EVDE BALIK PİŞİRME SORUNSALINI ÇÖZÜMSELLEME DURUMSALI

             
            Yalnızca şahsım için değil, pek çok kişi için beladır sanırım evde balık pişirme faaliyetleri. İşte bu sorunsala bir çözüm geliştirdim yıllar önce. Daha sonra bir iki yerde ‘Folyoda balık’ ilanı gözüme ilişecek, aklın yolunun bir olduğuna inancım iyice güçlenecekti.

            Yemek işlerine bulaşan herkes bilir, balık pişirmek derttir, hem de büyük derttir. Izgara neyse de, tava yapmak, öf ki ne öf... Mutfak batar, bulaşık kıyamet.

İşin bir de satın alma boyutumsusu var. Palamut lüfer gibilerde satın alma sorunsalı yok, temizletirsin gözüne kestirdiğin büyüklüktekini, afiyetle götürürsün. Amma ve lakin tek kişisin, bir oturuşta 1 kg hamsiyi, istavriti, tekiri yiyecek halin yok, en çoğu yarısını indirebilirsin mideye. “Usta şuradan 300 gram hamsi temizlesene” dediğinde, kafana huniyi yerleştirip süpürgeyle kovalarlar.

Aldın 1 kg, yarısını indirdin mideye, kalanları buzluğa atsan, canın çektiğinde çözülmelerini beklemek ayrı dert…

Ne etçez peki, yemicek miyiz denizin kuru fasulyelerini! Ne demek, öyle bir yicez ki!

Nasıl mı, şöyle:

Ayıklatırsın 1 kg hamsiyi, geçersin mutfağa. Önce kaça böleceğine karar verirsin, ardından çıkartırsın alüminyum folyoyla pişirme kağıdını.

Buraya dikkat; alüminyum erken bunama yaptığından balıkları folyoya değil pişirme kağıdına dizeceksiniz. 150 yaşına kadar yaşayacağımdan, erken yaşta, yani seksende yüzde bunamak istemiyorum. Bu konuda çok hassasım yani. Şakayı bir kenara bırakalım en iyisi, fırın kağıdı hem daha sağlıklı hem de yapışmıyor, bir de folyo gibi çabucak delinmediğinden akıp sızmalar engelleniyor. Yüzgeç saldırılarına karşı da zırh yani...

Yaptığım şu; balıkları yerleştireceğim yüzeyin iki katı boyunda kestiğim folyonun üstüne fırın kağıdını koyup balıkları diziyorum, folyonun boşta kalan diğer yarısını defter gibi üstüne katlıyorum. Ardından açık kalan 3 kenarı katlayarak kapatıyorum. İşlem bitmiştir.

Örneğin palamut; ortadan ikiye böldürüyorum, birini düz birini ters olarak yan yana koyup folyoyu kapatıyorum. Hepsi bu.

Lüfer, babadır ilişilmez, fazla iriyse en çoğu kuyruk yüzgecini kestirirsin, gövdeyi çaprazlama yatırır, kapatırsın folyo zarfı.

Denizin kuru fasulyelerine gelirsek: Diyelim 1 kg hamsi aldık, 3 öğün yapacağız. 3 tane folyolu pişirme kağıdını hazır edersin, hamsileri dizersin güzelce, gerektiğini düşünürsen hafif zeytinyağı gezdirdikten sonra kapatır, zarf haline getirirsin.

Bir tanesi o gün indirilecek mideye, kalan ikisini sonraya bırakacaksın ya, koyarsın naylon poşete, atarsın buzluğa. Canın çektiğinde çıkartır, atarsın tost makinesinin üstüne. Evet, yanlış duymadınız, tost makinesi ama son dönemlerde doğrudan çeviri hatasıyla kast edilen ekmek kızartma makinesi değil kesinlikle. Bildiğimiz tost makinesi, kaşarlı, sucuklu, yengen muhabbeti hani. Son günlerde filmlerde belgesellerde bildiğimiz ekmek kızartıcısını ısrarla tost makinesi yapanlara kafa atmak istiyor insan. Filmde karşınızda işte, görmüyor musunuz, nesi tost makinesi! Sizi gidi kafa atılasıcalar sizi.

Evet ne diyorduk, tost makinesinde pişiriyorum ama her çeşit ızgarada pişirilebilir tabii ki. Akıp sızma ihtimaline karşı tost makinesi boyutuna uygun folyodan yaptığım bir tepsinin içine koyuyorum balık zarfını ki, tost makinesi temizliğiyle uğraşmayayım, akan sızan folyo tepside kalsın, başka yer kirlenmesin.

Önce yüzüstü yerleştirip 10-15 dakika sonra alt üst ederek çeviriyorum balık zarfını ve bir kürdanla 2-3 delik açıyorum ki, şiştiğinde zarf patlamasın, içerdeki buhar kaçmasın, balıklar kurumasın. Balığına göre bu durumda 20-30 dakika daha pişirmek yetiyor. Deneyimlerle öğrendiğim sürelerin bitimine doğru folyoyu biraz aralayıp pişme durumuna göz atıyor, sürdürüp sürdürmemeye karar veriyorum. Tabii ızgaradan ızgaraya fark edeceğini unutmamak gerekiyor. Buzluktan çıkanla taze olanın pişme sürelerinin farklı olacağını da…

Ondan sonrası mideye indirmece...

Bu yöntemin en iyi yönlerinden biri, pişirme aşamalarında kesinlikle elin balığa değmiyor, ilk günkü zarflama işlemleri sırasında olup bitiyor bütün pasaklı işler. Zarfladıktan sonra tek yapman gereken, buzluktan çıkartıp ızgaraya yerleştirmekten, kestirdiğin süresi gelince de alt üst edip 2-3 delik açmaktan ibaret.

Bu alt üst etme işlemi, balık zarfı şişmeye başlamadan hemen önce yapılmazsa, şişen zarf içinde karışıp tortop olabiliyor balıklar.

Şimdilerde hasret kaldık, lüferin bol olduğu yıllarda 7-8 tane alıp zarflayarak buzluğa atmışlığım çoktur. Canın çektiğinde ızgaranın üstüne atmak müthiş keyiflidir…

Bir konuyu daha detaylandırmak gerekiyor sanırım. Folyo genişliği 30 cm, pişirme kağıdınınki 37 cm. Ne etçez, nasıl uydurucaz? Kolay, birini enine, birini boyuna kullanacağız.

Şöyle:

Pişirme kağıdının boyunu, folyonun eninden 2-3 cm daha kısa şekilde keseceğiz önce. Ardından folyonun boyunu, pişirme kağıdının eninden 2-3 cm uzun keseceğiz. Folyonun fırın kağıdından büyük olması sebepsiz değil, kenarlardan taşan kısımlar katlama payları. Kağıt boyutunda olsaydı folyo, katlanmazdı, çünkü kağıt kıllık yapıyor, sen katladıkça açılıyor, katlanmamakta direniyor. Çaktınız köfteyi di mi!

Bundan sonrası balıkları dizme faslı. Fırın kağıdının yarısını kaplayacak şekilde yerleştiriyoruz balıkları, tuzu yağı tamam edeceksek ediyoruz, sonra kağıdın diğer yarısını üzerine kapatıp folyonun kenarlarını katlıyoruz. Böylece tamamen kapatılmış bir zarfımız oluyor. Kenarları önce bir kez katlıyoruz, katladığımızın yarısını kendi üstüne bir daha katlıyoruz ki, mühürlensin, hemen açılmasın.

Evet budur işte, akmadan kokmadan bulaşmadan balık yemenin yöntemi.

Bütün bunlardan sonra diyorum ki, kafaya takılan durumsallara çözümseller geliştirmesek, sorunsallarla dolu bu komik ve aptal dünya hiç çekilmez.


Eyüp Şeker













CEBELLEZİİSTAN


Görünüş şu: Bağış ve rüşvet kurumsallaşmış durumda. Kurumsallaşsa yine iyi, resmileşmiş ve fazlasıyla doğallaşmış.

Rüşveti kapan, bağışları toplayan, parti havuzuna gerekli miktarı attıktan sonra kimse karışmıyor, kimse dönüp bakmıyor ne yaptığına. Ondan sonra gelsin Ferrari’ler, jipler, humerlar, yalılar, dubleksler, tripleksler, yazlıklar, yatlar katlar, pırlantalar, çantalar, şallar, kat kat giysiler.  

Eee bu paraların harcanması gerekiyor, harcanıyor da. Aşırı lüks markalar mallarını satamasalar gelip bu ülkede bir bir peşi sıra mağaza açarlar mı? Kazanıyorlar ki geliyorlar. Gelsinler, kim ne der.

Mesele, böylesine kazandıranlar kimlerdir meselesidir, kaynağı nedir oluk oluk akıtılan bu paraların meselesidir. Bir yandan işsizlik büyümeye devam ederken, ortalarda yatırım falan gözükmezken, bu paraların nerelerden geldiği meselesi önemli meseledir.

Ne “Duraktaki türbanlıya çamur sıçratan jipteki türbanlıya bak” tepkilerinin her çevrede gittikçe artması yersizdir, ne piyasalara fazlasıyla aşina yılların ekonomistlerinin şaşkınlıkla “Bu mağazalardan kim alışveriş ediyor?” diye sorması boşunadır, ne de Prada başkan yardımcısı Sebastian Suhl’ün “İstanbul lüksün yeni başkenti” lafını etmesi laf olsun diyedir.

Alışverişlere, kimin nasıl yaşadığına kimsenin lafı olamaz, olmamalı da ama ölçüsüzce harcanan bu paraların nasıl kazanıldığı, ne şekilde elde edildiği, karışılması gereken bir konudur aklı başında ülkelerde. Fakat burası cebelleziistan.

Yapılandırılan sisteme yanaşıp yapışmış birine bağlanmış boru arada sırada kazara patlayıp cebellezi edilenler ortalığa saçılmasa, hiçbir şey görüp öğreneceğimiz yok. Görüyoruz da ne oluyor sanki, anında örtüler serilip etten duvarlar örülüveriyor her şeyin önüne. Görüp göreceğimiz o kadarla kalıyor.

Ve dönmeye devam ediyor çarklar, yapılıyor ballı ballı ihaleler, yaratılıyor olmaz denilen fırsatlar,  akıyor döşenmiş oluklardan oluk oluk paralar.

Yanaşan götürüyor, götüren yanaşıyor, burası cebelleziistan.

Durmak yok, yola devam!

Yaşasın cebelleziistan.


          Eyüp Şeker



ZORLUK DERECESİ, “HAZIR ÇORBA”


Pazı sarmasıyla uğraşmak istemeyen ne yapar?

Kendi payıma konuşabilirim; pazı yemeği yapar.

Pazı yemeği nasıl yapılır bilmiyorum, araştırmadım da… Pazılar bana, ben pazılara, tren görmüş durumsalında bakarken ürettiğim bir çözüm pazı yemeğinden kast ettiğim.

Tarifi veriyorum, hazır mısınız!

Pazıları doğrar hazır edersin.

Birazcık zeytinyağında soğanları kavurma faslı, sarımsak falan, bir iki de domates, biraz salça… Birkaç yüz gram da dana kuşbaşı, eklenen bir miktar su çekinceye kadar pişirme durumları falan filan… Bildiğimiz sebze yemekleri ön hazırlıkları işte. Bu aşamayı geçtik mi geçtik.

Şimdi büyülü katkıya geliyoruz; 1 kutu haşlanmış barbunya fasulye konservesi. Evet, bu mudur, budur büyülü malzeme… ‘Pazı barbunyalar diyarında’ yani.

Malum, pazı çabucak piştiğinden, fasulyeler önceden haşlanmazsa keyifsiz durumsallarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Yoksa, ya pazılar püre olacaktır ya da fasulyeler sapan taşı, etler de lastik fabrikasına ham madde... Bu açıklama da neyin nesi, gereksiz lüzumsuz işgüzarlık falan diyene kafa atarım bak. Demek ki, var bir şeyler, yaşamdan ders çıkartmışlığımız falan var, di mi yani. Ve de iyilik yapasım, birileri ders çıkartmadan öğrense fena mı olur diyesim gelmiş. Kapayın çenenizi.

Haşlama faslıyla uğraşmak istemeyen ne yapar, konserve haşlanmışını alır. İşte bu kadar...

Sonracıma, doğranmış pazıları da ekle, aklına esen bir şeyler daha varsa doldur hepsini tencereye, suyunu ekle, pul biberini tuzunu tamam et, bırak pişsin.

Sonra boşalt, indir mideye.

Gerçekten tavsiye ederim, iyi bir sebze yemeği ve lezzetine diyecek yok.

Farkındayım, pek de pratik olmadığının...

Zorluk derecesini hazır çorbadan yukarı çeken tek aşama, pazıları yıkayıp doğrama faslı. Ispanak gibi, taze fasulye gibi pazının da dondurulmuşu satılsa, hazır çorba bile zor kalır bunun yanında ya. Di mi ama. Fark edeceğini sanmıyorum ya, lezzetten birazcık daha ödün vereyim dersen, domates suyu veya rendesi kullanıp domates doğramaktan da kurtuluverirsin, olur biter.

Al sana ‘Zorluk derecesi hazır çorba’ durumsalında sebze yemeği başyapıtı.

Hadi yine iyisiniz, afiyet şeker olsun.

Yemek mevzuunda yalnızca başyapıtlarım yok, fena halde çuvallayıp madara oluşlarım da var.

Örneğin müthiş bir lazanya maceram var ki, tam bir şenlik. Buraya dikkat, şölen değil, şenlik…

Esti aklıma, lazanya yapacağım. İnternetten birkaç tarif bulup ortak noktalarından hareketle işe giriştim.

Malzemelerini hazır ettim, geçtim ocağın başına.

Kıymalı kısmını hallettim, beşamel sosunu hazırlarken bir yandan da lazanya yapraklarını haşlayacağım suyu ısıtıyorum.

Su kaynayınca lazanya yapraklarını attım içine. Bir yandan sosu karıştırıyorum, gözüm haşlanan yapraklarda.

O ne!
Ne haşlanması, külçe hamur haline gelmiş bizim lazanya yaprakları.

Ne oluyoruz, bu da nesi, makarna dediğin bu hale gelmez… Bende panik kıyamet… Kaptım ambalajını, gidip gözlüğü aldım ve de müjdeli uyarıyı gördüm; ‘Haşlamaya gerek yoktur’.

Hay ben sizin…

Tuğlaya benzeyen külçeleşmiş lazanyaları çıkarttım, bir işe yaraması mümkün değildi. Yatmıştı benim lazanya işi.

Ne bileyim ben. Makarna dediğin haşlanır, nereden akıl edeyim haşlanmayacağını. Zaten paket üzerindeki yazılar gözlükle bile okunmayacak kadar minnacık.

Bir yığın ıvır zıvır yazıyla doldurmuşlar paketi, iki sözcüğü büyük yazmayı akıl edememişler.

Zaten eskiden beri bu illet duruma fazlasıyla illet olup dururum, sonunda tam çattık küçük yazı belasına.

Hemen her üründe aynı hastalıklı yaklaşım var aslında.

Örneğin hazır çorbalar; paketlerin üstü, yığınla yazıyla resimle doludur, en önemli iki şeyi okumak için gözlük bile yetmez, öyle mini minnacıktır ki, pertavsız gerekir.

Bunlardan biri çorbanın yapılışıdır, diğeri içeriği.

Hemen hepsi 1 litre (5 bardak) suya yapılıyor yanılmıyorsam ama işin pişme kısmında 5 ve 10 dakika olmak üzere iki farklı süre söz konusu. İşte bunu görmek için gözlük peşinde koşmayı anlayamıyorum. Tamamı 5-6 sözcükten ibaret tarifin büyük yazılamayışını aklım almıyor bir türlü. Oysa o paketin en önemli ayrıntısı budur. Hazırlanışı bölümünü rahatça okunacak kadar büyük yaz, ondan sonra ne yazarsan yaz kardeşim.

İçerik meselesi de aynı. Neyden ne miktar, ne kadar yağ, ne kadar karbonhidrat var bunun içinde diye bakmak istiyorsun, görmek ne mümkün, mikroskop lazım. Oysa pek çok kişi için öncelikli merak konusu haline geldi içerikler. O liste bit kadar değil de iki katı falan basılsa, bütün bu sıkıntılar ortadan kalkacak ama nedense bu akıl ermez hastalıklı yaklaşım ısrarla sürdürülüyor.

Aslında her markanın, her ürünün paketinde bu anlaşılmaz, tuhaf durum geçerli. Bilemiyorum bu yaklaşımdaki mantığı. Böylesi öncelikli kısımlar büyük yazılırsa geri kalan küçükleri kimse okumaz falan mı deniyor? Böyle düşünüyorlarsa, yazmasınlar diğer ıvır zıvırları. Demek ki ilgilenmiyor insanlar diğerleriyle.

Kafa atacağım bak…

Hasta etmeyin adamı, büyütün şu yazıları kardeşim. Sonra ortaya çıkanların yüzüne kumrularla güvercinler bile bakmıyor.

Bunca başyapıttan sonra diyorum ki, ”Ne işim var lazanyayla, neyime yetmiyor hazır çorba”.


Eyüp Şeker



MESELE, KARADELİKLERİN NE YAPTIĞI MESELESİ DEĞİL MİDİR?


Maddeyi, atom yapılarını koruyacak kadar mı sıkıştırıyor karadelikler, yoksa atom altı parçacıklar püresine mi çeviriyor her şeyi?

Maddelerin atom yapılarının korunması, içeriğinin saklandığını, bir hafızadan söz edilemese de, bütün işin, sihirli değneği elinde tutana kaldığını gösterir. Fakat korumuyorsa, oluşan zerrecikler birikintisinde nesneye dair hiçbir iz, hiçbir işaret kalmamış demektir.

Çok açık ki, “Kaybolmaları mümkün değilken, karadeliklere girenler ne oluyor?” sorusu, sadece bunların değil, çok daha fazlasının yanıtını saklıyor.


Eyüp Şeker


BAKIŞLARA KALKAN



Karşı binada hayli enteresan ve dikkat çekici bir durum var. Üst kattaki bir dairenin perdeleri hep sıkı sıkıya kapalı… Olabilir, sık rastlanıldığı gibi hassaslar bu konuda demek. Bunda bir şey yok, insanın dikkatini çeken geceleri balkon lambasının yakılması ve epeyce büyük çarşaf benzeri siyah büyük bir bezin balkona asılması. İşte, tuhaf bulduğum bu.

Yanılmıyorsam yeni taşındılar, daha önceden dikkatimi çekmemişti. Zaten o binada kimler vardır farkında bile değilim. Haftalardır balkon lambasının yanması ve o siyah çarşafın asılmasıydı dikkatimi çeken. Lamba yanlışlıkla açık unutulmuyor, her gece düzenli şekilde yanıyor, gündüz ise kapatılıyor. Tabii ki, çarşaf hep asılı…

Şimdi gel de senaryo üstüne senaryo yazma, di mi ama.

Nedir bu çarşafla, gece boyu yanan ışığın açıklaması dediğimde bulabildiğim en akıla yatkın açıklama:

Şimdi, en dışta siyah çarşaf, onun biraz gerisinde yanan tavan lambası ve onun da arkasında normal beyaz perdeler. Simsiyah bez, ışık tabakası, beyaz perde, müthiş bir yastıklama değil mi! Kısacası tam bir yalıtım. Neye? Kızılötesi görüş sistemlerine. Başka şey gelmiyor aklıma.

Bu durumda ikinci soruyu sormak kaçınılmaz: Eğer öyleyse, kimden/neden saklanmaya/korunmaya çalışıyorlar?

Tam karşımızda ve aramızda tahminen 50 metre var. Bir de sağımızdaki solumuzdaki apartmanlar var. Geçtik hısım akraba kısmını, çoğu komşu tanıdık, bildik kişiler. Yeni taşınan, tanımadıklarım da var tabii. Hangimizden sakınıyorlar?

Ve aslında bir soru daha kaçınılmaz hale geliyor:

Neyi saklıyorlar, neden saklanıyorlar?

Normal bakışlardan sakınmak için perde yeterli, peki neyin nesidir koskoca pencereyi örtecek şekilde asılan bu kapkara çarşaf ve niye gece boyunca yanmaktadır balkon ışığı?

Günün çoğunu geçirdiğim salonun perdelerini, özellikle de bilgisayarın karşısına gelen bölümü kapatmam, çünkü boğuluyorum, daralıyorum. Dışarıya bakmasam da geniş alanın varlığı rahatlatıyor beni. Bilgisayar başında otururken, kimi de TV seyrederken, yan tarafımdaki bu boşluğun varlığı iyi geliyor. Perdeleri kapattığımda tamamen yaşamdan soyutlandığımı hissediyorum, boğuluyorum, bunalıyorum. Ancak kendimi vererek seyredeceğim bir program veya film falan varsa gidip uzandığım kanepe perdenin ardında kalıyor, dışarıdan gözükmez.

Bir de Tutsak faktörünü unutmamak gerekiyor. Onun karşısına gelen perdeyi de gündüz açmazsam dünyayı başıma yıkar. Haksızlık etmeyeyim, koşu bandına çıktığımda perdeleri seyretmek istemediğimden, sadece kuşbeyinli için değil kendim için de istiyorum oradaki perdeyi de açmayı ama o bölümü tamamen kapatıyorum geceleri. Neyse.

Kısacası kabak gibi ortadayım. Günün çoğunda bilgisayar başındayım, kafamı sola çevirdiğimde, tam karşımdaki koskoca binada, gündüzse simsiyah çarşaf, geceyse yanan balkon ışığı yapışıp kalıyor gözüme.

Ve sonuçta bu yazının yazılması kaçınılmaz hale geliyor.

Di mi yani, haksız mıyım!





Eyüp Şeker



.

KARADELİĞİN HAFIZASI



Karadeliğe giren nesnede midir hafıza, onun yapısal bilgisini elinde tutanda mıdır?

Belli bir ısıya eriştiğinde belirlenmiş formunu alan hafızalı metaller gibiyse nesne ve karadelik çıkışında kendiliğinden eski formunu yeniden yapılandırabilirse eğer, ancak o zaman hafızasından söz edilebilir. Yapamıyorsa hafızasız demektir…

Açalım:

Hafızalı meraller heykele varıncaya kadar pek çok yerde kullanılıyor gerçi ama en basit örnek termostatlar.

Termostat yayının ısınınca genişleyip soğuyunca büzüldüğündeki gibi, karadeliğe giren nesne büzülüp ezilir ve çıktığında kendiliğinden eski halini alırsa hafızalıdır ama bunu yapamıyorsa ve onun yapısal bilgisine sahip olanın oraya gidip termostat yayını ısıtır gibi o nesneyi eski haline getirmesi gerekiyorsa, hafızası yok demektir.

Mesele geliyor, karadeliklerin maddeye ne yaptığına dayanıyor.


Eyüp Şeker

GÖRÜŞÜMÜZÜN ÖTESİNDE VE GELECEKTEYSE ÇIKIŞLARI




Karadeliklerin püskürmelerini neden göremiyoruz?

Solucan kanallarının çıkışları Evrenimizde fakat ufkumuzun sınırlarının ötesindeyse görebiliriz miyiz olan biteni? Görürsek ne kadarını?

Diyelim ki, galaksimizin merkezindeki karadelik 5 milyar yıldır faaliyette. Çıkışı ise, gözlemlenebilen sınır olan 14 milyar yıl uzakta. Emdiklerini ışık hızında taşıdığını varsayarsak, biz ancak 9 milyar yıl sonra görmeyecek miyiz püskürttüklerini? Diğer anlamıyla, Evrenin sınırı gibi duran 14 milyar ışık yılı ötede son tespit edilen galaksiler, yani bugün görebildiklerimiz, en az 14 milyar yıl önce oluşan karadeliklerin eseridir ve bunlardan daha gençlerini göremeyiz.

Şuraya gelmeye çalışıyorum: Bu yaklaşıma göre, sadece eski yıldızlar kırpılıp yenileri oluşmuyor, emilip tükenen galaksiler de evrenin dış çeperlerinde yeni galaksiler oluştururlar. Bu durumda, sürekli olarak yeni ve boş alanlara taşınan sistemlerin oluşturduğu bir yapı söz konusu demektir.

Nihayetinde galaksilerin sadece Büyük Patlamayla değil, ayrıca Evrenin süreğenliği içinde karadeliklerle de oluştuklarını düşünmek gerekiyor. Ve tabii galaksilerin boşalttığı alanların büzüştüğünü de... 

Galaksi oluşumlarının çıkış olabileceğini düşünmek, bilinenlere çok mu ters düşüyor?

Bir de, Karadelikler en küçük parçacığa kadar sıkıştırdıkları, yani posaya çevirdikleri maddeleri başka tarafa taşırken bunun içinde formun korunmasının ve canlı kalınabilmesini sağlayacak teknolojinin bir gün geliştirilebileceğini düşünemiyor insan.

Durum tamamen “Işınla bizi Scotty” durumu.

Eğer önceki formun yapısıyla ilgili bilgiye sahipsen yeniden oluşturabilirsin düşüncesi, neden eski yapıyı oluşturan zerrecikler toplamıyla sınırlı kalsın? Yapısal bilgiye sahipsen herhangi bir zerrecik grubundan da aynı yapıyı oluşturabilirsin. Zaten nano üretim bu değil midir?


Eyüp Şeker




FLAŞ FLAŞ FLAŞ, SOYULDUM



Banka hesabım boşaltılmış, kuruşuna kadar ne varsa iç edilmiş.

Flaş flaş flaş, zanlı tespit edildi…

Yemeyenin malını yerler hesabı, kaç aydır biriktirdiğim emekli maaşlarım uçmuş.

Oysaki ne hayallerim vardı, dokunmayayım, biriksin, ya yat alırım ya da jet diyordum.

Kaç haftadır tatile çıkmadım, şöyle uzanırım Rivyera sahillerine, Antiller’e, güvertede uzanıp marsık gibi kızarırım ya da atlarım jetime konarım Avustralya’ya, oradan da Rio’ya falan geçerim hesapları yapıyordum.

Kör talih işte, geldi beni buldu yine. Gitmiş paracıklarım…  

Aslında büyük bir dertten kurtuldum, karar veremiyordum bir türlü, tekne mi jet mi diye. Burada kalsa gene iyi, tekne desem, kuğu gibi süzülen yelkenli mi yoksa sürat canavarı bir şey mi olsun boğuşmasında buluyordum kendimi. Tekneden vazgeçtiğimde, pervaneli zaten almayacağımdan, jetin Lear’ini mi çekeyim kapıya, yoksa geniş gövdeli Falcon’unu mu karasızlıklarında debelenip duruyordum aylardır.

İyi mi oldu nedir, paracıklar uçunca kurtuldum bütün bu kararsızlıklardan.

İki gün önce açtık interneti bir bakalım dedik bankaya, son ayın maaşı gelmiş mi, asayiş berkemal mi? Bir de ne göreyim külliyetli bir uçma olmuş hesaptan.

Bu da nesi, neler oluyor, hekırların gazabı üzerime mi oldu yoksam!

Dur hele, kim çekmiş nereye gitmiş anlamaya çalışalım deyip detay istediğimde şırrak diye siteden şutlanıverdim.

Hayda, bir daha girdik hesaba, ‘Dekont (Yoksa Döküm müydü?) ister misiniz’i bir kez daha ‘Evet’ledik, haşırt yine şutlandık İnternet şubesinden. Uyanamadık, bir daha denedik, yine yedik tekmeyi...

“Neler oluyor, dizüstümü tamamen ele mi geçirdi mikro mahlukatların efendileri. Bu ne iştir, paranın nereye gittiğini, kimin tarafından çekildiğini bile görmeme izin vermeyip şutluyorlar siteden. Seçtiğim güvenlik limitlerinin birkaç kat fazlası beşbin TL’ye yakın parayı nasıl çekerler, var bu işte bir iş” cinsinden düşünceleri geliştirip dururken telefona sarılıp bankayı aramaya karar verdik.

Sanırım olan şuydu; döküm almaya kalkışıp ‘Evet’e basınca ‘Açılır Pencere Engelleyicisi’ devreye giriyor, bunun üzerine ‘Açılır Pencerelere İzin Ver’i tıklayınca da yallah dışarı postalıyor bankanın yazılımı. Çok sıradan ve basit bir işlem için, bankanın neden açılır pencere sisteminden seçtiğini, seçtiyse neden vazgeçmediğini ve bankaya girip işlem yapacaksam tarayıcımın ayarlarını neden değiştirmem gerektiğini anlayamıyorum. Yalnızca döküm görmek isteyenler hesaplarına bakar gibi ulaşırlar isteklerine, yazıcı çıktısı isteyenler için ise ayrı seçenek falan konur. Tamam, çakmıyorum işin teknik kısmından ama hesaba girildikten sonra, yani içeride ‘Açılır Pencere’ sisteminin kullanılmasını aklım almıyor bir türlü. Zira hiç kimsenin ‘Açılır Pencere’leri devre dışı bırakmadan İnternette dolaşabileceğini düşünemiyorum. Neyse, vardır bankanın bir bildiği diyelim konuya dönelim.

Kaç aydır elimi sürmüyordum paracıklarıma, uçmuşlar… Bende renk menk atmaz da ne olur?

Telefonda karşımıza çıkan kızcağıza derdimizi anlattık. Baktı etti ve zanlının kim olduğunu söyleyiverdi: “Bu işlemi SGK yapmış, para onların hesabına aktarılmış.”

Hayda, bu da neyin nesi. Ne Kurumdan ne de Bankadan arayan oldu, ne haber verildi ne bir şey. Borcumuz harcımız ihtilafımız falan yoktu, niye geri almışlar ödedikleri maaşları diye sual eyledik ama kızcağız daha fazlasını bilmiyordu, “Bunu SSK’ya sormanız gerekiyor” demekten fazlası gelmiyordu elinden. Teşekkür ettik.

Bilgi bulmak merakıyla girdik SGK’nın sitesine. Ben kim, çıfıtçı çarşısına benzeyen koca sitede derdime dair bilgiye ulaşmak kim. Gün ola harman ola demekten başka çare yoktu.

Aslında çok rahatlamıştım. Nasıl rahatlamayayım, mikro mahlukatlarını üzerime salan hekırların kurbanı olmamıştım, daha ne olsun! Ben değil miydim daha dün ahkam üstüne ahkam kesen, herkeslere akıl satan! Nice olurdu halim, çıkamazdım internet içine, di mi yani.

Gün oldu, harmana giriştik. Çevirmeye başladık ALO 170’i, mümkün mü düşürmek. Başka numara derdine düşüp Genel Müdürlükte birine ulaştık ve de “Beş altı aydır çekmeyip hesapta biriktirdiğim emekli maaşlarımı geri almış Kurum” dememle aydınlanıverdi mesele.

Meğer 3 aydan fazla çekilmeyen maaşlar kuruma iade edilirmiş.

Ölür kalırsan haybeye ödeme yapılmasın diye galiba. Statü değiştirince maaş statün de değişiveriyor ya, o hesaptan yani.

Vukuat belgesi alacakmışım Nüfus Müdürlüğünden, kimlik fotokopisini de çıkartıp “Ben yaşıyorum, ölmedim, iç ettiğiniz paraları iade edin bakiim” içerikli bir dilekçeyle SGK Bölge Md.ne başvuracakmışım. Öyle dendi.

‘Vukuat belgesi’ denen yaşadığımı gösterir belgeyi almak için gittik Nüfus Md.ne, çıkartıp koşturduk Yenimahalle’deki SGK Bakırköy Bölge Md.ne.

O da nesi, bir zamanlar karınca gibi insan kaynardı, artık in cin top oynuyor Bakırköy Bölge Md. bildiğimiz yerde. Kapıda “Bağcılar Belediye Binası karşısına, Güneşli’ye taşındık” yazılı bir bez afiş.

Hayda, yer mi kalmadı, Bakırköy SGK’nın Güneşli’de ne işi var! Akıl sır mı erer büyüklerimizin işlerine, vardır bir bildikleri. Dua et Istrancalar’a, Çatalca’ya taşımamışlar.

Temiz 30 sene var o taraflara gitmeyeli. Son hatırladığım, taş ocağı ve hafriyat kamyonlarının gidip geldiği ıssız yolun yamacında kalan köylük küçük bir yerdi Güneşli.

Ertesi gün düştük yola, mümkün mü tanımak; her yer yapı, kalabalık kıyamet, adım adım ilerleyen trafik...

Binaya girmemizle çıkmamız bir oldu; elimize tutuşturuldu Ankara Genel Md.nde bir adres, “Evrakları buraya iadeli taahhütlü göndereceksiniz” dendi.

Hayda, “Genel müdürlüğü arayıp sorduk, bölge müdürlüğüne dilekçe vereceksiniz dendi, o yüzden buralara kadar geldik. Madem dilekçe oraya gönderilecekti niye söylemediler?” diye yakınmak yararsızdı.

Aslında yakınmaya hakkım yoktu. Yine tabakhane yönteminin kurbanı olmuş, akılsız başımın cezasını çekmiştim. Genel Md.de görüştüğüm memur “Bu konu için şu şubeyi şu numarayı arayacaksınız” demişti demesine ama leb demeden leblebiyi anlamaktan vazgeçmeyen ben ‘Mesele anlaşılmıştır’ zannıyla Güneşli yolunu tutma macerasında bulmuştum kendimi. Yetinmeyip verdiği numarayı arasam büyük ihtimalle gitmeyecektim ta oralara.

Bir türlü yanıtını bulmayı başaramadığım “Müdürlük neden buraya taşındı?” merakını gidermek umuduyla sorduk memura, “Bilmiyorum”dan başkasını duymayı başaramamıştım ki, başkasından öğrendik. Malum, dertli çok, yakınan yakınana: “Bakırköy Belediyesi CHP’li ya, orada hiçbir şey bırakmadılar, hepsini başka yerlere götürdüler. Burası iktidar partisinin ya, kalkındırmak için buraya taşıdılar.”

Döndük geldik, evin iki adım ötesindeki PTT’den postaladık evrakları.

Bu arada bolca düşünme fırsatım oldu.

Bir de bankaya bolca verip veriştirme fırsatım...

Hadi, müşteriyi telefonla uyarmak Banka için lüküs hayat gibi kaçıyor diyelim:

Her gün gönderdikleri “Kredilerimiz acayip ötesi müthiş cazip, kartımızla falanfilandan yapacağınız alışverişleriniz 1.800 taksit” türünden bir yığın e-postaya layık görürler bizleri ama “Şu kadar süre daha paranızı çekmezseniz Kuruma iade edilecek” uyarısını lütfedip yapmazlar.

Yazık tabii, piksel maliyetleri çok yüksek, kalkabilirler mi o masrafın altından, di mi ama.  

Hadi piksellere acıyıp bunu yapmıyorsun, İnternet Şubesinden hesabına giren emekliler için bir uyarı koyamaz mısın? Hadi genel uyarı koymadın diyelim, İnternet hesabına hangi gün hangi saatte girildiğinin kaydını tutuyor sistemin. Yani “Bu adam ölmedi, yaşıyor. Siteye girip işlem yapmasa da hesabını kontrol ediyor. Birikmiş parasına ilişmeyin” deme olanağına sahipsin. Kurumu uyarmak uygun düşmüyorsa, “Bak girip çıkıyorsun ama cimrilik edip parana ilişmiyorsun, 10 gün daha dokunmazsan uçup gidecek, bilesin” mesajıyla uyaramaz mısın emekliyi?

Tabelacı ya da matbaacı masrafı çok tutar diyorlar herhalde.

Veya Bankomat’ta işlem yapan emekli, kartı takar takmaz bu tarz uyarıyla karşılaşabilir, adımını ona göre atar.

Paraları geri alma belasıyla boğuşsun boğuşmasın, hiç kimsenin bu uyarılardan yakınacağını zannetmiyorum.

Emeklilerin büyük çoğunluğu ay sonunu zor getirenlerse de, “Diğerleriyle idare ediyorum, o hesapta biriksin maaşlar” diyen benim gibiler de epeyce var ve eminim bunların çoğu da İnternet kullanıyordur. Kısacası, birikmiş maaşı kaptırma potansiyelindekiler bunlar ve kolayca uyarılabilirler.

Tamam, emeklilerin getirdiği işlem yükü çok fazla, hem müşterileri hem de bankayı bunaltıyor. Hal böyleyken, yapılacak küçücük düzenlemelerin, getirilecek minicik pratikliklerin hem emeklilerin işlerini kolaylaştıracağı hem de bankanın yükünü hafifleteceği göz ardı ediliyor.

Emekli kuyruklarına ne zaman baksam “İşleri güçleri ne beklesinler, gidip gelsinler” anlayışına layık görüldükleri izlenimine kapılıyorum.

Diğer banka Ziraat’ta nasıl yürüyor işler bilmiyorum.

Anladığım kadarıyla Vakıfbank bu emekli maaşları işini, bankacılık işlemleri dışında bir yan faaliyet gibi görüyor ve mümkün mertebe hariç tutmaya çalışıyor.

Bu duruma aylar önce uyanmam gerekiyordu aslında.

Emeklilik maaşı bağlanması işlemleri sırasında nereden estiyse bir de kredi kartı alayım, ikinci bir bankadan da kartım olsun demiştim. Aldık…

Otomatik ödemeye bağladığımı düşünüyordum kartı. Kullandığım yoktu, öylesine birkaç alışveriş yapmıştım. Bir sonraki ayın hesap özetinde, önceki ayın borcunun ödenmediğini ve ‘Gecikme faizi’ni görünce sarıldık telefona, sorduk: “Hesapta fazlasıyla para var, neden ödenmiyor bu kartın borcu?”

“Hesaptan almaz, ödemeyi sizin yapmanız gerekiyor” anlamındaki yanıtla karşılaşmak şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemişti beni.

“Bu hesap sizin bankanızda, para da var, neden almıyor banka?” deyip durmam yarasızdı. Yapılan açıklamaları kafam almıyordu. O saniye kartı iptal ettim.

O gün uyanmayışım bugünü hazırlamış meğer.

Bütün bu eziyetlerden sonra diyorum ki, jetin yatın peşinden giderken bankadaki parandan olma.


Eyüp Şeker
.

KAFAMA TAKILAN DURUMSALLAR



Klavye meselesinde önemli bir detay takıldı aklıma. On parmak F klavye öğrenenler, işlerinde ve daha pek çok yerde bunun faydasını fazlasıyla görürler. Cep bilgisayarı veya telefon gibi Q klavyeli cihazlarda ise yapacaklarını iki parmakla halledebilirler. Zaten o tür cihazlarda 10 parmakla yazacak hali yoktur kimsenin. Kısacası, F klavyedeki kazancın büyük olduğu tartışılmazdır. 
Diğer taraftan, 10 parmak kullanılmayacaksa F klavyenin pek manası kalmayacağı unutulmamalıdır. Mesele geliyor dayanıyor eğitime. Seçilecek meslekte hızlı yazmanın önemi yoksa, Q klavye fırsatlarından uzak kalmanın anlamı yoktur. Örneğin mühendislikte, mimarlıkta F klavye pek bir işe yaramazken, yeni sürümleriyle sürekli daha işlevli kılınan ve hemen hepsi Q üzerine yapılandırılmış AutoCAD gibi mesleki programlar vazgeçilmez durumdadır. 
Bir de, oyunlarla hiçbir ilgim olmadığından farkında değildim, yeni öğrendim; meğer oyun da oynanmazmış F klavyeyle. İçinden çıkılmaz hale geldiğinden F klavyeden uzak dururmuş oyun meraklıları.
Benim gibi oyun cahilleri “Aynı karakterler, hatta daha fazlası F klavyede de var, neden oynanmasın!” diye atlamadan önce meselenin özüne bakılması gerektiğini unutmamalıdırlar. Oyunların harf karakterleriyle işi yoktur, programlanmış tuşlarla oynanır oyunlar.
Aslında her şey gibi klavyedeki tuşlar da kodlarla tanımlanmıştır. Aynı tuş, ister A, ister Z, ister 8, isterseniz ENTER yapılabilir, dilerseniz de Çince ya da Marsça bir karakter... Bu tamamen programcıya kalmıştır. Tuşların birbirinden hiçbir farkı yoktur. Ve zaten uzun yıllardır Türkçe klavyeler, gerekli yazılım yüklendikten sonra tuşlar üzerine çıkartma yapıştırılarak hazırlanır. Çıkartmalar söküldüğünde altından, önceki hali Q ise Q, Japonca ise Japonca klavye çıkacaktır doğal olarak.
Yazılımla programlayarak “Bak bu tuşa basıldığında ‘a’ yazacaksın, şuradakine basıldığında ‘c’, şu kenardakini basılı tutarken tuşa basıldığında ise harfleri büyük yazacaksın. Tamam mı” deniyor bilgisayara. Denmemiş ise, hiçbir şey yapamıyor. Hepsi bu.
Büyük çoğunluğu yabancı kökenli oyun yazılımcılarının F klavyeyi kullanmaları söz konusu değil. Oyun meraklıları işte bu yüzden uzak duruyor F klavyeden. Bu yaklaşımın yerli oyun yazılımcılarına da yansıması doğaldır.
Kısacası, klavyedekiler karakter değildir, filanca noktalardaki tuşlardır. Ve hepsi birbirinin aynı 100 küsur tuşun farklılığı ise, bilgisayara giden 5-6 kablonun kombinasyonlarıyla elde edilmektedir. Bunun nasıl sağlanabildiğinin merakıyla dayanamayıp, hem de çok uçuk kaçık bir fikir üreterek yazılımcının birine sormuştum: “Klavyedeki farklı noktalardan elektronların erişim süreleri arasındaki fark hesaplanarak mı belirleniyor karakterler?”
Sövmemişti, gençlik arkadaşımdı… Efendi çocuktur…
Cehalet sağ olsun, sınırsız sorumsuz saçmalama özgürlüğü sağlıyor insana. Öyle böyle değil, acayip saçmalamıştım. Bilgisayarın içinde atom saati olsa tuşlar arasındaki bir birbuçuk santimlik farkı algılamaya yetmeyeceğini hiç düşünmemiştim. Bilmiyorum böylesi bir zırva nasıl geldi aklıma. Hadi geldi diyelim, ulu orta söylemek aklın alacağı şey mi! Cehalet sağ olsun... Öyle sanıyorum ‘Hepten tıntın değilim, bak bir fikrim var’ demek için geliştirip söyleyivermiştim…
Hafifçe gülümsemiş, “Beş kablonun değiştirilmesiyle belirleniyor tuşlar...” diye başladığı açıklamasını “Varyasyonlarından ortaya çıkan rakam inanılmazdır. Örneğin BARKOD sisteminde, sekiz on rakamla milyarlarca ürün tanımlanabilmektedir. Üstelik tüm dünyada” diyerek tamamlamıştı.
Başka yer, başka insanlar: Cep telefonlarının yeni geldiği günlerde bir sohbette “Biliyor musunuz, cep telefonu numarası tekmiş, eşsizmiş, Dünyada başka kimsede yokmuş” denildiğinde aklıma gelmişti: “Neden ülke ve alan koduyla bakmıyorsun meseleye. Evdeki telefonumuz da eşsiz ve Dünyada sadece bizde var. Ev telefonunun önüne ülke ve alan kodunu eklemek yeter cep gibi eşsiz kılmak için”  
On kadar rakamın varyasyonları dünyadaki milyarlarca telefonu eşsiz kılmaya yetiyorsa, klavyeden bilgisayara uzanan 5 adet kablo mu yetmeyecekti 104 tuşun her birini farklılaştırmaya?
Özetlersek, klavyenin üzerindeki yazılar hiçbir anlam ifade etmez bilgisayara, her şeyi belirleyen ve farklılaştıran yazılımlardır. Eğer klavyedeki tuşlar yazılımla programlanmamışsa, tuşlara ne kadar basılırsa basılsın bir şey fark etmez, bir şey olmaz. Basıp durduğunuz yaylı düğmelerden ibarettir. Çünkü klavyeyi tanımamakta ve görmemektedir bilgisayar.
Karşılaştıklarımızı birikimlerimiz ışığında değerlendirmeye çalışırız doğal olarak. Oysa derine inmeyi başardığımızda çok daha farklı gerçeklerle karşılaşabiliriz.
Bir ara sosyal paylaşım sitelerinin birinde birkaç kez mesajlaştığım bir kadından, mesajlaşma içeriğimize de, site anlayışına da uymayan tuhaf mesajlar alamaya başlayınca dayanamayıp “Nedir bunlar neden gönderiyorsun bu mesajları?” diye sormuştum. Gelen “Ne mesajı…” şaşkınlığıyla örülü cevap durumu daha da tuhaflaştırınca, “Sen gönderiyorsun, senin e-postan işte. Buna bir son ver” diye kestirip atayım istedim. Bu kez cevap daha da sertti: “Ne mesaj göndermesi… Ukala şey, ben bir şey yazmıyorum”
Karşılıklı engelle’ştik falan.
Aklıma takılmıştı... Kadın doğru söylüyora benziyordu, neydi gelen o mesajların açıklaması o zaman!
Sakinleştikten sonra serin kanlı düşündüğümde ancak akıl edebildim; mikro mahlukatlarını, bana ya da ona ya da her ikimize birden tebelleş edenlerin bizimle bir güzel oynadıklarını.  Muhtemelen onun mikro mahlukatlarının sağladıkları kullanılmıştı bu birbirine düşürmede. Zira onun haberi yoktu bana acayip mesajlar gönderdiğinden.

Bulduğu her fırsatta harıl harıl çalışmayı çok seven bilgisayar sahibi olmanın katlanılmaz sonuçları, derin kaygılara düşürmelidir insanı. Yok eğer, "Mahlukat varsa var, ne bulacak bilgisayarda da bana zarar verecek? Buldukları çok şeyimeydi sanki" umursamazlığındaysanız sorun yok ama bankacılık işlemlerinde veya mesleğinizle ilgili önemli işlerde kullanıyor ya da özel hayatınıza dair film-foto-hatıra gibi şeyleri saklıyorsanız, çok ama kaygılanmalı, derhal alarma geçmelisiniz denmesine gerek bile yok sanırım. 
Aslında yapılması gerekenler çok karışık değildir:
Öncelikle, programlanmış yazılım güncellemelerini (update) ve görevlendirilmiş yazılımları anlayabilecek birikime, bilgisayarın bu nedenlerle çalışıp çalışmadığını ayırt edebilecek düzeye gelebilmelisiniz ki, “Bu saatte ya Windows kendisini güçlendirip geliştirmek için yeni bir şey var mı diye bakınıyordur ya da virüs öpücü yazılım ava çıkmıştır” veya “Bilmem ne yazılımı kendisini daha da güzelleştirmek için güncellemesini yapmakla meşgul” diyebileceksiniz ki, muammalar okyanusuna gömülüp kalmayın.
Bu netleştirmeyi yaptıktan sonra, gerektirecek işlem yapmamanıza rağmen, örneğin Word’de yazarken/okurken, bilgisayarınızın harıl harıl çalıştığını, modemin, sabitdiskin ışıklarının devamlı yanan sokak lambasına döndüğünü görürseniz ve bunu güncellemeyle görevlendirme saatleriyle ilgisiz şekilde olur olmaz zamanlarda sürekli yaptığına tanık olursanız, büyük ihtimalle mikromahlukatlar dibine kadar sızmış, kirli amaçları için bilgisayarınızın altını üstüne getiriyorlar demektir. Ya virüs ya da casustur çalışan...
Ne var bunda, bu zaten bilinen bir şey diyenlere değil sözlerim, bunu demeyi çeşitli nedenlerle ihmal edenleredir.
Bütün dikkatinizi vererek denetlemenizi yapmanıza ve de Fiişşşek gibi İnternet Securty’niz olmasına rağmen,  boştayken anlamsızca çalışıp duruyorsa bilgisayarınız, iki ihtimal var demektir; ya antivirüs programını atlatan virüsler ya da solucanlar içeride fink atıyordur veya anticasus yazılımının aldırmayıp “Çalışın çalışın…” dediği casuslar casusçuluk oynuyordur.
Malum, casuslar (Spy) çoğunlukla ticari amaçlar için kullanılıyor. Kullanıcıların ilgi alanlarını ve eğilimlerini en çok öğrenmek isteyenler de bu tarz kuruluşlardır, yani alışveriş siteleridir… Doğrudan kendileri yapmasalar da, bu tür bilgileri derleyenlerden satın alacakları açıktır.
Antivirüs ve anticasus yazılımları ancak tanıyabildiklerini enseleyebilir, tanıyamadıkları geçiş hakkına ve de at koşturma gücüne sahip demektir.
Bir aralar antivirüs yazılımı alacağım, bakınıyorum… İnternet yorumlarına göre hayli popüler bir markanın kutulu ürünlerinin yaklaşık yarısına satılan e-sürümlerini açık alışveriş sitelerinde bulmak mümkündü. Sadece şifre satılıyor, yazılımı indirip kuruyordun.  İşi daha da tuhaflaştıran, kendi sitesindeki e-sürümün fiyatının da kutulu satılanlarla aynı olmasıydı. İsteyen herkesin ürün satabildiği açık alışveriş siteleri ise, aynı markanın aynı ürünlerinin yarı fiyatına, hatta daha düşüğüne satılan e-sürümleriyle doluydu.
Kafa kurcalamayacak gibi değildi. Dayanamayıp e-posta attım: “Buralarda ürünleriniz nasıl bu fiyatlara satılabiliyor? Taklit mi, neyin nesidir bunlar?” 
Ne kadar sorduysam açıklama almayı başaramadım, hep ilgisiz şeylerden söz eden kısa yanıtlar yolladılar, asla soruyu yanıtlamadılar.
Aynı ürün, yarı fiyatına, hatta daha düşüğüne satılıyor ve firma bundan rahatsız olmazken açıklamasını da yapmaktan kaçınıyorsa, söz konusu yazılımlar da, beta, yani test sürümü falan değilse, tek bir amaç ve neden olabilirdi. Bilgi toplama amaçlı özel sürümlerdi o ürünler. Kısacası, kullanıcılar aynı koruma hizmetlerini alsalar bile, aynı zamanda bilmeden farklı amaçlara da hizmet ediyorlardı ve sanıyorum edilmeye de devam ediliyor.
O markayı satın almadım ama nedeni bu anlattıklarım değildi. Denemiştim, kasılıp kalıyordu bilgisayar, o nedenle uzak durmuştum.
Belirli yaşın üstündekiler için kavramların farklılaşması kaçınılmaz. Ne kadar aşina olurlarsa olsunlar, bilgisayarla yatıp kalkan nesiller gibi algılayamazlar günümüzü.
Bir kafeteryada herkesin kullanımı için duvara monte edilmiş iMAC bilgisayarın ekranıyla klavyesinin arasından gözüken beyaz duvara gömülmüş, yan yana duran 2 adet su vanasının kırmızı kolları, ister istemez insanın aklına bilgisayarla ilişkisini getiriyordu. Dayanamayıp garsona, "İnternetle elektriği mi kesiyor o vanalar" dediğimde güldü. “Sanırım bu şakayı yapan ilk kişi değilim” diye eklediğimde "Evet çok kişinin aklına aynı şey geliyor" demişti. Nasıl gelmesin, boru falan ne var ne yok duvara gömülmüş durumda, ortalıkta hiçbir şey yok, sadece neye yaradığı belirsiz kıpkırmızı vana sapları gözüküyor.
İki pencere arasındaki daracık bembeyaz duvarın kenarlarından beş altı parmak taşan büyük bir ekran, bir karış altındaki minik rafa yerleştirilmiş klavye ve ikisinin arasında kıpkırmızı iki su vanası sapı; insanın aklına başka şey gelmesi mümkün mü?
Ya interneti kesecektir ya elektriği, bilgisayarda başka ne kesilir! Bir saniye ya, bir de ekrana giden görüntü kesilir. Tabii ya, görüntü kesme vanası... Neden akıl edemedim, tüh ya… Ekranı kapatma vanası, hemi de kapı gibi ve de kıpkırmızı sapı... Son model, kırmızı saplı aç kapalı ekran. İyi de diğer vana neyin nesi derim adama, di mi ama. Akıllım, görüntü kesme vanası değil, parlaklık ve kontrast ayarı içindi onlar. Ne güzel ya, bit kadar düğmelerle boğuşmak yerine kocaman saplarla kolayca ince ayar çekersin ekrana, di mi ama.
Kendimden pay biçerek hareket ettiğimde, eski kavramlarla yetişip bilgisayar dönemine adapte olmaya çalışanların hemen hepsinde böylesi bir algı eğiliminin varlığı beni hiç şaşırtmayacaktır; elektrik düğmesini, ya da su veya gaz vanasını açıp kapamaya eğilimliyizdir. Bu yüzden “Virüs girişini engelleme vanası yok mu yahu?” der dururuz kafamızın içinde.
Hele de yıllardır kafamı kurcalayan bir durumsal var ki, çok esaslı bir sorunsalın durumsalı olmasına veya en azından bana öyle gelmesine rağmen neden hiçbir şey yapılmıyor diye fena halde meraklanmakta ve de yarattığı sorunsalı çözmek için ne zaman harekete geçilecek diye acayip sabırsızlanmaktayım.
Malum, bilgisayarda en küçük işlem birimi Bit’tir.
Önce küçük bir birimsel hatırlatma:
1 Kilobayt = 1 KB = 1.024 Bayt
1 Megabayt = 1 MB = 1.048.576 Bayt
1 Gigabayt = 1 GB = 1.073.741.824 Bayt
1 Terabayt = 1 TB = 1.099.511.627.776 Bayt
Petabayt , Eksabayt, Zettabayt, Yottabayt diye sürüyor.
Şimdi sadede gelebiliriz.
Şu Bayt (Byte) denen meretlerin farklı ortamlarda farklı gözükmesini anlayabilen varsa bir adım öne çıksın lütfen. Ben kesinlikle anlamıyorum da…
Hepsinin birimi aynı Bayt değil mi? Bir şeyler indirmek için girdiğin sitede farklı değerdedir, indirirken farklı rakam görürsün, bilgisayarına yerleştiğinde farklıdır bu bayt denen meret.
İyi de nasıl oluyor da oluyor?
              Yani; hepsininki gram ama kimisi 990 gr kimisi 1010 gram tartıyor 1000 gr'ı. İşin tuhafı biz hangisinin 1000 gram olduğunu bile bilemez durumdayız. Daha fenası, gerçekte hiçbiri değil de 1015 gr olup olmadığını da bilmiyoruz.
Tam bir kafa yeme durumu, "Ülen birimi sabit ve aynı olan şeyi farklı tartmayı nasıl başarıyorsunuz?" diye kafa atmak istiyor insan.
Kimin umurunda bu çelişkili durumun teknik açıklamaları… Çünküm ben kullanıcıyım, bilgisayar mühendisi değil? Ve de 0 ve 1'den oluşan Bit’leri farklı hesaplamayı nasıl başarıyorsunuz diye sorarım.
İnternet, farklı işletim sistemlerinin anlaşmasını ve bilgi paylaşmasını sağladı. Eğer bu ortak anlaşma dili geliştirilmeseydi, kullandığımız WEB'de birbiriyle iletişimi olmayan farklı evrenler olacaktı. Mac'ler Windows'lara kıl olacak, açık kodlu sistemler Mac’lerle Windows’ları gördüğü yerde sopalamaya kalkışacaktı.
Madem aynı uzayın çocuklarıyız durumsalında yaşayıp gitmekte bütün bilgisayarlar, neden “Biz ayrı dünyaların bilgisayarlarıyız” filmini de çevirmeye devam ediyorlar? 
Öyle gözüküyor ki, önemli bir zorunluluk belirmesi gerekiyor bilgisayarların aynı miktarları göstermesi için. Mesela, uzaydaki vahim kayıplar gibi bir şeyler yaşanması gerekiyor herhalde.
İnç tersliğinde takılmakta ısrar etmek yüzünden yılların emeğinin ürünü Mars uydusu çakılmış mesela. Zira metrik birimle gönderilmesi gereken komutlar yanlışlıkla foot olarak girilince, uydu intihar dalışı yapıvermiş.
Yanılmıyorsam Hubble da aynı tür yanlışlığın kurbanı oluyormuş. Teleskopun parçaları farklı yerlerde yapıldığından, bunlardan birindeki sorumluların metrik ölçü yerine inç kullanmalarından kaynaklanan ayarsızlık yüzünden bozuk görüntüler elde edildiği, ancak uzaya gönderildikten sonra anlaşılmış. Malum, Hubble’ın miyop olduğu dehşetle fark edildikten sonra lens gönderip bin bir zorlukla düzeltilebildi görüntü. Doğru yanlış bilemiyorum, bir zamanlar bir yerlerde okumuştum bunu. Arızalı olduğu ve yapılan düzeltme tamiri meselesi doğru zaten de, nedeninden tam emin değilim. Zira yer çekimiyle ilgili bir başka öykü de duydum; teleskop uzaya gittiğinde yerçekimi etkisinden kurtulduğu için düzelince, Dünyada yapılan ayarı bozulmuş. Neyse artık… Kısacası, az kalsın Hubble da “Kim girdi”ye gidiyormuş yani. Düzeltilemeseydi o muhteşem görüntüler için kim bilir kaç yıl daha beklenecekti.
Benzer örnekler epeyce fazla. Bu yüzden farklı ölçü kullanımı tamamen kaldırılarak, “Bundan böyle sadece metrik sistem kullanılacak, ayak koyanın...” falan denmiştir herhalde çoktan.    
        
Biz dönelim sadede.
Şimdi, dosyanın olduğu site 104857 Kb raporluyor, Windows ise indirme sırasında 100 Mb derken indirdikten sonra 102400 Kb olarak raporluyor. Sitenin 104,857 Mb dediğini benim bilgisayarım neden 102.400 Mb olarak görüyor. Benim bilgisayarıma inerken yolda ıslandı, ardından Güneşi görünce kuruyup çekti falan herhalde, boyu kısaldı garibimin...
Bir başka örnek: Sitede 207.618 Kb, indirirken 198, indikten sonra bilgisayarda 202.752 Kb. Ne oluyor, nakliye ücreti az tutsun diye yolda hafifleyip vardıkları yerde tekrar kilo mu alıyor yoksa bu dosyalar? Geçtik mevzunun nakliye ücreti kısmını; 207’lik dosya benim elime neden 202 olarak geçiyor? Nerede benim 5 Kb’ım? Nerede bu yetkililer, uyuyor mu mühendisler?
Hepsi Bit'leri hesaplıyor, birinde öyle birinde şöyle...
Hep kırpılmıyor, bazen de ‘Kazan doğurdu’ hesabı artıyor meretler: Sitede 95.8 Mb, indirmede 95.7 Mb, sabitdiskte 98.078 Mb. Ne oldu, yolda neden semirdi bu dosyalar?
Nasıl oluyor da oluyor! Daha da önemlisi, neden oluyor?
Sıkı mı işin içinden çıkmak...
Hem Web'le bütün bilgisayarları birbirine bağladığını söyleyeceksin, hem de en temel kavramlardan birinde uyumu sağlayamayacaksın. Tam bir turşusal perhiz...
Bit'leri, Bayt'ları aynı okumak çok zor veya çok karmaşık mıdır ki, bu durum hiç düzeltilmemektedir?
Sistem farkı veya yapısal farklılıklar, kullanıcıyı fazla ilgilendirmeyen, çok çakmadığı meselelerdir.
Bir Bit/Bayt, NTSC’sinden, FAT32’sine farklı formatlama sistemlerinde ve Windows'ta başka, Unix'te başka, MacOS’de nasıl başka sayılır? Dahası, neden bu durumun sürmesine izin verilir?
Bunun tek akıla yatkın açıklaması; ‘Herhangi bir sorun çıkmadığından önemsenmiyor’dur. Başka gerekçe gelmiyor insanın aklına.
Bunların hepsi Bit'leri saymıyor mu? Aynı miktarda Bit'i sayıp "Seninki beni ilgilendirmez, benim Bit toplamım bu?" denmesini normal saymayı anlayamıyor insan. Her birinin gerekçesi ne olursa olsun, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, sonuçta aynı sahada çalışanların farklı değerlerle hareket etmesinin doğru olmadığı meydanda ve sorun yaratması da kaçınılmaz diye düşünüyorum.
Örneğin, okunmaz hale gelen CD'lerin sorunu, bilgisayarlarda veri raporlamalarda çeşitli ve çok farklı değerlerin olmasından mı kaynaklanıyor acaba sorusu takılıyor insanın aklına? Zira birden fazla değerle karşılaşan bilgisayarların, sonuç veremediği için takılıp kalması gerekiyor. Düz mantık bunu düşündürüyor.
Bu doğrultuda izlenime kapılmama sebep olan bir takım gözlemlerim oldu ama konuyla ilgili teknik bilgiden yoksunluk yüzünden yargıya varmam mümkün değil. Örneklemeye çalışayım: Bilgisayardaki bir klasörü CD’ye kopyaladıktan sonra dosyaların isimlerinde değişiklik yapmışsam, ekleme yapmak için CD’ye yeniden taktığımda her zamankinden uzun sürüyor hazır hale gelmesi ve ‘Bilgiler tutmuyor, kontrol edip yeniden kopyalayın’ içerikli uyarı mesajı veriyor. Yani kafası karışıyor garibin.
Eğer karşısına iki farklı bayt değeri çıkarsa, takılır kalır, eline tutuşturulan kasık kılını düzeltmeye çalışan şeytana döner, ömrünün sonuna kadar uğraşır durur herhalde. 
Konunun mühendisliği hakkında en küçük fikrim olmadığından daha fazla şaşırıyorum bu tuhaf durumsala. Konuyu, bir kase pirinci sayanların her birinin farklı sonuçlar elde etmesi sadeliğinde algılayışım bilgisizliğimden kaynaklansa da, sonuç değişmiyor benim için. Dosya, karşıda, yolda ve bende farklıdır gerçeği aynen karşımızda durmaya devam ediyor.
Belki dikkatinizi çekmiştir, bölümler halindeki bu notlardaki ifadelerin garipliği.
Notları düştüğüm tarihler tamamen belirsiz, neyi ne zaman yazdığımı belirlemem imkansız. Çeşitli yerlere, çoğunlukla da önümde açık olan Word dosyası neyse ona not ettiklerimi daha sonra gözüme iliştikçe alıp kendilerine uygun sayfalara yapıştırdığımdan ifadeler tuhaflaşıveriyor. Bir 10 yıl öncesine dair not çıkıveriyor karşıma, bir 2-3 gün öncesine ait...
Örneğin alttaki bölüm: Kim bilir ne zaman not düşmüşüm, üç yıl önce mi beş yıl önce mi belli değil. Çevirmeli modemlerin devri kapanıyor demişim. Oysa çoktan kapandı gitti bile. Ve bu yazı baştan aşağı böylesi notlarla dolu… Asıl amacım durumsalları anlatmak olduğundan bu ifade tuhaflıkları önemli değil diye düşünüyorum.
Notları düşerken, bir iki gün içinde yazıyı tamam eder bitiririm diyorum hep, ancak çoğunlukla öyle olmuyor. Sonuçta kocaman bir klasör dolusu ‘Konu Notları’m, sayfalar dolusu farklı içerik oldu.
Son günlerde dalıverdim bu klasöre, kaptığımı eli ayağı düzgün hale getirmeye çalışıyorum. Bu da onlardan biri…
Dönelim sadede: 
Artık çevirmeli modem devri kapanmakta, hatta kapandı bile. Kırk yılda bir faks çekme ihtiyacı doğuyor, gidip bir harici çevirmeli modem aldım, Vista tanımadı. Denemediğim yol kalmadı mümkünatı yok sürücüsünü bulup tanıtamadım. Tövbe ettim masaüstü bilgisayarda modem çalıştırmaya.
Taktım kafaya ya, sağda solda kullanırım, yazıp çizerken de çok işime yarar, hem de yenilenmiş olur deyip daha ufak tefek bir dizüstü bilgisayar alayım istedim.
Başladım interneti taramaya. Seçenek çokluğunun seçmeyi zorlaştırdığı bilimsel olarak kanıtlanmış; o mu bu mu aramalarında hafakanlar basmaya az kala birinde karar kıldım. Çıkarttık kartı, girdik rakamları, isimleri cisimleri, aldık bilgisayarı.
Muhallebi yerken kırılır dişi durumunu yaşayacakmışım meğer.
Kargocu teslim eder etmez hemen açtım.  Haniyse ilk işim modemi aramak oldu. Geçtim modemi, telefon kablosunun takılacağı giriş bile yok bilgisayarda. Yazıyor ya ilanında, olur ya çift amaçlı tasarlanmıştır deyip ethernet soketine bile takmayı denedim telefon kablosunu. Yok oğlu yok… Modemli diye alıyoruz modem çıkmıyor bilgisayarda. Biliyorum, iade veya değişim söz konusu değil yeni bilgisayarlarda ama yine de arayıp yükleneyim dedim.
Telefonla ulaşabildiğim yetkiliye "Siz beni kandırdınız, ilanında modem var diyorsunuz, yok. Ayrıca 4 adet USB var demişsiniz, 2 tane var…" içerikli isyanlarımı ilettiğimde, gayet soğuk bir ifadeyle “Üzgünüz, bilgisayarda değişim yapamıyoruz” karşılığını verdi.
Yasal olarak değişim yaptırabileceğimin farkındaydım, çünkü ilanları yanıltıcıydı, üstelik bir değil iki kez. Uğraşmak anlamsızdı, kullanmaya başladım 2 USB'li modemsiz Toshiba'yı.
Uyarımdan sonra ‘56k Modem var’ı silip ‘Yok’ şeklinde düzeltmişlerdi ama 4 USB ibaresi yaklaşık bir yıldır aynen duruyor. Demek ki site benden başkasına satamadı bu modelden. Büyük ihtimalle alanlar aldırmıyor benim kafa yorduklarıma, zira yüksek satışlı bir İnternet mağazası sözünü ettiğim.
Pes eder miyim, tuttum bir harici modem daha satın aldım, neyse ki bunu tanıdı Vista. Bu sefer de faks yazılımı bulamıyorum. İnterneti hallaç pamuğu gibi attım, sonunda hem internet üzerinden hem de çevirmeli modemle faks çekilebildiğini iddia eden bir program buldum.
Yapanları çok ama çok kutlamak istiyorum. Bir yazılım bundan daha karmaşık, bundan daha içinden çıkılmaz yapılamaz. Yaparız diyenler çıksın meydana da görelim. Sıkı mı!
Bakıyorum bakıyorum, kurcalıyorum kurcalıyorum, bir halt anlamıyorum. Nedir bu, neyin nesidir diye melül melül bakmaktan başkası gelmiyor elimden.
Bilgisayardan çakmamakta direttiğimi bilmiyor musunuz ülen! Haberiniz yok mu İngilizceden de hiç çakmadığımdan? Bu durumsallar yetmezmişçesine karşıma çıkarttığınız bu program nasıl bir garabettir böyle!
Faks programı dediğin, en çoğu ülke ve alan kodunu girer, yazarsın numarayı basarsın Send’e gönderir. Bunda ne nedir anlamak mümkün değil. Geçtim kodları falan, numara yazacak yer bile bulamadım.
Hani, gizem üstüne gizem katarak “Z>3098 zendirtmesi, alfa veskendirticisine yağdırdığı ışınım serpintisiyle zıızzt tıırt paralel evrenin kapısını açacak” türünden lafazanlıklarla ‘Çok acayip bir boyutta geçiyor macera’ dedirtmeyi hedefleyen filmlerde kitaplarda karşılaşırız ya, işte öyle bir şey. Veya bir araştırma laboratuarında falan, deneysel bir çalışma için yazılan ve sürekli eklemeler, düzeltmeler yapılması yüzünden devamlı karmaşıklaşarak yazanlar dışındakilerin içinden çıkamayacağı, dışarıdan birinin kesinlikle hiçbir şey anlamayacağı, her tarafı komutlarla, düğmelerle, girişlerle dolu bir yazılım. İşte, faks programı diye indirdiğim böyle bir tuhaflıktı.
Karışmış bir iplik yumağı sanki. İnsan ucunu girişini olsun bulamıyor… Baktım programla karşılıklı bakışmaktan başka şey yapamıyoruz, ikimiz için de diğeri tren, hemen silip attım.
Yanlışlık benim için sıradan şeydir. En basit şeyi görmem, en zor, en olmazın peşinden giderim. Bilgisayarın çalışmadığını görüp söker dağıtırım ve en sonunda bir bakarım fiş çıkmıştır. Daha fenası bir süre önce fişi çıkartanın ben olduğumu unutmuşumdur.
Veya, telsiz telefon çalışmamaktadır. Bataryasını değiştirir, her yanını kurcalar, tam anlamıyla telef olurum ve bir de bakarım ki anahtarı kapalıymış. Bu verdiğim örnekler şaka veya abartılı benzetmeler değildir, başımdan geçmiş şeylerdir.
Bilmem anlatabildim mi!
Normalde en basitinden başlayarak çözüm aramaya başlar insan. Oysa ben en olmazdan, en akla gelmeyecekten başlarım çare üretmeye. Sonunda görürüm çözümün ne kadar basit olduğunu ya, iş işten geçmiştir çoktan, telef etmişimdir kendimi ve bir şeyleri.
Al işte, neyin nesidir alttaki paragraf. Şu anda en küçük fikrim yok bunun ne anlama geldiğine dair.
Dev gibi ekranda karşıma çıkan manda kadar uyarı pencerelerindekileri bile görmeyen ben mi görecektim 4 yerine 7'ye bastığımı.
Ne zaman ve neden not düştüğümü, neden sakladığımı bilmiyorum. Bir ihtimal, yazılarımın birinde inç’in birimini 2.54 yerine 2.57 cm yazdığımı fark ettikten sonra düşmüş olabilirim bu notu. Her halde odur.
Daha birkaç gün önce Media Player Classic kurarken az uğraşmadım. Aslında kuruluydu ve tıkır tıkır çalışıyordu ve her türlüsünden filmi gösteriyordu. Bir nedenle ayarlarını değiştirdim, neyi değiştirdiğime de dikkat etmedim ve mkv dosyalarını yani HD filmleri seyredemez oldum.
Küfür sağanağı istemediğimden, düzeltmek için neler yapıp ne kadar uğraştığımı anlatmayayım diyorum. Sonunda düzeltmeyi başardım.
Durumum bu işte...
Sıradan bilgisayar kullanıcısı olan bizlere, araştırma geliştirme merkezlerindeki uzmanlar veya şifre çözücüler muamelesi yapan yazılımcılara ne diyeceğimi bilemiyorum. Basitlik ve pratikliği unutup her seferinde biraz daha karmaşık, zor anlaşılır yazılımlar yapmaya son vermezlerse bilgisayar kullanıcısı bulamayacaklar. Benden söylemesi… Yok eğer, bilgisayar cambazları ve üniversitelerle araştırma merkezlerindekiler bize yeter diyorlarsa bilemem.
İlk Windows 95 bilgisayarı kullandığım günlerdi.
Üzerinde tak-çalıştır (Plug-Play) yazmasına rağmen Windows 95'in görmemek için yırtındığı ESS bilmem kaç ses kartını, varlığını daima koruyan bilgisizliğim ve beceriksizliğim yüzünden bir türlü tanıtamıyordum. Bilgisizliklerim beceriksizlerim yetmiyormuş gibi karşıma çıkan iki satırlık uyarı pencerelerinde ne dendiğini anlamaya çalışmıyor, haşırt diye Enter'e basıveriyordum. Geçmiş zaman şimdi tam hatırlamıyorum, pes etmiş vaziyette disketi çıkartmış başka işlerle uğraşmaktayken birden bire beliren ‘Windows yeni donanım buldu’ mesajını gördüğümde öfkem tepemde "Nah sen buldun, ben buldum ben, kırk saattir tanıtmak için canım çıkıyor burada" diye kalayı basardım. Basardım diyorum, çünkü aynı kartı çeşitli nedenlerle pek çok kez tanıtmak zorunda kalmıştım.
Her seferinde aynı zorlukları yaşadığıma, aynı "Nah sen buldun…" kalayını bastığıma bakılırsa, sırf “Nah sen buldun...” deme hazzını yaşayabilmek için bilgisayara zırt pırt format atıp her şey gibi ESS kartı da yeniden yüklemeyi alışkanlık edinmişim demek ki.
Tak-Çalıştır sistemi şimdi bile tam düzgün çalışmazken o günlerde tam bir belaydı. Aslında USB bağlantılı donanımlarla karşılaşıncaya kadar tak-çalıştır yaftalı hiçbir donanımın hemen çalışabildiğine tanık olmadım desem yeridir. Disket veya CD'sindeki klasörü ve sürücü dosyasını göstererek tanıtmadan hiçbir tak-çalıştır donanım çalışmazdı. Tak-Çalıştır iddiasındaki Windows, bünyesinde barındırdığı donanım sürücülerini kast ederek bunu öne sürüyordu ama çok sınırlı kalmaktan kurtulamaması yüzünden durum tam anlamıyla bizdeki bitirim işportacılara atfedilene benziyordu; “Pireyi yakalayacaksın, ağzını açıp bu pire tozundan bir kaşık yutturacaksın”
Şimdi bile yeni aldığın bilgisayarların neredeyse bütün sürücülerini güncellemek gerekiyor. Eğer yapmazsan bazı özelliklerden yararlanamıyorsun veya hatalı çalışıyorlar. Üstelik bunlar öyle otomatik olarak falan da yapılmıyor, çeşitli sayfalara bağlanıp doğru sürücüleri arayıp bulmak tek tek yüklemek gerekiyor.
Hal böyleyken, üreticilerin, bilgisayarlara TV’nin altında duran DVD gösterici muamelesi yapmasını anlamak mümkün mü? Ulaşılması hedeflenen aşamayı "Gerçeği yok, hayalini yaşatalım" anlayışıyla yaşatıyorlar sanırsam.
Fazla değil, birkaç sene önceki dizüstü bilgisayarımın ekran kartı sürücüsünü güncellemezsem 256 renk kullanmak zorundaydım. Bilgisayarlarda 256 renk tarih olalı en azından 10 yıl oldu, günümüz sayılacak birkaç sene öncesinin bilgisayarı bu şekilde satılıyordu, inanılır gibi değil.
Sürücü güncellemesinden kaynaklanan hayli tatsız bir deneyim yaşamış, aylarca uğraşmıştım kilitlenip kalan ASUS dizüstüyle. Bu olaydaki dertten kurtulmakta gecikilmesinde benim işgüzarlığımın payı da vardı. Bilgisayarla gelen ekran sürücüsü yanılmıyorsam 16 bit’ti, Intel’in sayfasından 24 bit (Yoksa 32 miydi? Neyse detaylar önemli değil) sürücünün güncellenmesi gerekiyordu. Yoksa metalik renklere talim ediliyordu. Intel’in sayfasındaki sürücüyü alıp kaydetmiştim ki, tekrar gerektiğinde elimin altında bulunsun.
Kilitlenip kalan bilgisayarla uğraşıp durduğum, servis kapılarında yattığım onca zaman içinde meğer sürücü yenilenmiş, sorunsuzca çalışanı konulmuş sayfaya. Fakat ben en başta kopyaladığım sürücüyü kullanmaya devam ettiğim için çok geç, daha doğrusu, arızanın ekran sürücüsünden kaynaklandığını tespit ettikten sonra yenisi var mı diye baktığımda ancak görebildim sürücünün yenilendiğini.
 
Ve firmalar bu şartlarla satılan bilgisayarlara, düğmesine bas kullan muamelesi yapıyorlar. Bunu anlamak mümkün mü? Bilgisayarı, özellikle de dizüstüleri ilk çalıştırdığımda bunları otomatik olarak CD'sinden falan yüklemiyorsa, hiç olmazsa internete bağlanıldığında bütün güncellemelerini kendiliğinden yapmalıdır ki, ben ona biraz olsun TV’nin altındaki DVD gösterici muamelesi yapabileyim. Ben arayıp tek tek buluyorsam, bulduklarım ise başıma bela bile açıyorsa, o bilgisayara fena kafa atarım.
Son dizüstüm bütün bu sözleri unutturdu neyse ki. Güncellemelerde onay istemek dışında bir şey yapmamı istemedi benden. Yani, pilini tak, düğmesine bas kullan haline geldi sayılır dizüstüler. Veya gelmelerine az bir şey kaldı.
Al işte, bir anda temiz dört beş sene sonrasına ışınlanıverdik. 256 renkliyle 16 Bit ekran kartlıdan Windows 7’li nota.
Artık iyice emin oldum; Microsoft’un Medya Player’ı çok kötü bir yazılım. Kullanıcının kafasını karıştırmak amacıyla ve de bir şey anlamaması için gayret sarf edilerek tasarlanmış sanki. Komutlar düğmeler bir düzenden yoksun, mantıktan uzak, dağınık… Ya kardeşim, kimin umurunda Medya Player görünümleri ki, çuvalla görünüm tasarlanmış ama seyredeceğim filmin en boy oranını değiştirmeye kalktığımda destek hattını arayacak hale geliyorum.
Basitlik ve pratiklik denen şeyi her geçen gün rafa mı kaldırıyor Microsoft’taki aklı evveller diyeceğim ama karşımda müthiş kullanışlı Windows 7 var ve de bunu deme zevkimi elimden alıyor, giydirme fırsatını kursağımda bırakıyor.
Medya Player denen garabet uzun yıllardır kullanımda, hiç kimse görmüyor mu bu tuhaf yazılımı?
Bu illeti yapanları bir kez daha kalaylamak için, satın aldığım birkaç mp3’ü cep telefonuna kopyalamaya kalkışmam gerekti.
Hiç yasal mp3 satın aldınız mı diye soracaktım, iyisi mi sormayayım?
Satın aldıysanız, size verilen kopyalama hakkı çerçevesinde ikinci bilgisayarınıza veya cep telefonunuza/mp3 çalarınıza aktardınız mı?
Evet, insan telif hakkına saygı göstermek istiyor ama nasıl bir bela olduğunu görünce de pişmanlıktan pişmanlık beğeniyor.
Satın alıp bilgisayarına indirirsin mp3’leri. Tamamdır sanır, güle oynaya istediğin kadar dinleyebileceğini zannedersin. Nasıl bir belaya bulaştığını öğrenmen çok sürmeyecektir. Cep telefonuna da kopyalamak istediğinde, tam bir bilgisayar kurdu veya bu işleri öğrenmiş birileriyle tanışıyor olman gerektiğini hemencecik öğreniverirsin. Eğer bu niteliklere sahip değilsen Windows'taki müzik paylaşım işlemlerini kim tasarlayıp yapmışsa bir güzel sıvarsın.
Kardeşim manyak mısınız, altı üstü üç dört mp3 satın alıp bir iki cihaza kopyalama hakkını elde ettiysem, bunu gerçekleştirmek için hacker mı olmam gerekiyor? Daha karışık, daha içinden çıkılmaz yapamaz mıydınız? CERN araştırma merkezinde çalışan uzman değilim, yasal müzik dinlemeye çalışan saftiriğin biriyim.
Anlam veremiyorum, neden bu kadar karmaşık ve anlaşılmazdır bu yasal müzik dinleme işi? Veya şöyle söyleyeyim, benim gibi gerizekalıların anlayıp yapabileceği hale getirilemez mi bu işlemler? Mesela, seçtiğin mp3’ü fareyle tutup cep telefonuna sürüklediğinde açılan pencerede ‘2 kopyalama iznin var, 1 tanesini kullanacaksın. EVET HAYIR’ veya ‘İznin yok, kopyalayamazsın’ uyarısı çıkar, olur biter.
iPOD cephesinde nasıldır bu işlemler bilmiyorum. Satın alınanlar başka ortamlara aktarmak için neler yapılıyor hiçbir fikrim yok.
Sonunda isyan edip "Başlarım yasal müziğine, mp3 çalara aktarmam, yalnızca ana bilgisayarda dinlerim olur biter” deyip kurtulduğumu sandım. Ne safmışım, bitmemiş daha saç baş yolmalarım. Parasını ödeyip aldığım müziklerin artık olmadığını öğrendim. Vardılar da dinleyemiyordum artık satın aldıklarımı. Bilgisayar cache'indeki bütün dosyaları silip attığımda mp3 izinlerini de yok etmiş olmuşum meğer. Yani şeytan aldı götürdü olmuş.
Aslında var da, internet geçmişini toptan silip attığımda mp3 izinleri de uçmuş ve de olduğu yerde durmaya devam etmekte olan mp3’ler kaput oluvermiş, dinlenemez hale gelmiş. Tıklıyorsun “Zonk” sesiyle açılan uyarı penceresindeki ‘Yassah hemşerim’le durduruluyorsun. İyi ama para verip aldım bunları, neden dinleyemiyorum diyecek olsan, ‘Ben anlamam, iznini göster hemşerim’ diyor bilmiş bilgisayar. Diretecek olsan ‘Silmişim milmişim anlamam, aklın neredeydi, silmeseydin. İznin yoksa dinleyemezsin hemşerim, yassah’ diye diklenmeye devam ediyor ukala alet. 
Bilgisayara format atıldığında da aynı durum ortaya çıkacak, parasını ödeyip satın aldığım eserleri kullanamaz hale geleceğim. Burada mesele ödenen 1 liralar değil, katlanılan onca eziyete rağmen belirsiz şeyler satın aldığını bilmenin getirdiği rahatsızlıktır.
Aslında bu rahatsız edicilikten kurtulmanın bir yolu var: “mp3 kiraladım, uçuncaya kadar dinleyeceğim” der kurtulursun. Zaten kaç müzik ömür boyu dinlenebilir ki! Di mi yani.
Ben yemin etmeyeyim de kim yemin etsin yasal mp3 almaya.
Kardeşim üç kuruşluk şey için bu kadar uğraşılır mı? Atom sırrı mı pazarlıyorsunuz? Sattığınız şey mp3, 100 kullanıcılı Ofis veya AutoCad'in son sürümü değil.
Bu işin ticaretini yapan kopyacılar zaten bin türlü yolunu biliyorlar. Sen ise, bir yığın satın alma işlemlerine katlanarak bir iki lira ödeyip alıyor ve atom sırrına sahip olmuşçasına saklamakla karşı karşıya kalıyorsun.
Pazarlama yöntemlerinde de yanlışlık var. Şarkı satan siteler sadece bu amaçla kurulmuş. Bir iki şarkı satın alabilmek için kredi kartı kullanımıyla ilgili sıkıntılı güvenlik işlemleriyle boğuşmak olacak şey değil. İnternet mağazaları satacak olsa, kitap veya alet gibi başka alışverişler sırasında mp3 de alır insan. 3-5 lira için ödeme işlemleriyle uğraşmak çok komik, hatta aptalca geliyor insana.
Bir iki şarkı için bütün albümü satın almak zorunda kalmayıp aralarından seçtiklerini alabilmek internetin getirdiği bir konfor. Fakat işlemler ve olası güvenlik tehditleri bu konforu çekilmezleştiriyor.
Mp3'e kıyasla çuvalla para ödemek gereken bilgisayar Televizyon gibi şeyleri alırken bile internetteki ödeme işlemlerinden yılıyor insan, birkaç liralık işlemler için katlanmak kime zor gelmez?
İnanılmaz büyük bir saçmalık bu internetten eser satma yöntemleri. Pratik yöntemler geliştirilmediği takdirde bir geleceğinin olması kolay değil. Plastik kartlardan kurtulur da, göz irisimizi veya kılcal damarlarımızı kullanmaya ne zaman başlarız alışverişlerde, o zaman pratikleşir ancak bir iki liralık satın almalar. Tıpkı temassız kartlar gibi…
Bu kadar kullanışsız, böylesine eziyetli ve çok sınırlayıcı olduğu sürece yasal eser satmayı unutmalıdır bu işin içindekiler. Çünkü ne kimsenin zamanı ne de sabrı var bu eziyetli işlemler için.
Eser izinleri kolayca kaybedilmemeli, parası ödediğine göre, satın alanın olmalıdır artık sorunsuzca. Bir CD satın aldığımda dinleme/seyretme kısıtlaması mı var ki yasal mp3'te olsun. Kaç kopya izin verilecekse verilir, 3 mü, 2 mi, artık her neyse, o kadar kopya kullanılır ama bunun kalıcılığı da sağlanır.
Belki de, kopyası engellenmiş, iznini kendi bünyesinde saklayan, sadece taşındığı herhangi bir cihazda dinlenebilen ve bu sayede kalıcılığını koruyan tek kopya mp3’ler satmak daha akıllıcadır. İsteyen bilgisayarına da, telefonuna da, müzik çalarına da ayrı ayrı satın alır, kaybolup gitmeyeceğini de bilir.
Öyle ya da böyle, kullanıcı dostu çözümler bulunmadıkça kimse dönüp bakmaz internetteki yasal eserlere.
Bilgisayarlardaki yazılımlar İnternet aracılığıyla güncellemelerini yaparken aktif kopya sayısı da kontrol edildiğinden, ihlal olup olmadığı kolayca denetlenebiliyor. Böylesi bir denetim mp3’lerde olası değil, değil de, satın almak da bela. E ne etçez...
Bir başka fikir: Haftalık alışverişimi yaptığım İnternet marketler satsa, sepetteki domatesle makarnanın yanına mp3'leri de atar, topluca yaparım ödemeyi. Yine siteden indiririm mp3’leri ama her zamanki gibi kapıda kartla ödeme yaptıktan sonra ancak dinlenebilir hale gelirler. Olur da silinseler bile, konsere gittim dinledim, sinemaya gittim seyrettim gibi gelir insana. Satın alırken canım çıkmadı ya der geçerim… Tabii fiyatların biraz düşürülmesi de satışlarda büyük etki yapacaktır.
Birkaç dakika içinde film indirir hale geldik, yakında bu süreler saniyelere inecek, insanlar bir iki mp3 satın almak için bir sürü eziyete katlanıyor. Bundan daha anlamsız, saçma hatta aptalca bir şey olabilir mi? Sanat eserlerinden para kazanmanın başka yolları bulunmalı ya da internetten mp3 satmak unutulmalıdır. Şu anki sistem tam bir saçmalık ve geleceği yok gibi gözüküyor. Böyle satılamaz mp3’ler, kendimizi kandırmaya son verip çok daha pratik ve akılcı satış yöntemleri geliştirmeliyiz.
Ya da en iyisi tamamen korsanın hakimiyetine bırakmaktır...
Üç şarkı alacağım, çekindiğim için doğrudan kullanamadığım kredi kartıma bağlı sanal karta para yükleyeceğim, kırk saat büyük dikkatle numaraları ve diğer bilgileri gireceğim, başarabilirsem de, birkaç saniyede indireceğim mp3’lere kavuşabileceğim. Neyim ben, çile abidesi mi?
Bununla bitse iyi; satın aldığıma da sahip olup olamayacağım belli değil. İndirdiğim bu mp3’leri atom sırrıymışçasına özenle muhafaza edeceğim bilgisayarda, internet dosyalarını temizleyecek olursam veya bilgisayara format atarsam kaput olacaklarını bileceğim. Eğer soracak kimse yoksa, diğer cihazlara aktarmaya/kopyalamaya kalkıştığımda, yapmam gereken işlemler için bilgisayarın ne dediğini çakmam kolay olmayacak.
Sonunda öğrenmiştim, ‘Eşitle’ yapacakmışım… Nerededir bu ‘Eşitle’, bilmek kolay değildir eğer kazara gözüme ilişmese, aramaktan vazgeçip “Kopyası batsın” diyecektim büyük ihtimalle.
Nedir bütün bunlar! Kim uğraşır bu saçmalıklarla. Eğer indirdiğim önemli bir yazılımsa, işlerimde yararlanacağım bir şeyse tabii ki yapacağım bu tür şeyleri, hatta çok daha fazlasını, hem de hiç düşünmeden. Mp3 bu be mp3...
Bu eziyetlere kim katlanır, kim uğraşır telif hakkıyla? Şu anki uygulamalara bakıp yasal müzik almam için bir tek haklı gerekçe gösteremez kimse bana!
Bilesiniz, bundan sonra ben uğraşmam…
Nedir bu, atom sırrı mı?
3 kopya sınırlamasının anlaşılır tarafı var tabii ki, fakat kopyalanan cihazlardan silinmesiyle hemen uçuveriyor bu haklar. Tekrar kopyalamanın yolu varsa ben bilmiyorum. Nedir bu OtoCAD yazılımı mı, alt tarafı, plastik disklerde tanesi 1 liraya satılan mp3.
Birer lira ödedim satın aldım ve şu anda artık yoklar, uçup gittiler. Satın aldığım siteye girip tekrar yasal izin onayı alıp alamayacağımı denemedim, denemeye de pek niyetim yok. Bir CD'nin fiyatı 10-12 TL, mp3’ler yaklaşık bir liraya geliyor ve satın aldıktan sonra daima benimler. Peki, söyler misiniz, ben niye internetten aynı fiyata, kullanım belirsizlikleriyle dolu eser satın alayım? Amaç internetten değil de plastik CD satmaya çalışmaksa bilemem.
Peki, ben ne yapıyorum? Gidip CD de almadım, internetten bulabildiğim bedava mp3'leri indiriyorum ve bunun parayla hiçbir ilgisi yok. İndirdiklerim arasında radyodan kaydedilmiş kötü kopyalar bile var. Hem de pek çok. İşin komik yanı, bunları dinlemek için kullandığım kulaklık tam bir servet değerinde. Berbat kayıtları müthiş bir kulaklıkla dinlemek tam benlik davranış…
Kısa sürede, kolaycacık bilgisayarıma indirdiklerimi sınırsızca kopyalayarak dinliyorum.
Çünkü amacım müzik dinlemek, çünkü ben bunun ticaretini yapmıyorum.
Keyifli an'lar geçirmek istiyorum.
Eziyeti de sevmiyorum.
Ve beni yasadışılığa itiyor yasal ürün satmak için yırtınıp ağlaşanlar.
Ya akılcı ve pratik çözümler bulacaktır yasal ürün satmak isteyenler, ya da sonsuza kadar unutacaklardır internetten ürün satışını ve de yakınmayı sürdüreceklerdir korsandan.
Yasal izin pazarlayanlar bu zorlayıcılıklarla ve çok ağır cezalarla yasadışılığı engelleyeceklerini sanıyorlarsa akıllarından zorları var demektir. Yasadışılığa zerre etkisi olmadığını herkes biliyor ama yine de bu saçma sistem ısrarla sürdürülüyor. Kopyacılık yapan yapıyor, dönüp o yasal izinli eserlere bakmıyor bile. Uğraşmıyor bile bu saçma sapan sistemlerle, kopyalayıp kopyalayıp satıyor. Bu eziyetli sistem sürdüğü sürece idam cezası getirilse bitmez kopyacılık.
O zaman neden bu işkence?
Emeğe saygı gösterenlere eziyet ediliyor, kümesteki kaz muamelesi yapılıyor ve insanlar açıkça kopya eser almaya zorlanıyor.
İnternette, herkes indirsin diye kopya şarkı/film yerleştirenlerin "Emeğe saygı lütfen. Bu kadar uğraştık buraya koyduk, bir yorumla teşekkürü esirgemeyin" içerikli uyarılarıyla çok sık karşılaşmak trajikomiktir.
Telif hakkına saygı sağlamak isteyenler, pratik kullanışlı çözümler üretmek zorundadır. Şu anki işkence anlayışıyla hiçbir yere varılamayacağı bilinmelidir.
Ne zamandır mp3 satın almadım, bilemiyorum, belki de çoktan değişmiştir işler.
Çevirmeli modemle tarih olan bağlanmak kavramı sonrasındaki gelişmeler öylesine hızlı giriyor ki yaşamımıza, düne kadar nelerle boğuştuğumuzu hızla unutuyoruz. Yeni internet hızlarında film indirmek saniyelere dayanmışken, ‘Tamam’a basmamızla indirmenin bitmesinin bir olduğu birkaç megabaytlık müziklere böylesine engellemeler koymak ne kadar anlamlıdır?
Aslında pratikleştirip kolaylaştırmanın en büyük yararı ve getirisi eser sahiplerine olacaktır. Emek ürünlerini korsanın egemenliğinden kurtarmanın en etkili yolu, elektronik ortamlarda kolay erişilir hale getirmekte yattığına inanıyorum. Rahat erişilebilir eserler varken kolay kolay kimse korsana dönüp bakmayacaktır. Şu anki engelleyici hakim anlayış korsana yaramaktadır.
Ve bu duruma son vermenin anahtarı internette yatmaktadır.
Elektronik ürünler zannedilenin aksine çok ama çok hızlı hakim olacaktır yaşama. Gazetesinden kitabına, müziğinden filmine, radyosundan TV’sine her şey tamamen dijital olarak yayınlanıp dağıtılacak, plastik, kağıt ya da benzeri malzemelere yerleştirilmeleri sona erdirilecektir. Yayınlanan ürünlerin fiziksel maddelerle dağılmayacağı reddedilmez bir gerçektir. Bugünkü dağıtım şekilleri ise elektronik şartlara hiç uygun değil. Aslında hemen hepsi çoktan dijitalleşti bile ama bizler sanki böyle olmamış gibi davranmaya devam ediyoruz. Sadece tamamen yerleşmedi, hepsi bu.
Sinema filmlerinin son dağıtım yöntemi sabit disklermiş. Eskisi gibi koskoca makaralar değil, sabit diskler gönderiliyormuş sinemalara. Yapılandırılan son sistemde ise sabit disk de yok; film internet üzerinden gönderilirken, filmin oynatılması için gereken şifre ulaştırılacak sinemaya. Hepsi bu… Yani, fiziksel hiçbir şey alınıp verilmeden yürüyor sistem. Epeyce büyük bir maliyetten, pek çok koşuşturmadan kurtulmak azımsanamaz sanırım. Farkındaysanız makinistler de tarih oluyor bu arada, bilgisayar başında oturan biri oynatıyor filmi. 
Bütün bunlar yaşanırken mp3 için bankacılık güvenlik sistemlerini aratacak güvenlik tedbirleri uygulamak komik kaçmıyor mu? Kopyalanıp dağıtılmaları yine denetlensin, ceza da olsun ama erişilmesi de kolaylaştırılsın.
Telif hakları konusunda çaba harcayan, korsanlıktan, daha doğru deyimle, eser hırsızlıklarından rahatsız olan herkes ama herkes, dağıtım ve satışlarının pratikleştirilip rahatlatılması doğrultusunda çaba harcamalıdır. Çünkü bugünkü yapı, eser sahiplerinin aleyhlerine çalışmaktadır.
Biliyorum çok kafa şişirdim, kimi yerde abarttım da ama değişmiyor gerçek; kullanıcı dostu olmayan bir sistem söz konusu ve ben buna verdim veriştirdim.
Belirtmeme gerek bile yok, sanatçılara söz söylemek aklımın ucundan bile geçmez. Aksine rahatsızlıklarını, şikayetlerini anlıyor, çabalarını destekliyorum. Fakat yanlış yöntemlerle yanlış yollarda boşuna yere yorulduklarına inanıyorum. Eğer gelecekteki daha büyük mağduriyetlere engel olmak istiyorlarsa, kafa kafaya verip kullanıcı dostu, pratik yöntemler geliştirmelidirler.
Aslında kullanıcı dostu sistem sadece eserleri satın alanları değil, eser sahiplerini de rahatlatacaktır.
Bu mp3 sorunsalı durumsalına nokta koymalıyım, yoksa günlerce yazmaya devam edeceğim.
Tarihi hayli eski bir not:
Casus yazılımların (Spy) sebep olduğunu düşündüğüm ilginç bir durum da XP'de vardı. Fareyi ekranın sağ alt köşesindeki bildirim alanında bulunan saatin üzerine götürünce, görev çubuğundan yavaşça yükselen minik sarı pencerede tarih belirir ya hani, işte bazen bu belirme tam gerçekleşmiyor, görev çubuğunun üzerinde hafifçe üstü görünmekle kalıyor, tamamen çıkmadığı için de tarih okunamıyordu. Mecburen saati çift tıklayıp tarih saat penceresini açıyordum. İnternet geçmişini silip bilgisayarı yeniden başlattığımda ise düzeliyor, minik bildirim tabelası kafasını tamamen çıkartabiliyordu. Uzun süredir XP kullanmadığım için bu durumun düzeltilip düzeltilmediğini bilmiyorum. Hayli enteresan bir durumdu.
IBM Thinkpad dizüstüm vardı uzun yıllar önce. Açıkken şarja bağlarsam, farenin işaretçisi (Cursor) köşeden köşeye kaymaya başlıyordu.
Görüyorsunuz işte, hiç bitmeyecek, şahsımın bilgisayarla imtihanı.
Bir de mutfakla ilgili durumsalı not düşmüşüm bilgisayar durumsallarıyla ilgili bu yazıya. Hiç ilişmeyeyim en iyisi, zira kafamı fazlasıyla kurcalayan bir durumsal.
Marketten gelen paketlenmiş meyve sebzelerin, plastik köpük tabaklı olanlarında sıkça çürükler çıkarken, mukavva tabaklılarda hemen hiç rastlamıyorum. Çürümeler, meyvenin sebzenin plastik köpüğe değen kısımlarında başladığı için dışarıdan fark edilmiyor, naylon ambalaj yırtılıp paket açıldıktan sonra görülebiliyor ancak. Özellikle domates, hıyar gibi suyu bol sebzeler fazlasıyla terlediğinden muhakkak bir iki çürük çıkıyor her paketten.
Kağıdın emiciliğinin, ürünün raf ömrünü en az birkaç gün uzattığı bu kadar açıkken, paketleme firmalarının plastikte ısrar ederek karton tabak kullanmayışlarını anlamak mümkün değil. Muhakkak vardır bir bildikleri desem de, yine de söylemeden edemedim.
Alttaki notun tarihi yok, bir iki ay öncesi sanırım.
Bir de TV’lerdeki en boy oranına uyulmayışı durumsalına illet oluyorum.
Bu akşam K-PAX gösteriliyor TV8'de. Hollywood'a akıl sır ermez, nereden bulur nasıl akıl ederler böyle şeyleri.
16:9’luk geniş filmi her zamanki gibi 4:3'e sığdırıp göstererek yine canına okuyacaklardır seyir keyfinin. Filmleri, eski ekranı kaplaması için görüntüyü yanlardan daraltarak yayınlamak kimin fikridir ve hangi akıla hizmet bu illet anlayış sürdürülmektedir bilinmez ama çok kişiyi, en azından beni kaçırdığı muhakkak.
Ne bileyim, duvardaki saati, otomobil lastiklerini veya uzaydan gösterilen Dünya'yı ya da Güneş’i Mars’ı falan yumurta gibi, satranç tahtasını dikdörtgen görmekten, oyuncuları sıska sırıklar, yatıyorlarsa şişko bodurlar olarak seyretmekten hoşlandığımı zanneden kim ya da kimlerdir çok merak etmekteyim. Kendi adıma konuşsam da, bu absürt duruma kimsenin katlanabildiğini sanmıyorum. 
Ekranı doldurunca ne oluyor yani! Seyirciye verilmek istenen mesaj nedir, anlamak mümkün değil. Eski filmleri "HD devri başladı, TV'nizi değiştirin" izlenimini yaygınlaştırmak için uzatarak yayınlamanın yine de anlaşılır bir tarafı var fakat bu daraltarak yayınlama anlayışı tam bir felaket. Ne TV'den düzeltilebiliyor, ne de Kod Çözücülerden. İşin yoksa gerçekle ilgisi kalmamış görüntülere talim et.
Özellikle TV8 bunu kural haline getirmiş durumda. Gösterdiği bütün filmleri ezerek yayınlıyor. İşin gırgırı, K-PAX bozulmadan gösterildi, çünkü film 16:9 değil 4:3’lükmüş. Yani filmi ezerek yayınlama ve de seyirciye eziyet etme fırsatını kaçırmış oldu TV8’dekiler. 40 yılda bir o kadarı da olsun artık di mi.
Nihayetinde diyorum ki, sayfalar biter, kafama takılan durumsallar bitmez.

Eyüp Şeker
09.03.2009 - 23.11.2010 03:51 - 24.11.2010 00:57 - 24.11.2010 21:23