KAYBEDİLİŞ

 08.03.2002

 

KAYBEDİLİŞ

 

BİRİNCİ BÖLÜM YA DA GASPÇILIK YA DA KURTULMAK

 

         Tenha kavşakta yeşil ışık bekleme sabırsızlığındaki dikilmiş bakışlı sürücülerin hiç biri, çok kullanılan açık renk yerli otomobilin arka kapısını telaşla açarak binen omuzunda siyah bir çanta asılı hafif sakallı genci görmedi. Zaten görselerdi bile garipsemeyecekler, bildik bir arabaya binen bildikleri biri diye düşünerek an’ın çok minik bölümünde belleklerinin asla anımsanmayacaklar kısmına gönderip gideceklerdi. Gencin belindeki 14’lüyü görmelerine de olanak yoktu. Arabayı kullanan gencin ve yanındaki genç kadının arkaya dönmelerindeki büyük şaşkınlığı fark etmeleri de olanaksızdı. Kış günü kapalı camların ardındaki sesleri duymaları kolay değildi. Hem camlar açık olsa bile, kafalarını “Neden yanmıyor bu yeşil!”e takmış halde ve kendi müziklerine boğulmuşlukla sık rastlanılan açık renk arabadaki sesleri duymaları söz konusu değildi. Arabaya binenin tabancasını çıkartıp direksiyondaki gencin kafasına dayadığını da kimse görmemiş, genç kadının çığlık attığını da duyan olmamıştı. Arkadaki, tabancanın namlusuyla ensesinden dürterek sert ifadeli buyuran sesiyle “Görmüyor musun yeşil yandı. Gazlasana!” dediğinde, direksiyondaki genç hareketlenirken, paniğe uğramamış, her şey kontrolündeymiş sunumlu bir hal takınarak, sakin yatıştırıcı tonlu sesiyle “Bakın beyefendi, bu yaptığınız yasa dışı. Başınız daha büyük belaya girmeden buna son verin. Söz, sizden şikayetçi olmayacağız. Biz...” demeye çalışırken hiç alışık olmadığı “Kes sesini lavuk. Arabayı kullanmana bak. Senden nasihat babalığı yapmanı isteyen mi oldu. Düz git, ilerden Şile yoluna sapacaksın. Az kullanılmış beyninle bir yamukluk yapayım deme sakın. Delikli beyin bir işine yaramaz lavuk” tepkisiyle karşılaşınca ağzı açık kala kaldı. Kız arkadaşı ise kaybolmak istercesine iyice kapıya yaslanıp büzülerek olan biteni anlamaya çalışıyordu. Arkadaki gencin paniksiz telaşsız ne yaptığını bilir hükmedici tavırları ikisinin de çabucak pısmasına sebep olmuştu. Tek hakimin müzik olduğu havayı teslim almış suskunluğu “Ne lan bu gavurca muhabbeti. Türkçe’yi bile gavurca gibi konuşuyor bu lavuklar. Ne dediklerinden bi bok anlaşılıyor, ne de çaldıkları şarkılar bi boka benziyor. Ne anlıyorsunuz bunlardan! Bu radyoda Türkçe yok mu! Başlatmayın gavurcanızdan. Doğru dürüst bir yere ayarla şunu” diyerek bozan da yine arkadaki oldu. “Nasıl bir belaya çattık!” diye düşündüklerini bile belli etmemeye çalışarak birbirlerini kısaca süzen  öndekiler bilinmezliği çoktan kabullenmiş gibiydiler. Arkadakinin “Tamam bu iyi, burası kalsın...” diyen sesini duyuncaya dek [ARAMA] düğmesine basmayı sürdürdü gözünü yoldan ayırmadan radyoyu ayarlamaya çalışan sürücü.

Kapkaççı cepçi tedirginliğiyle hep dikkatli olmuşsalar da, bütün davranışlarından deneyim akan silahlı bir saldırganla karşılaşacakları hiç akıllarına gelmemişti. İkisi de suskunlukla arkadakinin neyin nesi olduğunu anlamaya, daha doğrusu hiçbir şey anlayamamaksızın kendilerini bekleyenin ne olduğunu öğrenmeye doğru gidiyordu. “Bana bak lavuk, tavuk musun nesin! Bu kadar yavaş giderek trafikçilerin dikkatini mi çekmeye çalışıyorsun! Ne arar burada trafik polisi, jandarmayı uyandırmaya çalışıyorsan boşuna uğraşma. Bas şu gaza, yoksa sıkacağım kafana!” diyen sert sesten çok namlunun soğukluğunu ensesinde hissetmenin irkiltmesiyle hafifçe arkaya dönen genç “Ben kurallara uyarak otomobil kullanırım. Trafik canavarının benden uzak durması için hız limitlerine, yoldaki levhalara dikkat ederim...” açıklamasını tamamlayamadan “Manyak mısın ulan, araba mı kullanıyorsun, yoksa tabela okumak için mi yola çıkıyorsun! Lavuk, doğru dürüst sür şu arabayı. Manyak mısın laan, bomboş yolda altmışla gidildiği nerede görülmüş. Bırak tavukluğu bas şu gaza, sıkmayayım kafana!” terslenmesiyle karşılaşınca iyice şaşırıp kala kaldı. Olan biteni algılaması mümkün değildi. Daha önce hiç karşılaşmayıp duymadıklarını görmediklerini yaşamaları, olan biteni televizyon şovu ya da tiyatro oyunu olarak veya filmlerden çıkmış sahneler gibi algılamaları çok doğaldı. Onlara göre bu tür konuşma ve ifadeler komedilerde ya da ucuz filmlerde olabilirdi ancak. Karşılaştıklarına o kadar yabancıydılar ki, bütün bunların, yazarların yönetmenlerin komedyenlerin uydurduğu farklı bir boyut getirme ya da gülmece malzemesi üretme çabalarının sonucu olduğunu sanıyorlardı. Arkadaki aynı ifadeli sesle:

“Bana bak, sen ne iş yapıyorsun?”

“Bilgisayar programcısıyım.”

“Bankadaki karılar gibi ha! Hiç aklım basmaz o işlere... Bu yavru mal mı?”

“!!!!!!!!!!”

“Sana bir soru sorduk lavuk. Konuşsana..!”

“Hayır hayır, lütfen... Halka ilişkiler sorumlusudur arkadaşım.”

“Kes lan tatavayı. Şimdi demedin mi halkla ilişkiler bilmem nesi diye. Orospu desene şuna.”

“Halkla ilişkiler sorumlusu.”

“Aynı şey değil mi lavuk. Halkla ilişkiler bilmem nesi orospunun kibarcası değil mi!”

         “!!!!!!!!!”

         “Yoksa mama mı! Öyle desene... Karı satıyor ha... Başka yavruların sırtından geçinmek iyidir demeye mi getiriyorsun? Boş versene, bana göre orospuluk daha iyidir. Nasıl elinde güzel yavrular var mı? ”

         “Beyefendi hakaret etmeyin lütfen. Arkadaşım bir şirketin ve ürünlerinin tüketici bazındaki ilişkilerinden sorumlu...”

         “Kes lan lavuk. Yerim senin kitabiliğini, mürekkep yalamış havalarını. Sen bu kitabi havaları yavrulara sat.”

         “!!!!!!!!!”

         “Nereye gidiyordunuz bakayım siz?”

“Polonezköy’e.”

“Bu yavruyu yemeye mi götürüyorsun?”

“Evet, yemek yiyecek, ciğerlerimizi bolca temiz havayla...”

“Kes lan tıraşı. Anlamazmış gibi yapıp lafı değiştirmeye çalışma. Karı koca olmadığınıza göre bu yavruyu yemeye götürüyorsun işte. Laf kalabalığı yapma. Koca İstanbul’da lokanta mı yok. Maval okuma lavuk, yiyişmeye gidiyoruz desene.”

“Yiyişmek mi!”

“Bana bak tepe mi attırma. Açık açık söylesene yavrunun üstüne çıkacağını.”

“!!!!!!!!!”

“Yiyişecek misiniz yoksa kamışı da yağlayacak mısın?”

“!!!!!!!!!!”

“Bana bak lavuk, kendini akıllı mı sanıyorsun! Bu yavruya ayıp olmayacağını bilsem öyle bir kalay geçerdim ki kırk yıl cilalanmak istemezdin. Böyle yavruları hep senin gibi lavuklar mı yiyecek. Bassana lan gaza.”

“Yol virajlı, çok riskli tehlikeli olur...”

“Kes lan tatavayı. Bu yavru biliyor mu araba sürmeyi?”

“Evet.”

“Çek lan sağa. Güzelim sen geç direksiyona. Gözüm üstünüzde bir numara çevireyim demeyin.”

Çığlık atmak dışında o an’a kadar tek ses çıkartmayan genç kadın otomobilin önünden dolaşırken yardım umarcasına bakışlarını hızla çevrede gezdirdi. Bol ağaçlı yolun ıssızlığında ve soğuk kış günü trafiğinin ölülüğünde kimsenin yaşanan sıra dışılığı fark etmesi söz konusu değildi. Tek tük geçenler başlarını bile çevirip  bakmazken kime ne anlatabilirdi ki. Direksiyon başına geçerken bütün cesaretini toplayarak:

“Bakın, lütfen hakaret etmeyin. Bunu sürdürürseniz kullanamam.”

“Güzelim sizlen bir işim yok. Arabanız lazım bana. Doğru dürüst kullan, sesimi çıkartmam. Erken ötmeyesiniz diye uygun bir yere bırakacağım sizi. Tamam mı, şimdi devam et.”

“Peki.”

“İlerden sola sap, doğru gideceksin. Polonezköy’e dönmeyeceksin, Riva’ya doğru devam et, tamam mı!”

“!!!!!!!!!!”

“Ha şöyle yahu. Tavuk gibi araba kullanan bu lavuğu nereden buldun! Koca memleketi arasan bunun gibi bi tane daha bulamazsın. Çok aradın mı bu numunelik lavuğu!”

“Bakın, ben telekız değilim. Büyük bir şirketin tanıtım görevlisiyim.”

“Kusura bakma güzelim, bu lavuk karıştırdı kafamı. O kadar lafı nereden buluyor bilmem, sen varsın diye bana hava atmaya kalktı lavuk. Cır cır edip durdu... Kafa mı bıraktı! İlişki milişki deyince öyle anladık işte. Kusura kalma...”

“!!!!!!!!”

Sağdaki koltuğa geçenin sessizleştiği yolculuk, geçilen bir iki köy dışında bol ağaçlı arazideki kırık dökük asfaltta sürüyordu. Dar bir açıyla çıktıkları daha bakımlı yola girdikten sonra çok gitmemişlerdi ki, arkadakinin “Yavaş ol, sağda bir toprak yol olacak, oraya sapacaksın” dediğinde ikisi de ürperdi. Az sonra “Tamam burası işte, sap...” diyen sese uymamayı geçirdi aklından, ancak bol ağaçlı ıssızlık ve boynuna değen namlunun soğukluğu bunun nafile bir çırpınış olacağını çabucak öğretti genç kadına. “Korkmanıza gerek yok, size zarar vermeyeceğim. Biraz gittikten sonra bırakacağım. İster yürüyerek geri döner, isterseniz ilerleyip Riva’ya gidersiniz. Derdim tasam erken ötmemeniz. Temiz hava almayacak mıydınız! Alın size bol bol orman havası” demesi de korkularını yatıştıramadı. Bozuk toprak yol boyunca ilerlerken öleceklerini daha çok düşünmeye başladılar. Genç adam koltuğunda kıvranmaya başladığında “Bana bak akıllı ol! Az kullanılmış beyninden uzak tut bir haltlar karıştırmayı. Değiştirtme kararımı, dağıtmamayım kafanı!” diyen sesten çok silahın dürtmesiyle duruldu. “Zarar vermeyeceğim dedik ya. Ne kaşınıyorsun!” diyen adamı dinlemekten başka çareleri yok gibiydi. Ormanın içinde, bozuk toprak yolda sekiz dokuz kilometre ilerlemişlerdi ki “Burada arabayı döndür, sonra da dur!” diyen sesle irkildiler. “Sen burada iniyorsun, atla aşağı. Hadisene lavuk, attırma tepemi!” diyen adamı dinlememeyi düşünüp çaresizlik içinde kıvranırken “Elimden bir şey gelmiyor” ifadesiyle kız arkadaşına baktı. Kapıyı açıp dışarı çıkarken de “Affet beni!” tavırlı bakışıyla süzüyordu genç kadını. Kapıyı kapatmaya çalışırken “Bas gaza!” diyen sesi duydu son olarak. Genç kadın, taş kesilmişçesine dikilip uzaklaşmalarını seyreden erkek arkadaşını gözden kayboluncaya dek aynadan izledi. Bir iki kilometre kadar gitmişlerdi ki “Çek sağa!” diyen adamın sesiyle irkildi. Serbest bırakılacağı düşüncesiyle ferahlayan yüreği “Kontağı kapat!”ı duyunca hızlı hızlı atmaya başladı. Denileni yapmıştı ki “Arkaya gel!” buyurganlını duyunca sarsılıp kala kaldı. “Arkaya gel dedik, duymadın mı!” diretmesiyle karşılaşınca, dönüp silahlı adama bakarken “Lütfen, bana dokunmayın!” demeyi başardı. “Bak güzelim ne zamandır kimseye ilişemedim. Elim nasır tuttu namussuzum. Parasızlıktan keraneye bile gidemiyorum. Sana zarar vermeyeceğim. İyilikle gel buraya güzelim. Uzatma, tepemi attırma, güzellikle yapalım. Nasılsa toprak olacak bir gün. Bir iyilik yapmış olursun. Hadi güzelim, işi zora koşma!” diye direten adama karşı koyamayacağını anlayıp dışarı çıktı. Tek yapabildiği arka kapı koluna uzanırken ümitsizce çevredeki yüksek ağaçları ve toprak yolu taramak oldu. Kapıyı açıp bindi...

Tekrar yola koyulup birkaç kilometre daha gitmişlerdi ki “Çek sağa, kontağı kapat, arkaya gel!” diyen sese nafile yere direnmeyip arka koltuğa geçti. Tekrar direksiyona geçerken “Hani beni de bırakacaktınız! Neden sözünüzde durmuyorsunuz?” diye sorduğunda “Biraz daha arabamı kullanacaksın. Sonra bırakacağım seni güzelim” yanıtını alınca ısrarlı olmadı. Aynı olay asfalta çıkmadan önce bir kez daha tekrarlandı ve sonrasında silahlı adam inip ön koltuğa oturdu. Bundan sonra bir daha tekrarlanmaz diye düşünürken kısmen düzgün yolda yedi sekiz kilometre gitmişlerdi ki yine “Soldaki şu ağaçların arasına çek arabayı!” buyurganlığıyla karşılaştı. Deneyimli sayılmazdı, ama böyle bir şeyi duyup işitmiş de değildi. Tüm şaşkınlığına rağmen denileni yaptı.

Şile sapağına geldiklerinde karşı istikamete gitmesini isteyen adamı süzdü, ama ne amaçladığını anlayamadı. Yalnızca bir ara gözüne ilişen tabelayı düşündü. Buradan İzmit’e gidildiğinin farkında bile değildi. Oysa Şile’ye gidip gelirken kaç kez geçmişti bu sapaktan. Adam silahı beline sokmuş, artık konuşmaz olmuştu. Neredeyse öğlen olacaktı. Bir köyden geçip epeyce ilerlemişlerdi ki, ağaçsız açık bir alanda “Çek sağa, kontağı kapat!” diyen adamı duyduğunda “Yine mi!” düşüncesiyle frene basarken “Tamam, artık sen gidebilirsin güzelim”i duyunca sevinçle kapıyı açıp indi. Adamın aşağı inmeden sürücü koltuğuna geçişini ve hızla uzaklaşmasını izledi.  O da kurtulmuştu.

 

İKİNCİ BÖLÜM YA DA SOYULMAK YA DA KATLEDİLMEK

 

Elli yaşlarındaki adam, her bir elindeki epeyce ağır oldukları belli çantalarla yaylana yaylana yürüyordu. Son müşteriye de uğramış, İnegöl’ün küçük otobüs garajına doğru gidiyordu. Mesleğinin riski yüzünden her zaman çok temkinli olmuştu. Hatta o kadar temkinliydi ki, müşterileri arabasıyla değil ilk zamanlar olduğu gibi otobüsle minibüsle dolaşıyordu. Her zaman güvenli görmüştü kalabalık ortamları. Genellikle son yolcu olmayı yeğler, gözünün kesmediği her araca güvenmez, birkaç kişi daha binmeden iki üç kişinin arasına kesinlikle oturmazdı. İşi kolay değildi, en az beş kilo altın olurdu gösterişsiz yıpranmış çantalarında. Kılığının da çantaları gibi gösterişsiz olması için çaba harcardı. Bugüne dek yeni bir pantolon ceketle çantaya çıkmamıştı. Kuyumculara girip çıkarken işini belli etmemeye çalışır, içerde bir müşteri varsa alış verişini yapıp çıkıncaya kadar çantaları açmazdı. Kuyumcular, onun ve diğer çantacıların böyle davranmasına alışık oldukları gibi, bu renk vermemeye katılır, birbirlerini kolayıp gözetmeyi nerdeyse içgüdüsel olarak uygularlardı. Mesleğin en önemli şartının güvenlik olduğunu herkes bilir ve ona göre davranırdı. O da, güvenliğin en başta gelen yönteminin de göze batmamak olduğuna inanıyor “Gelin beni soyun!” anlamına gelebilecek her şeyden olabildiğince uzak duruyordu. Her zamanki gibi, hızlı ama dikkat çekmeyecek bakışlarla etrafını kolaçan ederek telaşsız izlenimli hızlı adımlarla yürürken karşıdan ortağının geldiğini sandı. Kafası karışmıştı, çünkü ortağının arabası daha koyu renkti. Neden ortağı sandığını anlaması çok sürmedi. Evet onun plakasıydı. Pırıl pırıl parlayan plaka garibine gitmişti, çünkü ortağı arabasını çok ender yıkar, çamurlu hali yüzünden neredeyse boyası bile anlaşılmazdı. “Demek daha açık renkmiş arabası, yıkayınca rengi ortaya çıktı...” diye düşünürken araba yanında durunca bir şaşkınlık daha yaşadı. Çünkü direksiyondaki, sırıtarak “Naaber dayı, işler nasıl!” diyen yeğeniydi. “Sen ne arıyorsun burada!” diye sorması kaçınılmazdı. Çünkü, işsiz güçsüz kafasız yeğeni, ortağının arabasıyla karşısına dikilmişti. Nasıl sormasındı..! Aldığı “Seninki arabayı verdi, git dayını al dedi” yanıtı şaşkınlığını geçirmeye yetmedi. İnanası gelmiyordu ortağının bunu yapacağına. Çünkü, birkaç yıl önce adam ederim düşüncesiyle yeğenini yanına almış, ama hırsızlıklarıyla yanlışlarıyla ikisini de yıldırmıştı. İlkokulu bile zorla bitirmiş bu ipsiz, iş öğrenmek gibi bir derdi tasası olmayan bu akılsız, kumara içkiye para yetiştirmek için boyuna çalıp çırpmış iflahlarını sökmüştü. Kız kardeşinin hatırına bir şey yapmamıştı, ama ortağı yeğenini hiç sevmez dükkanın yakınından olsun geçmesini istemezdi. Ne kadar garipsese de çantaları arkaya koltukların arasına koyup ön tarafa oturdu. Ne de olsa yeğeniydi, ne sakıncası olabilirdi,  bir kerecik olsun rahatça dönebilirdi İstanbul’a.

Yola çıktıktan bir süre sonra otomobildeki değişiklikleri fark etmeye başladı. Koltukların rengi, teybin son model oluşu, aynada asılı olması gereken ortağının fanatik derecede tutkun olduğu takımın maskot formasının yokluğu dikkatini çekti. Bugün cumartesi değil miydi! Ortağı bugün Eskişehir’e maça gitmeyecek miydi, neden versin arabasını bu ipsize sorularıyla boğuşurken,  ters yöne doğru gittiklerini de fark edip “İstanbul yoluna niye sapmadın, nereye gidiyorsun!” diye sorması ilk şüphe tohumlarını ekti beynine. Yeğeninin “Seninkinin anası babası Oylat’ta, maça gideceği için çamaşır mamaşır dolu çantayı benim götürmemi istedi. Bilmez misin seninkinin bana araba koklatmayacağını. Öyle olmasa verir miydi... Dayını da alırsın dedi...” sözleriyle sırıtarak karşılık vermesi şüphelerini yatıştırmak yerine daha da körükledi. Ortağının anasının babasının kaplıcaya gittiklerini bilmemesi mümkün değildi. Kaç yıldır birlikteydiler, yedikleri içtikleri ayrı gitmezken bundan haberi olmayışı akıl alır gibi değildi. “Bu işte bir bit yeniği var. Hadi hayırlısı...” diye düşünüp yeğenini incelemeye başladı. Her zamanki serseri görünüşünden farklı bir şey ilişmedi gözüne. Dediği gibi Oylat yoluna sapması “Demek ki doğru söylüyormuş” düşüncesiyle biraz olsun rahatlamasını sağladı. Çok gitmemişlerdi ki toprak bir köy yoluna sapmasıyla irkildi. “Sen ne yapıyorsun? Neden bu yola girdin!” diye bağırarak eliyle yeğenini omuzundan itti. Beyninde alarm zilleri çalmaya başlamıştı ve artık tehlikede olduğundan emindi. Yeğeni bildik sırıtmasıyla “Dur be dayı, gidiyoruz işte... Burası kestirme...” diyerek işi pişkinliğe vurması onu yatıştırmak yerine daha da panikletti. Kaç kez gitmişti tepedeki kaplıcalara, bir tek yol olduğunu iyi biliyordu. Bu serseri onu nereye götürüyordu, amacı neydi? Panik yerini korkuya bırakmıştı artık. Yüreği hızlı hızlı atıyor, sakinleşmesi gerektiğini düşünürken içinde bulunduğu durumdan kurtulmanın çarelerini arıyordu. “Bu kadar mı ıssız bu yollar! Yok mu bir geçen..!” yakarışlarıyla etrafı tarayıp duruyor, umutlarının boşa çıkmasıyla da yeğeninin suratına yapışıp kalmış sırıtmanın altından yayılan gerginliği inceliyordu. Kafasından büyük bir şeytanlık geçtiği o kadar aşikardı ki anlamak için çok çaba harcaması gerekmiyordu. Serseri yeğenine bakmak korkusunu büyütmekten başka işe yaramadığından  yardım umar bakışlarını tekrar tekrar çevrede gezdiriyordu. Korkusu o denli büyüktü ki yüreğinin bunu kaldırmayacağından, olduğu yere yığılıp kalacağından korkmaya başladı.

Toprak köy yolundan tarlalara doğru uzanan,  yalnızca traktör tekerleklerinin bırakabileceği  genişlik ve derinlikteki izli çok bozuk yola girdiklerinde kaçmak için panikle kapı koluna yapıştı, ama açamadı. İki eliyle birden çekiştirdi kapı kolunu... Neden sonra otomatik emniyet kilitlerinin kapalı olduğunu anlayıp sağ eliyle cam kenarındaki düğmeyi yukarı çekmeye çalıştı. Yaşadığı korku ve panik yüzünden hareketleri öylesine kontrolsüzleşmişti ki bir türlü düğmeyi çekemiyordu. O telaş esnasında yeğeninin arabayı durdurup aşağı inerek kendi tarafına geldiğini ve kapıyı dışarıdan açtığını bile anlayamamıştı. Elindeki tabancayı fark etmesi de çok sürmedi. 14’lüyü hemen tanımıştı. Aynısından kendisinde de vardı. Taşıma ruhsatı olmasına rağmen “Gelecekse malıma gelsin. Kimseye doğrultamam... Karşımdakinin yapmayacağı varsa da çeker vurur...” inadıyla hiç yanına almayışına ilk kez pişman oldu. Beyni uğulduyordu... Kapıyı çekip kapatmaya çalıştı. Yeğeninin tabancayla dürtmesiyle biraz olsun kendine gelip “Çık dışarı...” sesini duyabildi. Çok sert bir ifadeyle “Çık dışarı ulan...” diye bağıran yeğenindeki gözünü karartmışlık, korkusunu daha da büyüttü. Zorlukla da olsa “Rezil, şimdi de soygunculuğa mı başladın! Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar...” demeye çalışırken, yeğeninin arsızca “Ben hep sıçrarım!” yanıtıyla irkildi. Sürücü koltuğuna doğru hamle yaptı, ama yakasına yapışan el yüzünden kıpırdayamadı. Çaresizlik içinde kıvranırken son bir umut olarak “Bırak beni... Al çantaları git... Allah’ını seversen bırak beni... Al çantaları git, bana ilişme...” yakarışlarıyla yeğenine baktı. Ciğerlerine işleyen buz gibi ifadeli “Tamam, in aşağı...” yanıtıyla ayaklarını dışarı atıp doğrulmaya çalışırken yere yığıldı. Son bir çabayla “Kalk ayağa..!” diye bağırarak çekiştiren yeğenine uymaya çalıştı. Yapamıyordu... Ceket yakasından çekilerek yerde sürüklendiğini belli belirsiz fark ederken yol kenarındaki ağaçların arasına getirilmiş olduğunu, başını çevirdiğinde ise yandaki sazları gördü,  akan bir suyun sesini duydu. Üzerine eğilmiş yeğenine baktığında elindeki bıçağı indirmek için hamle yaptığını görünce bütün gücünü toplayıp engel olmaya çalıştı. O kadar güçsüz düşmüştü ki...

Önce, özellikle kimlikle ilgili bir şey bırakmamak için dikkatli davranarak dayısının ceplerindeki her şeyi boşaltıp yanındaki çantaya koydu. Sonra, çantadan çıkarttığı iç içe konmuş iki siyah naylon poşete kesik başı yerleştirdi. Ağzını sıkıca bağlayıp hepsini üçüncü bir poşete güzelce yerleştirdi. Kanlı bıçağı ayrı bir poşete koyduktan sonra dere kenarına inip elinden çıkarttığı kanlı mutfak eldivenlerini yıkadı önce. Giysilerini çıkartıp derede iyice temizlendi. Daha sonra çantadan aldığı yeni eldivenleri giydi, çıkarttığı giysileri ve kanlı eldivenleri büyükçe bir poşete yerleştirdi. Derede tekrar temizlenerek cesedin yanına gidip çantadan çıkarttığı temiz giysileri giydi ve etrafı kolaçan edip poşetleri arabaya taşıdıktan sonra plakaları söküp üst üste  katlayarak yumru haline getirdi, yerlerine eskilerini taktı. Son kez cesedin yanına dönüp bir şey unutup unutmadığını kontrol etti.

On oniki kilometre gitmesine rağmen uygun bir yer bulamamıştı. Bunu önemsemeyip daha önce planlamadığına hayıflanırken gördüğü ilk sapağa girdi. Sabırsızlanmaya başlamıştı... Bir kilometre kadar gittikten sonra yeterince ıssız olduğuna karar verip arabayı döndürdü. Eldivenleri tekrar giyip çantasından  pet şişe içindeki benzini ve giysilerle eldivenleri koyduğu poşeti alıp indi, gelen giden var mı diye çabucak bakındıktan sonra yoldan biraz uzaklaşıp poşeti delip yırtarak yere koydu, küçük pet şişedeki benzini içine üzerine döküp kibriti çaktı. Koşarak otomobile binip hızla uzaklaşırken aynadan alevleri izledi.

İki kere daha durdu. Bir köprü başında kesik baştan, diğerinde sahte plakalardan kurtuldu.

Yalova’ya geldiğinde tenha bir yerde arabayı park edip çantaları aldıktan sonra hızlı adımlarla vapur iskelesine doğru yürümeye başladı.

Otomobil anahtarlarını ve son eldivenleri denize atmadan önce üst güvertede oturup soluklandı, birkaç çay içti. Çok yorulmuştu... “Şimdi sıra ötekinde. Üç kuruş istesem etmediğini bırakmazdı namussuz! Nasihat karın mı doyuruyor laan! Sizi pintiler, görün bakın nasıl yiyorum yemediğiniz paraları!” düşünceleriyle yoğrulurken neredeyse gözleri kapanacaktı. Bitkin düşmüştü.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YA DA SOYGUNCULUK YA DA SUÇLANMAK

 

Saat dokuzu geçiyordu. Hava kararalı yaklaşık üç saat olmuş, çevre tamamen boşalmıştı. Kapalıçarşı’nın özellikle bu yakası öyle ıssızlaşırdı ki yere topluiğne düşse sesi dar sokağın öbür ucundan duyulur gibi geliyordu insana. Ellerindeki ve omuzundaki üç çantayla hızlı adımlarla yürüyüp tarihi işhanının devasa demir kapısının bitişiğindeki dükkanın önünde durdu, etrafı kolaçan edip dayısının cebinden almış olduğu anahtarla parmaklıklı demir kapıyı açıp içeri süzüldü ve içeriden kilitledi. Soluklanırken çevreye kulak kesilip gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Kuşku uyandırıcı bir şey olmadığına karar verip yan taraftaki hanın içine açılan kapıya yöneldi. Kapıya kulağını dayayıp hanın içinde ses olup olmadığını kontrol ettikten sonra açıp hafifçe aralayarak bakındı. Tam tahmin ettiği gibi handa in cin top oynuyordu. Her zamanki hızlı adımlarla avluyu geçip sol sıradaki dükkanlardan ortadakinin kapısına gelince çantaları yere bıraktı. Omuz çantasını yanına çekip açtı, çıkardığı mengeneyi asma kilide takıp sıkmaya başladı, çok uğraşmasına gerek kalmadan gövdesi parçalanarak dağıldı kilit. Yine çantasına uzandı, çıkardığı ince uçlu çelik kılavuzu kapı kilidine sokup açma yönünde çevirerek kılavuzun çapaklar çıkartarak anahtar deliğinde ilerleyişini izledi. Kılavuz boşaldığında kapı açılmıştı. Çantaları yüklenip içeri girdi kapıyı kapattı. Sohbet muhabbet bahanesiyle o kadar gidip gelmişti ki bu atölyeye her yerini ezberlemişti. Işıkları yakmayıp küçük bir el feneri yardımıyla elektrikli altın eritme ocağının şalterini indirip çalıştırdı. Ocak ısınıncaya kadar o işine bakabilirdi. Çantaları tekrar yere bıraktı, kendisininkini açıp  büyükçe bir çekiç, keskin uçlu çelik bir keski ve bir tornavida çıkartıp kasanın önüne sandalye çekip oturdu. Fenerle kasayı dikkatlice inceleyip deleceği yeri işaretledi. Çelik keskiyi yerleştirip çekici indirdi. Çevreye kulak kabartıp bekledi ikinci darbeyi indirdi. Aralıklı vuruşlarla kasada iki üç parmak genişliğinde bir delik açması onbeş dakika bile sürmemişti. Feneri içeri tutarak kilidin dilini tornavidayla iterek attırdı. Kasa açılmıştı... “İki milimlik sacdan yapılma bu uyduruk kasaları açmak peynir tenekesi açmaktan farklı değil. Çocuk oyuncağı namussuzum!” gibi düşüncelerle kendisini kutlarken ganimetin umduğundan fazla olduğunu görünce keyfi bir kat daha arttı. Yaklaşık iki kilo kadar bitmiş bilezik, yarım kilo alyans, üç kilo kadar 22 ayar çubuk vardı. Plastik kutudaki birkaç yüz gramlık altın çapağına dokunmadı, uğraşmaya bile değmezdi. Onları öylece bıraktı ve büyük bir altın eritme potası bulup dayısının çantasından çıkarttığı yüzükleri küpeleri kolyeleri hurda altınları doldurmaya başladı. Ocak çoktan ısınmış, kızıllığının yaydığı ışık etrafı iş yapacak kadar aydınlatmaya başlamıştı,  kapağını açıp kalın maşayla tuttuğu potayı yerleştirdi.  Bir başka pota alıp çantadan çıkarttıklarını tıkıştırmayı sürdürdü, sonra bir diğerini hazırladı. Ocağı açıp maşayla tutuğu eski bir pota parçasıyla erimiş altını karıştırdı. Kalın maşayla sıkıca tutarak çıkarttığı potadaki erimiş altını dikkatlice yerdeki döküm kalıbına boşalttı. Diğer potalardan birini alıp ocağa yerleştirdi ve boşalmış sıcak potaya küpe kolye doldurdu. Dayısınınkiler bitince kasadakileri eritmeye koyuldu. Tekrarlarla yaklaşık bir saat süren bu iş sonunda çeşitli ağırlıkta onbir külçesi olmuştu. Ocağı kapatıp etrafı dikkatlice kontrol etti, külçeleri, aletleri kendisininkine doldurdu, kasada bulduğu ve özellikle eritmeyip sakladığı, üzerine paket lastiğiyle iliştirilmiş rapor kağıdında yazılı isim yüzünden atölyenin bir müşterisine ait olduğu belli olan yüzelli ikiyüz gramlık küçük külçeyi dayısının  çantalarından birine koydu, yanına poşete sarılı kanlı bıçağı yerleştirdi. Her şeyi  yüklenip atölyeden çıktı. Dayısının dükkanına girerek kapıyı kilitledi. Ön kapıya kulağına dayayıp dışarıyı dinledi, emin olunca çıkarak kapıyı kilitledi ve her zamanki hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladı. Köşeye ulaştığında ellerindeki deri eldivenleri çıkartıp cebine tıkıştırdı. Bir ara, sırf dayısının anahtarlarından ve bu eldivenlerden kurtulmak için Unkapanı köprüsüne yürüyecekti. Gezmeyi severdi ne de olsa...

Beyazıt Meydanı’na çıkıncaya kadar adeta omuzunu koparmıştı çantası. O an’a kadar tek aksaklık çıkmamış, tereyağından kıl çeker gibi kaldırmıştı on oniki kiloyu. Kasadan ve çantalardan çıkan epeyce Mark Dolar Lira da işin kaymağı olmuştu. “Paraları bu gece pavyonlarda ezmek ne kıyak olur!” dürtüsünü “Akıllı ol, iş bitmeden kaşınma..!” diyerek geçiştiriyordu. Son aşama da kolay değildi. Önce, külçeleri birer birer ya da en çok ikisi bir arada olmak üzere ayrı ayrı ayar evlerine baktırıp raporlarını alması, sonra da farklı farklı külçecilere satması gerekiyordu. Kolayca kuşku uyandıracak miktarlarla hiçbirinin karşısına dikilemezdi. Şimdi kaldığı otele gitmeli, pazartesiye kadar güzelce dinlenmeliydi. Özel olarak diktirdiği onbeş cepli sağlam yeleği, kalın paltosu pazartesi sabahı giyilmek üzere onu bekliyordu nasılsa. Her bir cebe bir külçe yerleştirip sırasıyla dolaşırdı ayar evlerini, külçecileri. Akşama yeleğinin cepleri Dolar’larla, Mark’larla dolmuş olurdu.

Asıl dayısının pinti ortağını merak ediyordu. Çok dürüsttü, aklına hiç şeytanlık gelmezdi... Çantaları, kanlı bıçağı görüp ortağından haber alamayınca hemen polise koşacağını ama asıl gümbürtünün ondan sonra kopacağını çok iyi biliyordu. “Salak!” diye geçiriyordu aklından “Salak, kendi idam fermanını hazırlamak için koştur bakalım polise! ‘Ortağın nerede, altınları ne yaptın? Soyulan komşunun altını ne arıyor senin dükkanında!’ diye yakana yapışan polis yüzünden iki günde kafayı yersin. İstediğin kadar ‘Maçtaydım, hiçbir şeyden haberim yok’ de bakalım kime anlatabileceksin derdini! Pinti salak, İnegöl esnafı arabanı görmüş, sen Eskişehir’de maçtaydım diye yırtın dur bakayım. Kaç yıl kafa patlattım bu plana, yivini divini hesapladım. Üç kuruş koklatmazsınız ha, gördünüz mü ananızınkini. Lavuklar... Kaç cumartesi uygun araba kolladım kavşaklarda lavuklar. Yağmurun çamurun içinde iflahım söküldü ulan. Görün ananızınkini... Lavuklar kiminle raks ettiğinizi zannediyordunuz laaan..!” gibi düşüncelerle yoğrularak Fatih’teki ucuz otelin önüne nasıl geldiğini anlamamıştı bile.

 

SON BÖLÜM YA DA YAŞAMAK YA DA AFFEDİLMEK

 

DÖRT AY SONRASI. BODRUM

 

Limanı, daha doğrusu gelen geçeni görecek şekilde oturduğu masada kesik başla ilgili küçük haberi okuyordu. Bir tomar gazetenin şüphe uyandıracağı kuşkusuyla ayrı ayrı yerlerden birer ikişer alıp baktıktan sonra attığı bütün gazetelerde vardı haber, ama hepsinde olduğu gibi elindekinde de çok kısaydı. Komşusunu ve ortağını soymaktan tutuklu olan kuyumcunun kesik başın bulunmasından sonra cinayetten de yargılanacağını yazıyordu gazeteler. Yaklaşan birini ve üzerine dikilmiş bakışları hissedip başını kaldırdığında genç kadını gördü. Fırlayıp kaçmak için hamle yapacakken:

“Sen O’sun..!” diyen kadının sesiyle ne yapacağını bilemez halde kala kaldı. Etraf çok kalabalıktı, kaçmam mümkün değil düşüncesiyle olacakları beklemeye karar verdi. En tehlikeli bölümleri bile hiç hatasız hallettiğini, tamamen özgür olduğunu düşünürken pisi pisine enselenecek miydi yoksa. “Olsun, bağlantı kuramazlar, en fazla gasptan yatarım” diye avunmaya çalışırken, genç kadın “Niye bizi soyup paramızı değerli eşyalarımızı almamıştın? Oysa hep para için kaçırıldığımızı düşünmüştük!” diyerek yanındaki  sandalyeye oturdu. Korktuğu kadar tehlikeli bir durumla karşı kaşıya olmadığını anlamanın getirdiği rahatlıkla:

“Araba lazımdı, hem ben öyle ufak tefek farelikler yapmam!” karşılığını verirken sırıtıyordu ve “Beni nasıl tanıdın?” diye ekledi.

“Haklısınız, çok değişmişsiniz. Sakal bıyık kalmamış, saçlar jöleli, kıyafet çok şık... Bir histi içime doğan, yaklaşıp baktığımda insanı delip geçen bakışlarınızı görünce yanılmadığımı anladım. Korkmanıza gerek yok, polis çağırmayacağım, ama bir şartla; bir hafta buradayım, benimle olacaksın. Belki daha sonra da..! Bunu şimdilik bilmiyorum, daha sonra karar vereceğim. Sorun yok değil mi? Hem, eski arkadaşım, senin lavuk arabasına kavuştu. Lavukun ne demek olduğunu öğrenmek için epeyce araştırmam gerekti. Meğer hak ediyormuş lavuğu, benden çok otomobili için kaygılanmıştı.”

“!!!!!???????!!!!!”

“Elindeki nasır ne durumda?”

“!!!!!!!!!!”

          

11.03.2002 / 07.08.2003

 

Eyüp Şeker

BANKAYI PATLATMAK

 08.07.2002

 

BANKAYI PATLATMAK

 

Yaklaşık bir aydır çalışıyordu hamburgercide ve bir türlü gelmek bilmeyen banka kartlarını düşünmediği tek an bile yok gibiydi. Nasıl düşünmesindi... Uzun süre kafa patlatmıştı sahte isimle nasıl banka kartı alacağına. Önce ölüm ilanlarından uygun birini bulması, bilgisayarın başına geçip yüzünü uzatarak, gözlerini hafifçe çekikleştirerek biraz başkalaştırdığı kendi fotoğrafını yerleştirdiği yeni kimliği hazırlaması, sonra da şehrin öteki ucunda, evinden otuzbeş kilometre uzaktaki hamburgercide iş bulup çalışmaya başlaması kolay olmamıştı. Her gün onca yolun kahrını çekip bir yığın sümüklüye, alacağı bir patates ve hamburger sayesinde birilerine hükmetmenin hazzını yaşayana katlanmak kolay değildi onun için. “Sürü” diyordu kalabalıklara... Kızdığında ise “Mutfakla tuvalet arasında boru olanlar” diye veriştiriyordu içinden. “Sürü”den birinin siparişini beklerken gülümsemesini asla eksik etmeyip “Hadi beyinsiz, çözülememiş bir matematik problemiyle karşılaşmış değilsin, alt tarafı yedi sekiz çeşitten bir ya da ikisini isteyeceksin. Hadi ama Boru, karşında Enigma şifresi yok, karar ver artık. Bakmaktan bıkmadın mı mönülere, biraz daha bakınırsan geçireceğim kafana tepsiyi. Tıkının ve ıkının, başka ne bilirsiniz ki!” gibi düşüncelerle rahatlamaya çalışıyordu.

Çalışmayı hiçbir zaman anlayamamıştı. Neredeyse ders bile çalışmaz, çok hızlı şekilde okur geçer, ya da öylesine göz atar, öğretmenleri ve dersleri iyi izlemekle yetinirdi. Bu yüzden fen dersleriyle arası çok iyiyken, edebiyat, tarih, coğrafya gibi derslerde vasatın üzerine zorla çıkabilmişti. Neyse ki, üniversitede en çok istediği bölümde, bilgisayar programcılığındaydı artık. En büyük tutkusu olan bilgisayarla uğraşmayı bir zorunluluk gibi görmediğinden ders çalışmanın artık gerilerde kaldığını düşünüp tüm zamanını ve enerjisini sayılarla, komutlarla geçiriyordu. “Sürü”ye kızgınlığının asıl nedeni, bilgisayarının karşısında olması gerekirken,  kasa başında dikilip asla yapmayı düşünmeyeceği bir işe katlanmasıydı. Oysa cazip sayılabilecek İnternet ve programcılıkla ilgili iş teklifleriyle karşılaşmış, tanıyanların şaşkın bakışları altında “Bilgisayardan biraz olsun uzak durup kafamı boşaltmak istiyorum” gibi gerekçelerle bunları reddetmişti. Saplantı derecesinde bilgisayara tutkun olduğunu bilenler bu duruma çok şaşırsalar da pek aldırmamış, birkaç aylık yaz tatili terapisi olarak görüp geçiştirmiş, annesi ise kaygılanmasına sebep olan yaşam biçimindeki bu değişikliğe çok sevinmişti.

Nükleer Fizikçi Olan annesi, yedi yaşındayken onları terk eden, bir daha da hiç görmediği, yüzünü bile hatırlamadığı, nerede olduğunu bile bilmediği babasının eksikliğini hissettirmemek için çabalayıp dursa da geleneksel aile yapısını hiç yaşayamamış, kendisini bildi bileli ayakları üzerinde durmuş, küçük yaştan itibaren görev bölümü bilinciyle bir takım ev işlerini, yemeğini kahvaltısını hazırlamayı öğrenmişti. Aslında, peynirli makarna, salata, omlet, süt ve hazır çorbayla yetişmişti demek daha doğru olacaktır. Neredeyse tek değişiklik salataya arada bir konan ton balığı olmuştu. Bu durumdan şikayetçi olmak hiç aklına gelmezken aksine hep hoşnut olmuştu. Tek başlarına bir işe yaramaz ana baba kuzusu gibi gördüğü çevresindekilerden farklı olmayı her zaman sevmişti. Annesi kendisinden bir şey yapmasını istediğinde, söylendiği ya da buyurulduğu için değil bir birey olmanın bilinciyle karşılayıp uygulamıştı.

Yalnızlık sevdiği bir yaşam biçimiydi. Çocukluğunda bile doğru dürüst arkadaşı olmamış, ya oyuncaklarına gömülmüş, ya da yarattığı oyunlarla kendi kendine oynamıştı. Aklı ermeye başladığında annesinin aldığı oyuncak sayılacak bilgisayarın tutkunu olmuş, daha ilk başlardan itibaren de anlayanların hayret dolu bakışlarla “İmkansız!” dediği işler yapmaya başlamıştı.

Ayrılmış ana babaların çocuklarında görülen erken olgunlaşma kendisi için fazlasıyla geçerli olduğundan çoğu insanın hiç bilmediği bir çok işi yaptığı gibi, çocuk denecek yaşta makarna haşlamayı falan öğrenmiş, dolapta ne bulursa sos niyetine üzerine döküp yeni tatlar ya da tatsızlıklar keşfetmeyi öğrenmişti. Yemeği yalnızca yaşam için bir gereklilik olarak gören annesi gibi onun da hiçbir zaman damak zevki gibi bir sorunu olmamıştı. Bu yüzden bir başkasının asla düşünmeyeceği -peynir üzerine reçel sürmek gibi- farklı tat ve lezzetteki yiyecekleri karıştırarak çabucak atıştırır, yapması gereken çamaşır bulaşık toz alma gibi bir iş varsa hemencecik halleder, bilgisayarının başına geçerdi. Bu aceleciliği yüzünden renkli beyaz ayırmadan makineye tıkıştırdığı giysileri akıl almaz renklere bürünmüştü. Üzülmek dertlenmek bir yana bu durumla eğleniyordu. Hatta bir keresinde beyaz tişörtünün aldığı şampanya rengini o kadar çok sevmişti ki daha sonra aynı rengi tutturmak için bir çok deneme yapmasına  rağmen başarısız olmuş, kirli bulanık renklere sahip olmaktan öteye gidememişti.

Her hangi bir işi kendi payına düştüğü bilinciyle yapması gibi okula gitmiş, ders çalışmıştı. Yoksa hiç kimse ona ders çalışmasını söylememişti. Kendisine bu bilinci veren annesi, bu tavrıyla gerekenden çok fazla sorumluluk yüklemişti aslında. Oğlu, zeki, yetenekli ve akıllıydı, sorumluluklarını hatırlatmaya gerek yoktu. O kadar ki, ilgisizlik mesajları vereceğine inanmasa, yanlış anlamalara açık olduğunu düşünmese karnelerine bakmayı bile gereksiz görecekti. Oğlunun yaşamına da fizik yasalarının kesinliğiyle baktığının farkında bile değildi. Ona yalnızca, mecbur olduğu için okula gidip ders çalışmadığını, yaşamında gereksinim duyup kullanacağı için birtakım bilgileri öğrenmesi gerektiği öğüdünü vermişti. Hepsi bu kadardı... Zaten oğlunun da daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu. Bu yüzden körü körüne hiç ders çalışmamış, işine yaramayacağını düşündüğü hiçbir şeyi öğrenmek için çaba harcamamıştı. Özellikle fizik ve matematikte sınıfının hatta öğretmenlerinin çok ilerisinde olduğunun belirtilmesi onu tanıyan kimseyi şaşırtmıyordu. Bazı öğretmenleri bu durumu o kadar kanıksamışlardı ki zorunlu olduğunu düşünmeseler neredeyse onu sınava bile sokmayacaklardı. Eğlenmek için matematik problemi çözen birine başka türlü davranmaları beklenemezdi.

Görüştüğü ve arkadaş tanımlamasına uyan tek kişi olan çocukluk arkadaşının güvercin tutkusunu anlamasa da yaşamlarının benzerliği dikkatinden kaçmıyordu. Onun güvercinler dışındaki her şeyi birer aksesuarmışçasına algılaması gibi kendisi de neredeyse tüm yaşamı bilgisayardan görüyordu. Arkadaşı o kadar tutkundu ki güvercinlerine, tepki gösterenler olmasa onlarla birlikte çatıdaki kümeste yatabilirdi. Yakın gördüğü tek kişi olsa da yine de anlayamıyordu arkadaşını. Gördüğü bir güvercini birkaç sokak izleyip konduğu çatıyı gördükten sonra yukarı çıkıp çalmaya kalkmak yüzünden tutuklanan arkadaşını nasıl anlayabilirdi. Hele de güvercinin özelliklerini dakikalarca büyük bir coşkuyla ve çoğunu anlamadığı sözcüklerle anlatışına, başkasının güvercinini çalmaya “Kümes patlatmak” demesine, ne kadar uğraşsa da beyin hücrelerinde yer bulamazdı. Aşırı sıcak havalarda ter bezleri olmayan kuşların serinlemek  için köpekler gibi ağızlarını açışlarını anlatışındaki kaygılı üzüntülü halini anlaması hiç mümkün değildi ve onu dinlerken tepkisi “Sen çılgınsın” oluyordu. Arkadaşı “Sen nesin, kendini bir elektrik akımı gibi görmen çok mu akıllıca yani” karşılığıyla terslenince, “Abartmasan olmaz. Yaşamın özünde enerji yani elektrik var diye düşünmemin neresi yanlış. Vücudumuzdaki elektrik olmasa sinirler beynin hangi komutunu hangi organa nasıl bildirecekler de hangi hareketi ya da eylemi yapacağız...” gibilerle başlayan söylevleri, tüylerin yumuşaklığını, minik yüreğin atışlarını avuçlarında hissetmenin hazzını mutluluğunu hiçbir şeye değişmeyecek olan arkadaşının bir kulağından girip ötekinden çıkıyordu. Hatta kulağına bile ulaşmıyordu ki girip çıksın. Birinin beyni kodlarda, komutlarda, elektronik işlemcilerde dolaşırken, ötekininki, yumurtadan çıkacak yavruyla, atılacak taklayla, hastalıkla, yemle suyla yoğruluyordu. Kendisi aynı kaygıyı, fazla yüklenilince aşırı ısınan bir işlemciyle karşılaştığında “Kavrulmasa şu meret çip” diye dertlendiğinde yaşayabilirdi ancak. Tutkularının  hiçbir benzerliği olmasa da hissettikleri tutkunun şiddeti aynıydı.

Şehir Bankası’nın kartı eline geçtikten iki gün sonra Konut Bankası’ndan beklediği geldi ve mesai bitimini zorla getirip “Üç kuruş” dediği ücretine bir an bile kafa yormaksızın hamburgerciyi terk etti. Kölelik günleri dediği kısa çalışma hayatının sona ermesi kadar hiçbir şey mutlu edemezdi onu. Eve gitmeden önce birer bankamatik bulup kartları işleme açtı, yeni şifrelerini belirledi.

Uykusuzluk dolu üç gün sonunda ucunda küçük bir elektronik devre bulunan yaklaşık yirmi santim uzunluğunda incecik yassı kabloya eklediği banka kartlarını büyük bir gururla elinde tutuyordu. Coşku doluydu, içi içine sığmıyor kartları deneyip işe yarayıp yaramayacaklarını öğrenmek için sabırsızlanıyordu, ancak yanlış bir adım atmamak için telkinlerle yatışmaya çalışıyordu. Ne kadar kıvranırsa kıvransın bir gün daha sabredip hafta sonunda harekete geçecekti.

Cumartesi sabahı sırt çantasını hazırlarken içi içine sığmıyordu. Unuttuğu bir şey olup olmadığını birkaç kez kontrol etti, iyice emin olduktan sonra yüzünün büyükçe bir kısmını örtecek şekilde şapkasını taktı, bisikletini omuzlayıp kendini dışarı attı. Şehrin bir başka ucundaki kalabalık semte gidebilmek için yaklaşık oniki kilometre pedal çevirmesi gerekiyordu, ama bunu umursadığı falan yoktu. Tek derdi yaşadığı sabırsızlıktı.

Gözüne kestirdiği büyük bir İnternet kafenin önündeki direğe bisikletini zincirledi, sırt çantasını eline alıp içeri girdi ve etrafa çabucak göz atıp çantasından çıkarttığı oyun CD’sini görevlinin göreceği şekilde tutarak “İnternet’te oyun oynamak istiyorum, makinelerinizin hızı nedir?” diye sordu. Açıklamaları dinlerken köşedeki boş bilgisayarı gözüne kestirmişti bile. Makinenin karşısına yerleşti ve oyun CD’sini çalıştırdı, bir süre oyalandı, kimsenin kendisiyle ilgilenmediğinden emin olunca  CD’yi çıkartıp yazısız resimsiz başka bir tanesini taktı, şifre kırma programını çalıştırdı. Uçar gibiydi, yerinde duramıyor, işlemleri bir bir peşi sıra soluklanmaksızın yapıyordu. Önce Konut Bankası’na girdi, şifre  kırıcı programının sonuç alması çok sürmedi. İçerdeydi artık... İşlem hacmi yüksek şubelerden birini gözüne kestirdi. Listedeki rakamlar akıl alır gibi değildi. Daha önce hiçbir yerde duymadığı görmediği isimlerin yanındaki bol sıfırlı rakamları “İnanılmaz, inanılmaz...” diye söylenerek izlerken “Kim bunlar! İş dünyasının tanınan bilinen bir ismini göremeyecek miyim!”  şaşkınlığıyla listeyi incelemeyi sürdürdü. “Kim bunlar, bu paralar nereden geliyor! Millette ne paralar varmış be. Memleket gizli zengin doluymuş da haberimiz yokmuş. İşe bak be. Bir tanesinin bir şubesinde bunlar varsa diğerlerini hiç düşünme... Vay be...” diye söylenirken parayı alacağı hesaba karar verdi. Yazdığı miktarı “Çabuk fark edilir” düşüncesiyle çok bulup üç sıfır sildi ve kendi hesabına havale etti. Bankanın sitesinden çıktı, açık sayfaları programları kapattı, girdiği sitelerdeki kayıtlara ulaşamayacağı için bir işe yaramayacağını bilse de bağlandığı sitelerle ilgili bilgileri bilgisayarın belleğinden sildi. Son olarak bir oyun sitesine bağlandı, birkaç dakika oyalandı, toparlanıp hesabı ödedikten sonra çıkıp bisikletine atladı ve birkaç sokak ötedeki başka bir İnternet kafeye yöneldi. Aynı bilgisayar sistemlerini ve programları kullandığı için seçtiği  Şehir Bankası’ndan kendi kartına para göndermek için de çok uğraşması gerekmedi.

Gelenin geçeni az olan bir bankamatik bulmak için biraz dolaşması gerekti. Şüphe uyandırmayacak rahat hareketlerle bir eliyle kabloyu ve elektronik devreyi gizleyerek banka kartını makineye soktu, şifreyi girdi, işlem listesinden para çekmeyi seçip makinenin verdiği en yüksek limiti yazdı. Makineden gelen sayma sesini takip ederek bitişin ardından destenin dışarı uzatılacağının sesini duyunca,  karta bağlı kablonun ucundaki elektronik devredeki minik düğmeye bastı, bankamatiğin ekranı kısa bir an karardı ve görüntü geri geldi. Makinenin verdiği paraları alıp çantasına attı. İşlem listesinden tekrar para çekmeyi seçip en yüksek rakamı yazdı yine. Makine saymaya başlayınca çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Başarmıştı ve Banka’nın bilgisayarlarını alt etmişti. Para sayma işlemi bitip parayı veren mekanizma harekete geçtiğinde sistemi çökertmiş ve bilgisayarın, yapmadığı algısıyla aynı işlemi tekrar yapmasını sağlarken, mekanizma başladığı işlemi tamamlayarak parayı dışarı uzatmıştı. Çünkü mekanik sistem, elektronik bilgisayar sistemleri gibi baştan başlamıyor, kaldığı yerden turunu sürdürerek tamamlıyordu. Paranın dışarı çıkacağı sesini duyar duymaz yine düğmeye bastı, paraları alıp çantasına attı. Aynı işlemleri beş kez daha tekrarlamış ve bir günde limiti aşmamaya programlanmış bilgisayarları her seferinde yanıltmış, istediği kadar para çekilir hale getirmişti. Hesabında daha yığınla para vardı, “Bu kadar yeter, şansımı fazla zorlayıp enselenmemeliyim. Vay be paralara bak...” diye düşünürken kartı makineden aldı, çantasını sırtına astı. Bütün bu işlemleri yaparken olduğu gibi dışarı çıkarken de mümkün olduğunca başını kaldırmamaya çalıştı. Olası bir gizli kamera kaydına iyi görüntü vermemesi gerektiğinden çok emindi. Öteki bankada da aynı işlemleri yapıp para dolu çantayla eve vardığında karşılaştığı arkadaşına “Sen banka patlatmayı bilir misin!” dediğinde, onun anlamsız bakışlarla “Nee!!” karşılığını verişini duymazmışçasına bisikletini omuzlayıp eve girdi.

Günlerdir çok dikkatle izlemesine rağmen ne televizyonlarda ne de gazetelerde bankalarla ilgili bir habere rastlamaması canını epeyce sıkıyordu. Hatta günde birkaç kez İnternet’i didik didik ediyor, soyduğu bankalardan söz eden tek satıra denk gelemiyordu. Bu durum öylesine canını sıkıyordu ki “Ben şu bankaları, şöyle şöyle yaparak soydum...” gibi açıklamalarla İnternet’ten herkese duyurmamak için zor tutuyordu kendini. Belli ki bankalar bu soygunun gizli tutulmasının daha yararlı olacağına karar vermişlerdi.  Kendisi için, yaptıklarının konuşulması, dilden dile dolaşır hale gelmesi, çaldığı paralardan çok daha önemliydi. Bankaları soyma hesaplarını yaparken, en çok, bunu başarırsa nasıl efsaneleşeceği düşüncesi onu heyecanlandırmıştı. Oysa şimdi büyük bir hayal kırıklığıyla kıvranıyordu. Kendisini polise ihbar edecek kadar budala değildi, ama birkaç kez bunu bile düşünmüştü.

Bulup buluşturdukları virüsleri e-posta ile birilerine gönderip bir yerlerde denk geldiği üç beş sözcükle başkalarına hava atmayı, birçok  yerden serbestçe elde edilebilen uzaktan kontrol programlarıyla basit gösteriler yapmayı şifre kırıcılık, İnternet’tekilerin büyük çoğunluğunun da aslında hiçbir şey bilmeyen böylelerine “Hacker” dediği bir ortamda tek sözcükle bile anılmamak kendisini çıldırtıyordu. Oysa, bankaların şifrelerini kırmakta kullandığı programı yazıp geliştirmek için yıllarca uğraşmıştı. Sayısını bile anımsamadığı başarısız deneme onu yıldırmamış, vazgeçmeyi hiç düşünmemişti. Sonunda başarmıştı, ama neredeyse kimse bilmiyordu yaptıklarını.

Belki birkaç laf duyarım umudu ve “Bakalım sürü neler yapıp neler konuşuyor!” düşüncesiyle hemen hemen hiç uğramadığı “Çat-çut yapmak” diye gırgıra aldığı sohbet odalarına girmeye karar verdi. En popüler olarak bilinen sohbet programlarından birini kurup çalıştırdı. Ne yapacağını bilemez halde programı kurcalamasını çok komik bulup “Vay be ne cahilmişim, şunu kullanmayı beceremiyorum. Hadi embesil... ” diyerek kendisiyle dalga geçerken <Bn> takma ismini aldı ve sonunda yüzlerce sohbet odasının yer aldığı listeye ulaşmayı başardı. Oda isimlerine bakarak olası gevezeliklerle hangisinde karşılaşabileceğini düşünürken çok fazla kalabalık olmayan bilim-teknik çağrışımlılara girmeye, arkadaşlık aşk cinsellik içeriklilerden uzak durmaya karar verdi. <Level 9> isminin yüksek düzey izlenimi vermesiyle hemen tıkladı. Odada 21 kişi vardı ve büyük bir kısmı ikili üçlü özel sohbette gibiydi. Daha çok, Kaplan odaya girdi, Sevgi21 odadan çıktı gibi programın kendi bildirimleri akıyordu sohbet penceresinden. Tam çıkmaya hazırlanırken “OkkalıGenç sizi özel sohbet odasına davet ediyor” mesajı gelince “Bu sümüklü de nereden çıktı” deyip yanıt vermemeye hazırlanırken “Ne diyecek...”  dürtüsüyle ve resmi, mesafeli olur bulaşmasına izin vermem düşüncesiyle onay kutucuğunu tıkladı. Ekranda açılan yeni ve küçük pencerede:

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>slm

<bn>Sanırım yenisiniz İnternet’te!

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>ööle saylır, nerden anladn

<Bn>Pek çoğunun düştüğü hatayı siz de yapıyorsunuz.

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>!!!

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>nedr o :-(

<Bn>Her seferinde isminizi yazıyorsunuz. Buna gerek yok ki, program otomatik olarak yazdığınızın başına koyar takma adınızı.

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>nasıl yani. ama bende gözükmüyr

<Bn>Sizde gözükmesine gerek yok ki, önemli olan mesajın kimden geldiğinin başkalarınca bilinmesi. Bunu da program kendiliğinden yapıyor.

<OkkalıGenç><OkkalıGenç>hay axi schytan. yapma yaw. bilmyodum. amma manyak komik durum :-)

<Bn>Halen daha yazıyorsunuz.

<OkkalıGenç>şimdi nasl gözküyor

<Bn>Düzeldi, artık bir tane...

<Bn>Bakıyorum bir çok şeyden önce öğrenmişsiniz İnternet jargonunu.

<OkkalıGenç>nası yani

<Bn>Kısaltmalardan, sembollerden söz ediyorum. Selam’ı slm diye yazdınız, sonra gülme :-) , somurtma :-( işareti yaptınız.

<OkkalıGenç>çok keyfli yaw. özgürlük acaip güzel yaw. imla mimla diye okulda canmıza okyorlardı

<Bn>İyi de bunun ne yararı var!

<OkkalıGenç>sanal almde özgürlk var yaw. kuralların canı cehennme

<Bn>Sohbette hızlı çabuk yazmak yüzünden bir takım sembol ve kısaltmaları anlayabiliyorum, ancak yine de doğru bulmuyorum.

<OkkalıGenç>niye yaw. yoksa sen örtmenmisn

<Bn>Hayır, öğretmen değilim. Ne kadar hızlı çabuk yazmak gerekse de, düzgün ve kurallara uygun yazılmasının daha yararlı olacağına inanıyorum.

<OkkalıGenç>boşwersne. düzgün yazna yldızlı pekiimi wercekler yani

<Bn>Ben, kendini geliştirmeyi kast ediyorum. Hızlı ve düzgün klavye kullanmanın ne zararı olabilir. Aksine iyi bir nitelik olarak çok işine yarar insanın.

<OkkalıGenç>boşwer yaw. çok zamandrmı nettesin, ne iş yapyosun

<Bn>Programcıyım. Çok oldu İnternet’le tanışalı.

<OkkalıGenç>yapma yaw. bayan programcı haa. :-)))

<Bn>NE BAYANI!!! NE ILGISI VAR. BAYAN OLDUĞUMU DA NEREDEN ÇIKARTTINIZ?

<OkkalıGenç>ne kızıyosun. nickinden herhalde

<bn>Takma ismimden mi! Anlamadım...

<OkkalıGenç>hi axi schytan. madem kız deilsin niye Bn nickini aldın

<bn>Hay aksi, farkında bile değilim. Nick seçerken klavyede rast gele iki tuşa basmıştım, b ve n yan yana olduğundan hiç aklıma gelmeyen bir durum oluşmuş.

<OkkalıGenç>hi axi schytan. yapma yaw. ben seni kız sandımdı. aşk meşk felan yaparz demiştim. hadi  bana bye.

Sohbetin sonlanmasıyla ne kadar acemi olduğunu düşünmeden edemedi. Odaya girer girmez sohbet daveti almasının nedenini ancak anlayabilmişti. Oysa daha önce girdiği sohbet odalarında kimseden çağrı almaksızın uzun süre konuşmaları izlemekle yetinmişti. “Chat manyaklarının bayan ismi almaları boşuna değilmiş” diye düşünürken takma ismini “Biradam” olarak değiştirdi. Tekrar oda isimlerini ve kaçar kişinin olduğunu incelemeye başladı. “Piyasa” ismini görünce az önce aldığı ders yüzünden cinselliğin mi yoksa paranın mı kast edildiğine karar veremedi. Listeyi hızlı kaydırarak başa dönerken “Broker”u görünce hemen tıkladı. Odada 26 kişi vardı ve karman çorman edilmiş iki dilde sürmekte olan hızlı ateşli konuşmaların, çoğunlukla, ahkam keserek birilerini, özellikle de bayanları etkileme çabalarıyla yapıldığı duygusu uyanıyordu. Hisse senetleri, kurlar, riskler, kazandırıp kaybettirenler içerikli, kelin ilacı olsa başına sürer durumundaki konuşmaları bıkkınlıkla  izlerken  beklentilerine burada da yanıt bulamayacağını düşündü. Biraz daha katlanmaya karar vermişti ki “Siren sizi özel odaya davet ediyor” uyarısının polisi çağrıştırmasıyla irkildi. Kafasından “Bu da neyin nesi! Vay be, yoksa enselendim mi!” gibi düşünceler geçerken çok heyecanlanmıştı. Reddedemezdi, neler olduğunu öğrenmenin tek yolu vardı ve “Evet”i tıkladı. Açılan pencerede:

<Siren>mrhb. Neden hiç konuşmuyorsunuz?

<Biradam>Merhaba. Bilmem...

<Siren>borsa tüyosu kapmaya mı çalışıyorsunuz?

<Siren>benden size tavsiye. Buradaki kimseden işe yarar bir şey öğrenemezsiniz.

<Biradam>Farkındayım, öylesine vakit öldürüyorum işte.

<Siren>bir arkadaşım borsacıları at yarışı meraklılarına benzetir. Hepsi aldığı bilginin sağlamlığından söz eder, hiçbirinin de bir şey yapabildiği görülmemiştir. Kısacası, kel ve merhem durumu.

<Biradam>İnanır mısınız az önce benim aklımdan da aynı şey geçti. O zaman ne arıyorsunuz burada?

<Siren>aslında, bu bilmişliklere, bu atıp tutmalara sinir oluyorum. yine de dayanamayıp bir bakayım diyorum.

<Biradam>Can sıkıntısı mı?

<Siren>Öyle de denebilir. Daha çok, bir arkadaşa rastlarsam iki laf eder deşarj olurum diye düşünmekten...

<Biradam>Kimse yok mu!

<Siren>belli olmuyor mu! Şekilde görüldüğü gibi senin kapını çalmazdım.

<Biradam>Ne iş yapıyorsunuz!

<Siren>kader utansın. Ne yazık ki borsacıyım.

<Biradam>desenize Batsın Bu Dünya hallerindesiniz.

<Siren> :-)

<Siren>hem de fena halde. Kafam kazan gibi...

<Biradam>Bari bir işe yarıyor mu buralarda dolaşmak?

<Siren>Nerdeee... Çoğunluk saç baş yolar vaziyetlerde zor atıyorum kendimi dışarı.

<Biradam>Ne bulmayı umuyorsunuz ki!

<Siren>Ne biliiim. Boş, gereksiz sohbetlerle beynimi boşaltmayı umuyorum. Heyhat, kötü kader, çoğu çoluk çocuk, yığınla da seks muhabbeti manyağı.

<Biradam>Benim ne aradığımı, neyin nesi olduğumu nereden biliyorsunuz!

<Siren>Ossuun, bi deniyim dedim şansımı. Kafadar olma ihtimaliniz de var, öyle di mi!

<Biradam>Haklısınız. Hangi konuda konuşmayı seversiniz?

<Siren>fark etmez. Gırgırı bol olsun yeter.

<Biradam>Mümkünü yok olmaz. Konu başlığını siz seçin.

<Siren> :-))

<Biradam>Hadi ama.

<Siren>Fark etmez dedim ya.

<Biradam>O zaman sinema olsun.

<Siren>OK

<Biradam>Taytenik’i seyrettin mi!

<Siren>Taytenik de neyin nesi!

<Biradam>Bu kadar da cahil olunmaz ki! Titanic akıllım, Titanic... Yoksa sen okumayı bilmiyor musun!

<Siren> :-)))

<Biradam>Sana bir soru. Taytenik’in çarptığı buzdağının adı neydi! Bil de göreyim...

<Siren> !!!!!

<Biradam>Aysberg akıllım, adı Aysbergdi.

<Siren> :-))))

<Biradam>Ne o, her bir yanımdan bilgi fışkırıyor oluşumla seni şaşırttım mı!

<Siren> :-)))

<Biradam>Tabii ki akıllım. Ne sandın ya, bööle entel boyutumsu yanlarım vardır.

<Siren> :-))))

<Siren>Bunu beklemediğimi söylemeliyim. Ne iş yapıyorsunuz?

<Biradam>Öğrenciyim.

<Siren>Hangi bölüm.

<Biradam>Bilgisayar.

<Siren>Çok iyi, ben de geçen yıl mimarlığı bitirdim. Şimdi borsacılık yapıyorum.

<Biradam>Ne alaka!! :-(

<Siren>Öyle denk geldi... Kafam niye kazan gibi oluyor sanmaktasınız. Bilgi küpü akıllım bunu niye bilemedin bakiiim!

<Biradam> :-))) her bi şeyi bilcek diiliz ya. Entel boyutumsu yanlarım vardır dedikse 2001’in Hal’iyiz  demedik ya.

<Siren>anlamadım, o da nesi!

<Biradam>Stanley Kubrick’in 2001 filmindeki gemiyi ele geçiren müthiş bilgisayar.

<Siren>hiç anlamam. Bunu bile zor kullanıyorum. Bilgisayarcı arkadaşım benden bıktı. Şu mereti bir hafta çökertmeden kullan sana madalya vereceğim deyip duruyor.

<Biradam> :-))

<Siren>Bilgi küplüğü taslamak dışında neler yaparsınız?

<Biradam>Yapmam gereken yığınla iş var, çıkmam gerekiyor.

<Siren>Nedeeen, güzel güzel laflıyorduk.

<Biradam>Beyazları akşamdan suya basmıştım, onları çıkartıcam. Sonracıma ocakta fasulye var, yanmasın di mi. Sonracıma, ördüğüm horoşa kazağa devam etcem, sonracıma bulaşıklar var, bilirsin beklemeye gelmez. Sonracıma gümüşleri parlaticem, toz alicem.

<Siren>Tamam, tamam pes ediyorum. Görüşçek miyiz.

<Biradam>Görüşmek üzere. Hoşça kalın.

<Siren>Siz de.

Sohbet programını kapatıp İnternet bağlantısını kestiğinde bilgisayarın karşısında öylece kalakaldı. Kalbi sıkışmış terden yapış yapış olmuştu. Laf olsun gevezeliğinin korktuğu noktaya doğru gittiğini görmek paniğe kapılmasına yol açmıştı. Kalın camlı gözlüklerini yukarı kaldırıp gözlerini ovuşturdu, ardından elleriyle yüzünü kapadı. Nefes alışı normale dönmemişti haalaa. Arkasına yaslanıp kollarını aşağı sallandırdı, tavana diktiği boş bakışlarla kıpırtısızca otururken sakinleşmeye çalıştı. Neden sonra biraz olsun kendine geldiğinde niçin hiç kız arkadaşı olmadığına kafa yormamaya karar verdi. Kalktı, sürüdüğü ayaklarıyla banyoya yöneldi. Aynaya bakmamaya çalışarak eğilip yüzünü yıkamaya başladı. Doğrulup havluya uzanırken de uzak tutmaya çalıştığı bakışları aynaya takıldı. Kısa boyu kadar kahrolmasına sebep olan, balyozla ezilmiş gibi durduğunu düşündüğü yüzü, sivilceleri yine karşısındaydı. Görmek istemiyordu, öfkeyle kaçırdı bakışını. Odasına koşup yüzükoyun yatağa atladı, kendini boğmak istercesine başını yastığa bastırdı. Soluksuz kalıp yorulunca, döndü, sırtüstü uzandı ve ilk kez o zaman anımsadı kızla konuşurken nasıl uyarıldığını. “Kimin nesi, çok mu güzel, uzun boylu mu, sesi nasıl, ya teni... adı ne acaba!” gibi düşünceler beyninde uçuşurken kalp atışları hızlanmaya başladı, vücuduna bir sıcaklık yayıldı. Bir eliyle pantolonunun fermuarını indirirken diğerini içeri uzattı.

Ertesi gün, daha önce kaçarcasına terk ettiğini hiç aklına bile getirmeden büyük bir istek ve sabırsızlıkla sohbet odasına girdi. Yoktu... Saate baktı, mesaisi bitmemiştir avuntusuyla çıkıp diğer odalara göz atmaya karar verdi. Günlerdir düşünmeden geçirdiği tek saniyesi bile olmaksızın aklının baş köşesine yerleştirdiği bankalara, Siren’le karşılaştığından beri neredeyse hiç kafa yormadığını fark edince gülümsedi. “Bu ben miyim!” şaşkınlığıyla listeyi incelerken aslında boş boş bakındığını biliyordu. “Saçmalıyorsun... Abartmasan olmaz. Kızla iki laf ettin diye aptalca dünyalar kurup durma. Hem ne biliyorsun kız olduğunu! Siren denizkızı demekse ne olacak... Ya birçokları gibi numaradan kız geçiniyorsa. Nereden biliyorsun 50 yaşında, ya da sümüklü veledin teki olmadığını! Borsacıymış, nereden biliyorsun..! Saçmalıyorsun, hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Öğrenemezsin de... İstersem öğrenirim... Peki istiyor muyum! Hayır, böyle bırakmalıyım. Her zamanki öğrenme, kurcalama merakıma bu kez  engel olacağım. Öğrenmeyeceğim bağlantı bilgilerini... Canı cehenneme telefonunun, adının, adresinin... Bunu yapmayacağım. Öğrenmeyeceğim numarasını, kimliğini...” gibi düşüncelerle hiçbir şey yapmaksızın bilgisayarın başında oturduğunun fark edip derin bir oflamayla toparlandı. Tekrar baktı odaya gelip gelmediğini görmek için. Yoktu... Keyifsizce iskambil falını çalıştırıp oynama başladı ve birkaç dakikada bir sohbet odasını tıklayıp durdu. Gecenin geç saatlerine kadar aynı şeyi yaptı, ancak boşuna yoruluyordu.  Gelmemişti, ya da başka isimle bağlanmıştı İnternet’e ve onca saat boyunca tek bir çağrı da almadı. Daha önce verdiği sözleri bir kenara atıp onunla konuşurken bağlantı bilgilerini ele geçirmediği için hayıflanmaya başladı. “Ne beyinsizim be. Akılsızlık işte, konuşma kaydını bile saklamayıp sildim attım. Beyinsiz, niye sildin be..! Ne akılsızım... Beyinsiz, o an önemsemezmiş gibi davranıyordun. Ya sonra, büyüttükçe büyüttün kafanda...” paylamalarıyla bilgisayarı kapatıp öfkeyle sokağa attı kendini. Uzun süre amaçsızca gecenin karanlığına sığınarak yürüdü.

Sabah uyanır uyanmaz aklına İnternet’e bakmak geldi, “Saçmalama, ne yaptığını sanıyorsun!” telkiniyle bu düşünceyi kafasından kovmaya çalıştı. Alelacele bir şeyler atıştırıp bisikletini omuzladı. Tarifeye bağlanmış gibi ikide bir İnternet’e bakıp durmaya engel olamayacağını bildiği için en doğrusunun evden uzaklaşmak olduğuna karar vermişti. Sabahın körü sayılabilecek bir saatte pedal çevirirken gidecek yer bile gelmiyordu aklına.

Yine de günü öldürmeyi başardı. Eve girer girmez bilgisayarı açtı. İnternet bağlantısı kurulurken biraz soluklandı. Çabuk hareketlerle programı çalıştırıp sohbet odasına girdi. Oradaydı... Ne yapacağını bilemez halde ekrana bakarken çağrının geldiğini görünce bütün keyifsizliği bir anda uçup gitti.

<Siren>Mrhb.

<Biradam>Merhaba. Ne var ne yok!

<Siren>Fena değil, ya siz...

<Biradam>Eh işte, vakit öldürüyorum.

<Siren>Biraz kendinizden söz etsenize.

<Biradam>Söz etmeye değecek özelliği olmayan sıradan biriyim.

<Siren>hem bilgi küplüğü taslayacaksınız hem de değmez pozları keseceksiniz. Yemezler. Hadi ama...

<Biradam>Gerçekten öyle... Malum yaz tatili, bol bol tembellik yapıyorum.

<Siren>Yapmayın ama. Ne tür kitaplar okur, hangi filmleri seversiniz!

<Biradam>Sinemaya tiyatroya gitmeyi, kitap okumayı, bulmaca çözmeyi severim. Yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.

<Siren>Bak şimdi. Biraz ciddiyet lütfen.

<Biradam>gerçekten, çok ciddiyim... Çok komik bir durum bu.

<Siren>Bi şey anlamadım.

<Biradam>Hani yarışmalarda falan herkes aynı şeyi söyler ya. Hani, sinemaya tiyatroya gitmeyi, kitap okumayı... Kimse çıkıp da “TV seyrederim” demez. Oysa hepsinin en çok yaptığı şey TV seyretmektir.

<Siren> :-)

<Biradam>Televizyona aptal kutusu deniyor ya, o yüzden seyretmeyi kimse yakıştırmaz kendine. Hep entel boyutumsu faaliyetleri vardır.

<Siren> :-))

<Siren>Haklısınız. İtiraf etmeliyim ki bu durum hiç aklıma gelmemişti.

<Biradam>Şimdi de bir kısım entel boyutumsu yanları olanlarda –bunlardan biri şekilde görüldüğü gibi ben oluyorum- TV’nin yerini İnternet,  yani bilgisayar aldı.

<Siren>hayrola, alıngan mıyız yoksa. :-(

<Biradam>Hayır, alınganlık söz konusu değil. Benim gerçeğim bu. Neredeyse tüm zamanımı bilgisayarın başında geçiririm. Tanıyanların dediği gibi ben tam bir bilgisayar delisiyim ve bir takım zorunluluklar olmasa başından kalkmam.

<Siren>!!!

<Biradam>Ve son yılların en müthiş programını yazıp efsaneleşmeyi bekliyorum. Öyle bir yazılım olacak ki bu, Dünya beni konuşacak, tam bir efsane olacağım.

<Siren>Ne güzel. Hiç anlamam, ama yazdığın program neyle ilgili.

<Biradam>Bunu söyleyemem. Hem nereden belli rakiplerimin casusu olmadığın ve de efsaneleşmeme engel olmayacağın. Di mi ama.

<Siren>bak şimdi, kırılıyorum ama. :-((((

<Biradam>Asıl alıngan kimmiş bakalım. Ben anlattım, sıra sizde.

<Siren>Tamam, başlıyorum.

<Siren>Tam bir bilimkurgu çılgınıyım. Düzenli ve hiç azalmaz hep artar tempodaki  stres yüklemelerini –tekrar belirtirim ki borsacı olurum bendeniz- bilimkurgu seyrederek okuyarak atabiliyorum. Bir de dans ederek.

<Biradam>Ben de severim bilimkurguyu.

<Siren>bir de, arada bir, bir bara giderek ayak üstü biralayıp geyik muhabbeti yaparak bir gıdım olsa rahatlarım, ya da rahatladığımı sanırım. Mesela, örneğin dün akşam arkadaşlarla iş çıkışı biraladık, ama nedense kendimi daha moktan hissetmekteyim. Yine de buna kafa yormayıp bunun beni rahatlattığına inanmayı sürdüreceğim.

<Biradam>Fena halde aynı fikirdeyim.

<Siren>Çok ilginç, sanki sizi 40 yıldır tanırmış gibi kendimi rahat hissediyorum. Bunu nasıl yaptınız?

<Biradam>Anlayamadım, neyi!

<Siren>Yarattığınız duyguyu kast ediyorum.

<Biradam>En beğendiğiniz film hangisi? Ve kitap...

<Siren>Konuyu değiştirmeyin. Büyücü olmalısınız.

<Biradam>Abarttığınızın farkında mısınız?

<Siren>Aynı şey gibi, birbirini tanımayan iki çocuğun sokakta veya parkta karşılaşması gibi. Evet aynı onun gibi. Kaynaşır, hemen oynamaya başlarlar.

<Siren>Hatta aynı dili bilmeseler bile sorun olmaz, farklı sesler mırıltılar çıkartarak saatlerce oynarlar. İşte onun gibi.

<Biradam> :-)

<Siren>Çünkü hesapsız kitapsızdır yakınlaşmaları. Bir şey ummaz beklemezler, tek istedikleri oyun oynamaktır. Evet umup bekledikleri tek şey oyundur ve çıkar hesapları yapmayı daha öğrenmemişlerdir. Tatil yörelerinde çok kez tanık olup şaşkınlıkla izlemişimdir hep.

<Biradam> Çok hoş bir analiz.

<Siren>Siz büyücüsünüz.

<Biradam>Abartmayın. Hem aynı şey benim için de geçerli, dediğiniz doğruysa siz de büyücü olmalısınız. Çünkü sizinle konuşmak çok keyifli.

<Biradam>Bir itirafta bulunmamın zamanı geldi.

<Siren>Ne itirafı! Yoksa beni tanıyor musunuz?

<Biradam>Hayır, demek istediğim o değil. İlk defa sizinle sohbet ediyorum.

<Siren>nasıl yani!

<Biradam>Anlatamadım sanırım. Söylemek istediğim daha öncekilerin ‘Gerekli görüşme’ gibi olduğuydu. Birtakım veletlerin zıpırlıkları, ya da gerzeklerin zevzeklikler gibi görürdüm çoğunluğun deyimiyle chat’leşmeyi. Hatta çat çut yapmak diye dalgamı geçerdim.

<Siren>Çat çut yapmak mı! Sevdim bunu, çok hoş. :-))))

<Biradam>Nasıl oldu bilmiyorum sohbete kaptırdım kendimi. Asıl büyücü sizsiniz.

<Siren>itirafta bulunma sırası bende. Dün akşam arkadaşlarla biralarken aklım hep dün geceki konuşmada ve sizdeydi. O kısa sohbet neden o kadar aklıma takılmıştı anlamaya çalıştım durdum. Bulabildiğim tek yanıt, karşımdakinin, yani sizin çok zeki bir çocuk olduğunuzdu.

<Biradam>Biraz daha devam ederseniz şişinmekten patlayacağım. Devam edin şişirmeye, ne güzelmiş...

<Siren>Bak şimdi.

<Siren>Gün boyunca da aklıma gelip durdunuz. Nasıl biri, kimin nesi deyip durdum. Hiç yapmadığım bir şeyi isteyeceğim. Kendinizi tarif etsenize.

<Biradam>Neyimi anlatayım. Sıradan biriyim işte.

<Siren>Lütfen.

<Biradam>En çok hangi filmi sevdiğinizi söylemediniz!

<Siren>Bak şimdi. Kurtulamazsınız. Hadi ama. Lüüüttfeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeen.

<Biradam>Şimdi nereden çıktı bu kendini tarif et muhabbeti. Ne güzel laflıyorduk.

<Siren>Lüüüüüütttffffeeeeeeeeeeeeeeeeen.

<Biradam>Başka şeyden söz etsek.

<Siren>O zaman önce ben tarif edeyim kendimi. Belki insafa gelmenizi sağlarım.

<Biradam>!!

<Siren>Kızıyorum ama, yoksa anlatsam dinlemeyecek misiniz?

<Biradam>dinlemez miyim!

<Siren>1,65 boyunda sarı saçlı ela gözlüyüm. Kilolu veya zayıf değilim. Çevremdekilerin güzel bulduğu biriyim. Bilimkurgu fanatiği olduğumu söylemiştim.

<Siren>Başka, dondurma ve çikolataya bayılır, 200 kilo olacağımı bilsem yine de uzak duramam. Başka, deniz için çıldırır, kışın bile girerim.

<Siren>Başka, tek hayalim yaşlılığı beklemeden sakin bir sahildeki küçük bir evde yaşayabilmek. Mesela, örneğin 40 yaşından önce sabah kalkma telaşı olmaksızın bıkıncaya kadar uyumak. Başka, başım dönünceye kadar hamak keyfi yapabilmek. Tercihim hamağın iki palmiye arasında  gerili olmasıdır. Bir de arada bir buzlu bir kokteyl getirecek birinin olması. Kesinlikle rengarenk bir şemsiye olmalı kadehte ve kamış... Yelpazeci falan istemem, hiç esmese de istemem.

<Siren>Başka, başka, başka... Kısaca ben buyum işte. Sıra sizde.

<Biradam>Benim de tek hayalim efsaneleşeceğim programı yazmak.

<Siren>Bak şimdi. Bunu biliyorum, kendinizi tarif edin.

<Biradam>Başka şeyden söz edemez miyiz? Kendimden söz edemiyorum, başka şey konuşsak.

<Siren>Lüüüüüüüüütttttfffffeeeeeeeennnnnnnnnn.

<Biradam>Bunu yapmak istemiyorum.

<Siren>Peki o zaman. Buluşalım.

<Biradam>!!!!!

<Siren>Evet buluşalım. Sakın başka şehirde, bilmem hangi ülkedeyim palavraları sıkmaya kalkmayın. Kesinlikle inanmam.

<Siren>Nerede buluşuyoruz.

<Biradam>Bunu yapamam.

<Siren>Neeeeeeddddeeeeeeeeeeeeeeen!

<Biradam>Bunu istemeyin, yapamam.

<Siren>Sizi rahatsız ettiğimi mi düşünüyorsunuz? Benden hoşlanmadıysanız söyleyin hemen keserim.

<Biradam>Kesinlikle hayır. Bu sizinle ilgili değil.

<Siren>O zaman neden görüşemiyoruz.

<Biradam>Çünkü ben...

<Siren>Sen ne!!!!!!!!

<Biradam>Ben fiziksel engelliyim.

<Siren>Özürlü müsünüz?

<Biradam>Bu lafı sevmiyorum. Nedir o, özür dileme konumunda olan gibi. Fiziksel engelliyi yeğliyorum ben.

<Siren>Özür dilerim, sizi üzmek istemedim. Anlamını bilmeden, veya kafa yormaksızın kullandığımız çok sözcük vardır. Bu da öyleydi.

<Biradam>Sorun değil, beni üzmüş değilsiniz. Çoğunluğun yaptığı bir şey bu...

<Siren>Yoksa hiç dışarı çıkamıyor musunuz? Ya okula nasıl gidiyorsunuz?

<Biradam>Çıkmaz mıyım, sorun olmuyor okula gitmek.

<Siren>O zaman görüşmemizde bir engel yok demektir.

<Biradam>Bunu yapamam. Hadi başka şeyden söz edelim.

<Siren>Hayır efendim, yaparsınız. Okula gitmeniz sorun olmadığına göre sizin okulun ordaki dondurmasıyla ünlü pastanede buluşacağız. Saat 6’da.

<Siren>Sakın bilmiyorum falan demeyin, geçtim sizin okulu bu kentte öğrenci olup da o pastaneyi bilmeyen biri olamaz. İsterseniz kararlaştırdığımız bir yerden alabilirim sizi. Arabayla geleceğim.

<Biradam>Gelemem, üzgünüm.

<Siren>Neden ama. Fiziksel engelli olmak yüzünden mi. Sizi beğenmem diye mi korkuyorsunuz?

<Biradam>Gelemem.

<Siren>Ne kaybedersiniz? Nereden biliyorsunuz sizi beğenip beğenmeyeceğimi? Gelmezseniz bunu hiç öğrenemezsiniz. Ne kaybedeceksiniz!

<Biradam>!!!!!

<Siren>Lüüüüüüüüüüüttttttfffffeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeennn.

<Biradam>Peki geleceğim.

<Siren>Harikasın. Saat 6’da tamam mı! Tanımanız için kırmızı tişört giyeceğim. Tamam mı!

<Biradam>Tamam. Şimdi kapatmalıyım, yapacak bir yığın iş var.

<Siren>Peki, görüşmek üzere.

<Biradam>Görüşmek üzere.

<Siren>Hoşça kal.

<Biradam>Hoşça kalın.

 

Ter içinde kalmıştı. Allak bullaktı. Arada bilgisayarlar varken sorun yoktu. Yüz yüze olma düşüncesi kaabus gibiydi. Kalkanları, yani savunma mekanizmalarını, yani güvenliği sağlayan birimleri, yani maskeleri, yani bilgisayarları aradan çıkartınca ne yapardı. Elim ayağıma dolaşır, iki lafı bir araya getiremeyip kekelemeye başlar, saklanacak sığınacak yer arar, bakışlarımı kaçırır durur ve “Ne embesilmiş”  diye düşünmesini sağlarım ancak diye geçiriyordu aklından. Çok iyi biliyordu gitmeyeceğini. Israr bunaltmış ve kurtulmak için kabul ettiğini söylemişti. Doğrusu olay nasıl bu noktaya gelmişti anlayabilmiş değildi. İlk defa bir kız onu istediğini ısrarla belirtiyordu. Üstelik fiziksel özelliklerini umursamadığını söyleyerek görmek istiyordu kendisini. En önemli sorun olarak kafasına kazımıştı tipsiz olduğunu. O ne düşünürdü! Kendisini tipsiz bulur muydu, yoksa aldırmayıp aynı şekilde mi düşünürdü! Kafası karma karışıktı. Yoksa, baştan teklif ettiğini, sakatlığını öğrendikten sonra geri alamayacak kadar duyarlı biri olduğu için mi görüşmek istiyordu onunla. Sakat değil de tipsiz sayılacak biri olduğunu öğrenirse ne yapardı acaba. Kesinlikle gitmeyecekti. Yoksa gitse miydi ve o bilmeseydi...

Saat beşbuçuk bile olmamıştı bütün salonu izleyebileceği köşedeki masaya yerleştiğinde. Onu görme isteğine engel olması mümkün değildi. Önceden gelip bir köşeye sinerek Siren’i tanımanın, nasıl biri olduğunu anlamanın ne sakıncası olabilir düşüncesiyle yatışarak yüreklenerek yapabilmişti bunu. Meyve suyunu yarılamamıştı ki bakınarak kapıdan giren kırmızı tişörtlü kıvırcık sarı saçlı kızı görünce öylece kala kaldı. O da erken gelmişti ve korktuğu kadar güzeldi. Cam kenarındaki masalardan birine oturuşunu yan gözle izlemeye çalışırken kötü bir şakanın kurbanı olup olamayacağını sorguluyordu. Bir yerlerde bir yanlışlık olmalıydı, gerçek ötesi düşsel bir olay gibi geliyordu yaşadıkları.

Oturur oturmaz saatine bakıp kapıyı ve yolu gözlemeye başlayan kızı, belli etmemeye çalışarak izlerken çevreyi de kolaçan ediyordu. Sıkça rastlanılan ve hemen Net’teki herkesin, hatta medyanın diline düşen şakalardan veya çirkin olaylardan birine malzeme olma düşüncesi tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. İlgilenen birileri, bir yerlere gizlenmiş kamera var mı kuşkusuyla iyice titizlenerek inceliyordu çevreyi, ancak şüphe uyandıracak en küçük detayı bile yakalayamıyordu.

Saat altıbuçuğa geliyordu ve kız sıkılmaya başladığını gösterir şekilde dondurma isteyip isteksizce atıştırmaya başladı. Yavaş yavaş atıştırdığı dondurması bittiğinde bıkkınlıkla hesabı istediğini görünce ilk kez yanına gitme düşüncesi geldi aklına. Kurtulmaya çalışmasının yararı olmuyor “Nasıl gidersin, delirdin mi!” gibi engellemeleri, “Ne kaybederim. Ya beğenirse. Belki de doğruyu söylüyor, fiziksellikle değil, beyinsellikle ilgileniyor...” karşı düşüncelerine çarpıp dağılıyordu. Çok çabuk karar vermesi gerektiğini biliyordu. Kalktı ve kızın masasına yöneldi. Yaklaşan birinin varlığını hissedip dönen kız “Bu da kim. Nereden çıktı. Asılmasa bari. Uğraşamam şimdi bununla” içerikli bakışlarla onu süzerken, bu cesareti nereden ve nasıl bulduğunu bilemez halde, kekelemediğini sesinin titremediğini fark etmeksizin:

“Merhaba, ben entel boyutumsu yanları olanım” 

Büyük bir şaşkınlıkla kala kalan kızın donuk gözleri ışıklanırken:

“Sen haaa. Bak şimdi. Neden!”

“Aslında hiç ortalığa çıkmaksızın uzaktan izlemekle yetinecektim, ama yapamadım”

“Neden yalan söylediniz! Oturmayacak mısın? Horoşa örgünü bitirmeye mi gideceksin!”

“Kızmadınız mı?”

“Kızgın ve çok şaşkınım. Yine de açıklamanızı merak ediyorum. Neden engelli olduğunuzu söylediniz?”

“O anda aklıma başka şey gelmedi. Üzgünüm”

“Oysa ben sizdeki çocuktan etkilendiğimi söylemiştim. Oysa siz beni aldatıyormuşsunuz. Neden?”

“Alay edilme korkusu, eğlence malzemesi olmak... Buna dayanamazdım ve sizi uzaklaştırmaya çalıştım. Üzgünüm”

“Bunlar benim de aklıma geldi. Yine de göze alabildim, hem de bayan halimle. Sizden fazla zarar görebileceğimi bile bile hepsini göze alarak geldim. Ya siz..!”

“Ben ne! Çekinmeyin, söyleyin korkak olduğumu”

“Bu hakkı kendimde buluyorum. Evet korkak ve sahtekarsınız. Beni kandırıp burada bir saatten fazla çeşitli kaygılarla, şüphelerle kıvranmama sebep oldunuz”

“Üüü zgggünü üm. Hooo şçça ka lıı ın”

“Bak şimdi, nereye gittiğinizi sanıyorsunuz!”

“Siii zzii daa haa fafaa faz la üüüz mee mek iiste mii yooo rum”

“Lütfen. Olan olmuş bir kere. Lütfen kalkmayın”

“Pee ki kii”

“Kekelemeye başladınız. Benim yüzümden sanırım. Bilseydim suçlamalardan uzak dururdum”

“Soorun dedeğiil”

“Birer dondurma söylemeye ne dersin?”

“Peeki”

“Yazacağınız programdan söz etsenize, ama önce şu sizli bizli konuşmayı bir kenara bıraksak nasıl olur?”

“Peeki”

“Efsaneleşeceğin program diyordun hani”

“Eee vet. Ööözell likle gü güvenlikle ilgileniyorum. İnternet aracılığıyla yapılan bankacılık ve elektronik ticarette güvenlik günümüzün en önemli konularından biri. Gelecekte de bu böyle olacak. 128 bit şu anda yeterince sağlam gibi gözüküyor. Java’da yeterli alt yapıyı sağlıyor, ancak zaaflar var ve her zaman da olacak...”

“Bir saniye, bir saniye. Benim tek bildiğim bit bir asalak, Java’da bir adadır, hem de düşlerimdeki ada. Bunlar aynı şey değil di mi!”

“Tabii ki değil. Tepkiniz doğru, çok fazla teknik oldu, ancak inanın en anlaşılır şekilde açıklamaya çalıştım”

“Bu sizin suçunuz değil. Konu çok teknik ve ben hiç anlamam. O kadar anlamıyorum ki, bilgisayarımda daha Mouse’u tıklamadığım ve çok merak ettiğim yığınla şey var. Bir tarafları karıştırmamak bozmamak için hep uzak duruyorum onlardan. Biri, bu şu işe yarar diye açıklamadıkça elimi sürmem”

“Aslında korktuğunuz kadar karışık değil...”

“Bak şimdi. Hani siz biz yoktu”

“Peki, ne diyordum, o kadar korkmaya gerek yok. İnternet’te dolaşanlara ne demeli! Her biri kendini uzaya gidebilmiş 400 kadar astronottan biri sanıyor. Fare’yi tıklamayı öğrenen iki siteye de girdimi kendini özel biri gibi görüyor. Hiçbiri diğerini beğenmez, hepsi diğerlerine küçümseyerek bakar. Yüzmilyonlarca İnternet kullanıcısının büyük çoğunluğu böyle. Özelikle de veletlerin havalarından geçilmez”

“Yaramı deşiyorsun. Az mı dalga geçtiler, kaç kere virüs gönderdiler. Elime bir geçirsem boğardım hepsini”

“Bilgisayarla ilgili en güzel tanımlamayı bir gazeteciden duymuştum. Fare’yi daha çok kullanıyorsan tüketici, klavyeyi daha çok kullanıyorsan üreticisin demişti ve bundan daha güzel anlatılamaz”

“Bu durumda ben sıkı bir tüketiciyim. Ne yapalım, kader utansın”

“Bu o kadar da önemli değil. Ben şeye benzetiyorum bu durumu. Yüzyıl önce okuma yazma bilenlere bilmeyenlere. O günkü yaşam şartlarında okuma yazma bilmeleri çok fazla etkilemiyordu onları. Oysa bugün okuma yazma bilmemeyi düşünebiliyor musun! Aynı şey işte. Bugünün yazılımcıları da, o zamanın yazarları gibi.”

“Çok hoş...”

“Aynı durum bugün de geçerli ve o kadar uzak olmayan gelecekte bilgisayara uzak kimse olmayacak. Farkında değilmiş gibi davransak da aslında bugün de neredeyse bilgisayarsız hiçbir iş yapmıyoruz. Bilgisayarlar olmasa elektriklerimiz yanmaz, sularımız akmaz, arabalarımız gitmez, uçaklarımız uçmaz, telefonlarımız susar, buzdolabımız soğutmaz, çamaşırlarımız yıkanmaz, alışveriş olmaz, bankalar/kartlar çalışmaz, akla ne gelirse hepsi bilgisayarlar sayesinde çalışıyorlar”

“Hiç böyle bakmamıştım”

“Aslında neredeyse kimse bunu görmüyor. Neredeyse bir anlamda herkes bilgisayar kullanıyor”

“Diyelim ki bu şehirde bilgisayarlar devreden çıkacak olsa, insanlar aç susuz kalır bir iki haftada bitlenip hastalıktan kırılmaya başlar. Şekilde görüldüğü gibi buradaki bit asalak olup bilgisayar deyimi değildir”

“Bak şimdi. Cahilliğimi yüzüme vurmasan olmaz di mi”

“Şekilde görüldüğü gibi şiddetli alınganız. Oysa açılıma dikkatle bakacak olsanız bunun şakanın karşılığında bir şaka olduğunu görecektiniz...”

“Bak şimdi. Asıl alınganlık yapıp alınganlık açılımları getirmeye çalışan siz oluyorsunuz bi kerem”

“Tamam, şurası açık ki pek farkımız yok”

“Buraya gelme kararımda etkili olan neydi biliyor musun!”

“Hayır”

“Doğru, nereden bileceksin. Anlatmalıyım di mi! Evliliklerin ve ilişkilerin neden yürümediğiyle ilgili aklıma çok yatan bir açıklama duymuştum bir yerlerde. İnsan doğal olarak kendini beğendirmeye çalışırmış karşısındakine. Öyle hesaplı kitaplı falan yapmazmış bunu. İçgüdüsel bir şekilde yaparmış. Aynı şey gibi... Doğadaki bütün canlılarda olduğu gibi. Çiçekler, döllenme için polenleri taşıyacak olan böcekleri kendilerine çekebilsinler diye öyle rengarenk ve güzelmiş. Tıpkı onun gibiymiş işte. İnsan kendisini beğendirmeye çalışırken karşısındakini beğenmeye öyle kaptırırmış ki kendini, onun kusurlarını bile görmezken, kendisininkileri de göstermemeye çalışırmış. Bahar gidip döllenme bittiğinde ne çiçek kalırmış ne de çiçeğin semtine uğrayan. Tabii ki çekimlere falan aldırmayıp işini rüzgarla halledenlere kimsenin lafı yok. İşte böyle, en şiddetli aşkların, görücü usulüyle tanışanlardan bir farkı olmayışı bundanmış. Onun için en müthiş aşıklar bile ‘Hiç tanıyamamışım’larla kopar, uzaklaşırlarmış birbirlerinden. O yüzden ‘Dili sürçmüştür, istemeden olmuştur, talihsiz bir rastlantı’ gibilerle geçiştirmeyip görmezden gelinmemeliymiş birlikteliklerdeki çıkıntılar. Eğer zamanında törpülenirse, taraflar birbirini kazanıp kartlarını açmakta çekincesiz davranmaya başladıklarındaki kadar hırpalayıcı olmazmış. Ya da daha başlarda görülürmüş sorunlar ve ilişki başlamadan bitermiş. İşte böyle... Ben de, madem insanlar yıllarca süren ateşli aşklarda bile birbirlerini tanımayı başaramıyorlar, küçük bir sohbetten bile farkı olmuyor onca birlikteliğin, o zaman ne kaybederim dedim ve buluşmaya karar verdim. Bu durumda ‘Hiç tanıyamamışım’ı daha rahat söyleyebilme ayrıcalığım da var di mi!”

“Bugüne kadar insan ilişkilerini böyle açıklayan biriyle karşılaşmamıştım. Sen gerçekten büyücüsün”

“Büyücü değil, belgeselseverim. O aptal kutusunda en çok belgesellere takılırım. Seyredecek iyi bir film, dizi falan yoksa kurtarıcım olur belgesel kanalları.”

“Aslında ben de severim belgeselleri, ancak pek veremem kendimi. Kafama hep bir şeyler takılıdır. Duyduğumu işitmem, baktığımı görmem... Bir söz, bir görüntü kafamdaki çözüm bekleyenlerden bir tanesine götürür beni. Eee tabi bir şey anlayamam...”

“Kişisel sorunlarını çok büyütüyor gibisin”

“Burada kast ettiğim bilgisayarla ve yazılımla ilgili sorunlar, çözümler... Şey değil, psikolojik değil”

“Bak şimdi. Yine başlama bit Java diye”

“Merak etme başlamam. Aslında bilgisayar yaşamımıza öylesine girmiş durumda ki, yalnızca biz farkında değiliz. Bir belgesel tanıtımında, astronotları Ay’a götüren aracın ana bilgisayarının işlem  gücünün, bugün kullandığımız hesap makinelerininkinden az olduğu söyleniyordu. Düşünebiliyor musun Ay’a gitmek gibi çok zor ve karmaşık işleri yapan bilgisayarın, elimizin altındaki bir hesap makinesinden daha beceriksiz olduğunu. O bilgisayar cep telefonlarımızın yanına bile yaklaşamaz. İnsana inanılmaz geliyor öyle değil mi? Yalnızca 64 K’lık bir bilgisayarı gözünün önüne getirebiliyor musun? Oysa bugün kullandığımız bilgisayarların en sıradanlarının bile ön belleği 64 Megabayttan başlıyor. Sabit diskleri hiç sorma gitsin. Gigabaytlar çoktan gerilerde kaldı, Terra’lar vitrinleri süslüyor. Çok yakında bilgisayarları taşıyacağız. Bu fantezi değil, bilgisayar giysilerimize yerleştirilecek. Kolumuzun kumaşındaki tuşlarla, gözlüklerimizdeki yarı geçirgen aynadaki görüntüyle, kulağımızdaki mini kulaklıkla çiklet çiğner kadar kolayca yapacağız işlerimizi. Veya tatile giderken fotoğraf makinesi kamera falan değil, yalnızca cep telefonumuzu taşıyacağız. On onbeş günlük görüntü kaydedip nerede olursak olalım kendi ülkemizin radyolarını dinleyip televizyonlarını seyredecek, denk geldiğimiz telefon kulübesi benzeri fotomatiklere girip istediğimiz pozları basabileceğiz. Bütün bunları cep telefonumuzla yapacağız. Aslında bütün bunlar şu anda da var, ancak henüz yaşamımıza girecek kadar kullanışlı yeterli değiller. Bir anlamda bilgisayarların düğme kadar olmasına çok az kaldı. Bunun önündeki tek engel tuşlar. Sesle komut verme kusursuz hale getirilip mükemmelleştirildiğinde bu da aşılacak ve bir kulağımızdaki minicik tıkaç benzeri kulaklık, gözlüğü çağrıştıran ekranla her an bilgisayara kolayca ulaşabileceğiz. Bu da telefon radyo TV İnternet iş, aklınıza ne gelirse o olacak. Düşünebiliyor musun bir düğme veya bir saatin bütün bunları yapacağını! Görüntülü telefon da neymiş diyeceğimiz günler çok uzak değil. Hiç bilmediğimiz bir dili konuşanla kendi dilimizi konuşarak anlaşabileceğiz. Telefon, yani bilgisayar bizim dilimizi onunkine, onunkini bizim dilimize çevirecek. Bütün bunları ceketimizin düğmesinin yaptığını düşünebiliyor musun? Plastik banka kartları tarihe karışırken kartsız kimliksiz yaşamla tanışacağız. Bütün yapacağımız bir alete bakmak veya parmağımızı dokundurmak, veya her ikisini birden yapmak. Isıya duyarlı provizyon makinesi göz irisi/parmak izi kontrolüyle kimliğimizi tespit ederek gereken işlemi yapacak. Çalıntı kart, kaalp para, sahte kimlik gibi güvenlik sorunlarını aşmak için yapılandırılacak bu sistemler. Bütün bunlar gerçekleşirken özgürlüklerin sınırlandırıldığı tartışmaları da kaçınılmaz olacak. Çünkü eğilimlerimiz, alışkanlıklarımız, davranışlarımız, ne yapıp nerelere gittiğimiz listeleniyor olacak. Elektronik ortamda yapılan her işlem kaydedildiğinden bunun olması kaçınılmaz, aynı zamanda gerekli de. Çok kişi farkında bile değil İnternet’ten ücretsiz alınan programlara yerleştirilmiş mini casus yazılımların. Parayla satılan lisanslı yazılımlara koyulmuyor bu casuslar, çünkü bu işlem kullanıcıdan habersiz yapılıyor. Öyle olmak zorunda... Kim ister bütün yaptıklarının izlenmesini. Ne mi yapıyor bu casus programcıklar? İnternet’te her yaptığımızı, bağlandığımız bütün sayfaları listeleyip düzenli olarak yapımcılara bildiriyor. Daha sonra topladıkları bilgileri ilgilenen firmalara satmak kalıyor geriye. Yağmur gibi yağan e-postaları gördükçe, bunlar nereden çıktı, buralarla ne ilgim var diye saçımızı başımızı yolup duruyoruz. Bilgisayarda daha katlanılır bir durum, ancak aynı sağanağın cep telefonunda  olduğunu düşünürsek kaygılanmamız gerekmez mi! İşi gücü bırakıp mesaj silerken özel yaşama müdahale çileden çıkartmaz mı insanı. Burada amaç ticari gibi gözüküp kişiye özel reklamla pazarlama yapılacağı hedeflense de, usulsüzlüklere yasa dışılıklara çok müsait bir ortam söz konusu. Otoyol ve köprülerdeki Otomatik Ödeme Sistemi buna çok güzel bir örnektir. Gişelere girmeden seyir hızında ödeme yapmanın epeyce kolaylığı var, ancak görmemiz gereken bir tarafı daha var bu rahatlığın. O sistem yalnızca hesabınızdan para tahsilatı yapmıyor, aynı zamanda izlediğimiz güzergahı kaydetmiş oluyor. Veya, OÖS sisteminin para tahsilatı yapmayan alıcılarının köprü ve otoyol dışındaki hiç ilgisiz yerlere de konulduğunu düşünürsen ne demeye çalıştığımı anlayacaksın. Bunun yapılmayacağını kim söyleyebilir? Bazı büyük kentlerde potansiyel suçluyu önceden tespit edip suç işlenmeden engel olmayı amaçlayan kamera ve psikolojik analiz sistemleri kurulmaya başlandı bile. Bütün bunlar daha rahat ve güvenli bir yaşam için yapılıyor, ancak kişisel veya siyasal çıkarlar için kullanılmayacağını kim söyleyebilir? Çünkü çok müsait... Büyük Birader fantezi değil gerçek. Evet geleceğimiz böyle olacak.”

“İnsana inanılmaz geliyor. Anlattıkların bilimkurgu gibi. Seni dinlerken ister istemez, bilimkurgu gerçekleşecek midir, yoksa gerçek bilimkurgulaşmış mıdır sorusu akla geliyor”

Tıpkı aynı dili bilmeden oyun oynayan çocuklar gibiydiler. İlgi alanlarının  çok farklı olmasına rağmen birbirlerini büyülenmişçesine dinliyorlardı. Kendileri dışındaki hiçbir şeyin farkında olmadıkları gibi zamanı da unutmuşlardı. Pastane kapandı, çıkıp bisikleti bagaja koydular. Nereye gidelim veya nereye gidiyoruz gibi sorular ikisinin de hiç aklından geçmedi. Kızın evine geldiklerinde, hiç olmazsa annesini arayıp bir arkadaşında kalacağını söylemesi gerektiğini akıl edebildi. Her şey o kadar doğal geliyordu ki, arkadaşının adını söylediği annesinin, şaşkınlık dolu sessizliğinin ardından “Nihayet...” demesi bile yaşadığının sıra dışılığını anlatamamıştı ona.

Ertesi gün artık çok farklı biri olduğunun ayırtına varmaksızın tıpkı uyur gezer gibiydi. O zamana dek farkında bile olmadığı yaşamın güzel bir boyutunu keşfetmişti. İşittiği, gözüne çarpan ve ürkerek bakmamaya çalıştığı güzelliklerle tanışmıştı. Korktuğu için maskelerin, kalkanların arkasından uzaktan kontrol etmeye çalışarak baktığı yaşama elleriyle dokunmuş ve büyülenmişti. Bir daha eskisi gibi biri olması mümkün değildi. Kimsenin onu beğenmediği kabuslarıyla kaçıp saklanmayacaktı artık. Ondaki güzellikleri görebileni keşfetmişti artık ve kendisini beğenmeyen biriyle karşılaştığında yalnızca “Bakmasını bilmiyorsun” diyecekti. “Sen göremiyorsan ben ne yapabilirim” diye tersleyecekti bundan böyle kör olmadığını sanan körleri. Sabah eve dönerken nerelerden geçtiği, neler yaptığı sorulsa kesinlikle bir şey hatırlamadığını görecekti, ancak bunun bile farkında değildi. Sırt üstü uzandığı yatağında yaşadıklarını tekrar tekrar anımsarken kapının ziliyle irkildi. Elektrik verilmiş gibi zıpladı. Düş sona ermişti.

Kapıyı açtığında tanımadığı iki adamı görünce unutup gittiği bankaları hatırlayıverdi. Öndeki kimliğini yüzüne doğru tutarak “Polis” diyerek kapıyı itip içeri girerken arkadaki de onu izledi. Ne yapacağını bilemez halde geri geri gidip olacakları beklemeye başladı. Kapıyı kapatıp hızlı şekilde bakışlarını etrafta gezdiren adamların davranışları hiç de haberlerde filmlerde gördüklerine benzemiyordu. Sanki suçlu yakalamaya değil de evi kiralamaya gelmiş gibiydiler. “Hadi bize odanı göster” denildiğini duyunca irkilerek “İyi ki en önemli kanıt olan banka kartlarını ve kimliği yok etmiştim” diye düşünürken yol gösterdi, kenara çekilip içeri girmelerini izledi.

Ne aradıklarını bilir halde elektrik havyasının, ölçü aletinin, elektronik devrelerin karmakarışık şekilde durduğu küçük masaya yöneldiler. Dokunmadan bir süre inceledikten sonra her zaman önde olanı eliyle sandalyeyi göstererek “Otur bakalım. Seninle konuşacağız” dedikten sonra odadaki diğer sandalyeyi karşısına çekip otururken, arkadaşı da yatağa ilişti. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atarken “Ne olacaksa olsun” gibi yatıştırmalarla sakinleşmeye çalışıyordu. Aynı polis:

“Bankaları soyduğunu biliyoruz” deyip bir süre bekledikten sonra:

“Şimdi bizi iyi anlamalısın. Eminim ki hiç zorlanmayacaksın. Bankaları soyduğunu biliyoruz aslanım. Her taraf parmak izlerinle dolu, yakışıklı resimlerin de cabası. Yalnız bir sorunumuz var. Evet, önemli bir sorun. Bil bakalım bu sorun ne?”

Konuşacak hali yoktu, omuzlarını kaldırıp dudaklarını büzebildi yalnızca. Konuşan:

“Sorun şu ki, bankalar soyulduklarını kabul etmiyorlar. Şikayetçi olmuyorlar. Çok şanslısın. Çünkü çaldığın para sivrisineğin fili sokması kadar bile etki etmedi bankalara. Aksine güvenlik zaaflarını öğrettin onlara. Eee banka soyulmadım diyorsa suç da yok demektir. Çok şanslısın aslanım. Akıllı adamsın besbelli. Şimdi söyleyeceklerimi anlamakta zorlanmayacaksın. Dinliyor musun beni aslanım.”

Son duydukları  “Evet” demesine yetecek kadar kendine gelmesini sağlamıştı.

“Kuşçu da seninle mi?”

“Haa...”

“Biliyorsun işte. Şu senin güvercin delisi arkadaşın... Zaten başka arkadaşın da yok ki”

“Hayır, onun ilgisi yok. Başka kimse yok. Tek başımaydım. O kuşlardan başka şeyle ilgilenmez”

“Ya kız?”

“Hayır, hayır... Nasıl olsun, daha birkaç gün önce karşılaştık. Onunla yeni tanıştık”

“Evet... Şimdi beni iyi dinle aslanım. Aynı işi bizim için yapacaksın” diyen polisi duyunca kalakaldı. Şaşkınlıkla “Haa” diyebildi ancak.

“Evet aslanım, bizim için çalışacaksın. Duydun mu beni. Anlaşılmayacak bir şey yok. Bize çalışacaksın. Anladın mı?”

“Nasıl yani!”

“Bankaları bizim için soyacaksın aslanım”

“Ben hırsız değilim. Para için yapmadım. Yazılımcıyım ben, bilgisayar bölümünde okuyorum. Ben öğrenciyim”

“Bunu zamanında düşünecektin. Şimdi mi aklın başına geldi!”

“İyi ama bankalar şikayetçi olmayınca suç da yok demiştiniz”

“Fark etmez aslanım. Bizim için çalışacaksın”

“Yapamam. Duyarsa annem yıkılır. Bunu ona yapamam”

“Niye annen evde yokken geldik sanıyorsun. Her şeyini biliyoruz aslanım. Babanı bile. Nerede olduğunu, ne iş yaptığını öğrenmek ister misin?”

“Hayır.”

“İstersen akşam tekrar gelelim, ne dersin? Annen güzel kız arkadaşını senden dinlemek için yanıp tutuşuyor. İstersen bir de bu yaptıklarını dinlesin, ne dersin aslanım?”

Kendine güveni gelmişti, diklenirmiş gibi “Size inanmaz, zaten suç da yok ortada” dediğinde, konuşan, o an’a kadar sessiz olana dönerek:

“Kaç gram eroin bulacaktık odasında?”

“15 gram, ama belli olmaz yarım kiloluk bir paket de bulabiliriz”

Tekrar kendisine dönerek:

“Görüyorsun ya ihbar var, mal bulacağız sende. Kullanıcı mı yoksa satıcı mı olduğuna henüz karar vermedik” diyeni:

“Kollarında birkaç delik açmamız gerekecek. İstersen satıcı olsun. Boş yere canı yanmasın aslan parçasının” diyerek tamamladı sessiz olanı.

Başı zonkluyor, hiçbir şey düşünemiyordu “Savcıya, yargıca anlatırım yaptıklarınızı” derken kendi de inanmıyordu söylediklerine. Daha çok konuşan:

“Bak aslanım, savcı da hakim de biziz. Bizi bize mi anlatacaksın! Hem anlatsan ne olacak, kim inanacak sana! Bizi dinlemiyorsun aslanım. Dinlesen böyle saçmalamaz...”dan sonrasını duyamadı, yere yığıldı.

Kendine geldiğinde halının üzerinde sırt üstü uzanmış halde yatarken buldu kendini. Yüzü ıslaktı, su serpildiğini anladı. Doğrulmaya çalışınca gözü tekrar kararırken, hep konuşanın “Kalkma, yat biraz daha” dediğini duydu. Bir süre dinlendi ve daha sakin düşünmeye başladı. Kalkıp sandalyeye otururken:

“Nasıl yaptığımı size göstersem. En basit en anlaşılır şekilde öğretirim”

“Biz anlamayız bilgisayardan falan. Sen yapacaksın”

“Yapmayın, ben programcı olacağım. Tek hayalim bu. Beni bırakın, size gösteririm nasıl yapıldığını. Zor değil, çok basit”

“Dedik ya biz anlamayız diye. Sen yapacaksın”

“Anlayan birini getirin ona anlatayım. Şifre kırma programını da veririm. Ondan sonrası çocuk oyuncağı” diye ısrar edince birbirlerine bakıp birkaç isimden söz ettiler ve sözcü gibi olan:

“İyi bakalım. Çok zor mu bu işler! Anlayan birine anlatman kaç günü alır?”

“Ne günü onbeş dakikada anlatırım” deyince, ikisi birden “Yapma ya...” diyerek gösterdiler şaşkınlıklarını. Her zamanki:

“İşe bak be, bu kadar basit mi bu işler!” diye ekledi.

“Aslında çok karışık ve zor. Ancak her şey hazır olduğu için yapılması gerekenler çok basit. Bu gece şifre kırma programını hazırlar CD’ye aktarırım”

“Tamam aslanım. Yarın aynı saatte geleceğiz, tamam mı. Seninle anlaşacağımızı biliyordum. Hadi yolu göster bakalım. Unutmadan biz buraya hiç gelmedik tamam mı! Yarın da hiç gelmemiş olacağız. Sen akıllı birisin, çeneni tutmayı bilirsin. En küçük gevezeliğinde başına gelecekleri tahmin bile edemezsin. Unutma sakın, tamam mı aslanım. Hadi bakalım göster yolu.”

Adamlar çıkıp gittikten sonra hemen çalışmaya başladı. Şifre kırma programını gözden geçirdi, eklemeyi düşündüklerini yazmadan önce bir kez daha düşündü. Adamları gözünün önüne getirince yazdıklarını sildi. Kalktı odada aşağı yukarı dolaşmaya başladı. Çok korkuyor, bir türlü karar veremiyordu. Dalıp gitmişliğinden cep telefonuna gelen mesajla sıyrıldı. “Beyazları suya mı basıyorsun?” yazısını okuyunca gülümseyip kızın numarasını tuşladı ve telefonun hafızasına aldı. Karşıdan gelen “Beyazları suya bastınsa bir yerlere gidelim” diyen sesi duyduğunda kapıldığı sevinç, içinde bulunduğu durumu anımsamasıyla yerini kaygıya bıraktı. Kızın teklifini, “Çözmem gereken bir problem var, bu gece yazıp bitirmeliyim” diye geri çevirmeye kalkınca:

“Needeeeen! Horoşa kazağını sonra bitirsen olmaz mı!”

“Çok ciddiyim. Çok önemli...”

“Lütfeeeen, efsaneleşeceğin yazılımı başka zaman yazarsın. Lüüütfeeeen!”

“Yalnızca bu gecelik. Ne diycem. Bütün yaşamını ve geleceğini tehdit eden bir durumla karşılaşsaydın ne yapardın?”

“Anlamadım, nasıl yani! Ne demeye çalışıyorsun!”

“Şey, hayalinin gerçekleştiğini sanırken birinin bütün bunları yıktığını görürsen ne yaparsın?”

“Boğarım. Sen ciddi misin? Neler oluyor? Nedir bütün bunlar?”

“Şey, yok bi şey. Yazılımla ilgili.”

“Biraz olsun unutamaz mısın Bit’leri Java’ları!”

“Aslında seninle karşılaşınca inanılmaz şekilde unutup gitmiştim bütün bunları, ancak yaşamımın önemli bir parçası olduğunu görmem uzun sürmedi. Şimdi çözmem gereken çok önemli bir problem var. Bunu halletmem gerekiyor. Çözemezsem hiç görüşemez duruma gelebiliriz.”

“Neler saçmalıyorsun? Neler oluyor, ne demeye çalışıyorsun?”

“Dedim ya yazılımla ilgili diye. Bu programı bitirip önümdeki engeli kaldırmam gerekiyor. Hepsi bu. Ondan sonra her istediğimizi yapabilir, istediğin her yere gidebiliriz.”

“Nasıl istersen. Söylediklerinden bir şey anlamadım ya neyse. Bu gecelik izin sana. Sakın bu iyiliğimi unutma, horoşanı bitir, bulaşıklarını yıka...”

“Söz, bir daha olmaz. Bunu hallettim mi özgürüm. Hoşça kal”

“Hoşça kal”

Telefonu kapatmıştı ki annesinin geldiğini işitti. Bilgisayarının başına gidip programa baktı. Kararsızlığını aşması kolay olmayacaktı. Düşündüğünü yapmaya kalkıştığında polisler ve ne kadar çok şey bildikleri gözünün önüne geliyor, neler yapabilecekleri ürpertisiyle cesareti kırılıyordu. Her şeyi öylece bırakıp odasından çıktı.

Annesinin gülücük dolu anlamlı bakışlarla kız arkadaşını tanımak amaçlı sorduklarına kulak verip kısa yanıtlarla geçiştirmeye çalışırken, “Sadece hep konuşanın mı yoksa duyduğum bütün isimleri mi yazayım?” sorusu dolanıyordu kafasında. Oğlunun bu durgun ve dalgın halini yeni tanıştığını tahmin ettiği insani boyutun şaşkınlaştırmasına vererek sıkıştırmayıp daha fazla üzerine gitmedi.Yeni bir yazılımla uğraştığını söyleyip izin isteyince, uzun süredir ilk kez oğlunun odasına kapanıp bilgisayarına elektronik devrelerine gömülmesinden kaygılanmadığını fark etti. Aklından “Bir dönem geride kalıyor, oğlum büyüdü” diye geçirirken, bundan böyle “Sosyal değil...” diye kaygılanmayacağının sevincini yaşıyordu...

Uzun süre düşündü, defalarca yazdı sildi... Sonunda tüm cesaretini toplayıp polis teşkilatının baş harflerini ve kimlikte gördüğü numarayı yerleştirdi yazılıma. Yerinden kalktı, bir süre turladı odasında ve kararlı bir şekilde oturup CD yazıcısına boş bir CD koydu yazılımı aktardı. CD hazırdı artık.

Ertesi gün  yanlarında getirdikleri bilgisayarla epeyce içli dışlı olduğu izlenimi veren üçüncü adama her şeyi anlatması zor olmadı. Elektronik devreleri ve kartlara nasıl bağlanacaklarını gösterdi. CD’yi ve devreleri alıp gitmeye hazırlandıklarında hep konuşan:

“Sağ ol aslanım. Bir tersliğe sebep olma sakın. Sen akıllı adamsın. Tamam mı aslanım! Çenene sahip ol. Nasıl olsa burdasın. Bir terslik olursa çalarız kapını. Hadi bakalım, yolu göster aslanım” dediğinde ürperdi, ancak kararlıydı, hiç tepki vermedi.

Sonraki günler onun için hiç uyanmak istemediği bir rüya gibiydi. O kadar ki neredeyse bilgisayarını bile açmaz olmuştu. Akşamları ve hafta sonlarını iple çekiyor, kız arkadaşını görmek için türlü bahaneler uydurarak işyerine gidip duruyordu. Artık evde duramaz hale gelmişti. Bisikletine atlayıp uzun turlar yapıyor, ancak ne ilginçtir ki yolu hep kızın işyerine, evine denk düşüyordu.

Bankaları, polisleri unutup gitmiş, neredeyse seyrettiği bir film gibi anımsar hale gelmişti ki, ağız birliği etmişçesine bütün gazetelerin manşetten, radyo ve TV’lerin ilk haber olarak verdiği “Görülmemiş olay. İnternet aracılığıyla soydukları bankalara imzalarını bıraktılar” diye başlayan “İçinde polislerin de yer aldığı çete yakalandı...”yla devam eden olayla karşılaştığında “Başardım, yendim onları.” çığlığını patlattı, ancak, yine de ürpertiyle kaygılanmaya başlaması çok sürmedi. Hemen kız arkadaşını aradı. Birkaç dakika sonra tatil planını yapmışlardı bile.

Sakin sahildeki küçük pansiyonun bahçesindeki portakal ağaçlarının altına yerleştirilmiş çelik ayaklara gerili hamaklarda yatan çiftin birer kolları hamaktan aşağı sarkıyordu. Ellerinin hemen altında, devrilmiş kadehler ve onlardan düşmüş olduğu izlenimi veren rengarenk minik şemsiyeler,  kamışlar vardı. Gençlerin başları hafif yana yatmıştı ve diğer kollarında birer enjektör saplanmış olarak duruyordu. Ertesi gün belki bazı yayın organlarında “Aşırı doz uyuşturucu alan genç çift ölü bulundu...” diye iki satırla yer alacaklar, belki de hiç söz edilmeyecekti onlardan.

Büyük kentteki bir büroya saygılı hareketlerle giren biri:

“Sayın savcım, gereken paket yerine ulaştırılıp iade gerçekleştirildi...”

Koltuğuna yaslanarak onu dinlemekte olan, hiç ses çıkartmaksızın yalnızca hafifçe başını salladı ve tekrar masasındaki evraklara eğildi.

 

31.07.2002 / 07.08.2003

 

Eyüp Şeker