EVDE BALIK PİŞİRME SORUNSALINI ÇÖZÜMSELLEME DURUMSALI

             
            Yalnızca şahsım için değil, pek çok kişi için beladır sanırım evde balık pişirme faaliyetleri. İşte bu sorunsala bir çözüm geliştirdim yıllar önce. Daha sonra bir iki yerde ‘Folyoda balık’ ilanı gözüme ilişecek, aklın yolunun bir olduğuna inancım iyice güçlenecekti.

            Yemek işlerine bulaşan herkes bilir, balık pişirmek derttir, hem de büyük derttir. Izgara neyse de, tava yapmak, öf ki ne öf... Mutfak batar, bulaşık kıyamet.

İşin bir de satın alma boyutumsusu var. Palamut lüfer gibilerde satın alma sorunsalı yok, temizletirsin gözüne kestirdiğin büyüklüktekini, afiyetle götürürsün. Amma ve lakin tek kişisin, bir oturuşta 1 kg hamsiyi, istavriti, tekiri yiyecek halin yok, en çoğu yarısını indirebilirsin mideye. “Usta şuradan 300 gram hamsi temizlesene” dediğinde, kafana huniyi yerleştirip süpürgeyle kovalarlar.

Aldın 1 kg, yarısını indirdin mideye, kalanları buzluğa atsan, canın çektiğinde çözülmelerini beklemek ayrı dert…

Ne etçez peki, yemicek miyiz denizin kuru fasulyelerini! Ne demek, öyle bir yicez ki!

Nasıl mı, şöyle:

Ayıklatırsın 1 kg hamsiyi, geçersin mutfağa. Önce kaça böleceğine karar verirsin, ardından çıkartırsın alüminyum folyoyla pişirme kağıdını.

Buraya dikkat; alüminyum erken bunama yaptığından balıkları folyoya değil pişirme kağıdına dizeceksiniz. 150 yaşına kadar yaşayacağımdan, erken yaşta, yani seksende yüzde bunamak istemiyorum. Bu konuda çok hassasım yani. Şakayı bir kenara bırakalım en iyisi, fırın kağıdı hem daha sağlıklı hem de yapışmıyor, bir de folyo gibi çabucak delinmediğinden akıp sızmalar engelleniyor. Yüzgeç saldırılarına karşı da zırh yani...

Yaptığım şu; balıkları yerleştireceğim yüzeyin iki katı boyunda kestiğim folyonun üstüne fırın kağıdını koyup balıkları diziyorum, folyonun boşta kalan diğer yarısını defter gibi üstüne katlıyorum. Ardından açık kalan 3 kenarı katlayarak kapatıyorum. İşlem bitmiştir.

Örneğin palamut; ortadan ikiye böldürüyorum, birini düz birini ters olarak yan yana koyup folyoyu kapatıyorum. Hepsi bu.

Lüfer, babadır ilişilmez, fazla iriyse en çoğu kuyruk yüzgecini kestirirsin, gövdeyi çaprazlama yatırır, kapatırsın folyo zarfı.

Denizin kuru fasulyelerine gelirsek: Diyelim 1 kg hamsi aldık, 3 öğün yapacağız. 3 tane folyolu pişirme kağıdını hazır edersin, hamsileri dizersin güzelce, gerektiğini düşünürsen hafif zeytinyağı gezdirdikten sonra kapatır, zarf haline getirirsin.

Bir tanesi o gün indirilecek mideye, kalan ikisini sonraya bırakacaksın ya, koyarsın naylon poşete, atarsın buzluğa. Canın çektiğinde çıkartır, atarsın tost makinesinin üstüne. Evet, yanlış duymadınız, tost makinesi ama son dönemlerde doğrudan çeviri hatasıyla kast edilen ekmek kızartma makinesi değil kesinlikle. Bildiğimiz tost makinesi, kaşarlı, sucuklu, yengen muhabbeti hani. Son günlerde filmlerde belgesellerde bildiğimiz ekmek kızartıcısını ısrarla tost makinesi yapanlara kafa atmak istiyor insan. Filmde karşınızda işte, görmüyor musunuz, nesi tost makinesi! Sizi gidi kafa atılasıcalar sizi.

Evet ne diyorduk, tost makinesinde pişiriyorum ama her çeşit ızgarada pişirilebilir tabii ki. Akıp sızma ihtimaline karşı tost makinesi boyutuna uygun folyodan yaptığım bir tepsinin içine koyuyorum balık zarfını ki, tost makinesi temizliğiyle uğraşmayayım, akan sızan folyo tepside kalsın, başka yer kirlenmesin.

Önce yüzüstü yerleştirip 10-15 dakika sonra alt üst ederek çeviriyorum balık zarfını ve bir kürdanla 2-3 delik açıyorum ki, şiştiğinde zarf patlamasın, içerdeki buhar kaçmasın, balıklar kurumasın. Balığına göre bu durumda 20-30 dakika daha pişirmek yetiyor. Deneyimlerle öğrendiğim sürelerin bitimine doğru folyoyu biraz aralayıp pişme durumuna göz atıyor, sürdürüp sürdürmemeye karar veriyorum. Tabii ızgaradan ızgaraya fark edeceğini unutmamak gerekiyor. Buzluktan çıkanla taze olanın pişme sürelerinin farklı olacağını da…

Ondan sonrası mideye indirmece...

Bu yöntemin en iyi yönlerinden biri, pişirme aşamalarında kesinlikle elin balığa değmiyor, ilk günkü zarflama işlemleri sırasında olup bitiyor bütün pasaklı işler. Zarfladıktan sonra tek yapman gereken, buzluktan çıkartıp ızgaraya yerleştirmekten, kestirdiğin süresi gelince de alt üst edip 2-3 delik açmaktan ibaret.

Bu alt üst etme işlemi, balık zarfı şişmeye başlamadan hemen önce yapılmazsa, şişen zarf içinde karışıp tortop olabiliyor balıklar.

Şimdilerde hasret kaldık, lüferin bol olduğu yıllarda 7-8 tane alıp zarflayarak buzluğa atmışlığım çoktur. Canın çektiğinde ızgaranın üstüne atmak müthiş keyiflidir…

Bir konuyu daha detaylandırmak gerekiyor sanırım. Folyo genişliği 30 cm, pişirme kağıdınınki 37 cm. Ne etçez, nasıl uydurucaz? Kolay, birini enine, birini boyuna kullanacağız.

Şöyle:

Pişirme kağıdının boyunu, folyonun eninden 2-3 cm daha kısa şekilde keseceğiz önce. Ardından folyonun boyunu, pişirme kağıdının eninden 2-3 cm uzun keseceğiz. Folyonun fırın kağıdından büyük olması sebepsiz değil, kenarlardan taşan kısımlar katlama payları. Kağıt boyutunda olsaydı folyo, katlanmazdı, çünkü kağıt kıllık yapıyor, sen katladıkça açılıyor, katlanmamakta direniyor. Çaktınız köfteyi di mi!

Bundan sonrası balıkları dizme faslı. Fırın kağıdının yarısını kaplayacak şekilde yerleştiriyoruz balıkları, tuzu yağı tamam edeceksek ediyoruz, sonra kağıdın diğer yarısını üzerine kapatıp folyonun kenarlarını katlıyoruz. Böylece tamamen kapatılmış bir zarfımız oluyor. Kenarları önce bir kez katlıyoruz, katladığımızın yarısını kendi üstüne bir daha katlıyoruz ki, mühürlensin, hemen açılmasın.

Evet budur işte, akmadan kokmadan bulaşmadan balık yemenin yöntemi.

Bütün bunlardan sonra diyorum ki, kafaya takılan durumsallara çözümseller geliştirmesek, sorunsallarla dolu bu komik ve aptal dünya hiç çekilmez.


Eyüp Şeker













CEBELLEZİİSTAN


Görünüş şu: Bağış ve rüşvet kurumsallaşmış durumda. Kurumsallaşsa yine iyi, resmileşmiş ve fazlasıyla doğallaşmış.

Rüşveti kapan, bağışları toplayan, parti havuzuna gerekli miktarı attıktan sonra kimse karışmıyor, kimse dönüp bakmıyor ne yaptığına. Ondan sonra gelsin Ferrari’ler, jipler, humerlar, yalılar, dubleksler, tripleksler, yazlıklar, yatlar katlar, pırlantalar, çantalar, şallar, kat kat giysiler.  

Eee bu paraların harcanması gerekiyor, harcanıyor da. Aşırı lüks markalar mallarını satamasalar gelip bu ülkede bir bir peşi sıra mağaza açarlar mı? Kazanıyorlar ki geliyorlar. Gelsinler, kim ne der.

Mesele, böylesine kazandıranlar kimlerdir meselesidir, kaynağı nedir oluk oluk akıtılan bu paraların meselesidir. Bir yandan işsizlik büyümeye devam ederken, ortalarda yatırım falan gözükmezken, bu paraların nerelerden geldiği meselesi önemli meseledir.

Ne “Duraktaki türbanlıya çamur sıçratan jipteki türbanlıya bak” tepkilerinin her çevrede gittikçe artması yersizdir, ne piyasalara fazlasıyla aşina yılların ekonomistlerinin şaşkınlıkla “Bu mağazalardan kim alışveriş ediyor?” diye sorması boşunadır, ne de Prada başkan yardımcısı Sebastian Suhl’ün “İstanbul lüksün yeni başkenti” lafını etmesi laf olsun diyedir.

Alışverişlere, kimin nasıl yaşadığına kimsenin lafı olamaz, olmamalı da ama ölçüsüzce harcanan bu paraların nasıl kazanıldığı, ne şekilde elde edildiği, karışılması gereken bir konudur aklı başında ülkelerde. Fakat burası cebelleziistan.

Yapılandırılan sisteme yanaşıp yapışmış birine bağlanmış boru arada sırada kazara patlayıp cebellezi edilenler ortalığa saçılmasa, hiçbir şey görüp öğreneceğimiz yok. Görüyoruz da ne oluyor sanki, anında örtüler serilip etten duvarlar örülüveriyor her şeyin önüne. Görüp göreceğimiz o kadarla kalıyor.

Ve dönmeye devam ediyor çarklar, yapılıyor ballı ballı ihaleler, yaratılıyor olmaz denilen fırsatlar,  akıyor döşenmiş oluklardan oluk oluk paralar.

Yanaşan götürüyor, götüren yanaşıyor, burası cebelleziistan.

Durmak yok, yola devam!

Yaşasın cebelleziistan.


          Eyüp Şeker



ZORLUK DERECESİ, “HAZIR ÇORBA”


Pazı sarmasıyla uğraşmak istemeyen ne yapar?

Kendi payıma konuşabilirim; pazı yemeği yapar.

Pazı yemeği nasıl yapılır bilmiyorum, araştırmadım da… Pazılar bana, ben pazılara, tren görmüş durumsalında bakarken ürettiğim bir çözüm pazı yemeğinden kast ettiğim.

Tarifi veriyorum, hazır mısınız!

Pazıları doğrar hazır edersin.

Birazcık zeytinyağında soğanları kavurma faslı, sarımsak falan, bir iki de domates, biraz salça… Birkaç yüz gram da dana kuşbaşı, eklenen bir miktar su çekinceye kadar pişirme durumları falan filan… Bildiğimiz sebze yemekleri ön hazırlıkları işte. Bu aşamayı geçtik mi geçtik.

Şimdi büyülü katkıya geliyoruz; 1 kutu haşlanmış barbunya fasulye konservesi. Evet, bu mudur, budur büyülü malzeme… ‘Pazı barbunyalar diyarında’ yani.

Malum, pazı çabucak piştiğinden, fasulyeler önceden haşlanmazsa keyifsiz durumsallarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Yoksa, ya pazılar püre olacaktır ya da fasulyeler sapan taşı, etler de lastik fabrikasına ham madde... Bu açıklama da neyin nesi, gereksiz lüzumsuz işgüzarlık falan diyene kafa atarım bak. Demek ki, var bir şeyler, yaşamdan ders çıkartmışlığımız falan var, di mi yani. Ve de iyilik yapasım, birileri ders çıkartmadan öğrense fena mı olur diyesim gelmiş. Kapayın çenenizi.

Haşlama faslıyla uğraşmak istemeyen ne yapar, konserve haşlanmışını alır. İşte bu kadar...

Sonracıma, doğranmış pazıları da ekle, aklına esen bir şeyler daha varsa doldur hepsini tencereye, suyunu ekle, pul biberini tuzunu tamam et, bırak pişsin.

Sonra boşalt, indir mideye.

Gerçekten tavsiye ederim, iyi bir sebze yemeği ve lezzetine diyecek yok.

Farkındayım, pek de pratik olmadığının...

Zorluk derecesini hazır çorbadan yukarı çeken tek aşama, pazıları yıkayıp doğrama faslı. Ispanak gibi, taze fasulye gibi pazının da dondurulmuşu satılsa, hazır çorba bile zor kalır bunun yanında ya. Di mi ama. Fark edeceğini sanmıyorum ya, lezzetten birazcık daha ödün vereyim dersen, domates suyu veya rendesi kullanıp domates doğramaktan da kurtuluverirsin, olur biter.

Al sana ‘Zorluk derecesi hazır çorba’ durumsalında sebze yemeği başyapıtı.

Hadi yine iyisiniz, afiyet şeker olsun.

Yemek mevzuunda yalnızca başyapıtlarım yok, fena halde çuvallayıp madara oluşlarım da var.

Örneğin müthiş bir lazanya maceram var ki, tam bir şenlik. Buraya dikkat, şölen değil, şenlik…

Esti aklıma, lazanya yapacağım. İnternetten birkaç tarif bulup ortak noktalarından hareketle işe giriştim.

Malzemelerini hazır ettim, geçtim ocağın başına.

Kıymalı kısmını hallettim, beşamel sosunu hazırlarken bir yandan da lazanya yapraklarını haşlayacağım suyu ısıtıyorum.

Su kaynayınca lazanya yapraklarını attım içine. Bir yandan sosu karıştırıyorum, gözüm haşlanan yapraklarda.

O ne!
Ne haşlanması, külçe hamur haline gelmiş bizim lazanya yaprakları.

Ne oluyoruz, bu da nesi, makarna dediğin bu hale gelmez… Bende panik kıyamet… Kaptım ambalajını, gidip gözlüğü aldım ve de müjdeli uyarıyı gördüm; ‘Haşlamaya gerek yoktur’.

Hay ben sizin…

Tuğlaya benzeyen külçeleşmiş lazanyaları çıkarttım, bir işe yaraması mümkün değildi. Yatmıştı benim lazanya işi.

Ne bileyim ben. Makarna dediğin haşlanır, nereden akıl edeyim haşlanmayacağını. Zaten paket üzerindeki yazılar gözlükle bile okunmayacak kadar minnacık.

Bir yığın ıvır zıvır yazıyla doldurmuşlar paketi, iki sözcüğü büyük yazmayı akıl edememişler.

Zaten eskiden beri bu illet duruma fazlasıyla illet olup dururum, sonunda tam çattık küçük yazı belasına.

Hemen her üründe aynı hastalıklı yaklaşım var aslında.

Örneğin hazır çorbalar; paketlerin üstü, yığınla yazıyla resimle doludur, en önemli iki şeyi okumak için gözlük bile yetmez, öyle mini minnacıktır ki, pertavsız gerekir.

Bunlardan biri çorbanın yapılışıdır, diğeri içeriği.

Hemen hepsi 1 litre (5 bardak) suya yapılıyor yanılmıyorsam ama işin pişme kısmında 5 ve 10 dakika olmak üzere iki farklı süre söz konusu. İşte bunu görmek için gözlük peşinde koşmayı anlayamıyorum. Tamamı 5-6 sözcükten ibaret tarifin büyük yazılamayışını aklım almıyor bir türlü. Oysa o paketin en önemli ayrıntısı budur. Hazırlanışı bölümünü rahatça okunacak kadar büyük yaz, ondan sonra ne yazarsan yaz kardeşim.

İçerik meselesi de aynı. Neyden ne miktar, ne kadar yağ, ne kadar karbonhidrat var bunun içinde diye bakmak istiyorsun, görmek ne mümkün, mikroskop lazım. Oysa pek çok kişi için öncelikli merak konusu haline geldi içerikler. O liste bit kadar değil de iki katı falan basılsa, bütün bu sıkıntılar ortadan kalkacak ama nedense bu akıl ermez hastalıklı yaklaşım ısrarla sürdürülüyor.

Aslında her markanın, her ürünün paketinde bu anlaşılmaz, tuhaf durum geçerli. Bilemiyorum bu yaklaşımdaki mantığı. Böylesi öncelikli kısımlar büyük yazılırsa geri kalan küçükleri kimse okumaz falan mı deniyor? Böyle düşünüyorlarsa, yazmasınlar diğer ıvır zıvırları. Demek ki ilgilenmiyor insanlar diğerleriyle.

Kafa atacağım bak…

Hasta etmeyin adamı, büyütün şu yazıları kardeşim. Sonra ortaya çıkanların yüzüne kumrularla güvercinler bile bakmıyor.

Bunca başyapıttan sonra diyorum ki, ”Ne işim var lazanyayla, neyime yetmiyor hazır çorba”.


Eyüp Şeker



MESELE, KARADELİKLERİN NE YAPTIĞI MESELESİ DEĞİL MİDİR?


Maddeyi, atom yapılarını koruyacak kadar mı sıkıştırıyor karadelikler, yoksa atom altı parçacıklar püresine mi çeviriyor her şeyi?

Maddelerin atom yapılarının korunması, içeriğinin saklandığını, bir hafızadan söz edilemese de, bütün işin, sihirli değneği elinde tutana kaldığını gösterir. Fakat korumuyorsa, oluşan zerrecikler birikintisinde nesneye dair hiçbir iz, hiçbir işaret kalmamış demektir.

Çok açık ki, “Kaybolmaları mümkün değilken, karadeliklere girenler ne oluyor?” sorusu, sadece bunların değil, çok daha fazlasının yanıtını saklıyor.


Eyüp Şeker


BAKIŞLARA KALKAN



Karşı binada hayli enteresan ve dikkat çekici bir durum var. Üst kattaki bir dairenin perdeleri hep sıkı sıkıya kapalı… Olabilir, sık rastlanıldığı gibi hassaslar bu konuda demek. Bunda bir şey yok, insanın dikkatini çeken geceleri balkon lambasının yakılması ve epeyce büyük çarşaf benzeri siyah büyük bir bezin balkona asılması. İşte, tuhaf bulduğum bu.

Yanılmıyorsam yeni taşındılar, daha önceden dikkatimi çekmemişti. Zaten o binada kimler vardır farkında bile değilim. Haftalardır balkon lambasının yanması ve o siyah çarşafın asılmasıydı dikkatimi çeken. Lamba yanlışlıkla açık unutulmuyor, her gece düzenli şekilde yanıyor, gündüz ise kapatılıyor. Tabii ki, çarşaf hep asılı…

Şimdi gel de senaryo üstüne senaryo yazma, di mi ama.

Nedir bu çarşafla, gece boyu yanan ışığın açıklaması dediğimde bulabildiğim en akıla yatkın açıklama:

Şimdi, en dışta siyah çarşaf, onun biraz gerisinde yanan tavan lambası ve onun da arkasında normal beyaz perdeler. Simsiyah bez, ışık tabakası, beyaz perde, müthiş bir yastıklama değil mi! Kısacası tam bir yalıtım. Neye? Kızılötesi görüş sistemlerine. Başka şey gelmiyor aklıma.

Bu durumda ikinci soruyu sormak kaçınılmaz: Eğer öyleyse, kimden/neden saklanmaya/korunmaya çalışıyorlar?

Tam karşımızda ve aramızda tahminen 50 metre var. Bir de sağımızdaki solumuzdaki apartmanlar var. Geçtik hısım akraba kısmını, çoğu komşu tanıdık, bildik kişiler. Yeni taşınan, tanımadıklarım da var tabii. Hangimizden sakınıyorlar?

Ve aslında bir soru daha kaçınılmaz hale geliyor:

Neyi saklıyorlar, neden saklanıyorlar?

Normal bakışlardan sakınmak için perde yeterli, peki neyin nesidir koskoca pencereyi örtecek şekilde asılan bu kapkara çarşaf ve niye gece boyunca yanmaktadır balkon ışığı?

Günün çoğunu geçirdiğim salonun perdelerini, özellikle de bilgisayarın karşısına gelen bölümü kapatmam, çünkü boğuluyorum, daralıyorum. Dışarıya bakmasam da geniş alanın varlığı rahatlatıyor beni. Bilgisayar başında otururken, kimi de TV seyrederken, yan tarafımdaki bu boşluğun varlığı iyi geliyor. Perdeleri kapattığımda tamamen yaşamdan soyutlandığımı hissediyorum, boğuluyorum, bunalıyorum. Ancak kendimi vererek seyredeceğim bir program veya film falan varsa gidip uzandığım kanepe perdenin ardında kalıyor, dışarıdan gözükmez.

Bir de Tutsak faktörünü unutmamak gerekiyor. Onun karşısına gelen perdeyi de gündüz açmazsam dünyayı başıma yıkar. Haksızlık etmeyeyim, koşu bandına çıktığımda perdeleri seyretmek istemediğimden, sadece kuşbeyinli için değil kendim için de istiyorum oradaki perdeyi de açmayı ama o bölümü tamamen kapatıyorum geceleri. Neyse.

Kısacası kabak gibi ortadayım. Günün çoğunda bilgisayar başındayım, kafamı sola çevirdiğimde, tam karşımdaki koskoca binada, gündüzse simsiyah çarşaf, geceyse yanan balkon ışığı yapışıp kalıyor gözüme.

Ve sonuçta bu yazının yazılması kaçınılmaz hale geliyor.

Di mi yani, haksız mıyım!





Eyüp Şeker



.

KARADELİĞİN HAFIZASI



Karadeliğe giren nesnede midir hafıza, onun yapısal bilgisini elinde tutanda mıdır?

Belli bir ısıya eriştiğinde belirlenmiş formunu alan hafızalı metaller gibiyse nesne ve karadelik çıkışında kendiliğinden eski formunu yeniden yapılandırabilirse eğer, ancak o zaman hafızasından söz edilebilir. Yapamıyorsa hafızasız demektir…

Açalım:

Hafızalı meraller heykele varıncaya kadar pek çok yerde kullanılıyor gerçi ama en basit örnek termostatlar.

Termostat yayının ısınınca genişleyip soğuyunca büzüldüğündeki gibi, karadeliğe giren nesne büzülüp ezilir ve çıktığında kendiliğinden eski halini alırsa hafızalıdır ama bunu yapamıyorsa ve onun yapısal bilgisine sahip olanın oraya gidip termostat yayını ısıtır gibi o nesneyi eski haline getirmesi gerekiyorsa, hafızası yok demektir.

Mesele geliyor, karadeliklerin maddeye ne yaptığına dayanıyor.


Eyüp Şeker

GÖRÜŞÜMÜZÜN ÖTESİNDE VE GELECEKTEYSE ÇIKIŞLARI




Karadeliklerin püskürmelerini neden göremiyoruz?

Solucan kanallarının çıkışları Evrenimizde fakat ufkumuzun sınırlarının ötesindeyse görebiliriz miyiz olan biteni? Görürsek ne kadarını?

Diyelim ki, galaksimizin merkezindeki karadelik 5 milyar yıldır faaliyette. Çıkışı ise, gözlemlenebilen sınır olan 14 milyar yıl uzakta. Emdiklerini ışık hızında taşıdığını varsayarsak, biz ancak 9 milyar yıl sonra görmeyecek miyiz püskürttüklerini? Diğer anlamıyla, Evrenin sınırı gibi duran 14 milyar ışık yılı ötede son tespit edilen galaksiler, yani bugün görebildiklerimiz, en az 14 milyar yıl önce oluşan karadeliklerin eseridir ve bunlardan daha gençlerini göremeyiz.

Şuraya gelmeye çalışıyorum: Bu yaklaşıma göre, sadece eski yıldızlar kırpılıp yenileri oluşmuyor, emilip tükenen galaksiler de evrenin dış çeperlerinde yeni galaksiler oluştururlar. Bu durumda, sürekli olarak yeni ve boş alanlara taşınan sistemlerin oluşturduğu bir yapı söz konusu demektir.

Nihayetinde galaksilerin sadece Büyük Patlamayla değil, ayrıca Evrenin süreğenliği içinde karadeliklerle de oluştuklarını düşünmek gerekiyor. Ve tabii galaksilerin boşalttığı alanların büzüştüğünü de... 

Galaksi oluşumlarının çıkış olabileceğini düşünmek, bilinenlere çok mu ters düşüyor?

Bir de, Karadelikler en küçük parçacığa kadar sıkıştırdıkları, yani posaya çevirdikleri maddeleri başka tarafa taşırken bunun içinde formun korunmasının ve canlı kalınabilmesini sağlayacak teknolojinin bir gün geliştirilebileceğini düşünemiyor insan.

Durum tamamen “Işınla bizi Scotty” durumu.

Eğer önceki formun yapısıyla ilgili bilgiye sahipsen yeniden oluşturabilirsin düşüncesi, neden eski yapıyı oluşturan zerrecikler toplamıyla sınırlı kalsın? Yapısal bilgiye sahipsen herhangi bir zerrecik grubundan da aynı yapıyı oluşturabilirsin. Zaten nano üretim bu değil midir?


Eyüp Şeker




FLAŞ FLAŞ FLAŞ, SOYULDUM



Banka hesabım boşaltılmış, kuruşuna kadar ne varsa iç edilmiş.

Flaş flaş flaş, zanlı tespit edildi…

Yemeyenin malını yerler hesabı, kaç aydır biriktirdiğim emekli maaşlarım uçmuş.

Oysaki ne hayallerim vardı, dokunmayayım, biriksin, ya yat alırım ya da jet diyordum.

Kaç haftadır tatile çıkmadım, şöyle uzanırım Rivyera sahillerine, Antiller’e, güvertede uzanıp marsık gibi kızarırım ya da atlarım jetime konarım Avustralya’ya, oradan da Rio’ya falan geçerim hesapları yapıyordum.

Kör talih işte, geldi beni buldu yine. Gitmiş paracıklarım…  

Aslında büyük bir dertten kurtuldum, karar veremiyordum bir türlü, tekne mi jet mi diye. Burada kalsa gene iyi, tekne desem, kuğu gibi süzülen yelkenli mi yoksa sürat canavarı bir şey mi olsun boğuşmasında buluyordum kendimi. Tekneden vazgeçtiğimde, pervaneli zaten almayacağımdan, jetin Lear’ini mi çekeyim kapıya, yoksa geniş gövdeli Falcon’unu mu karasızlıklarında debelenip duruyordum aylardır.

İyi mi oldu nedir, paracıklar uçunca kurtuldum bütün bu kararsızlıklardan.

İki gün önce açtık interneti bir bakalım dedik bankaya, son ayın maaşı gelmiş mi, asayiş berkemal mi? Bir de ne göreyim külliyetli bir uçma olmuş hesaptan.

Bu da nesi, neler oluyor, hekırların gazabı üzerime mi oldu yoksam!

Dur hele, kim çekmiş nereye gitmiş anlamaya çalışalım deyip detay istediğimde şırrak diye siteden şutlanıverdim.

Hayda, bir daha girdik hesaba, ‘Dekont (Yoksa Döküm müydü?) ister misiniz’i bir kez daha ‘Evet’ledik, haşırt yine şutlandık İnternet şubesinden. Uyanamadık, bir daha denedik, yine yedik tekmeyi...

“Neler oluyor, dizüstümü tamamen ele mi geçirdi mikro mahlukatların efendileri. Bu ne iştir, paranın nereye gittiğini, kimin tarafından çekildiğini bile görmeme izin vermeyip şutluyorlar siteden. Seçtiğim güvenlik limitlerinin birkaç kat fazlası beşbin TL’ye yakın parayı nasıl çekerler, var bu işte bir iş” cinsinden düşünceleri geliştirip dururken telefona sarılıp bankayı aramaya karar verdik.

Sanırım olan şuydu; döküm almaya kalkışıp ‘Evet’e basınca ‘Açılır Pencere Engelleyicisi’ devreye giriyor, bunun üzerine ‘Açılır Pencerelere İzin Ver’i tıklayınca da yallah dışarı postalıyor bankanın yazılımı. Çok sıradan ve basit bir işlem için, bankanın neden açılır pencere sisteminden seçtiğini, seçtiyse neden vazgeçmediğini ve bankaya girip işlem yapacaksam tarayıcımın ayarlarını neden değiştirmem gerektiğini anlayamıyorum. Yalnızca döküm görmek isteyenler hesaplarına bakar gibi ulaşırlar isteklerine, yazıcı çıktısı isteyenler için ise ayrı seçenek falan konur. Tamam, çakmıyorum işin teknik kısmından ama hesaba girildikten sonra, yani içeride ‘Açılır Pencere’ sisteminin kullanılmasını aklım almıyor bir türlü. Zira hiç kimsenin ‘Açılır Pencere’leri devre dışı bırakmadan İnternette dolaşabileceğini düşünemiyorum. Neyse, vardır bankanın bir bildiği diyelim konuya dönelim.

Kaç aydır elimi sürmüyordum paracıklarıma, uçmuşlar… Bende renk menk atmaz da ne olur?

Telefonda karşımıza çıkan kızcağıza derdimizi anlattık. Baktı etti ve zanlının kim olduğunu söyleyiverdi: “Bu işlemi SGK yapmış, para onların hesabına aktarılmış.”

Hayda, bu da neyin nesi. Ne Kurumdan ne de Bankadan arayan oldu, ne haber verildi ne bir şey. Borcumuz harcımız ihtilafımız falan yoktu, niye geri almışlar ödedikleri maaşları diye sual eyledik ama kızcağız daha fazlasını bilmiyordu, “Bunu SSK’ya sormanız gerekiyor” demekten fazlası gelmiyordu elinden. Teşekkür ettik.

Bilgi bulmak merakıyla girdik SGK’nın sitesine. Ben kim, çıfıtçı çarşısına benzeyen koca sitede derdime dair bilgiye ulaşmak kim. Gün ola harman ola demekten başka çare yoktu.

Aslında çok rahatlamıştım. Nasıl rahatlamayayım, mikro mahlukatlarını üzerime salan hekırların kurbanı olmamıştım, daha ne olsun! Ben değil miydim daha dün ahkam üstüne ahkam kesen, herkeslere akıl satan! Nice olurdu halim, çıkamazdım internet içine, di mi yani.

Gün oldu, harmana giriştik. Çevirmeye başladık ALO 170’i, mümkün mü düşürmek. Başka numara derdine düşüp Genel Müdürlükte birine ulaştık ve de “Beş altı aydır çekmeyip hesapta biriktirdiğim emekli maaşlarımı geri almış Kurum” dememle aydınlanıverdi mesele.

Meğer 3 aydan fazla çekilmeyen maaşlar kuruma iade edilirmiş.

Ölür kalırsan haybeye ödeme yapılmasın diye galiba. Statü değiştirince maaş statün de değişiveriyor ya, o hesaptan yani.

Vukuat belgesi alacakmışım Nüfus Müdürlüğünden, kimlik fotokopisini de çıkartıp “Ben yaşıyorum, ölmedim, iç ettiğiniz paraları iade edin bakiim” içerikli bir dilekçeyle SGK Bölge Md.ne başvuracakmışım. Öyle dendi.

‘Vukuat belgesi’ denen yaşadığımı gösterir belgeyi almak için gittik Nüfus Md.ne, çıkartıp koşturduk Yenimahalle’deki SGK Bakırköy Bölge Md.ne.

O da nesi, bir zamanlar karınca gibi insan kaynardı, artık in cin top oynuyor Bakırköy Bölge Md. bildiğimiz yerde. Kapıda “Bağcılar Belediye Binası karşısına, Güneşli’ye taşındık” yazılı bir bez afiş.

Hayda, yer mi kalmadı, Bakırköy SGK’nın Güneşli’de ne işi var! Akıl sır mı erer büyüklerimizin işlerine, vardır bir bildikleri. Dua et Istrancalar’a, Çatalca’ya taşımamışlar.

Temiz 30 sene var o taraflara gitmeyeli. Son hatırladığım, taş ocağı ve hafriyat kamyonlarının gidip geldiği ıssız yolun yamacında kalan köylük küçük bir yerdi Güneşli.

Ertesi gün düştük yola, mümkün mü tanımak; her yer yapı, kalabalık kıyamet, adım adım ilerleyen trafik...

Binaya girmemizle çıkmamız bir oldu; elimize tutuşturuldu Ankara Genel Md.nde bir adres, “Evrakları buraya iadeli taahhütlü göndereceksiniz” dendi.

Hayda, “Genel müdürlüğü arayıp sorduk, bölge müdürlüğüne dilekçe vereceksiniz dendi, o yüzden buralara kadar geldik. Madem dilekçe oraya gönderilecekti niye söylemediler?” diye yakınmak yararsızdı.

Aslında yakınmaya hakkım yoktu. Yine tabakhane yönteminin kurbanı olmuş, akılsız başımın cezasını çekmiştim. Genel Md.de görüştüğüm memur “Bu konu için şu şubeyi şu numarayı arayacaksınız” demişti demesine ama leb demeden leblebiyi anlamaktan vazgeçmeyen ben ‘Mesele anlaşılmıştır’ zannıyla Güneşli yolunu tutma macerasında bulmuştum kendimi. Yetinmeyip verdiği numarayı arasam büyük ihtimalle gitmeyecektim ta oralara.

Bir türlü yanıtını bulmayı başaramadığım “Müdürlük neden buraya taşındı?” merakını gidermek umuduyla sorduk memura, “Bilmiyorum”dan başkasını duymayı başaramamıştım ki, başkasından öğrendik. Malum, dertli çok, yakınan yakınana: “Bakırköy Belediyesi CHP’li ya, orada hiçbir şey bırakmadılar, hepsini başka yerlere götürdüler. Burası iktidar partisinin ya, kalkındırmak için buraya taşıdılar.”

Döndük geldik, evin iki adım ötesindeki PTT’den postaladık evrakları.

Bu arada bolca düşünme fırsatım oldu.

Bir de bankaya bolca verip veriştirme fırsatım...

Hadi, müşteriyi telefonla uyarmak Banka için lüküs hayat gibi kaçıyor diyelim:

Her gün gönderdikleri “Kredilerimiz acayip ötesi müthiş cazip, kartımızla falanfilandan yapacağınız alışverişleriniz 1.800 taksit” türünden bir yığın e-postaya layık görürler bizleri ama “Şu kadar süre daha paranızı çekmezseniz Kuruma iade edilecek” uyarısını lütfedip yapmazlar.

Yazık tabii, piksel maliyetleri çok yüksek, kalkabilirler mi o masrafın altından, di mi ama.  

Hadi piksellere acıyıp bunu yapmıyorsun, İnternet Şubesinden hesabına giren emekliler için bir uyarı koyamaz mısın? Hadi genel uyarı koymadın diyelim, İnternet hesabına hangi gün hangi saatte girildiğinin kaydını tutuyor sistemin. Yani “Bu adam ölmedi, yaşıyor. Siteye girip işlem yapmasa da hesabını kontrol ediyor. Birikmiş parasına ilişmeyin” deme olanağına sahipsin. Kurumu uyarmak uygun düşmüyorsa, “Bak girip çıkıyorsun ama cimrilik edip parana ilişmiyorsun, 10 gün daha dokunmazsan uçup gidecek, bilesin” mesajıyla uyaramaz mısın emekliyi?

Tabelacı ya da matbaacı masrafı çok tutar diyorlar herhalde.

Veya Bankomat’ta işlem yapan emekli, kartı takar takmaz bu tarz uyarıyla karşılaşabilir, adımını ona göre atar.

Paraları geri alma belasıyla boğuşsun boğuşmasın, hiç kimsenin bu uyarılardan yakınacağını zannetmiyorum.

Emeklilerin büyük çoğunluğu ay sonunu zor getirenlerse de, “Diğerleriyle idare ediyorum, o hesapta biriksin maaşlar” diyen benim gibiler de epeyce var ve eminim bunların çoğu da İnternet kullanıyordur. Kısacası, birikmiş maaşı kaptırma potansiyelindekiler bunlar ve kolayca uyarılabilirler.

Tamam, emeklilerin getirdiği işlem yükü çok fazla, hem müşterileri hem de bankayı bunaltıyor. Hal böyleyken, yapılacak küçücük düzenlemelerin, getirilecek minicik pratikliklerin hem emeklilerin işlerini kolaylaştıracağı hem de bankanın yükünü hafifleteceği göz ardı ediliyor.

Emekli kuyruklarına ne zaman baksam “İşleri güçleri ne beklesinler, gidip gelsinler” anlayışına layık görüldükleri izlenimine kapılıyorum.

Diğer banka Ziraat’ta nasıl yürüyor işler bilmiyorum.

Anladığım kadarıyla Vakıfbank bu emekli maaşları işini, bankacılık işlemleri dışında bir yan faaliyet gibi görüyor ve mümkün mertebe hariç tutmaya çalışıyor.

Bu duruma aylar önce uyanmam gerekiyordu aslında.

Emeklilik maaşı bağlanması işlemleri sırasında nereden estiyse bir de kredi kartı alayım, ikinci bir bankadan da kartım olsun demiştim. Aldık…

Otomatik ödemeye bağladığımı düşünüyordum kartı. Kullandığım yoktu, öylesine birkaç alışveriş yapmıştım. Bir sonraki ayın hesap özetinde, önceki ayın borcunun ödenmediğini ve ‘Gecikme faizi’ni görünce sarıldık telefona, sorduk: “Hesapta fazlasıyla para var, neden ödenmiyor bu kartın borcu?”

“Hesaptan almaz, ödemeyi sizin yapmanız gerekiyor” anlamındaki yanıtla karşılaşmak şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklemişti beni.

“Bu hesap sizin bankanızda, para da var, neden almıyor banka?” deyip durmam yarasızdı. Yapılan açıklamaları kafam almıyordu. O saniye kartı iptal ettim.

O gün uyanmayışım bugünü hazırlamış meğer.

Bütün bu eziyetlerden sonra diyorum ki, jetin yatın peşinden giderken bankadaki parandan olma.


Eyüp Şeker
.