalanıyor demektir. O üç satır 10 Kb'lık bir yazıysa, CD'de oluyor 500 Kb. Ama ben uyanamıyorum bir türlü mevzuya.
İşte zurna da burada fena halde zırt diyormuş. Benim CD'lere musallat olan hastalığın kaynağı meğer burasıymış. Sonunda aklım başıma geldi…
Manyetik bantlı 360-720-1.44'lük disket döneminde bir dosya tekrar kaydedildiğinde eski dosyanın üzerine yazılıyordu. Tıpkı sabit disklerde olduğu gibi… Oysa CD'de bu durum geçerli değil. Hesapta eskisinin üzerine yazılıyor ama aslında aynı dosya boş alana yazılıyor, yani ilave ediliyor. Böyle olmak zorunda, çünkü eskisini silmesi imkaansız. Ukala dümbeleği Windows'a sorsan eski dosyanın üzerine yazıyor.
Nah yazıyor…
Sıkı mı yazabilsin…
Ukala Windows sabit disk veya flopy muamelesi çekiyor CD'lere de.
Adama, pardon Windows'a "Sabit disk mi sandın, nereye üstüne yazıyorsun? Hadi bakiiiim anca gidersin" demezler mi sonra..! Derler… Derler de Windows aldırır mı? Uyuz ne oleceeek…
Windows "Eski dosyanın üzerine mi yazayım, yoksa farklı isimle mi kaydetmek istersiniz?" diye sorduğunda "Üzerine kaydet"i seçtiğinizde sanıyorsunuz ki CD'deki eski dosyanın üzerine yazacak. Öyle diyor ama aslında üstüne yazmıyor. Çünkü yazamaz, çünkü imkaansız…
Windows'a "Üzerine yaz" diyorsun, "Başım üstüne" deyip yazmaya girişiyor ama eskisini saklayıp yenisini eklediğini açık etmiyor, bilgisayardan çakmamakta direten ben saftiriğini uyandırmıyor.
"Ülen Windows adisi niye söylemiyosun, inbelik yapıp niye açık etmiyosun mevzuyu? Sen bu dosyayı gidip başka yere yazmadın mı? Öt bakiiimm…" diye tepinmenin yararı yoktur. Zira Windows ukala mı ukaladır.
“Sen kaydettiğin dosyayı bir tane sanıyorsun ama aslında bir değil, kaç kere kaydetmişsen o sayıda aynı isimli dosya var. Seni kandırıyorum. Tamamen mecburiyetten tabii, eskisini silemeyince başka yere yazıyor, bu sebepten kısa sürede CD'nin dolduğunu da söylemiyorum...” dese, çıtımı çıkartırsam şuradan şuraya gitmek nasip olmasın. Demiyor ukala dümbeleği inbe Windows.
"Ülen kandırıkçı Windows, bu sabit disk değil, disket değil, CD bu CD, niye açık etmiyorsun mevzuuyu, niye uyandırmıyorsun ben bilgisayardan çakmazını, CD'de durumun farklı olduğunu neden söylemiyorsun? Megabaytları, gigabaytları yutmak zorundayım, çünkü eskisini silmem mümkün değil, çünkü bunları tek yazımlık üretti mühendisler, benim suçum değil desene. Niye demiyorsun?"
Demez, çünkü ben bilgisayardan çakmamakta diretenine kafayı yedirtecek, "Nerede benim baytlarım, hüüngüüür, kim çaldı baytlarımı, hüüngüüür " halleriyle telef oluşumu seyredecek.
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri birleşin, kaybedecek megabaytlarınızdan başka şeyiniz yoktur"
Neyse, mevzudan kopmayalım.
Günler ve günler sonra benim jeton langadank diye düşmüştü ama jetonun gerisin geri çıkması için çok beklemeyecektim. Meğer kader ağlarını örmeye devam ediyormuş.
Evet, düşmek bilmez jeton düşmüştü düşmesine amma ve de lakin çilesiz kalmaz başımı bekleyen yeni çileler yolumu gözlemekteymiş.
Ne kadar çakmamakta diretsem de çakmıştım meseleyi; CD'ler tek kayıtlık olduklarından eski kayıt silinemez, yenisi ancak eklenebilirdi. Ve Windows adisi de sır olmayan bu sırrı açık etmez, kendine saklarmış.
Vay be bütün mevzuu bundan ibaretmiş, hastalık saydığım şey meğer buymuş demeye kalmadı, aynı "Bayt telefatı hastalığı" silinip yazılabilir CD'lerde de ortaya çıkmasın mı? Al başına belayı bir daha.
"Ülen neler oluyor, biz bu meseleyi halletmemiş miydik, konu kapanmamış mıydı? O zaman silinip yazılabilen CD'lerdeki bu bayt kayıpları nereden çıktı? Neden bunlarda da hortladı 'Baytlarımı şeytan aldı götürdü' sorunsalı? Üzerine yaz dediğimizde eskisi silinip yenisi yazılmıyor mu? Bu ne biçim yeniden yazılabilir CD'dir?" demelerle yeniden kafa yeme moduna giriverdim.
"Ülen Windows hasta etme adamı, çabuk çıkart çaldığın baytları! Yemem bende değil ayaklarını, burası senden soruluyor. Çabuk söyle ne yaptın koca koca megabaytları? Hesap ver bakiiiim? Hiç boşuna mırın kırın etme, tek yazımlık CD'yi anladık, silinip yazılabilen CD'lerdeki baytlara ne oluyor sen onu söyle" içerikli fırçaları ne kadar atarsan at, aval aval bakar gıcık Windows.
Uyanmıştık, tek yazımlık CD'lerde yapılmış kayıt değiştirilemez. Ne yazılmışsa o kalır. Üzerine yazabilmesi için eski kaydı silmesi gerek, fiziken mümkün olmadığından gerçekleşemiyor. Durumu açık etmeyen Windows bilgisayarın mantığı doğrultusunda işlem yapıyor ve de silip yazdığını zannettiriyor. Tabii bu arada dosyanın kapladığı alan her seferinde dosyanın son boyutu kadar büyüyor. Kısacası üzerine yazmıyor, yanına ilave ediyor… Dosyanın kapladığı alan büyüse de Windows bu dosyayı son halindeki boyutuyla raporluyor. Doğru olan da bu ama sürekli kaybolmakta olan alanı raporlamıyor. Çünkü dosyanın asıl boyutunu göstermek zorunda, kayıt ortamından kaynaklanan nedenlerle dosyanın kapladığı alanı değil.
Windows burada zırt demeyip kayıp alanı da raporlasa ben bunca lafı etme fırsatını bulamayacaktım. Tabii yıllar önce de saç baş yolmayacaktım.
Ukala şey "Kullanılan alan şu kadar, boş alan bu kadar, tekrar kayıtlar yüzünden telef olan alan aha bu kadar" dese akan sular duracak. Demiyor namıssız…
Disketlerden kalan alışkanlıkla yeni kaydın eskisinin üzerine yazıldığını zannediyor insan. Oysa yazılmıyor… Bu yanılgıyı, Windows'un "Üzerine mi yazılsın yoksa farklı isimle mi kaydetmek istersin?" içerikli mesajı büyütüyor.
Bir kez kayıt kabul eden CD'nin yapısından kaynaklanan bir sorun diye düşünmek de doğru değil. Çünkü tekrar yazılabilen CD'lerde de aynı durum geçerli. Onlarda da eskisinin üzerine değil, farklı bir dosya gibi başka alana yazılıyor aynı dosya.
Tekrar yazılabilen CD'ler de tıpkı tek kez yazılabilen normal CD'lerle aynı şekilde Windos'un raporlamadığı/bildirmediği şekilde doluyorlar. Büyük ihtimalle, yazılabilen CD'ler ilk tasarlandığında kullanılan bu mantık, daha sonra çıkan tekrar tekrar silinip yazılabilen CD'lerde değiştirilmemiş, öylece bırakılmış. Sonuçta yazılabilen CD'lerden farkı kalmamış silinip yazılabilenlerin de. Özetle, bir kez kayıt yapılabilen CD'ler için hiçbir anlam ifade etmeyen bir işlem, silinip tekrar yazılabilen CD'lerde göz ardı edilmiş. Her iki tür CD için de farklı dosyaları ilave etmek sorun değildi, sorun aynı isimli dosya birçok kez kaydedildiğinde ortaya çıkıyordu ve bu bakımdan aralarında hiç fark yoktu. Duruma bakılırsa, silinip yazılabilenler için yazılıma CD'yi komple silebilme ve istenen dosyaları tek tek silme komutu konulmuş ama kopya işlemi sırasında eski dosyayı silme komutu unutulmuş. İşte zurna da burada fena halde zırt diyor.
Bu yüzden yeniden yazılabilen CD'leri arada bir silip yeniden sürekli kayıtlar için kullandım bir ara. Dolmaya yakın CD'deki tüm içeriği bilgisayara aktardıktan sonra CD'yi siliyor, ardından bilgisayara aktarmış olduğum dosyaları tekrar kopyalıyordum. CD'deki boş alanı büyük tutmanın yolunu böyle bulmuştum. Bunun sakıncalı tarafı ise, silme-kopyalama işlemi sınırlı olan CD'nin daha kısa sürede kullanılmaz hale gelmesiydi.
Yeniden yazılabilir CD'lerdeki alan kaybı meselesinde asıl yanlışlık Windows'tan kaynaklanıyor. Çünkü bu durumu görüp raporlamıyor. Kullanıcıyı uyarabilir, kullanılan gerçek alanı bildirebilir "Siz 100 Mb kayıt yapıyorsunuz ama üst üste yedi kez kayıt yaptığınızdan CD'de 700 Mb alanı doldurdunuz. Bu yüzden yer kalmadı mesajı veriyorum" demesi gerekirdi Windows ama demiyor.
Üzerine yaz seçildiğinde Windows eskisini silip yeni dosyayı kaydeder. Sabit diskten, disketten böyle biliriz, hiç aklımıza gelmez CD'de silmek diye bir şeyin olamayacağı, "Üzerine yazıyorum" dese de yazamayacağı.
Diyelim, 38 Mb'lık yazımız var, yaptığımız değişikliklerden sonra 38.2 Mb olmuş; sabit diske, diskete veya flash belleğe kaydedersek tutacağı alan 38.2 Mb, CD ye kaydettiğimizde ise 38.2 Mb gözükmesine rağmen 76.2 Mb oluyor.
CD'de 38+38.2=76.2 Mb alan kaplayan yazının daha sonra bazı yerlerini sildik ve 37.3 Mb'a indirip kaydettik diyelim. Dosya diğer kayıt ortamlarında 37.5 Mb, CD'de ise 113.7 Mb alan kaplayacaktır.
Dosyanın kapladığı alan her kayıtın ardından son kaydedilen kadar büyümesi kaçınılmazdır.
Ne var bunda, ne şaşırıyorsun, gayet normal desek de, şartlanmışlıklar, alışkanlıklar yüzünden, CD'nin yapısı gereği aslında üzerine yazılmadığı ve sürekli ilave edildiği hiç aklına gelmiyor insanın. En azından ben bilgisayardan çakmayanının uzun süre gelmedi…
Topu topu 40-50 Mb veri var zannedilmesine rağmen koca 700 Mb'lık CD'nin veya 4.6 Gigabaytlık DVD'nin dolmasına uyanmak kolay değildir. En azından ben bilgisayardan çakmayanı uyanmaz…
Hadi buradaki meseleyi çaktık ve de CD'lere musallat olmuş hastalığın sebebine uyandık diyelim, silinip yeniden yazılabilir CD'lerde de aynı kayıpla karşılaşırsak ne düşüneceğiz? Tıpkı sabit diskte olduğu gibi eski kaydı silip yenisini yazması gerekirken silmeyip yeni dosyayı eklemesi durumunda ne yapacağız?
"Ukala Windows çabuk çıkart geri ver megabaytlarımı" diyeceğiz.
Demesine diyeceğiz de çok umurunda olacaktı sanki.
Pis Windows ne olceeeek, boz…
Eğer CD yazıcıların yazılımıyla ilgisi yoksa Windows'un "Bana ne şarlıyorsun, git yeniden yazılabilir CD'yi tasarlayanlara anlat derdini, yazılımı geliştirenlere çat" diye dayılanacaktır.
"Bana ne ya, ben ne anlarım donanımsal-yazılımsal araştırma-geliştirme faaliyetlerinden, ben gariban bir kullanıcıyım, gidin birbirinizle hesaplaşın ve de gerin verin baytlarımı" derim, derken de acayip horozlanırım. Tamam mı!
Aslında hiçbirine bir şey demeye hakkım yok: Nerden bilsinler üç satırlık metni seksen kere değiştirip her değişiklikten sonra CD'ye kopyalayan ben işgüzarını! Kırk yıl düşünseler akıllarına gelmez beş satırlık şeyin 983 kere kaydedilebileceği.
Bırakın Megabaytlık dosyaları, zırt pırt değiştirilen 50-100 Kilobaytlık yazıların her seferinde kaydedilmesiyle bir CD'nin ne kadar kısa sürede dolduğunu görseniz şaşırırsınız.
Ben saç baş yolmayayım da kim yolsun!
Yıllar önceydi, biri "Disketlerin kapasitesi neden yükseltilmiyor? 1.44'ten daha büyük disket çıkmadı, uzun zamandır bunlar kullanılıyor, niye yapmıyorlar?" diye sormuştu.
Çünkü yazılabilen CD'ler geliştiriliyordu. Çıktığı andan itibaren CD kullanımı almış başını gitmişti. Oysa disket cephesinde ise tık yoktu. Yoldaydı yazılabilen CD'ler.
Sonunda gelmişler ve de ben işgüzarına tebelleş olmuşlardı.
Artık uyanmış durumdayım ya, birkaç yıldır dosyayı her seferinde değil, artık değiştirmeyeceğime kesin karar verdikten sonra CD'ye kaydetme kararını uyguluyorum. Bu kesin tavra rağmen en az iki üç kez daha kaydetmeden edemediğimi belirtmeme gerek yok sanırım.
Diğer dikkat çekici durum ise; artık kayıt kabul etmeyen bu CD'lerin büyük kısmının aynı zamanda okunamaz hale de gelmesi. Yazmayı geçtik, daha önce yazılan verileri bile göremiyor, hiç birine erişemiyorum. Anımsayabildiğim kadarıyla, arada derede bir boş alan görüp "O kadarcık yer var galiba… Sığar…" diyerek zorlamam sonucunda bu durum ortaya çıktı.
Nerede bu yetkililer, uyuyor mu bu yazılımcılar, kayıp bayt sorunsalına neden çare bulmuyorlar, neden tekrar okunur hale getirmiyorlar benim güzel CD'lerimi?
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri birleşin, kaybolmuş megabaytlarınızı geri getirmekten başka çareniz yoktur"
Tavuklu pilavı nasıl yaptığımı yazmaya karar vermiştim. Başlığı attım, tek kelime yazamadan gidip gidip önceki yazıda 362 kere değişiklik yapınca bu yazıyı yazmak kaçınılmaz hale geldi. Bunca lafı bu yüzden ettim işte.
Böyle titizleniyorum, yanlışlarımı düzeltmeye çalışıyorum da neye yarıyor sanki?
Okunduğumun kanıtıyla ilk kez karşılaştım internette geçen gün. Biri tarafından okunmuşum ve de bir yazıma link verilmiş.
Kim nerede nasıl link vermiş sayfama diye koşturdum hemen.
Meğer kader ağlarını örmekte, yanlışımı yüzüme fena halde vurmaya hazırlanmaktaymış.
Bir inç 2.57 santimetredir demekteymişim meğer. Birkaç gün öncesine kadar farkında değildim böyle dediğimin… Bir inç 2.54 değil 2.57 santimetreymiş meğer. Sayemde, yani şahsımdan öğrendim ben de... Nereden çıktı 2.57 cm deyip baktığımda farkına varmış oldum.
Önceki yazılarımdan birinde 1 inç 2.57 cm diye yazmışım. Büyük ihtimalle, hata yapmış olabileceğimi hiç aklına getirmeyen biri tutup bir forumda, bir inç’in 2.57 cm olduğunu iddia etmiş, dayanak olarak da benim yazıyı göstermiş.
Böylece yazılarımı okuyan biri olduğuna dair kanıt bulurken, ilk kez sayfama link verildiğini de öğrenmiş oldum.
Kasılmadan kasılma beğenerek "Vay be, demek beni okuyan varmış. Bir tane mir tane ama olsun, okur okurdur ve de velinimettir" gazıyla "Heeyt üleen, okur sahibi olmuşum" narasını patlatacağım da, patlatamıyorum.
Çünkü bir inç 2.57 cm dediğimden dolayı okunmuşum meğer.
Kahpe felek, kimine kavun karpuz, kimine yamru yumrukluk…
Neyse.
Mesele doğru bilip bilmemem de değil aslında. Yanlış bilebilirim ve bu benim için şaşılacak bir durum değil kesinlikle. Diğer taraftan, doğru düşünüp yanlış dillendirmek gibi bir huyum da var. Ama adım gibi eminim ki 4 yerine hemen üstündeki 7’ye basmışım. Bundan en küçük kuşkum yok…
Aslında kimse de aldırmamıştır bu yanlışlığa.
Yazımı referans gösteren kişi elinin altında sayısız kaynak varken, inçin değeriyle/birimiyle hiç ilgisi olmayan öylesine verilmiş bir örneğe bakarak bir inç 2.57 cm'dir dememesi gerektiğini akıl etmeliydi.
Etmemiş, edememiş…
Neyse.
Gördünüz işte, 80 kere düzeltip, 560 defa değişiklik yapmam hiçbir şey değiştirmiyor. Yurdum milletinin kafasına yine yalan yanlış fikriyatlar sokuyorum.
"Yaşasın bir okuyucum varmış" sevinçleri yaşayıp kıvanç dolu olmam gerekirken, "Hatasız kul olmaz" derinliklerinde takılmaya mahkum oldum.
Tavuklu pilav tarifi verecek, şöyle lezzetli, böyle güzel, parmaklarınızı geçtik elinizi kolunuzu bile yersiniz diyerek kendime methiyeler düzme fırsatları yaratacağım derken CD sorunsalı üzerine 80 çuval laf ettim.
Gelelim asıl meseleye, yani pilava.
Pilav işte, ne olacak…
Pilav yapmak öyle önemli bir şey değil. Bakmayın siz "Aşçının iyisi pilav yapmasından bellidir" bilgiçlikleriyle gözünüzü korkutmaya çalışanlara.
Az biraz tuz eklediğiniz ılık suda pirinçleri yarım saatten az olmayacak kadar bekletirsiniz.
Bir kaşık arpa şehriyeyi bir kaşık tereyağında kahverengileşmeye başlayıncaya kadar kavurursunuz. Ardından suyunu süzdüğünüz pirinçleri ekler kavurma işine devam edersiniz.
Pirinçlerin ıslaklığı kaybolmaya yüz tutup taneler belirgin hale gelmeye başladığında kavurma işlemi tamam demektir. Üstte belirinceye kadar su koyarsınız tencereye.
İşlem tamamdır. Bir saniye, bir saniye, tuzu unutmayalım...
Kısık ateşte pişmeye bırakır, pişme işleminin sonuna doğru tencerenin kapağını biraz aralarız. Bunun zamanına karar vermek o kadar da önemli değildir, pirinçler ıslaklığını yitirip belirgin taneler haline gelmeye başladığında kapağı aralama zamanı gelmiş demektir.
Eğer arpa şehriye koymak istemiyorsak doğrudan pirinci kavurur, suyunu tuzunu koyarız.
Her pirincin su çekmesinin farklı olduğunu unutmamak gerekir. Verdiğim ölçü Baldo pirinç içindi. Eğer Basmati olsaydı iki kattan fazla su koymak gerekirdi.
Pirinçler suda bekletildiğinden epeyce su çekmiş oluyor. Sonradan konulan su ise tam pirinç miktarı kadar ve bu ölçü baldoya yetiyor.
Bu mudur, budur işte gözünüzü korkutmaya çalıştıkları pilav yapma faaliyeti. Öyle bir anlatırlar ki, sanki mikroskop başında tüp bebek yapacakmışsınız gibi hissedersiniz kendinizi.
Benim için hazır çorba yapmaktan daha karmaşık olmayacak yemek dediğin.
Hoop doldur tencereye, boşalt indir mideye. Hiç gelemem uzun ve de tafsilatlı işlere. Mesela hiçbir güç patlıcanları artık közletemez bana. O nedir öyle, çakıl ocağın başına, elin yansın, kolun kopsun… Manyak mıyım, ne işim olur… En yüksek ayarında ısıtırsın fırını, patlıcanları dizdiğin tepsiyi atarsın içine. O arada gider başka işleri halledersin.
Tamam mı güzel kardeşim, hazır çorbadan zor olmayacak, anlaştık mı!
Hani tavuklu pilav ne oldu demekte haklısınız.
Tavuklu pilavın tek farkı tavuğu… Tamam mı? Vay be ne zekiyim, ne acayip, ne müthiş espriler yapıyorum.
Pirinci koyduk suya, beklesin, biz gidelim tavuğu halledelim. Hayır, kümese gidip tavuk kovalamayacağız, market rafından avlayacağız tavuk göğsünü.
Tavuk göğsü dedik diye sazanlık yapmasın kimse, muhallebiciyle işimiz yok. İstersek pilav üstüne yeriz tavukgöğsünü. Tavuk filetodan söz ediyoruz burada. Bir veya iki adet yeter; kaç kişiyi doyuracağınıza ve de etçilliğinize göre tüm özgür benliğinizle karar vereceksiniz tavuk miktarına…
İyisi mi gevezeliği bırakıp iki bardak pirince bir fileto yeter diyelim. Veya hazır satılan piliç kuşbaşılardan almışsak 250-300 gr kadar…
Kuşbaşından daha küçük parçalara böleriz tavukları. Küçük bir tencerede çok fazla olmayan suda haşlayacağız tavukları. Suyu az tutmakta yarar var, çünkü haşlama işi bittikten sonra hepsini birden pirincin üstüne dökeceğiz. Suyu az tutup gerekirse haşlama sırasında az az ilave etmek daha akıllıca.
İki bardak pirinçlik pilava 1 tatlı kaşığı yeter deyip tuzu ekler, karıştırır, tavukları haşlanmaya bırakırız. Şekilde görüldüğü gibi tavuklu pilavda tuzu tavuk haşlama aşamasında atıyoruz. Böylesi daha pratik.
Tavuklar pişsin…
Biz geçeriz pirincin başına, suyunu süzeriz. O sırada tencerede 1 kaşık tereyağı erimektedir. Pirinci tencereye döker kavurmaya başlarız.
Tavuklar haşlanmışsa, ki, anlamak için bir parça tavuğu kaşığın kenarıyla böleriz. Kolayca bölünüyorsa tamam demektir. Pirincin üzerine dökeriz suyuyla birlikte tavukları. Eğer su pirinçlerin üzerine erişmemişse gerektiği kadar ilave ederiz. Güzelce karıştırır, kısık ateşte pişmeye bırakırız.
Pilavın piştiğini nasıl mı anlayacağız? Taneler ıslaklığını tamamen yitirip kurumaya yüz tuttuğunda bir kaşıkla pilavın birazının kaldırıp dibinin tutmaya başlayıp başlamadığına bakarız. Arada bir böyle kontrol ederek yanma sınırına kadar dibini tutturup tutturmamak size kalmış.
Çok severim basit ama güzel tavuklu pilavımı.
Onun için diyorum ki:
"Dünyanın bütün megabayt kaybedenleri deneyin tavuklu pilavımı, kaybedecek megabaytlarınızdan başka tavuklu pilavım vardır"
Afiyet olsun.
Eyüp Şeker
09-11 Mayıs 2009
(Yok kontrol montrol, bunları yazana kadar geberdim. Yanlıştır bozuktur dinlemem, ne kontrolü. >>>> Biraz+biraz daha+az biraz daha+yeter be sıktın dedikten sonra 2 kez daha göz attım, sayısız yamuk yumukluk düzelttim… Kaldı 981-5-1-1-2=972 parti değişiklik… Yazının nihai olduğuna ve de bir daha ne olursa olsun kesinlikle değişiklik yapmayacağıma karar verip mümkünatı yok elimi sürmem artık dedikten sonra yaptıklarım yüzünden DVD'ye 3 kez yedeklemek zorunda kaldım. Ayrıca son halinin yazıcı çıktısını muhakkak aldığımdan şimdiden nur topu gibi 3 çıktım oldu)
.
HİTLER'E DOKUNAN ZENCİ
KULE CAMBAZI
Aşağıladığı ırklardan olan Afrikalılar arasından yalnızca bir tek el Hitler’in çizmesine dokunabilmiştir
Tarihin derinliklerinden iki iz
1936 yılında bir telgraf çekilir Ankara’dan Berlin’e… Telgrafı çeken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, alan ise Yaşar Erkan’dır… Şu yazılıdır telgrafta: “Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk spor tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar!..” 11 Ağustos 1936 günü, Berlin Olimpiyat Stadı’nı dolduran yüz bin kişi ayağa kalktığında saatler 16.30’u gösteriyordu… Bu bir saygı duruşuydu… Birincilik kürsüsünde, Grekoromen güreşte 61 kiloda altın madalyayı kazanan Yaşar Erkan sevinç gözyaşları döküyordu… Mutlu, hem de çok mutluydu Yaşar Erkan… Çünkü biliyordu ki, ülkesinin, Cumhuriyet Türkiye’sinin bayrağı olimpiyat oyunlarında ilk kez birincilik direğinde yükseliyor, İstiklal Marşımız ilk kez bu kadar kalabalık bir insan topluluğu tarafından dinleniyordu…
Berlin Olimpiyatları Adolf Hitler’in gölgesi altında yapılmış, ırkçı tavırlar, gösteriler, propagandalar sporun barış anlayışında ağır yaralar bırakmıştı… Uzun atlama yarışında Alman atlet Lutz Long, Amerikalı Jesse Owens’e geçilince Hitler sinirli bir şekilde ayağa kalkmış ve öfkeyle stadı terk etmişti… Bunun nedeni Long’u geçenin bir Amerikalı olması değildi… Hitler’i kızdıran, Owens’in ten rengiydi… Afrika kökenli Jesse Owens, Hitler’in üstün ırkını geride bırakmıştı!..
Oysa, Adolf Hitler’in, tribündeki yerine oturmak için merdivenleri çıkarken yaşadığı bir olay tüm bu yaşanılanların habercisi gibiydi!.. Korumalarının arasında Berlin Olimpiyat Stadı’nın basamaklarını çıkan Hitler birden duraksar… Gazetecilere ayrılan yerden bir el çizmesine dokunmuştur… Bunu yapan gazeteci gülümsese de Hitler yaşadığı bu olaya inanamaktadır… Çizmesine dokunan gazeteci karatenlidir ve bembeyaz dişleriyle gülmektedir!.. Hitler, yerine çıkıp koltuğuna oturduğunda korumalarını azarlar… Tüm neşesi kaçmıştır insan kasabının…
O gün, Hitler’e bu küçük şakayı yapan bir Türk gazetecisidir!.. Türk atletizm tarihinin en büyük isimlerinden olan Ömer Besim Koşalay, olimpiyat oyunlarını gazeteci kimliğiyle takip etmektedir… Afrika kökenli olan Ömer Besim Koşalay, yürümeye beş yaşında başlayacak ve atletizmde cumhuriyet tarihinin ilk rekorlarının sahibi olacaktır!... Hitler’in aşağıladığı ırklardan olan Afrikalılar arasından yalnızca bir tek el Hitler’in çizmesine dokunabilmiş ve iz bırakmıştır… Ne gariptir ki o el de karatenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına aittir!
Direnişimizin sembolü...
1915 yılının 18 Mart’ında, Çanakkale martıları bir daha hiç unutamayacakları, çocuklarına anlatacakları gürültüleri duyarlar… O gün, işgal güçlerinin zırhlı gemilerinden ve Türk bataryalarından yükselen top sesleri tarihin en büyük direnişini haber veriyordu… İngiliz ve Fransızlar, Türklerin elinde son model iki bine yakın top olduğunu rapor ediyorlardı… Oysa elimizde, 82 tanesi savaş gemilerinden sökülmüş sadece 150 top vardı!.. İşgalcileri yanıltan, top namlusu görüntüsü verilerek toprağa gömülen, zaman zaman da ateş ediyor havası yaratsın diye ağızlarına konulan toz barutun yakıldığı yüzlerce soba borusuydu!.. Çanakkale Savaşı’nın yaşanıldığı siperler, bataryalar, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden ilk adımların atıldığı yerler olarak kabul edilir… Sadece Türklerin cephesinde değil, Anzaklarda da bağımsız bir ülke düşü ilk kez Çanakkale’de yeşermiştir… Her yıl on binlerce insan ziyaret eder Çanakkale’yi… Eder de duygulanıp gözyaşı dökenler arasında, direnişimizin sembolü haline gelen topların bir şair tarafından korunduğunu bilen nerdeyse hiç yoktur!.. 1915 yılından tam elli yıl sonra bir savaş daha yaşanılır Çanakkale’de… Bu kez tarih 1965’tir… Maliye müfettişi Cemalettin Seber, teftiş amacıyla iki ay Çanakkale’de görevlidir… Müfettiş Seber, demir tüccarlarının savaştan kalma topları hurda olarak satın almak üzere olduklarını görür… Bir rapor hazırlayarak satışı durdurur… 1965 yılında yaşanılan bu savaşın bir cephesinde hurdacılar, öbür cephesinde ise bir şair vardır!.. Cumhuriyet döneminde yaşanılan bu Çanakkale direnişinin kahramanı olan şairin asıl adı Cemalletin Seber olsa da şiir kitaplarında adını “Cemal Süreya” olarak okuruz!.. Şair Cemal Süreya yalnızca birbirinden güzel şiirleriyle değil, Çanakkale Savaşı’ndan kalan topların hurdacılara satılmasını önlemesiyle de kalplerimizde iz bırakmayı fazlasıyla hak etmektedir.
Sunay Akın
10 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
Aşağıladığı ırklardan olan Afrikalılar arasından yalnızca bir tek el Hitler’in çizmesine dokunabilmiştir
Tarihin derinliklerinden iki iz
1936 yılında bir telgraf çekilir Ankara’dan Berlin’e… Telgrafı çeken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, alan ise Yaşar Erkan’dır… Şu yazılıdır telgrafta: “Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk spor tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar!..” 11 Ağustos 1936 günü, Berlin Olimpiyat Stadı’nı dolduran yüz bin kişi ayağa kalktığında saatler 16.30’u gösteriyordu… Bu bir saygı duruşuydu… Birincilik kürsüsünde, Grekoromen güreşte 61 kiloda altın madalyayı kazanan Yaşar Erkan sevinç gözyaşları döküyordu… Mutlu, hem de çok mutluydu Yaşar Erkan… Çünkü biliyordu ki, ülkesinin, Cumhuriyet Türkiye’sinin bayrağı olimpiyat oyunlarında ilk kez birincilik direğinde yükseliyor, İstiklal Marşımız ilk kez bu kadar kalabalık bir insan topluluğu tarafından dinleniyordu…
Berlin Olimpiyatları Adolf Hitler’in gölgesi altında yapılmış, ırkçı tavırlar, gösteriler, propagandalar sporun barış anlayışında ağır yaralar bırakmıştı… Uzun atlama yarışında Alman atlet Lutz Long, Amerikalı Jesse Owens’e geçilince Hitler sinirli bir şekilde ayağa kalkmış ve öfkeyle stadı terk etmişti… Bunun nedeni Long’u geçenin bir Amerikalı olması değildi… Hitler’i kızdıran, Owens’in ten rengiydi… Afrika kökenli Jesse Owens, Hitler’in üstün ırkını geride bırakmıştı!..
Oysa, Adolf Hitler’in, tribündeki yerine oturmak için merdivenleri çıkarken yaşadığı bir olay tüm bu yaşanılanların habercisi gibiydi!.. Korumalarının arasında Berlin Olimpiyat Stadı’nın basamaklarını çıkan Hitler birden duraksar… Gazetecilere ayrılan yerden bir el çizmesine dokunmuştur… Bunu yapan gazeteci gülümsese de Hitler yaşadığı bu olaya inanamaktadır… Çizmesine dokunan gazeteci karatenlidir ve bembeyaz dişleriyle gülmektedir!.. Hitler, yerine çıkıp koltuğuna oturduğunda korumalarını azarlar… Tüm neşesi kaçmıştır insan kasabının…
O gün, Hitler’e bu küçük şakayı yapan bir Türk gazetecisidir!.. Türk atletizm tarihinin en büyük isimlerinden olan Ömer Besim Koşalay, olimpiyat oyunlarını gazeteci kimliğiyle takip etmektedir… Afrika kökenli olan Ömer Besim Koşalay, yürümeye beş yaşında başlayacak ve atletizmde cumhuriyet tarihinin ilk rekorlarının sahibi olacaktır!... Hitler’in aşağıladığı ırklardan olan Afrikalılar arasından yalnızca bir tek el Hitler’in çizmesine dokunabilmiş ve iz bırakmıştır… Ne gariptir ki o el de karatenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına aittir!
Direnişimizin sembolü...
1915 yılının 18 Mart’ında, Çanakkale martıları bir daha hiç unutamayacakları, çocuklarına anlatacakları gürültüleri duyarlar… O gün, işgal güçlerinin zırhlı gemilerinden ve Türk bataryalarından yükselen top sesleri tarihin en büyük direnişini haber veriyordu… İngiliz ve Fransızlar, Türklerin elinde son model iki bine yakın top olduğunu rapor ediyorlardı… Oysa elimizde, 82 tanesi savaş gemilerinden sökülmüş sadece 150 top vardı!.. İşgalcileri yanıltan, top namlusu görüntüsü verilerek toprağa gömülen, zaman zaman da ateş ediyor havası yaratsın diye ağızlarına konulan toz barutun yakıldığı yüzlerce soba borusuydu!.. Çanakkale Savaşı’nın yaşanıldığı siperler, bataryalar, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden ilk adımların atıldığı yerler olarak kabul edilir… Sadece Türklerin cephesinde değil, Anzaklarda da bağımsız bir ülke düşü ilk kez Çanakkale’de yeşermiştir… Her yıl on binlerce insan ziyaret eder Çanakkale’yi… Eder de duygulanıp gözyaşı dökenler arasında, direnişimizin sembolü haline gelen topların bir şair tarafından korunduğunu bilen nerdeyse hiç yoktur!.. 1915 yılından tam elli yıl sonra bir savaş daha yaşanılır Çanakkale’de… Bu kez tarih 1965’tir… Maliye müfettişi Cemalettin Seber, teftiş amacıyla iki ay Çanakkale’de görevlidir… Müfettiş Seber, demir tüccarlarının savaştan kalma topları hurda olarak satın almak üzere olduklarını görür… Bir rapor hazırlayarak satışı durdurur… 1965 yılında yaşanılan bu savaşın bir cephesinde hurdacılar, öbür cephesinde ise bir şair vardır!.. Cumhuriyet döneminde yaşanılan bu Çanakkale direnişinin kahramanı olan şairin asıl adı Cemalletin Seber olsa da şiir kitaplarında adını “Cemal Süreya” olarak okuruz!.. Şair Cemal Süreya yalnızca birbirinden güzel şiirleriyle değil, Çanakkale Savaşı’ndan kalan topların hurdacılara satılmasını önlemesiyle de kalplerimizde iz bırakmayı fazlasıyla hak etmektedir.
Sunay Akın
10 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
TÜRBAN DAYATMASI
Nihal Bengisu Karaca
Sabahın yedisine beş var, ama Haydarpaşa Garı gazetecisinde sadece Sabah dağıtım grubu gazeteleri var. Habertürk aldım (300 bin satıyorlar, kutlarım). Gazetenin türbanlı yazarı Nihal Bengisu Karaca’nın “İslamın Şartı 5 mi?” başlıklı yazısının sonundaki feryadına içim burkuldu: “.. bu kızlar çıkıp demezler mi ‘madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız; bıraksaydınız o zaman hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi’ diye. Tamam. Sustum.”
Seslenişi, Fethullah Hoca’nın gayet resmi temsilcisi ve cemaatin “sistem içi bülten”i Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’ye. Gülerce, bir AKP destekçisi gazeteye verdiği demeçte, Gülen’e gönderme yapıyor ve “Başörtüsü füruat, yani öncelikli değil, İslamın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok” diyordu.
Nihal Bengisu, şüphesiz, salt türbanlı kızlar için değil, kendisi için de aldatılmışlık duygusunu yansıtıyor. Ve “İslamın beş şartı arasında türban yok, Kuran’da başın örtülmesini gerektiren bir tesettür emri de yok” diyenlerle (yani bizler) Gülerce arasında fark olmadığını belirtiyor.
Ama Gülerce haklı. Bu haklılığı, bunca yıldır kadınlar üzerinden sahneledikleri politikalarının insan ve kadın düşmanı yüzünü saklamaz. Ama haklı, çünkü “türban takmamak”, “Kelam”da sayılan 12 büyük günah arasında da yok. “Büyük günahlar”ın daha genişletilmiş listesi 76 madde içinde de.(*)
***
Ali Bardakoğlu bile türban için Kuran’a gönderme yapmıyor ve “Müslüman toplumların uygulamalarının ortak paydası”nın yarattığı bir “dini gereklilik” diyor, yani onu bir “gelenek” düzeyine indirgiyor!
Karaca ise kendisi için “Nur Suresi 30. ve 31. ayetleri, Ahzap suresi 59. ayetinin ‘baştan aşağı örtünme’ konusunda yeterince açık” olduğunu belirtiyor. Karaca, bunu Arapçadan mı okuyor yoksa Türkçe yorumlardan mı?
“Baştan aşağı örtünme” yorumunu, sakın, kadınları türbanlama politikasını üretenler uydurmuş olmasın?! Hiçbir şüphe duymaz mı!?
1424 yılında yapılan Kuran’ın ilk Türkçe çevirisinde bile “Ve göstermesinler ziynetlerini, yakaları üzerine bıraksınlar örtülerini” ve yeni çevirilerde “Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar” derken...
Şüphesiz, isteyen kadın örtünür, ama bireysel olarak, yoksa bunu “Kuran’ın emri” olarak topluma dayatmadan!
***
“Türban”lanmayı Kuran emri olarak vazedenler, şüphesiz gerektiğinde bu vaazlarından da yan çizer. Neden acaba?
Karaca, acaba hiç düşündü mü, kadının nasıl yaşayacağı, yaşaması gerektiği konusunda yorum yapanların, “fetva veren”lerin hemen hepsinin neden erkek olduğunu?
Sakın “dinci” erkekler, dini kendileri için bir özgürlük aracı ve alanı olarak kullanırken, kadınları da bu “özgürlük alanlarının nesnesi” olarak görüyor olmasınlar?! Ve türban ile tesettürü, kadınları özgürlük alanlarında tutmak için kullanıyor olmasınlar!?
Erkekler zaten toplumsal, siyasal alanlarda tam egemen.
Acaba, türban yorumu, bu egemenliği kolay yoldan pekiştirmenin aracı mı?
Kutsallıklara sığınarak, kadınların ve toplumun karşı çıkma güçlerini kırmaya çalışıyor olabilirler mi?!
***
Karaca, yazısında, “dinden ve dindarlardan nefret eden” kesimler olarak bizi gösteriyor.
Yooo yanlış; tepeden tırnağa önyargı! Örneğin tanıdığım çoğu insanın ne dinden ne de dindarlardan nefreti var!
Dinlerin, ilk düzen kurucu ve belki de uygarlığı başlatıcı yönü olduğu bile savunulabilir!
Ama bir nefret sözü edilecekse, bu, sahtekârlara, yalancılara, Kuran’ı ve dini kendi politik düşünceleri için; toplumsal, erkeksel, siyasal ve ekonomik çıkarları için çarpıtanlara, kullananlara...
...Kadınları toplumsal hayatın dışında tutarak, onların yaratıcılıklarını, bütünüyle ve her yönüyle alabildiğine dile getirmelerini engellemeye kalkışanlara...
...Böylece uygarlığımızın salt “erkek beyni” ile gelişmesine, insanlık için çok değerli “kadın beyni”ni dışarıda bırakmaya çalışanlaradır...
Karaca, yazısının sonunda diyor ki: “Tamam. Sustum.”
Neden? Tam konuşacak zaman! Özgürce. Korkmadan.
—
(*) Orhan Bursalı, “Türban, Kadın Sorunu mu Erkek Sorunu mu?”, Cumhuriyet Kitapları, 2008; s.115.
ORHAN BURSALI
10 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
Sabahın yedisine beş var, ama Haydarpaşa Garı gazetecisinde sadece Sabah dağıtım grubu gazeteleri var. Habertürk aldım (300 bin satıyorlar, kutlarım). Gazetenin türbanlı yazarı Nihal Bengisu Karaca’nın “İslamın Şartı 5 mi?” başlıklı yazısının sonundaki feryadına içim burkuldu: “.. bu kızlar çıkıp demezler mi ‘madem hiç de şart değildi bu başörtüsü, o zaman bizi niye yediniz, niye kandırdınız; bıraksaydınız o zaman hepimiz Nazlı Ilıcak gibi olsaydık, derdiniz neydi’ diye. Tamam. Sustum.”
Seslenişi, Fethullah Hoca’nın gayet resmi temsilcisi ve cemaatin “sistem içi bülten”i Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’ye. Gülerce, bir AKP destekçisi gazeteye verdiği demeçte, Gülen’e gönderme yapıyor ve “Başörtüsü füruat, yani öncelikli değil, İslamın şartı 5, imanın şartı 6. Burada başörtüsü var mı, yok” diyordu.
Nihal Bengisu, şüphesiz, salt türbanlı kızlar için değil, kendisi için de aldatılmışlık duygusunu yansıtıyor. Ve “İslamın beş şartı arasında türban yok, Kuran’da başın örtülmesini gerektiren bir tesettür emri de yok” diyenlerle (yani bizler) Gülerce arasında fark olmadığını belirtiyor.
Ama Gülerce haklı. Bu haklılığı, bunca yıldır kadınlar üzerinden sahneledikleri politikalarının insan ve kadın düşmanı yüzünü saklamaz. Ama haklı, çünkü “türban takmamak”, “Kelam”da sayılan 12 büyük günah arasında da yok. “Büyük günahlar”ın daha genişletilmiş listesi 76 madde içinde de.(*)
***
Ali Bardakoğlu bile türban için Kuran’a gönderme yapmıyor ve “Müslüman toplumların uygulamalarının ortak paydası”nın yarattığı bir “dini gereklilik” diyor, yani onu bir “gelenek” düzeyine indirgiyor!
Karaca ise kendisi için “Nur Suresi 30. ve 31. ayetleri, Ahzap suresi 59. ayetinin ‘baştan aşağı örtünme’ konusunda yeterince açık” olduğunu belirtiyor. Karaca, bunu Arapçadan mı okuyor yoksa Türkçe yorumlardan mı?
“Baştan aşağı örtünme” yorumunu, sakın, kadınları türbanlama politikasını üretenler uydurmuş olmasın?! Hiçbir şüphe duymaz mı!?
1424 yılında yapılan Kuran’ın ilk Türkçe çevirisinde bile “Ve göstermesinler ziynetlerini, yakaları üzerine bıraksınlar örtülerini” ve yeni çevirilerde “Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar” derken...
Şüphesiz, isteyen kadın örtünür, ama bireysel olarak, yoksa bunu “Kuran’ın emri” olarak topluma dayatmadan!
***
“Türban”lanmayı Kuran emri olarak vazedenler, şüphesiz gerektiğinde bu vaazlarından da yan çizer. Neden acaba?
Karaca, acaba hiç düşündü mü, kadının nasıl yaşayacağı, yaşaması gerektiği konusunda yorum yapanların, “fetva veren”lerin hemen hepsinin neden erkek olduğunu?
Sakın “dinci” erkekler, dini kendileri için bir özgürlük aracı ve alanı olarak kullanırken, kadınları da bu “özgürlük alanlarının nesnesi” olarak görüyor olmasınlar?! Ve türban ile tesettürü, kadınları özgürlük alanlarında tutmak için kullanıyor olmasınlar!?
Erkekler zaten toplumsal, siyasal alanlarda tam egemen.
Acaba, türban yorumu, bu egemenliği kolay yoldan pekiştirmenin aracı mı?
Kutsallıklara sığınarak, kadınların ve toplumun karşı çıkma güçlerini kırmaya çalışıyor olabilirler mi?!
***
Karaca, yazısında, “dinden ve dindarlardan nefret eden” kesimler olarak bizi gösteriyor.
Yooo yanlış; tepeden tırnağa önyargı! Örneğin tanıdığım çoğu insanın ne dinden ne de dindarlardan nefreti var!
Dinlerin, ilk düzen kurucu ve belki de uygarlığı başlatıcı yönü olduğu bile savunulabilir!
Ama bir nefret sözü edilecekse, bu, sahtekârlara, yalancılara, Kuran’ı ve dini kendi politik düşünceleri için; toplumsal, erkeksel, siyasal ve ekonomik çıkarları için çarpıtanlara, kullananlara...
...Kadınları toplumsal hayatın dışında tutarak, onların yaratıcılıklarını, bütünüyle ve her yönüyle alabildiğine dile getirmelerini engellemeye kalkışanlara...
...Böylece uygarlığımızın salt “erkek beyni” ile gelişmesine, insanlık için çok değerli “kadın beyni”ni dışarıda bırakmaya çalışanlaradır...
Karaca, yazısının sonunda diyor ki: “Tamam. Sustum.”
Neden? Tam konuşacak zaman! Özgürce. Korkmadan.
—
(*) Orhan Bursalı, “Türban, Kadın Sorunu mu Erkek Sorunu mu?”, Cumhuriyet Kitapları, 2008; s.115.
ORHAN BURSALI
10 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
HELLİM PEYNİRLİ MAKARNA
"NASIL YAPILIR" YÖNTEMİYLE YEMEK YAPMAK
Yemek tarifi salgını almış başını gidiyor. Benim neyim eksik, ben de aşçıyım deyip yemek maceralarımdan kesitler sunmaya karar verdim.
Her şey haşlanmış yumurtadan terfi etme dürtüsüyle omlet yapmaya kalkışmakla başladı. Pek çok kişi gibi bunun ardından makarnaya sıçradım.
Yemek yapma maceramın başlangıcı bundan ibaret.
O müthiş "Omlet nasıl yapılır?" sorusunu sorup "Tavada birazcık tereyağını erittikten sonra rendelenmiş kaşarı veya beyaz peyniri ekler, eriyip yayıldıklarını gördükten sonra yumurtaları kırarsın, olur biter" cevapsal durumuna vakıf olmam başlatmıştır aşçılık maceramı. Omlet dediğim de peynirli yumurta ama bana sorarsan dünyanın en ustalık isteyen omleti.
Omlet nedir deseler bilmem, yani en küçük fikrim yok. Omlet ya da peynirli yumurta, ne fark eder. Yaptım ve de gayet güzel oldu. Beyaz peynirli yaparsam biraz maydanoz ekledim mi daha bir güzelleşiyor benim omlet, yani peynirli yumurta. Hepsi bu.
Tam bir peynir düşkünüyüm. Daha fazla sevdiklerim arasında hellim peyniri de vardır. Hele de dana jambonlu hellim peynirli sandviçe bayılırım. Tavuk jambonla da fena olmuyor… Bu kadar mı birbirini tamamlar jambonla hellim, bu kadar mı lezzetli olur… Benim için enfes ikilidir hellim ile jambon.
Bir keresinde yumurtayı hellimle yapayım dedim. Rendeledim, tava ısındıkça cızırdayan tereyağında erimesini bekliyorum. Ne erimesi, gittikçe sertleşip kahverengileşmeye, takır tukur bir şey olmaya başladı. Eyvah, boşa gitti onca emek, galiba çöpü boylayacak desem de yumurtaları ilave ettim. Çok umutsuzdum, berbat bir tat bekliyordum. Baktım fena olmamış… Yine de bir daha yumurtaya bulaştırmadım hellimi ama hiç aklımdan geçmeyen makarnasını yaptım.
Acaba nasıl olur deyip girişmiştim. Basit sayılacak bu soru sonraları daha tehlikeli mecralara kaymaya başlayacaktı.
Mesela:
"Sarma nasıl yapılır?"
"Peynirli milföy böreği güzel olmuştu, kıymalı yufka böreği nasıl yapılır?"
Gerçi internet elinin altındadır, 2-3 tarif bulur, aklına yatanı veya tariflerden oluşturduğun karışımı uygularsın ama ömrü hayatında yufkayı eline almamış biri olarak, senin yufkaya, yufkanın sana pis pis baktığını fark ederken, karşılıklı "Isırır mı acaba?" bakışları atmanın kaçınılmaz olduğunu da aklından çıkartamazsın. Her şeye rağmen cesaretini toplar girişirsin. Bu saldırıdaki en büyük silahın "Cahil cesaretinden güç alan 'Nasıl yapılır?' girişkenliği"dir.
Aslında işin aslı şudur: "İnternet çıktı herkes aşçı oldu"
Ben bile…
Özellikle belirtmeliyim, vereceğim tarife kesinlikle internet bulaşmamıştır, güvenle tüketebilirsiniz.
3-4 domatesle 4-5 sivri biberi yarım bardak su ilave ederek doğrayıcıda sıvı hale getirirsin önce.
Ardından yarım kalıp hellim peynirini rendeleyip tereyağında kızartırsın. Peynirlerin rengi kahverengiye dönüp takır tukur olduğunda biberli domatesi üzerine boca edersin. Karıştırırsın, çok katı olduğunu düşünürsen su ilave edersin. Sos kıvama gelinceye kadar yarım paket makarnayı da haşlamış olursun. Sos biraz suluca ketçap görüntüsüne kavuştuğunda kıvamı tamamdır dersin.
Tuz koymaya gerek yok, peynirinki yetiyor.
Makarnayı sos tenceresine boşaltıp (Veya tersi. Bu karar makarnayı yapana, yani sana ait olup sosu mu makarna tenceresine, yoksa makarnayı mı sos tenceresine dökeceğine tüm benliğinle tek başına karar verme özgürlüğüne sahipsin. Özgürlüğün senindir, mukayyet ol, sıkı sıkıya sarıl. Bu çok önemli bir noktadır. Benim tercihim makarnayı sos tenceresine boşaltmaktan yanadır. Zira tersini yaptığımda sosa bulanmış iki adet daha kirli tencere yıkamak zorunda kalıyorum. NOKTA) birkaç kez karıştırdıktan sonra afiyetle mideye indirirsin.
Benim en karmaşık yemeğim budur.
Hiç gelemem öyle ince hesaplara, gelişkin ustalıklara dayalı tariflere. Yok bilmem nede şu kadar bekletecek, bilmem ne koklatacaksın. Yok şöyle pışpışlayıp böyle şımartacaksın. Yok malzemeleri kuyumcu terazisinde tartarak koyacak, buğulu gözlerle bakarken bilmem ne dumanında tütsüleyeceksin. Yok hisleninceye kadar haşlayıp biraz okşayacak ve marinaya götürüp getireceksin…
Manyak mıyım, ne işim olur kimya laboratuarında çalışmayı çağrıştırır böyle tariflerle? Bulduğunu doldurursun tencereye, işlem tamamdır.
Şaka bir yana gerçekten lezzetli bir makarna bu.
Uzun yıllar boyunca bir aspirinle bir multivitamin yutmanın gribe çok iyi geldiğine inandım. Üstelik başkalarına da tavsiye ettim… Tedavi saydığım işlemin neye yaradığına dair en küçük şey hatırlamıyorum. Nereden ve nasıl kaynakladığını şimdi hatırlamadığım tamamen dayanaksız bir inançtı benimkisi. Aslında tam bir "İlaç almazsan bir haftada, ilaç alırsan yedi günde kurtulursun" durumu söz konusuydu ama ben iyileştiğime inanıyordum.
Epeydir, bir kırgınlık hissettiğimde, hapşırmaya başlayıp burnum aktığında, kalkıp bol domatesli bol karabiberli bir çorba yapıyor, bir güzel mideye indiriyorum. Ter boşandığında da duşa atıyorum kendimi.
Bugüne dek gördüğüm en etkili tedavi bu.
Hep olduğu gibi çok karmaşık, çok gizli bir roket yakıtı gibi değil benim tarif:
Tencereye 1 kaşık zeytinyağı koyarsın. 3-4 domatesi bir bardak su ilave ederek doğrayıcıda sıvılaştırdıktan sonra tencereye koyar, 2-3 bardak su ilave edersin. Kaynadığında 1 adet tavuk suyu tableti ve 1 Türk kahvesi fincanı arpa şehriye koyarsın. (Tel şehriye veya pirinç de konulabilir, size kalmış. Kimi zaman eğer varsa sarmadan kalma ince doğranmış pazı veya karalahana sapı da katıyorum. Bu durumda sebze kısmını pişirdikten sonra şehriyeleri eklemek gerekiyor) Şehriyeler piştiğinde 1 avuç maydanoz, 1 çay kaşığı tuz ekler bir iki dakika daha pişirirsin. Bundan sonra yapman gereken üzerine karabiberi boca etmektir. Karabiber öyle çok olmalıdır ki, her yanından alevler fışkırabilsin. Eğer kulaklarından fışkıran alevin boyu 10 santimden azsa karabiber yetersiz demektir. Umarım anlatabilmişimdir.
Bu çorbayı içtiğinde duşa girmen kaçınılmazdır.
Sonrası mı?
Kendini iyi hissetmeyen, kırgınlıktan, hapşırıktan, akan burundan kurtulamadığını düşünen gelsin kafama geçirsin o çorba tenceresini.
Gördünüz işte, benim neyim eksik, aşçılıksa aşçılık.
Yani demem o ki, adet yerini bulsun:
Afiyet olsun.
Eyüp Şeker
08/09 Mayıs 2009
.
Yemek tarifi salgını almış başını gidiyor. Benim neyim eksik, ben de aşçıyım deyip yemek maceralarımdan kesitler sunmaya karar verdim.
Her şey haşlanmış yumurtadan terfi etme dürtüsüyle omlet yapmaya kalkışmakla başladı. Pek çok kişi gibi bunun ardından makarnaya sıçradım.
Yemek yapma maceramın başlangıcı bundan ibaret.
O müthiş "Omlet nasıl yapılır?" sorusunu sorup "Tavada birazcık tereyağını erittikten sonra rendelenmiş kaşarı veya beyaz peyniri ekler, eriyip yayıldıklarını gördükten sonra yumurtaları kırarsın, olur biter" cevapsal durumuna vakıf olmam başlatmıştır aşçılık maceramı. Omlet dediğim de peynirli yumurta ama bana sorarsan dünyanın en ustalık isteyen omleti.
Omlet nedir deseler bilmem, yani en küçük fikrim yok. Omlet ya da peynirli yumurta, ne fark eder. Yaptım ve de gayet güzel oldu. Beyaz peynirli yaparsam biraz maydanoz ekledim mi daha bir güzelleşiyor benim omlet, yani peynirli yumurta. Hepsi bu.
Tam bir peynir düşkünüyüm. Daha fazla sevdiklerim arasında hellim peyniri de vardır. Hele de dana jambonlu hellim peynirli sandviçe bayılırım. Tavuk jambonla da fena olmuyor… Bu kadar mı birbirini tamamlar jambonla hellim, bu kadar mı lezzetli olur… Benim için enfes ikilidir hellim ile jambon.
Bir keresinde yumurtayı hellimle yapayım dedim. Rendeledim, tava ısındıkça cızırdayan tereyağında erimesini bekliyorum. Ne erimesi, gittikçe sertleşip kahverengileşmeye, takır tukur bir şey olmaya başladı. Eyvah, boşa gitti onca emek, galiba çöpü boylayacak desem de yumurtaları ilave ettim. Çok umutsuzdum, berbat bir tat bekliyordum. Baktım fena olmamış… Yine de bir daha yumurtaya bulaştırmadım hellimi ama hiç aklımdan geçmeyen makarnasını yaptım.
Acaba nasıl olur deyip girişmiştim. Basit sayılacak bu soru sonraları daha tehlikeli mecralara kaymaya başlayacaktı.
Mesela:
"Sarma nasıl yapılır?"
"Peynirli milföy böreği güzel olmuştu, kıymalı yufka böreği nasıl yapılır?"
Gerçi internet elinin altındadır, 2-3 tarif bulur, aklına yatanı veya tariflerden oluşturduğun karışımı uygularsın ama ömrü hayatında yufkayı eline almamış biri olarak, senin yufkaya, yufkanın sana pis pis baktığını fark ederken, karşılıklı "Isırır mı acaba?" bakışları atmanın kaçınılmaz olduğunu da aklından çıkartamazsın. Her şeye rağmen cesaretini toplar girişirsin. Bu saldırıdaki en büyük silahın "Cahil cesaretinden güç alan 'Nasıl yapılır?' girişkenliği"dir.
Aslında işin aslı şudur: "İnternet çıktı herkes aşçı oldu"
Ben bile…
Özellikle belirtmeliyim, vereceğim tarife kesinlikle internet bulaşmamıştır, güvenle tüketebilirsiniz.
3-4 domatesle 4-5 sivri biberi yarım bardak su ilave ederek doğrayıcıda sıvı hale getirirsin önce.
Ardından yarım kalıp hellim peynirini rendeleyip tereyağında kızartırsın. Peynirlerin rengi kahverengiye dönüp takır tukur olduğunda biberli domatesi üzerine boca edersin. Karıştırırsın, çok katı olduğunu düşünürsen su ilave edersin. Sos kıvama gelinceye kadar yarım paket makarnayı da haşlamış olursun. Sos biraz suluca ketçap görüntüsüne kavuştuğunda kıvamı tamamdır dersin.
Tuz koymaya gerek yok, peynirinki yetiyor.
Makarnayı sos tenceresine boşaltıp (Veya tersi. Bu karar makarnayı yapana, yani sana ait olup sosu mu makarna tenceresine, yoksa makarnayı mı sos tenceresine dökeceğine tüm benliğinle tek başına karar verme özgürlüğüne sahipsin. Özgürlüğün senindir, mukayyet ol, sıkı sıkıya sarıl. Bu çok önemli bir noktadır. Benim tercihim makarnayı sos tenceresine boşaltmaktan yanadır. Zira tersini yaptığımda sosa bulanmış iki adet daha kirli tencere yıkamak zorunda kalıyorum. NOKTA) birkaç kez karıştırdıktan sonra afiyetle mideye indirirsin.
Benim en karmaşık yemeğim budur.
Hiç gelemem öyle ince hesaplara, gelişkin ustalıklara dayalı tariflere. Yok bilmem nede şu kadar bekletecek, bilmem ne koklatacaksın. Yok şöyle pışpışlayıp böyle şımartacaksın. Yok malzemeleri kuyumcu terazisinde tartarak koyacak, buğulu gözlerle bakarken bilmem ne dumanında tütsüleyeceksin. Yok hisleninceye kadar haşlayıp biraz okşayacak ve marinaya götürüp getireceksin…
Manyak mıyım, ne işim olur kimya laboratuarında çalışmayı çağrıştırır böyle tariflerle? Bulduğunu doldurursun tencereye, işlem tamamdır.
Şaka bir yana gerçekten lezzetli bir makarna bu.
Uzun yıllar boyunca bir aspirinle bir multivitamin yutmanın gribe çok iyi geldiğine inandım. Üstelik başkalarına da tavsiye ettim… Tedavi saydığım işlemin neye yaradığına dair en küçük şey hatırlamıyorum. Nereden ve nasıl kaynakladığını şimdi hatırlamadığım tamamen dayanaksız bir inançtı benimkisi. Aslında tam bir "İlaç almazsan bir haftada, ilaç alırsan yedi günde kurtulursun" durumu söz konusuydu ama ben iyileştiğime inanıyordum.
Epeydir, bir kırgınlık hissettiğimde, hapşırmaya başlayıp burnum aktığında, kalkıp bol domatesli bol karabiberli bir çorba yapıyor, bir güzel mideye indiriyorum. Ter boşandığında da duşa atıyorum kendimi.
Bugüne dek gördüğüm en etkili tedavi bu.
Hep olduğu gibi çok karmaşık, çok gizli bir roket yakıtı gibi değil benim tarif:
Tencereye 1 kaşık zeytinyağı koyarsın. 3-4 domatesi bir bardak su ilave ederek doğrayıcıda sıvılaştırdıktan sonra tencereye koyar, 2-3 bardak su ilave edersin. Kaynadığında 1 adet tavuk suyu tableti ve 1 Türk kahvesi fincanı arpa şehriye koyarsın. (Tel şehriye veya pirinç de konulabilir, size kalmış. Kimi zaman eğer varsa sarmadan kalma ince doğranmış pazı veya karalahana sapı da katıyorum. Bu durumda sebze kısmını pişirdikten sonra şehriyeleri eklemek gerekiyor) Şehriyeler piştiğinde 1 avuç maydanoz, 1 çay kaşığı tuz ekler bir iki dakika daha pişirirsin. Bundan sonra yapman gereken üzerine karabiberi boca etmektir. Karabiber öyle çok olmalıdır ki, her yanından alevler fışkırabilsin. Eğer kulaklarından fışkıran alevin boyu 10 santimden azsa karabiber yetersiz demektir. Umarım anlatabilmişimdir.
Bu çorbayı içtiğinde duşa girmen kaçınılmazdır.
Sonrası mı?
Kendini iyi hissetmeyen, kırgınlıktan, hapşırıktan, akan burundan kurtulamadığını düşünen gelsin kafama geçirsin o çorba tenceresini.
Gördünüz işte, benim neyim eksik, aşçılıksa aşçılık.
Yani demem o ki, adet yerini bulsun:
Afiyet olsun.
Eyüp Şeker
08/09 Mayıs 2009
.
AĞAÇLARA KIYMAYIN EFENDİLER
HABERİN MATBAAYLA HİÇBİR İLİŞKİSİ KALMAMIŞTIR
Şiddetli uyumsuzluk nedeniyle ayrılmışlardır ve bir daha da bir araya gelmeleri mümkün değildir.
Israrla iki yanlış yaklaşım sergileniyor.
Öncelikle habercilikte kağıdın geleceğinin çoktan kapandığı görülmüyor.
Diğer yanlış yaklaşım ise "İnternete bağlanmak" kavramının kullanılmasında yatıyor. Bağlanmak devri çevirmeli modemlerle tarihe gömülürken her yer ve ortamda her an açık olan sistemler yaşama çoktan girdi.
Bağlanmak değil, "Yeni bilgi geldi mi diye bakmak" demek gerekiyor.
Selüloz kaağıt ve matbaa mürekkebi zaten yok haberciliğin geleceğinde, her türlü elektronik kaağıt ve cep kitabı benzeri kolay okunabilen taşınabilir cihazlar egemen olacaktır yayıncılığa. Bu kaçınılmaz…
Gazetecilik, özellikle habercilik dendiğinde iki kavram unutulmalı artık: Bağlanmak ve selüloz.
Şu anki durum, İstanbul dışındaki yerleşim yerlerine gazetelerin, bir, hatta birkaç gün sonra gittiği o eski günlere benziyor. Yeni yollarla ulaşım sorunları aşılıp farklı yerlerdeki ilave matbaa tesisleri hayata geçirildiğinde geride bırakıldı o uzun gecikmeler. Şu an yaşanan da araç yokluğundan ibaret. Oysa hizmet yapısı uygun… Gereken araçlar hizmete girdiğinde geride kalacaktır bayat haber sorunu.
Evet, gazete, kaağıda basılmaya devam etse de bu bildiğimiz anlamdaki gazete olmayacak, bambaşka bir anlayışa bürünecektir. Bayatlamayan veya sıkça örneğini görmeye başladığımız derlenmiş ilginç haberler ağırlığında çıkacaktır gazeteler büyük ihtimalle.
Borsa verileri analiz yapacaklar için önemini koruduğundan yine yer alacaktır gazetede. At yarışı meraklıları da, İdda'cılar da ders çalışabilmek için bekleyeceklerdir bu dökümleri… Bahisçiler, analizciler hep önemli sayacaktır zaten bildikleri bu sonuçları… Ve zaten bunlar artık haber değil bilgidirler.
Geleceğin gazetelerinin yazarların ağırlığında çıkacağını düşünmek doğru ve yerinde bir öngörü olacaktır. Egemenlik kayıtsız şartsız köşe yazarlarının ve yorumcularındır. Bilgiyle dolu gazetelerinde düşünce ve yorumlarını paylaşacaklardır okuyucularla.
Bağlanmak terimi çevirmeli modemle tarihe gömüldü. Artık bağlanmıyor, sabah açıyor yatarken de kapatıyoruz cihazlarımızı. Epeyce kişi ise hiç kapatmıyor… Bağlanmak yok artık, açmak var… Bilgisayarı, Blackbilmem ne gibi zamazingoları açmak, gün bitiminde kapatmaktan ibarettir günümüz insanının bütün yaptığı… Bağlanmak kavramının o kadar farkında değiliz ki, artık, ancak internet bağlantısı koptuğunda, bir arıza olduğunda farkına varıyoruz bağlanmanın.
Selüloz kaağıt ve alışılmış matbaa baskısı asla olmayacaktır haberciliğin geleceğinde. Hatta bu gününde bile yok aslında. Elektronik kaağıt kavramının fazla ciddiye alınmadığını, üzerine pek düşülmediğini söylersek yanlış olmaz. İhmal edilmiş, önemi fark edilememiş, sonunda bu tür cihazların eksikliğinin şiddetle hissedildiği günümüze gelinmiştir… Bu hataya düşülmesinin asıl nedeni, sadece bilgisayar kavramıyla konuya eğilmekte yatıyor sanırım. Eğer cep telefonlarına yaklaşıldığı gibi yaklaşılsaydı elektronik yayıncılığa, şimdi müthiş cihazlar olurdu elimizde. Bilgisayara takılıp kalma yanlışı yüzünden görülemeyip ihmal edilmiştir bu uçsuz bucaksız alan.
Kolay taşınıp rahat kullanılabilen çok ucuz ekranların, elektronik kaağıtların piyasayı doldurmasının eli kulağındadır. Pul kadar ekranlı telefonlar ve takoz gibi dizüstüler değil, katlanıp/kıvrılıp cebe konulan, açıldığında hemen istediğimiz bilgileri ve hizmeti bize sunan, çok pratik, kolayca okunabilecek büyüklükte cihazlardır gelmekte olanlar. Bunun dışındakiler gazetecilik ve yayıncılık için geleceksiz, nafile çabalardır.
Bilgisayarın USB'sine takılı olan aleti evden çıkarken yanımıza alacak veya metro turnikelerine gelmeden önceki habermatik'e birkaç saniye dokundurup yeni haberleri yükleyeceğiz. Öyle HD kalitesi falan beklemeyecek kimse şimdilik bunlardan. Görüntü kalitesi değil okunabilirlik önemli sayılacak öncelikle. Fazla yük olduğu görülürse, ilk örneklerinde internet bağlantısı bile olmayabilir. Kısaca, enerji ve bilgi şarj edilen okuma cihazları diye tanımlanabilir bunlar.
Bütün bunların çok uzak bir gelecekte olacağını düşünmek ise diğer bir büyük yanlış olacaktır. Çünkü gelecek değil, çoktan geldi… Sadece görmüyor, göremiyoruz.
Karşı çıkanların "Öyle olsa bile bu ülke için uzak bir gelecektir" demeleri yine büyük bir yanılgı olacaktır. Hem de çok büyük… Bunu anlamak için cep telefonu kullanımına bakmak yeterlidir.
Ne kaağıdı ne bağlanması? Selüloz ve mürekkep çoktan tarih oldu gazetecilikte.
Her şey gelecek cihazlara bağlı. Çok rahat taşınabilen, cep defteri gibi açılıp bakılabilen, kullanışlı ve pratik cihazlar kullanıma sunulduğu anda gazete matbaa makineleri çöpü boyladı demektir. Kullanışlılık ve pratiklik çok uzaksa eğer, hükmü sürecek demektir selülozla mürekkebin. Baskı ve boya sistemiyle haberin hiçbir ilişkisi kalmadığına göre ve tek eksik unsur taşınabilir pratik cihazlarsa, gün sayma çok hızlanmış demektir. Çünkü haberciler için artık olmazsa olmaz oldu taşınabilir elektronik sistemler. Gazetecilik anlamsızlaşıp gereksizleşmekle karşı karşıya… İnsanlar da haber okuma alışkanlıklarını kaybetmekle karşı karşıya… Basın, ya haber verme işini tamamen TV'ye ve bugün kullandığımız anlamdaki bilgisayarlara terk edecek, ya da yeni haber sunma sistemlerini hayata geçirecek. Yoksa basılı gazeteler de, haber okuma alışkanlığı da tarih olacak. Tabii bugünkü gazetecilik de tarih olacak, yerini tamamen televizyonculuğa bırakacak.
Haberin matbaalarla hiçbir işi kalmadığını tam algılayabilmiş değiliz gibi gözüküyor. Okuma güdüsünün de doyurulması lazım. Ne gerektiği apaçık ortada değil mi? Trende metroda açıp ister gazetesini okumak, isterse kitabına kaldığı yerden devam etmek varken, evden çıkmadan bilgisayarından veya TV'den öğrendiklerinden de eski, hatta gecekilerden bile eski, çoktan bayatlamış haberleri okumak için neden çarşaf gibi kaağıtlarla boğuşsun insanlar?
Kaç yıldır gazete satın almıyor, bütün gazeteleri internetten okuyorum. Bir kısmında haberler her an yenilenirken epeycesinde bayatlamış haberler var. Güncellenen gazetelerden haberleri okuyup güncellenmeyenlerde sadece köşe yazarlarına bakmakla yetiniyorum. Bu da demektir ki, güncellenen gazetelerin kaağıt olanlarını satın alsaydım eğer, haberlerini okumayacak, ya gidip internetteki haber sitelerine bakacak ya da TV seyredecektim.
Cumhuriyet bu duruma iyi bir örnektir. Gazetenin internet abonesiyim. Sadece haber başlıklarına göz atıyor, eğer diğer internet gazetelerinde denk gelmediğim bir haberse veya sunuş farklılığı olduğunu düşünürsem okuyorum ancak. Çünkü çoktan bayatlamış durumda verdiği haberler. Kaağıt baskının aynısı olan internet yayınının haberle ilişkisi kalmamış demektir bu. Ancak yakın zamanda yayına başlayan Cumhuriyet Portal'da yeni haberleri görebiliyor insan ama bu yayın da yetersiz ve yavan kalıyor. Özetle Cumhuriyet'in haberle ilişkisi koptu kopacak. Eğer durum değiştirilmezse yazar ve düşünür gazetesi olup çıkacak Cumhuriyet. Durum diğer gazetelerde de farklı değil. Kaağıt baskılarındaki haberlerin herkesçe okunduğu şüpheli. Çünkü hepsi çoktan bayatlamış durumda. Peki onca kaağıt ve mürekkep nereye harcanıyor? Okunup okunmadığı belirsizken neden harcanıyor bu paralar?
Nereye kadar sürer bu belirsizlik, nereye kadar atılır paralar çöpe, gereksizce nereye kadar katledilir ağaçlar, nereye kadar dikilir devasa matbaa tesisleri, nereye kadar yapılır gerçekte talep olmayan bir şeye yatırım? Eğer hiçbir geleceği kalmamışsa kim çaba harcar bunlar için? Kaağıt tüketiminde gazetelerin payının çok büyük olduğu bilinirken ne kadar daha izin verilebilir bu anlamsız ve gereksiz israfa?
Kaağıt gazeteyi elimde tutmayı seviyorum romantiklikleri soruya yanıt olamayacağına göre, gazetenin geleceğinin ne olacağı çok açık değil midir?
Haberin matbaayla hiçbir ilişkisinin kalmadığının tescilini yapacak cihazları beklemekteyiz. Hepsi bu.
Erzincan'dan satın aldığım bir kavanoz reçel ertesi gün kapımdayken neden bekleyeyim haber okumak için bir gün sonra çıkacak gazeteyi.
E-ticaret çok ilgi görmeye başladı ya, bu işe soyunan soyunana. Geçenlerde internetten satın aldığım üründe yanlışlık olduğu için mağazaya telefon ettim. Telefona çıkan çocuk "Kimse yok abi, Cumaya gitti…" deyince ne büyük(!) bir mağazayla(!) karşılaştığımı ben bile anladım.
Şaka bir yana; bilgisayarı, interneti olan her esnaf e-ticaret yapabileceğini fark edeli çok oldu. Çorum'un bir köyünde ürettiği reçelleri satmak için hazırladığı sayfaya "Kargo firması haftada iki gün geliyor. Bu yüzden siparişleri sadece şu iki gün kargoya verebiliyoruz" açıklamasını koyan köylü de şaşırtmıyor artık bizleri, tanıtım sayfasına "Ne istediğinizi söyleyin, sipariş verdiğinizde reçeli, ekmeği hemen pişirir öyle gönderebiliriz" uyarısını koyan da...
Elektronik ticaretteki bu hızlı yaygınlaşmada kargo firmalarının önemli payını görmek gerekir. Hemen her yerden bir günde teslim ediliyor siparişler. Sonuçta neredeyse, ha Migros veya CarrefurSA'nın internet şubelerinden almışsın ha Hatay'daki bakliyatçıdan, pek fark etmiyor. Çünkü internet marketleri de en az yarım gün sonra teslim edebiliyor semtindeki mağazasından derlediği siparişleri.
Adam memleketin bir ucundan reçeli pişirip gönderirim diyor, gazeteciler her yerden yağan haberler elindeyken, rotatifler dönmeden veremem demekteler. Tam bir turşusal perhiz durumu… İyi de ben niye bekleyeyim gazetecinin keyfini! Evet, kaağıt gazete güzel, ben de seviyorum ama gecikme kaynaklı olumsuzluklarına ilaveten epeyce kullanışsız yanı daha var. Saklamak veya alıntı yapmak istediğimde işim çok kolaydır e-gazetede. Eskisinde ise makas elde girişmem veya başka başka araçlarla kopyalamam gerekir.
Memleketin bir ucundaki köylüden reçel almaktan kaynaklanan bir takım olumsuzluklar, sorunlar var tabii… Olmaması imkansız… Unutmamak gerekir ki aynı durum Migros veya CarrefurSA'nın internet mağazasından alışveriş yaparken de söz konusu. Bilinmeyen veya tanınmamış markanın ürününü ya da meyve sebze satın alırken de benzer bilinmezliklerle karşı karşıyayız. Çıplak gözle görmek başka, sadece satıcının sözüyle hareket etmek başka şey. Bir Çekoslovak sözüydü sanırım; bir şey satın alırken kulaklarına değil gözlerine güven. Gözlerden yoksun yapılan alışverişlerde umulanla karşılaşmamak her zaman söz konusu. Bu durum e-ticaretin önemli bir sorunu olarak yerini korumakta. Görsel öğeler eklendikçe daha isabetli kararlar verebilecektir insanlar. Neyse, asıl konudan sapmayayım.
Birkaç ay önce internetten elden düşme, Windows XP lisanslı bir HP Compag bilgisayar satın aldım. Üzerinde XP ürün anahtarı etiketi yapışık olan bilgisayarla birlikte gelen kopya XP CD'lerinden sistemi yeniden kurmak istediğimde Windows'un hata verdiğini görünce satıcıya durumu bildirip orijinal XP cd'lerini istedim. Yokmuş, XP cd'lerinin kopyasını gönderdi yeniden. Sonuç değişmedi. Sistemin verdiği hata mesajıyla ilgili çözümlere baktım Microsoft destek sitesinde. En azından ben bugüne kadar sistem sorunlarıyla ilgili Microsoft'un önerdiklerinin bir işe yaradıklarını görmedim. Tek ve kesin çözüm var, Windows'u baştan kurmak. Sorun kopya cd'den kaynaklandığından çaresizce önerilen bu çözümlerle boğuşmaya başladım.
Windows 98 veya Windows ME cd'sinden DOS ortamında bir dosyanın kopyalanmasından söz eden çözümlerdi Microsoft'un önerdikleri. Bilgisayardan çakmamakta direnen benim gibi birinin yapması mümkün olmayan işlemlerle karşı karşıya olduğumu görsem de yılmadım, hemen giriştim. Daha en başta duvara toslayıverdim. Temel açılış dosyaları yüklenmemiş bilgisayarda DOS'da işlem yapmaya kalkmak demek, karakterlerin yerinde yeller esen klavyeyle boğuşmak demektir. Nokta nerdedir, iki nokta üst üste nereye gizlenmiştir, ters bölme işareti nereye uçmuştur belli değildir, deneme yanılmayla bulmak zorundasındır bütün hepsini.
Uğraşır didinir o birkaç satırlık komut dizisini yazarsın, canın çıkmıştır, bir halta yaramadığını görünce ne hale gelirsin anlatmaya gerek yok sanırım. Yılmazsın, yeni baştan girişirsin, yine olmaz. ME'yle olmadı bir de 98'in 2. Sürümüyle deneyeyim dersin. Nafiledir…
Elimde lisanslı bir orijinal XP cd'si olsa hiç sorun yoktu. Sistemi ondan kurup bilgisayar kasası üzerindeki ürün anahtarını girdiğimde sorunsuzca çalışacaktı bilgisayar. Ne yazık ki yoktu, ödünç alabileceğim kimse de yoktu… Geçerli bir lisans söz konusuyken gidip neredeyse bilgisayarı aldığımın yarı parasına yeni bir XP cd'si satın almayı saçma buluyordum. Beklediğimi satın alamamaktan kaynaklanan aldanmışlık duygusu da cabasıydı…
Bir yere varamadığımı görünce, tavsiye üzerine, başka bir kopya cd'den XP'yi kurup internetten indirdiğim crack yazılımıyla ürün anahtarını aktif hale getirmeye çalıştım. Bir işe yaramadı veya ben beceremedim.
Pes etmiş, kararımı vermiştim; bilgisayarın lisanslı bir XP'si olmasına rağmen, kullanılamayacaktı… Satın alma gerekçelerimden biri olan orijinal XP'den mahrum kalacaktı bilgisayar. Başka bir çözüm bulmak gerekecekti.
Son olarak HP destek birimine telefon edeyim dedim.
Bilgisayar üzerindeki Windows ürün anahtarı numarasını istediler, verdim.
14’ü akşamı HP’yi aramıştım, 19’u sabahında cd’ler elime geçti. Hepsi buydu. ABD, İngiltere veya İrlanda geçiyor insanın aklından, hiç beklemediğim bir yerden, Macaristan'dan kargoya verilmişti cd'ler ve yanlış hatırlamıyorsam 1 günde bana ulaşmıştı.. Tam o günlerde HP'nin burada yatırım yapma kararı aldığını öğrenmek de çok hoştu. Yani önümüzdeki yıllarda Macaristan'dan değil, Çorlu'dan gelecekti cd'ler. Aslında belki yine oradan gelecek, buradan da başka ürünler gidecekti dört bir yana. Bir günlük kargo ulaşımı dışında kalan zaman, büro işlemleri ve cd'lerin basılması içindi. Hangi aşamalardan geçildi, önce HP merkeze mi yoksa doğrudan Macaristan'a mı bildirildi bilemeyeceğim; HP Türkiye bildirmiş ve cd'ler ürün anahtarı girilmiş şekilde basılıp bana ulaştırılmıştı. Şurası çok açık ki, büyük kısmı elektronik haberleşmeyle halledilen bu işin tamamı bir gün içinde de gerçekleştirilebilirdi.
Paketi açtım cd'lerden sorunsuzca kurdum XP'yi.
En başta yapmam gerekeni en sonunda akıl edebilmiştim. Bir şey beklediğimden değil, öylesine aramıştım HP'yi ve çok şaşırmıştım. Çünkü farkında değildim elimin altındakilerin, göremiyordum sahip olduklarımı.
Böyle bir dünyada yaşarken haberleri basacak matbaa makinelerinin çalışmasını beklemek olacak şey mi?
Her şeyin böylesine hızlı olduğu, hatta bunun zorunlu olduğu bir dünyada selüloz kaağıda haber basmak tam anlamıyla anlamsızdır, gereksizdir, ziyandır.
Özellikle de akıla ziyandır…
Eyüp Şeker
7 Mayıs 2009
.
PARMAK İZİNDEN YÜZ ÇİZMEK
GAZİ ÜNİVERSİTESİ'NİN PROJESİNDE, YÜZDE 3-5 YANILMA PAYIYLA YÜZLER TANIMLANABİLİYOR
Parmak izindeki yüz
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Gazi Üniversitesi (GÜ) Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu başkanlığında yürütülen bir projeyle, dünyada ilk kez parmak izinden yüz tanımlayan bir sistem geliştirildi.
İNTERNETTEN DOĞRULAMA
GÜ Rektörlüğü’nde proje hakkında bilgi veren Prof. Dr. Sağıroğlu, yaklaşık 8 yıldır üzerinde çalıştığı ve bugüne kadar 150 parmak izinden yola çıkarak bu kişilerin yüzlerini tanımlamayı, yüzde 3-5 yanılma payıyla başardıklarını söyledi. Prof. Dr. Sağıroğlu, www.fingerprint2face.org internet sitesine parmak izlerini gönderenlerin yüzlerinin tanımlanacağını da bildirdi.
Bu sayede projenin doğruluk oranı hakkında daha etkili bir sonuç elde edilebileceğini ifade eden Sağıroğlu, sistemin sadece Türkiye’de yaşayan kişiler üzerinde denendiğini, diğer ülkelerdekiler üzerinde işlerliğinin ölçülmesi için testlerin yapılması gerektiğini vurguladı.
ORTAKLIK TEKLİFİ
Projeyi iki dünya konferansında sunduğunu ve katılımcıların heyecanlandıklarını belirten Sağıroğlu, “Birçok araştırmacı ortaklık teklifinde bulundu. Bu, Türkiye için ticari bir proje olabilir. Bunun patentini de aldık. 3 boyutlu yüz tanıma sistemini geliştirmek için çalışıyoruz.
Binde bir kişinin bile yüzünü tanımlasak büyük başarı. Bu çalışma Türkiye açısından çok önemli” diye konuştu.
Sağıroğlu, daha sonra GÜ Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan’ın sistem üzerinde parmak izinden yüzünü tanımladı. Bilgisayardaki yüzün kendisine benzeyip benzemediğinin sorulması üzerine Prof. Dr. Ayhan, “Birçok karikatüristten daha iyi çizdi. Bu, başarılı bir çalışma olacak” dedi.
06 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
Parmak izindeki yüz
ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Gazi Üniversitesi (GÜ) Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu başkanlığında yürütülen bir projeyle, dünyada ilk kez parmak izinden yüz tanımlayan bir sistem geliştirildi.
İNTERNETTEN DOĞRULAMA
GÜ Rektörlüğü’nde proje hakkında bilgi veren Prof. Dr. Sağıroğlu, yaklaşık 8 yıldır üzerinde çalıştığı ve bugüne kadar 150 parmak izinden yola çıkarak bu kişilerin yüzlerini tanımlamayı, yüzde 3-5 yanılma payıyla başardıklarını söyledi. Prof. Dr. Sağıroğlu, www.fingerprint2face.org internet sitesine parmak izlerini gönderenlerin yüzlerinin tanımlanacağını da bildirdi.
Bu sayede projenin doğruluk oranı hakkında daha etkili bir sonuç elde edilebileceğini ifade eden Sağıroğlu, sistemin sadece Türkiye’de yaşayan kişiler üzerinde denendiğini, diğer ülkelerdekiler üzerinde işlerliğinin ölçülmesi için testlerin yapılması gerektiğini vurguladı.
ORTAKLIK TEKLİFİ
Projeyi iki dünya konferansında sunduğunu ve katılımcıların heyecanlandıklarını belirten Sağıroğlu, “Birçok araştırmacı ortaklık teklifinde bulundu. Bu, Türkiye için ticari bir proje olabilir. Bunun patentini de aldık. 3 boyutlu yüz tanıma sistemini geliştirmek için çalışıyoruz.
Binde bir kişinin bile yüzünü tanımlasak büyük başarı. Bu çalışma Türkiye açısından çok önemli” diye konuştu.
Sağıroğlu, daha sonra GÜ Rektörü Prof. Dr. Rıza Ayhan’ın sistem üzerinde parmak izinden yüzünü tanımladı. Bilgisayardaki yüzün kendisine benzeyip benzemediğinin sorulması üzerine Prof. Dr. Ayhan, “Birçok karikatüristten daha iyi çizdi. Bu, başarılı bir çalışma olacak” dedi.
06 Mayıs 2009 Cumhuriyet
.
EVRİM TEORİSİNDEN KORKMAK
DARWIN'DEN KORKMAK CAHİLLİKTİR
Dünyaca ünlü biyoloji bilimleri uzmanı Prof. Dr. Ayala’yla Darwin’in Evrim Teorisi üzerine konuştuk:
Yaratılışa inananlar günaha giriyor
Üreme sistemi Tanrı tarafından oluşturulmuş olsaydı o zaman bu sistemin doğru çalışmaması nedeniyle ilk iki ayda hamile kadınların yüzde 20’sinin düşük yapması yine Tanrı’nın işi olması gerekirdi.
Din Evrim Teorisi’yle pekâlâ bağdaşıyor. Esas, Yaratılış Teorisi dinle bağdaşmıyor. Yazdığım ‘Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı’ adlı kitapta bunu savunuyorum.
SÖYLEŞİ
LEYLA TAVŞANOĞLU
Dünyayı sarsan Evrim Teorisi’ni ortaya atan Charles Darwin’in bu yıl 200. yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerden birisi de geçtiğimiz hafta “Darwin’nin 200. Doğum Yıldönümü Sempozyumu” adıyla İstanbul’da yapıldı. Bu sempozyuma dünyaca ünlü biyoloji bilimleri profesörü Francisco Ayala da konuşmacı olarak katıldı. Prof. Ayala’yla sempozyum sırasında konuşma fırsatını buldum. Pek çok kitabının yanı sıra “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” adlı yapıtıyla tanınan Ayala son derece ilginç fikirler ortaya atıyor. Darwinizmi reddeden ve Yaratılış kuramına sıkı sıkı sarılanların aslında Tanrı’ya karşı günaha girdiklerini söylüyor.
- Sizce kimileri neden Darwin’in “Evrim Teorisi”nden korkar ve bunu reddetmek ister?
AYALA - Aşırı dindar insanlar, insanın, hayvanların ve bitkilerin doğal süreçler sonucu ortaya çıktıklarını kabul ediyor. Onlara göre Darwin bu süreçte Tanrı unsurunu dışarda tuttuğu için bunu şiddetle reddediyorlar. Onlara göre Tanrı her şeyi yaratandır. Tanrı’nın bunun dışında tutulması diye bir şey yok. Onların sorunu inançları ve düşünce biçimleri.
- Bunu ispat etmek için siz son olarak “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” adlı kitabı yayımladınız. Bu kitapta Darwin’in dine olan katkılarını anlatıyorsunuz...
- Aslında Darwin’in Evrim Teorisi din ve inançla rekabet etmiyor, onunla bağdaşıyor. İnançlı, iyi niyetli insanlar akıllı tasarım ya da Yaratılışçılık teorisine inanarak üzeri örtülü olarak Tanrı’ya karşı günaha giriyorlar.
Aslında olay bu da değil. Bilmeden, bu teoriye inanarak Tanrı’nın beceriksiz, acımasız ve bebek ölümlerine yol açan biri olduğunu ima ediyorlar. Eğer üreme sistemimiz Tanrı tarafından oluşturulmuş olsaydı o zaman bu sistemin doğru çalışmaması nedeniyle ilk iki ayda hamile kadınların yüzde 20’sinin düşük yapması yine Tanrı’nın işi olması gerekirdi. Bugün yılda 20 milyon kadın düşük yapıyor.
Bu bebek düşürme olaylarını evrimle açıklayabiliriz. Ama işi Tanrı’ya bıraktığınız zaman o zaman da 20 milyon cenin ölümünün de hesabını vermek zorunda kalırsınız.
- İyi de sizi de bunları söylediğiniz için günahkâr ilan etmiyorlar mı?
- Günahkâr olanlar onlar. Ben değilim.
- Bütün bunlardan Yaratılış teorisine göre Tanrı bütün bu bebek ölümlerinden, insan ölümlerinden tek sorumlu mu?
- Doğru söylediniz.
- Çağdaş, 21. yüzyılın dünyasında yaşıyoruz. Hâlâ bir kesim “Yaratılış” öbür kesim “evrim” diyor. Bunlar birbirleriyle nasıl uzlaşacak?
- Bakın, bu iki teori birbirleriyle bağdaşırlar. Yaratılış, Evrim Teorisi’ni reddediyor. Öte yandan din Evrim Teorisi’yle pekâlâ bağdaşıyor. Esas Yaratılışçılık dinle bağdaşmıyor. Ben kitabımda bunu savunuyorum. Bunu anlamıyorlar.
TÜBİTAK’ın yaptığı dincilik
- Birkaç ay önce Türkiye’de TÜBİTAK tarafından yayımlanan aylık bilim dergisinin o ayki sayısı Charles Darwin’in doğumunun 200. yıldönümü nedeniyle Darwin ve “Evrim Teorisi’ne ayrılmış ancak TÜBİTAK yönetimi dergiyi sansürlemişti. Siz böyle bir sansürü nasıl karşılıyorsunuz?
- Biliyorum, TÜBİTAK hükümete bağlı bir kurum. Olayı da biliyorum. Buna karşı ne diyebilirim? Tamamıyla cehalet işi. Bu şekilde insanları da cahilliğe mahkûm etmek istiyorlar.
Hep insanların dine sarılmalarını sağlamayı ve bilimden uzak tutmayı amaçlıyorlar.
Bu da çok yanlış bir düşünce. Bilim dini inançlarla son derece bağdaşır. Yine de kimileri böyle düşünmüyor.
- İyi de bu insanlara bilimin dinle fevkalade bağdaştığı gerçeği nasıl anlatılabilir?
- Benim size vereceğim genel cevap daha fazla bilim ve din öğrensinler. Çünkü insanların çoğu bunları bilmeden konuşuyor. O nedenle ben “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” kitabımı yazdım.
Bu kitap teknik bir kitap değil. Genel okuyucu kitlesine hitap ediyor. O nedenle de çok satan kitaplar içine girdi. Bakın, dünyanın pek çok ülkesinde ve okullarda bilimsel eğitim düzeyi çok düşüktür.
- Düzenlediğiniz konferansta bir tebliğ “Darwin’in Evrim Teorisi’nin Kuran’la bağdaşması üzerine. Siz Darwinizmin Kuran’ın öğretileriyle bağdaştığını düşünüyor musunuz?
- Kuran’ı çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ama Darwinizm İslamla neden bağdaşmasın? Bu tebliği sunan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden.
Ayrıca Kuran’ın bilimle bağdaşmamasının hiçbir nedeni olmadığını da düşünüyorum. Size İncil’le ilgili bir örnek vereyim. Dini bütün insanlar İncil’i bilimsel bir kitap gibi takdim etmek istiyorlar. Bu da dine ve bilime bir hakarettir. Çünkü İncil bir biyoloji ya da fizik kitabı olarak yazılmamıştı. İncil insanları doğru davranmaya, Tanrı’ya iman etmeye çağıran dini bir kitaptır.
İncil tabii ki dünyanın geçirdiği evrim olmadan yazılmış bir kitap. O zamanlar astronomi, başka bilimler bilinmiyordu. İncil’de yer alanlar dini doğrulardır. Önemli bir Katolik düşünür 300 yıllarında şunları söylemiştir:
“İncil’in yazılışındaki amaç cennete gitmenin yollarını tarif etmektir, evrenin nasıl oluştuğunu öğretmek değil. Evrenin nasıl oluştuğunu bize bilim öğretir.”
Yani o zaman bile bu düşünür İncil’in insanlara bilimi öğretmek için yazılmadığını kabul etmiştir. Bu Kuran için de geçerlidir.
Evangelistlerin akıl dışı yaklaşımları
- Bilimsel düşünce insanları soru sormaya, kuşkucu olmaya sevk eder. Oysa inanç ve din sorgulanmaz. Orada soruya yer yoktur. Bunları birbiriyle nasıl bağdaştıracağız o zaman?
- Bana göre dinde soru sorulmaması için hiçbir neden yoktur. Dediğiniz gibi bilimsel düşüncede sorgu vardır. Doğruya varıncaya kadar soru sorulur. Din ise bunu kabul etmiyor. Şunlar, şunlar değişmez doğrulardır, diyor. Dolayısıyla da onlara göre dinle bilim arasında bağlantı kurulması büyük yanlıştır.
- ABD’de özellikle Evangelistlerin Darwinizmi topa tuttuklarını biliyorum...
- Evet. Bunlar köktendinci Hıristiyanlar. Onlar için İncil’de yazılanlardan başka doğru yoktur.
Dünyanın altı bin yıl önce altı günde yaratıldığına inanıyorlar.
- Bu inancı, düşünce biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bunu ben tamamıyla akıl dışı bir düşünce tarzı, bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum. Çünkü Hıristiyan âleminin büyük kısmı böyle bir yorumu kabul etmiyor. Buna inananlar özel bir kesim. Şunu söyleyebilirim: İnsanlara inandıklarına inanmamalarını nasıl telkin edebilir, buna onları nasıl ikna edebilirsiniz?
- Peki, Katolik Kilisesi’nin Darwin’e yaklaşımı nedir?
- Katolik Kilisesi bu konuda son derece açık ve net. Bir ay kadar önce Vatikan’ın sponsorluğunda dört günlük bir konferansa katıldım. Konferansın başkanlığını Katolik Üniversitesi Rektörü, Vatikan’ın önde gelenlerinden bir kardinal ve bir başpiskopos yapıyordu. Tabii bu konferansın arka plandaki destekçisinin Papa olduğunu söylememe gerek yok. Dünyanın dört yanından önde gelen bilim insanları bu konferansa konuşmacı olarak katıldı. Bu bilimsel konferansın son gününün yarısı teolojik konulara ayrılmıştı.
Bu son günde Evrim Teorisi ele alındı. Katolik Kilisesi’nin kilisenin tam kalbinde Vatikan’da böyle etkinlikler düzenlemesi Katolik Kilisesi’nin Evrim Teorisi’yle hiçbir sorunu olmadığını ortaya koyuyor.
Darwin’den korkmak cahilliktir
- Çok tutucu Müslümanların Darwin teorisiyle olan sorunlarını nasıl karşılıyorsunuz?
- Gerçekten çok üzüntü verici. Çünkü bu cehaletten kaynaklanıyor. Ama sadece onlar değil ki. Çok aşırı inançlı Hıristiyanlar da demin söylediğim gibi Darwin’e, genel olarak da bilime karşılar.
Sanki evrimin kendi dinleriyle çatışacağından korkuyorlar ve kendilerini son derece güvensiz hissediyorlar. Bilimin inançlarına bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorlar. Korkuları biraz da buradan kaynaklanıyor.
- İyi de, demin söylediğim gibi bu yeni binyılda insanlar hâlâ bilimi nasıl böyle reddedebilirler, böylesine korkarlar?
- Siz hâlâ hepimizin, bütün insanların akılcı ve mantıklı düşündüğümüzü mü sanıyorsunuz? Bakın, bütün bunlar cehaletten kaynaklanıyor. İnsanlar bilim ve hatta dinle ilgili pek az bilgi sahibi. Bilim yerine insanlar yıldız falı okuyor. Basın ve medya da bu konuda yapıcı bir rol oynamıyor. Bilimsel öğrenimin öncülüğünü yapması gereken okullarda da bilimsel öğrenime pek az yer veriliyor.
- Sizin “Akıllı Tasarım Hareketi’ne Eleştirel Bir Yaklaşım” konulu tebliğiniz var. Bunu açar mısınız?
- Tasarım savı başlıca iki önermeye dayanır. Birincisi, organizmaların belirgin biçimde tasarlanmış göründükleri, ikincisi de bu tasarımın ancak Tanrı’yla izah edilebileceğidir. Tasarım savı ilk kez klasik Yunan döneminde ve erken Hıristiyanlık dönemlerinde çeşitli biçimlerde ortaya atılmıştır. Bu savın en ayrıntılı biçimini ortaya atan Doğal Teoloji (Natural Theology- 1802) başlıklı kitabıyla William Paley oldu. Buna göre göz ve daha birçok organ, organizma ve bunların etkileşimi, rastlantısal değil, tasarım sonucu ortaya çıkmış görüntüsü verirler. Dolayısıyla da Tanrı tarafından yaratılmışlardır.
Evrim Teorisi dine dayalı Tanrı inancıyla çelişmez
- Tasarım teorisi yeniden gündeme getiriliyor mu?
- Tasarım teorisi 1990’lı yıllarda ABD’de birtakım yazarlarca yeniden gündeme getirilmeye başlandı. Darwin’in doğal seçim (natural selection) aracılığıyla Evrim Teorisi Paley’in savlarını geçersiz kılıyordu. Darwin’e göre organizmaların uyumu rastlantısal değildir. Organizmalara fayda sağlayacak özelliklerin aşamalı olarak zaman içinde gelişimini mümkün kılan süreçler sonucu gerçekleşir.
Canlılar dünyasında gerçekten de bir çeşit tasarım söz konusudur. Gözler görmek için, kanatlar uçmak için, böbrekler kanın bileşimini düzenlemek üzere tasarlanmışlardır. Ancak organizmalarda görülen bu tür tasarımlar bir mühendisin tasarladığı türde akıllı tasarımlar değil, kusurlu tasarımlardır. Daha da kötüsü canlılar dünyasında bozukluklar, işlevsizlikler, tuhaflıklar, israf ve acımasızlıklar hüküm sürer.
Organizmaların tasarımı, rastlantı ve gerekliliğin etkileşimi aracılığıyla yaratıcı nitelik kazanan bir süreç içinde mutasyonlar ve doğal seçilimin etkileşmesiyle ortaya çıkar. Bilimle dinsel inançlar ille de çelişir diye bir düşünce olmamalı. Çünkü konuları, alanları farklıdır. Bilim, doğal dünyanın işleyişinde etkili olan süreçleri konu edinir. Demin de söylediğim gibi din ise dünyanın ve insan yaşamının anlamı ve amacını, insanların birbirleriyle ve yaratıcılarıyla olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini, insan yaşamını düzenleyen ve insanlara ilham veren ahlaki değerleri konu edinir.
Evrim Teorisi dine dayalı Tanrı inancıyla çelişmez. Yaratılışçılık ve akıllı tasarım ise çelişirler. İnsan alt çenesinin ve doğum kanalının beceriksizce, kusurlu tasarımı nasıl izah edilebilir ki? İnançlı insanlar organizmalarda gözlemlenen yetersiz tasarımın ve dünyaya egemen olan işleyiş bozukluklarının, tuhaflıkların, acımasızlığın ve sadizmin ancak Darwin’in doğal seçilim teorisiyle izah edilebildiğini kabul etmeliler.
- Bir de sizin insan gözünü ahtapot gözüyle kıyaslamanız var...
- Bakın, insan gözünde optik sinir gözün içinde oluşmuştur. Optik sinirin beyne gidebilmesi için retinadan geçmesi gerekir. Orada kör nokta vardır. Belki normal yaşamda gözlerimizi neden hareket ettirdiğimizin farkında olmayız. Ama bir göz doktoru hemen o kör noktayı keşfeder.
Ahtapotun, sübyenin gözü de bizimkine benzer. Yani kamera gözdür. Ama ahtapotun göz siniri gözün dışında oluşmuştur. O nedenle de retinadan geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkıyor. İnsanın ve ahtapotun gözü Tanrı tarafından yaratıldıysa neden onlarda bizimkinde olan göz bozuklukları olmuyor?
3 Mayıs 2009 CUMHURİYET
.
Dünyaca ünlü biyoloji bilimleri uzmanı Prof. Dr. Ayala’yla Darwin’in Evrim Teorisi üzerine konuştuk:
Yaratılışa inananlar günaha giriyor
Üreme sistemi Tanrı tarafından oluşturulmuş olsaydı o zaman bu sistemin doğru çalışmaması nedeniyle ilk iki ayda hamile kadınların yüzde 20’sinin düşük yapması yine Tanrı’nın işi olması gerekirdi.
Din Evrim Teorisi’yle pekâlâ bağdaşıyor. Esas, Yaratılış Teorisi dinle bağdaşmıyor. Yazdığım ‘Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı’ adlı kitapta bunu savunuyorum.
SÖYLEŞİ
LEYLA TAVŞANOĞLU
Dünyayı sarsan Evrim Teorisi’ni ortaya atan Charles Darwin’in bu yıl 200. yıldönümü çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerden birisi de geçtiğimiz hafta “Darwin’nin 200. Doğum Yıldönümü Sempozyumu” adıyla İstanbul’da yapıldı. Bu sempozyuma dünyaca ünlü biyoloji bilimleri profesörü Francisco Ayala da konuşmacı olarak katıldı. Prof. Ayala’yla sempozyum sırasında konuşma fırsatını buldum. Pek çok kitabının yanı sıra “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” adlı yapıtıyla tanınan Ayala son derece ilginç fikirler ortaya atıyor. Darwinizmi reddeden ve Yaratılış kuramına sıkı sıkı sarılanların aslında Tanrı’ya karşı günaha girdiklerini söylüyor.
- Sizce kimileri neden Darwin’in “Evrim Teorisi”nden korkar ve bunu reddetmek ister?
AYALA - Aşırı dindar insanlar, insanın, hayvanların ve bitkilerin doğal süreçler sonucu ortaya çıktıklarını kabul ediyor. Onlara göre Darwin bu süreçte Tanrı unsurunu dışarda tuttuğu için bunu şiddetle reddediyorlar. Onlara göre Tanrı her şeyi yaratandır. Tanrı’nın bunun dışında tutulması diye bir şey yok. Onların sorunu inançları ve düşünce biçimleri.
- Bunu ispat etmek için siz son olarak “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” adlı kitabı yayımladınız. Bu kitapta Darwin’in dine olan katkılarını anlatıyorsunuz...
- Aslında Darwin’in Evrim Teorisi din ve inançla rekabet etmiyor, onunla bağdaşıyor. İnançlı, iyi niyetli insanlar akıllı tasarım ya da Yaratılışçılık teorisine inanarak üzeri örtülü olarak Tanrı’ya karşı günaha giriyorlar.
Aslında olay bu da değil. Bilmeden, bu teoriye inanarak Tanrı’nın beceriksiz, acımasız ve bebek ölümlerine yol açan biri olduğunu ima ediyorlar. Eğer üreme sistemimiz Tanrı tarafından oluşturulmuş olsaydı o zaman bu sistemin doğru çalışmaması nedeniyle ilk iki ayda hamile kadınların yüzde 20’sinin düşük yapması yine Tanrı’nın işi olması gerekirdi. Bugün yılda 20 milyon kadın düşük yapıyor.
Bu bebek düşürme olaylarını evrimle açıklayabiliriz. Ama işi Tanrı’ya bıraktığınız zaman o zaman da 20 milyon cenin ölümünün de hesabını vermek zorunda kalırsınız.
- İyi de sizi de bunları söylediğiniz için günahkâr ilan etmiyorlar mı?
- Günahkâr olanlar onlar. Ben değilim.
- Bütün bunlardan Yaratılış teorisine göre Tanrı bütün bu bebek ölümlerinden, insan ölümlerinden tek sorumlu mu?
- Doğru söylediniz.
- Çağdaş, 21. yüzyılın dünyasında yaşıyoruz. Hâlâ bir kesim “Yaratılış” öbür kesim “evrim” diyor. Bunlar birbirleriyle nasıl uzlaşacak?
- Bakın, bu iki teori birbirleriyle bağdaşırlar. Yaratılış, Evrim Teorisi’ni reddediyor. Öte yandan din Evrim Teorisi’yle pekâlâ bağdaşıyor. Esas Yaratılışçılık dinle bağdaşmıyor. Ben kitabımda bunu savunuyorum. Bunu anlamıyorlar.
TÜBİTAK’ın yaptığı dincilik
- Birkaç ay önce Türkiye’de TÜBİTAK tarafından yayımlanan aylık bilim dergisinin o ayki sayısı Charles Darwin’in doğumunun 200. yıldönümü nedeniyle Darwin ve “Evrim Teorisi’ne ayrılmış ancak TÜBİTAK yönetimi dergiyi sansürlemişti. Siz böyle bir sansürü nasıl karşılıyorsunuz?
- Biliyorum, TÜBİTAK hükümete bağlı bir kurum. Olayı da biliyorum. Buna karşı ne diyebilirim? Tamamıyla cehalet işi. Bu şekilde insanları da cahilliğe mahkûm etmek istiyorlar.
Hep insanların dine sarılmalarını sağlamayı ve bilimden uzak tutmayı amaçlıyorlar.
Bu da çok yanlış bir düşünce. Bilim dini inançlarla son derece bağdaşır. Yine de kimileri böyle düşünmüyor.
- İyi de bu insanlara bilimin dinle fevkalade bağdaştığı gerçeği nasıl anlatılabilir?
- Benim size vereceğim genel cevap daha fazla bilim ve din öğrensinler. Çünkü insanların çoğu bunları bilmeden konuşuyor. O nedenle ben “Darwin’in Bilim ve Dine Armağanı” kitabımı yazdım.
Bu kitap teknik bir kitap değil. Genel okuyucu kitlesine hitap ediyor. O nedenle de çok satan kitaplar içine girdi. Bakın, dünyanın pek çok ülkesinde ve okullarda bilimsel eğitim düzeyi çok düşüktür.
- Düzenlediğiniz konferansta bir tebliğ “Darwin’in Evrim Teorisi’nin Kuran’la bağdaşması üzerine. Siz Darwinizmin Kuran’ın öğretileriyle bağdaştığını düşünüyor musunuz?
- Kuran’ı çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ama Darwinizm İslamla neden bağdaşmasın? Bu tebliği sunan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden.
Ayrıca Kuran’ın bilimle bağdaşmamasının hiçbir nedeni olmadığını da düşünüyorum. Size İncil’le ilgili bir örnek vereyim. Dini bütün insanlar İncil’i bilimsel bir kitap gibi takdim etmek istiyorlar. Bu da dine ve bilime bir hakarettir. Çünkü İncil bir biyoloji ya da fizik kitabı olarak yazılmamıştı. İncil insanları doğru davranmaya, Tanrı’ya iman etmeye çağıran dini bir kitaptır.
İncil tabii ki dünyanın geçirdiği evrim olmadan yazılmış bir kitap. O zamanlar astronomi, başka bilimler bilinmiyordu. İncil’de yer alanlar dini doğrulardır. Önemli bir Katolik düşünür 300 yıllarında şunları söylemiştir:
“İncil’in yazılışındaki amaç cennete gitmenin yollarını tarif etmektir, evrenin nasıl oluştuğunu öğretmek değil. Evrenin nasıl oluştuğunu bize bilim öğretir.”
Yani o zaman bile bu düşünür İncil’in insanlara bilimi öğretmek için yazılmadığını kabul etmiştir. Bu Kuran için de geçerlidir.
Evangelistlerin akıl dışı yaklaşımları
- Bilimsel düşünce insanları soru sormaya, kuşkucu olmaya sevk eder. Oysa inanç ve din sorgulanmaz. Orada soruya yer yoktur. Bunları birbiriyle nasıl bağdaştıracağız o zaman?
- Bana göre dinde soru sorulmaması için hiçbir neden yoktur. Dediğiniz gibi bilimsel düşüncede sorgu vardır. Doğruya varıncaya kadar soru sorulur. Din ise bunu kabul etmiyor. Şunlar, şunlar değişmez doğrulardır, diyor. Dolayısıyla da onlara göre dinle bilim arasında bağlantı kurulması büyük yanlıştır.
- ABD’de özellikle Evangelistlerin Darwinizmi topa tuttuklarını biliyorum...
- Evet. Bunlar köktendinci Hıristiyanlar. Onlar için İncil’de yazılanlardan başka doğru yoktur.
Dünyanın altı bin yıl önce altı günde yaratıldığına inanıyorlar.
- Bu inancı, düşünce biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bunu ben tamamıyla akıl dışı bir düşünce tarzı, bir yaklaşım olarak değerlendiriyorum. Çünkü Hıristiyan âleminin büyük kısmı böyle bir yorumu kabul etmiyor. Buna inananlar özel bir kesim. Şunu söyleyebilirim: İnsanlara inandıklarına inanmamalarını nasıl telkin edebilir, buna onları nasıl ikna edebilirsiniz?
- Peki, Katolik Kilisesi’nin Darwin’e yaklaşımı nedir?
- Katolik Kilisesi bu konuda son derece açık ve net. Bir ay kadar önce Vatikan’ın sponsorluğunda dört günlük bir konferansa katıldım. Konferansın başkanlığını Katolik Üniversitesi Rektörü, Vatikan’ın önde gelenlerinden bir kardinal ve bir başpiskopos yapıyordu. Tabii bu konferansın arka plandaki destekçisinin Papa olduğunu söylememe gerek yok. Dünyanın dört yanından önde gelen bilim insanları bu konferansa konuşmacı olarak katıldı. Bu bilimsel konferansın son gününün yarısı teolojik konulara ayrılmıştı.
Bu son günde Evrim Teorisi ele alındı. Katolik Kilisesi’nin kilisenin tam kalbinde Vatikan’da böyle etkinlikler düzenlemesi Katolik Kilisesi’nin Evrim Teorisi’yle hiçbir sorunu olmadığını ortaya koyuyor.
Darwin’den korkmak cahilliktir
- Çok tutucu Müslümanların Darwin teorisiyle olan sorunlarını nasıl karşılıyorsunuz?
- Gerçekten çok üzüntü verici. Çünkü bu cehaletten kaynaklanıyor. Ama sadece onlar değil ki. Çok aşırı inançlı Hıristiyanlar da demin söylediğim gibi Darwin’e, genel olarak da bilime karşılar.
Sanki evrimin kendi dinleriyle çatışacağından korkuyorlar ve kendilerini son derece güvensiz hissediyorlar. Bilimin inançlarına bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorlar. Korkuları biraz da buradan kaynaklanıyor.
- İyi de, demin söylediğim gibi bu yeni binyılda insanlar hâlâ bilimi nasıl böyle reddedebilirler, böylesine korkarlar?
- Siz hâlâ hepimizin, bütün insanların akılcı ve mantıklı düşündüğümüzü mü sanıyorsunuz? Bakın, bütün bunlar cehaletten kaynaklanıyor. İnsanlar bilim ve hatta dinle ilgili pek az bilgi sahibi. Bilim yerine insanlar yıldız falı okuyor. Basın ve medya da bu konuda yapıcı bir rol oynamıyor. Bilimsel öğrenimin öncülüğünü yapması gereken okullarda da bilimsel öğrenime pek az yer veriliyor.
- Sizin “Akıllı Tasarım Hareketi’ne Eleştirel Bir Yaklaşım” konulu tebliğiniz var. Bunu açar mısınız?
- Tasarım savı başlıca iki önermeye dayanır. Birincisi, organizmaların belirgin biçimde tasarlanmış göründükleri, ikincisi de bu tasarımın ancak Tanrı’yla izah edilebileceğidir. Tasarım savı ilk kez klasik Yunan döneminde ve erken Hıristiyanlık dönemlerinde çeşitli biçimlerde ortaya atılmıştır. Bu savın en ayrıntılı biçimini ortaya atan Doğal Teoloji (Natural Theology- 1802) başlıklı kitabıyla William Paley oldu. Buna göre göz ve daha birçok organ, organizma ve bunların etkileşimi, rastlantısal değil, tasarım sonucu ortaya çıkmış görüntüsü verirler. Dolayısıyla da Tanrı tarafından yaratılmışlardır.
Evrim Teorisi dine dayalı Tanrı inancıyla çelişmez
- Tasarım teorisi yeniden gündeme getiriliyor mu?
- Tasarım teorisi 1990’lı yıllarda ABD’de birtakım yazarlarca yeniden gündeme getirilmeye başlandı. Darwin’in doğal seçim (natural selection) aracılığıyla Evrim Teorisi Paley’in savlarını geçersiz kılıyordu. Darwin’e göre organizmaların uyumu rastlantısal değildir. Organizmalara fayda sağlayacak özelliklerin aşamalı olarak zaman içinde gelişimini mümkün kılan süreçler sonucu gerçekleşir.
Canlılar dünyasında gerçekten de bir çeşit tasarım söz konusudur. Gözler görmek için, kanatlar uçmak için, böbrekler kanın bileşimini düzenlemek üzere tasarlanmışlardır. Ancak organizmalarda görülen bu tür tasarımlar bir mühendisin tasarladığı türde akıllı tasarımlar değil, kusurlu tasarımlardır. Daha da kötüsü canlılar dünyasında bozukluklar, işlevsizlikler, tuhaflıklar, israf ve acımasızlıklar hüküm sürer.
Organizmaların tasarımı, rastlantı ve gerekliliğin etkileşimi aracılığıyla yaratıcı nitelik kazanan bir süreç içinde mutasyonlar ve doğal seçilimin etkileşmesiyle ortaya çıkar. Bilimle dinsel inançlar ille de çelişir diye bir düşünce olmamalı. Çünkü konuları, alanları farklıdır. Bilim, doğal dünyanın işleyişinde etkili olan süreçleri konu edinir. Demin de söylediğim gibi din ise dünyanın ve insan yaşamının anlamı ve amacını, insanların birbirleriyle ve yaratıcılarıyla olan ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini, insan yaşamını düzenleyen ve insanlara ilham veren ahlaki değerleri konu edinir.
Evrim Teorisi dine dayalı Tanrı inancıyla çelişmez. Yaratılışçılık ve akıllı tasarım ise çelişirler. İnsan alt çenesinin ve doğum kanalının beceriksizce, kusurlu tasarımı nasıl izah edilebilir ki? İnançlı insanlar organizmalarda gözlemlenen yetersiz tasarımın ve dünyaya egemen olan işleyiş bozukluklarının, tuhaflıkların, acımasızlığın ve sadizmin ancak Darwin’in doğal seçilim teorisiyle izah edilebildiğini kabul etmeliler.
- Bir de sizin insan gözünü ahtapot gözüyle kıyaslamanız var...
- Bakın, insan gözünde optik sinir gözün içinde oluşmuştur. Optik sinirin beyne gidebilmesi için retinadan geçmesi gerekir. Orada kör nokta vardır. Belki normal yaşamda gözlerimizi neden hareket ettirdiğimizin farkında olmayız. Ama bir göz doktoru hemen o kör noktayı keşfeder.
Ahtapotun, sübyenin gözü de bizimkine benzer. Yani kamera gözdür. Ama ahtapotun göz siniri gözün dışında oluşmuştur. O nedenle de retinadan geçmesi gibi bir durum söz konusu değildir. O zaman şöyle bir soru ortaya çıkıyor. İnsanın ve ahtapotun gözü Tanrı tarafından yaratıldıysa neden onlarda bizimkinde olan göz bozuklukları olmuyor?
3 Mayıs 2009 CUMHURİYET
.
RUS ARŞİVLERİNE GÖZ ATMAK
ŞİMDİ KİMDEN ÖZÜR DİLENECEK ?..
SANMAYIN ki, bu yazıyı ve yazıya kaynak olan alıntıları “Görün bakın, bizi soykırımla suçlayanlar, neler yapmış, görün!” diye yayımlıyoruz.
Birinci Cihan Savaşı’nda Doğu Anadolu’da neler olmuş, onun bugüne kadar pek duyulmamış bir sayfasını aralamak istiyoruz, bilinsin, diye, o kadar!
* * *
OLAYLAR, Batılı emperyalistlerin “Büyük Ermenistan” hayaliyle kandırılan, Osmanlı Ermenilerinin düşman Rus ordusu saflarına, silahlarıyla katılmasıyla başlar. Erkekleri askere giden Türk ve Müslüman köyler basılmakta masum insanlara işkence ve tecavüz edilmektedir.
Ermenilerin yaptıkları, sığındıkları ve gönüllü olarak katıldıkları Rus ordusunun tepkisini çeker.
* * *
ÇARLIK Kafkas Ordusu karargâhına bağlı bir askeri mahkemenin kararı kimlerin kimlere neler yaptıklarını anlatır:
“Azerbaycan-Van birliğine bağlı Kolordu Mahkemesi, 1916 yılının 10 Eylül günü, gereken heyet toplanarak, 3. ve 4. Ermeni gönüllü birliklerine bağlı, Ermeni gönüllülerinden sanıklar Seno Aruturyan, Hay (Ayk) Ohanyan ve diğerlerinden oluşan toplam sekiz kişiyle ilgili davayı görerek; onları Kürt kadın ve kızlarına tecavüz, 26 kadın ve çocuğa kasıtlı olarak işkence etmek ve ölümcül yaralayarak öldürme konusunda suçlu bularak, adı geçen sanıkların tümünün asılarak idam edilmesine ve tüm imtiyazların alınmasına karar verdi.”
Bu belge, Rus devleti arşivlerindedir, Mehmet Perinçek’in bu arşivde yaptığı araştırma kitap halinde “Rus Devlet Arşivlerinde 100 Belgede Ermeni Meselesi” adıyla, 2007 yılında Doğan Kitap Yayınları arasında çıkmıştır. Nisan 2009 tarihli Aydınlık dergisinde de daha geniş bilgi vardır.
* * *
BU da, Kafkasya’daki Rus Çarlık Ordusu’nun Kurmay Başkanı Tuğgeneral L.M. Bolhovitinov’un 11 Aralık 1915 tarihli Ermeni Raporu”ndan alınmıştır, genelde şöyle yazmaktadır.
“Biz, bu bölgeyi işgal ettiğimizde, Ermeni birlikleri de Kürt köylerinde taş üstünde taş bırakmadıkları gibi, amansızca hiçbir canlı bırakmamışlardır. İhtiraslar körüklenmiş ve iki milliyet arasında ilişkiler de sonuna kadar gerilmiştir.”
* * *
RUS general, kendi ordusundaki Ermenileri şöyle anlatır:
“Hemen hemen her Rus subayı, Ermeni birliklerinde sadece gönüllülerin değil, komutanların arasında disiplinsizliğe, itaatsizliğe, iç çatışmalara, entrikalara, böbürlenmelere korkaklıklara, farklı hırsızlık ve gasp olaylarına, hatta bizim tarafımızdan işgal edilen Türk topraklarında Müslüman sivil halka karşı tecavüzlere tanık olmuştur.
Buna benzer tecavüzlere, cins ve yaş gözetmeksizin Kürt nüfusunun neredeyse ve tamamının imhasına yönelik gönüllülerin ele geçirilen yazışmaları ve gönüllülerin faaliyetlerinin yazışmaları ve gönüllülerin faaliyetlerinin çileden çıkardığı tarafsız kişilerin mektupları bulunmaktadır.”
Rus generalin, devlet arşivinde bulunan bu raporu da, Mehmet Perinçek tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Doğan Kitap Yayınları’ndan çıkmıştır.
* * *
HANİ, insanın insaf diyesi gelmiyor mu?
“Türkler, Ermenilere soykırım yaptılar!” diyenleri bugün kimler destekliyor?İnsan buna isyan etmez mi?
Hadi bakalım özürcüler, şimdi kimden özür dileyeceksiniz?
Hasan PULUR
1 Mayıs 2009 Milliyet Gazetesi
.
SANMAYIN ki, bu yazıyı ve yazıya kaynak olan alıntıları “Görün bakın, bizi soykırımla suçlayanlar, neler yapmış, görün!” diye yayımlıyoruz.
Birinci Cihan Savaşı’nda Doğu Anadolu’da neler olmuş, onun bugüne kadar pek duyulmamış bir sayfasını aralamak istiyoruz, bilinsin, diye, o kadar!
* * *
OLAYLAR, Batılı emperyalistlerin “Büyük Ermenistan” hayaliyle kandırılan, Osmanlı Ermenilerinin düşman Rus ordusu saflarına, silahlarıyla katılmasıyla başlar. Erkekleri askere giden Türk ve Müslüman köyler basılmakta masum insanlara işkence ve tecavüz edilmektedir.
Ermenilerin yaptıkları, sığındıkları ve gönüllü olarak katıldıkları Rus ordusunun tepkisini çeker.
* * *
ÇARLIK Kafkas Ordusu karargâhına bağlı bir askeri mahkemenin kararı kimlerin kimlere neler yaptıklarını anlatır:
“Azerbaycan-Van birliğine bağlı Kolordu Mahkemesi, 1916 yılının 10 Eylül günü, gereken heyet toplanarak, 3. ve 4. Ermeni gönüllü birliklerine bağlı, Ermeni gönüllülerinden sanıklar Seno Aruturyan, Hay (Ayk) Ohanyan ve diğerlerinden oluşan toplam sekiz kişiyle ilgili davayı görerek; onları Kürt kadın ve kızlarına tecavüz, 26 kadın ve çocuğa kasıtlı olarak işkence etmek ve ölümcül yaralayarak öldürme konusunda suçlu bularak, adı geçen sanıkların tümünün asılarak idam edilmesine ve tüm imtiyazların alınmasına karar verdi.”
Bu belge, Rus devleti arşivlerindedir, Mehmet Perinçek’in bu arşivde yaptığı araştırma kitap halinde “Rus Devlet Arşivlerinde 100 Belgede Ermeni Meselesi” adıyla, 2007 yılında Doğan Kitap Yayınları arasında çıkmıştır. Nisan 2009 tarihli Aydınlık dergisinde de daha geniş bilgi vardır.
* * *
BU da, Kafkasya’daki Rus Çarlık Ordusu’nun Kurmay Başkanı Tuğgeneral L.M. Bolhovitinov’un 11 Aralık 1915 tarihli Ermeni Raporu”ndan alınmıştır, genelde şöyle yazmaktadır.
“Biz, bu bölgeyi işgal ettiğimizde, Ermeni birlikleri de Kürt köylerinde taş üstünde taş bırakmadıkları gibi, amansızca hiçbir canlı bırakmamışlardır. İhtiraslar körüklenmiş ve iki milliyet arasında ilişkiler de sonuna kadar gerilmiştir.”
* * *
RUS general, kendi ordusundaki Ermenileri şöyle anlatır:
“Hemen hemen her Rus subayı, Ermeni birliklerinde sadece gönüllülerin değil, komutanların arasında disiplinsizliğe, itaatsizliğe, iç çatışmalara, entrikalara, böbürlenmelere korkaklıklara, farklı hırsızlık ve gasp olaylarına, hatta bizim tarafımızdan işgal edilen Türk topraklarında Müslüman sivil halka karşı tecavüzlere tanık olmuştur.
Buna benzer tecavüzlere, cins ve yaş gözetmeksizin Kürt nüfusunun neredeyse ve tamamının imhasına yönelik gönüllülerin ele geçirilen yazışmaları ve gönüllülerin faaliyetlerinin yazışmaları ve gönüllülerin faaliyetlerinin çileden çıkardığı tarafsız kişilerin mektupları bulunmaktadır.”
Rus generalin, devlet arşivinde bulunan bu raporu da, Mehmet Perinçek tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Doğan Kitap Yayınları’ndan çıkmıştır.
* * *
HANİ, insanın insaf diyesi gelmiyor mu?
“Türkler, Ermenilere soykırım yaptılar!” diyenleri bugün kimler destekliyor?İnsan buna isyan etmez mi?
Hadi bakalım özürcüler, şimdi kimden özür dileyeceksiniz?
Hasan PULUR
1 Mayıs 2009 Milliyet Gazetesi
.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)