11.3.2001
AKTARILIŞ
BİRİNCİ BÖLÜM YA DA MASUMİYET YA DA GERÇEK
“Dede bu ne? Neden yanında taşıyorsun?”
“Yolculuk Planı çocuğum. Sizlere anlatacağım ya, iyice anlayayım diye...”
“Yolculuk Planı ne demek dede?”
“Bana da dedem anlatmıştı... Orada yazılanları ben de anlamıyorum, ama şey gibi olmalı. Hani, dağa oduna, ya da göle balığa gitmeden önce kafanda tasarlarsın ya hangi yoldan gideceğini, nerede soluklanacağını, onun gibi... Atalarımız çok çok uzaklardan buraya uçarak gelmişler. ”
“Uçarak mı! Kuşlar gibi mi?”
“Hayır oğul, atalarımız da bize benzermiş, kuşlar gibi uçamazlarmış. İçine binecek, yanlarına aldıkları her bir şeylerini koyacak kadar büyük, kuşlar gibi uçan bir gemi yapmışlar. Çok çok büyük bir gemiymiş. Dedem demişti ki, o çok büyük gemiyi gökteki yıldızlardan biri gibi yıllarca yerden gözlemiş atalarımız, ama gökte tutunacak gücü kalmayınca paramparça olup kor ateşler halinde yere düşmüş. O gece neredeyse gün gibi aydınlanmış ortalık.”
“Gökten gelen kor ateşler gibi mi dede?
“Evet oğul, onlara benzermiş”
“O kor ateşler de başka gemilerden mi geliyor dede?”
“Yok oğul... Gökte nereye gittiği bilinmez, o kadar çok başıboş taş, kaya dolanır dururmuş ki, bunları saymaya kalksan birkaç ömür yetmezmiş. O kadar çokmuş... İşte bu taşların kimileri sonunda bir yerlere düşermiş. Bizim gördüklerimiz de onlarmış...”
“Gemi ne demek dede?”
“Gökte gidermiş... O kadar büyükmüş ki, bizim köyü ve derenin yukarısındakini bile içine alabilirmiş.”
“Senin deden görmüş mü uçan gemiyi?”
“Yok oğul, o da görmemiş, bu çok çok önce olmuş. O kadar önce olmuş ki, dedemin dedesinin dedesi bile görmemiş, onlara da babaları, dedeleri, anaları, nineleri anlatmış gemiyi, atalarımızın buraya nasıl geldiğini. Bu kadar tembellik yeter, kalk bakalım şu sırayı çapalayıp bitirelim.”
Torunlarımın en zekisi bu. Köyün diğer çocuklarının arasından sivriliyor her haliyle. Öyle benziyor ki baş Aktarıcılardan biri bu olacak. Hep soru soruyor, hem de o kadar çok soruyor ki, kafam şişiyor bazen. Onca şeyi bunlara nasıl anlatacağım. Neredeyse hiçbirini aklımın almadığı onca şeyi... Babam da hiç anlamadığını söyler dururdu. Dedem ne güzel anlatırdı... Ninem araya girer onun anlattıklarını destanlaştırırdı. Dinlemeye doyamazdım... Onlar da hiç anlamamışlardı atalarımızın gökten gelişlerini, ama iki lafın birinde sıkı sıkı tembihlerdi “Önemli değil bizim anlayıp anlamamamız. Babadan anadan çocuğa, dededen nineden toruna anlatılması gerekir” demiş onlara atalarımız. Bu bilgiler çok önemli der, sonra da, bütün bunları anlayacak çocuklar dünyaya gelecektir bir gün diye eklerlerdi. Bizim görevimiz anlamasak bile her şeyi aktarmaktır o çocuklar doğuncaya kadar nesiller boyunca. Onlara da anaları babaları hep böyle tembihlemiş. Ya onlar gibi anlatamazsam... Sevdirmek gerekir derlerdi, sevmezlerse dinlediklerini, bugünden yarına unuturlar diye öğüt verirlerdi. Onlar bana iyi anlattıkları için baş Aktarıcı oldum. Ya sevdiremezsem... Yok yok, torunum gibi iki üç tane daha cin gibisini bir araya getirdim mi tamamdır. Ya sevdiremezsem, unutup giderler, bana verilen görevi de yapamamış olurum..! Ya sevdiremezsem...
“Dede o büyük mağaraya girmek neden yasak?”
“Hadi oğul, çok tembellik ettik, şurayı da kazalım hele.”
“Hadi dede, hadi anlat...”
“Oğul, bunların hepsini anlatacağız size, ama yavaş yavaş... Birden olmaz...”
“Hadi dede...”
“Önce şu işi bitirelim hele. Diğer çocuklarla birlikte öğreneceksiniz bunları.”
“Neden nöbetçi var kapısında dede? Bizi hiç yaklaştırmıyorlar oraya. Ne var o mağarada dede?”
“Öğreneceksiniz oğul, sabırlı ol... Bu sebzeleri ektikmi, bir de başaklar biçilince kışa hazırız demektir. O zaman diğer çocuklarla birlikte sen de okula gideceksin bütün kış. Köyün yaşlıları sırayla her şeyi anlatacağız size.”
“Dede mağaranın kapısı hep kapalı, hem de taşlarla... Sen hiç içeri girdin mi?”
“Hadi oğul, nerdeyse akşam oldu, karanlık basmadan bitirelim çapa işini. Anan yemeği hazır etmiştir bile, hadi oyalanma.”
“Dede, kuşlar neden ölünce uçamıyor? Arkadaşlarla o kadar havaya attık, ama hep taş gibi yere düştü. He dede neden?”
“Kuşlar kanatlarını çırparak uçarlar oğul. Ölünce gücü kalmıyor ki kanat çırpabilsin.”
“Gemi de kanatlarını mı çırpıyordu dede? Kim bilir ne kocaman kanatları vardı. Kartaldan bile büyüktür değil mi dede.”
“Bak hele, hadi bitirelim şu işi. On çapa vurmadan konuşmak yok.”
“Dede, gölün öte yanındaki ormanda ağaçlarda yaşayanlar da bizim gibiymiş demiştin ya, abim anlattı, yere az inerlermiş, hiç ayağa kalkmıyorlarmış, maymunlar gibi dört ayak yürüyorlarmış. Neden dede?”
“Onlar yürümeyi hiç bilmemişler, öğrenememişler oğul.”
“Madem bizim gibiler neden dört ayak yürüyorlar dede? Bana anam mı öğretti yürümeyi. Onların anası babası yok muydu ki yürümeyi bilmiyorlar. Sana da yürümeyi anan mı öğretti dede? He dede kim?”
“Onların ataları yolculuk sırasında gemide doğanlardanmış oğul. Hiç bilmemişler iki ayak üzerinde durmayı. Bizim atalarımızdan da gemide doğanlar varmış, buraya geldiklerinde hepsi gibi onlar da yürüyememiş, ama çocukları torunları öğrenmiş yürümeyi. Onlar becerememişler...”
“Anam bana yürümeyi öğretmeseydi ben de dört ayak mı yürüyecektim dede?”
“Yok oğul, bizlerden görüp kendiliğinden yürümeyi öğrenirdin. Hani babanla abinle dağa ava gitmeyi çok istiyorsun, heves ediyorsun, ama küçüksün diye götürmüyorlar ya, onun gibi işte. Zamanı gelince öğrenir her bir şeyi insan...”
“Biraz daha büyüdüm mü gideceğim ben de... Dede, derenin yukarısındaki köyden kaybolan bebek gibi olurum diye mi korkuyorlar?”
“Sen nereden biliyorsun o bebeği?”
“Geçen yıl bulmuşlar ya, dört ayak yürüyormuş... O, kaybolan bebekmiş, kocaman olmuş, ama konuşamıyormuş. Kurt gibi uluyormuş... Çocuklar hep onu konuşuyor köyde. Yanına kimseyi yaklaştırmıyormuş, herkes korkuyor ondan. Anası hep ağlıyormuş.”
“Bilinmez ki... Kaybolunca kurtlar bulmuş, ilişmeyip emzirmiş, beslemiş diyorlar...”
“O kurt değil mi dede?”
“Kurt değil oğul, o da bizim gibi.”
“Çok tüylü ama. Neden o kadar çok tüyü var?”
“Dağda sekiz yıl geçirdi oğul... İnsanları hiç bilmemiş, hep kurt görmüş, kurtlarla yaşamış, karda kıyamette.”
“Onun için mi çiğ et yiyormuş?”
“Herhalde oğul.”
“Hadi bakalım, toparlan da gidelim. Karanlık çöktü çökecek.”
...............
Yemekten sonra tutturdu yine vahşi hayvanları anlat diye... Kız kardeşi de ona katıldı, bir olup iyice kazan ettiler kafamı. Küçük kız da cin gibi... Uykuları geldi de öyle kurtuldum ellerinden. Abisi hiç benzemiyor bunlara, hiç merak etmez ufaklıklar gibi. Kaç kere anlatmaya çalıştım, ama vermedi kafasını hiç. Gözleri hep dağda bayırda, masal bile anlatsam dinlemez. Ben de bıraktım onu dünyasına... Aklı fikri avda, balıkta, oyunda... Büyüdü hınzır, kızların etrafında dolanır oldu ne zamandır.
Aklım almıyor... Kırkiki yıl yolculuk mu olurmuş! Her tarafı kapalı büyük bir kutu gibiymiş gemi. Nasıl durmuşlar içinde... Aralarında delireni çıldıranı bile olmuş. Birkaç tane küçücük pencere varmış... Hepsi oymuş... Hep karanlık, yıldızlarla dolu zifiri karanlıkmış her yan. Arada bir bizim Ay’a benzer yerler görürlermiş. Renk renk, ışıl ışıl, işte hepsi hepsi oymuş. Kırkiki yıl, doğumlar olmuş, ölümler de... Yok yok, akıl alır şey değil bu... Bunları nasıl anlatacağım çocuklara! Dışarıda hava bile yokmuş. Su yiyecek, her şey en başta yüklenmiş gemiye. Kırkiki yıllık yiyecek... Biz 5 nüfus bir mevsimde koca bahçenin sebzesini, neredeyse haftada bir koyunu yiyoruz... Hiç kesilmeyen pınarın suyu anca yetiyor... Onlar ne yiyip ne içtiler 42 yıl... Nasıl sığdı gemiye onca yıllık yiyecek içecek! Göl bile dayanmaz akmadıkça su, kurur biter! Yetişmedikçe bahçede sebze meyve iki günde çürer gider! Dayanır mı koyun, doğmadıkça kuzu, neye yeter avlanamadıktan sonra ördek sülün! Yok yok, mümkünü yok...
Orada işte, karşıda, uzaktaki tepenin üzerinde... Nasıl da parlak... Neden titreşiyor ışığı! Ninem derdi ki, iki taneymişler önceleri. Biri daha çelimsizmiş, az anlaşılırmış ışıldaması. Hep söylemek istediği, ama her seferinde vazgeçtiği bir sırrı vardı sanki. Çok ısrar eder, yapmadığımı bırakmazdım, yine de anlatmaz, yalnızca uzun sessizliklere gömülürdü. Sanki başka bir yere gitmiş gibi dururdu karşımda. Neden sonra dalmış gözlerini kırpar “Ne diyordum!” diye dalgın dalgın sorardı. Öyle anlarında bir korkuyu sezerdim donuklaşmış gözlerinde. Ayrılmaz iki aşıkmış onlar diye başlardı konuşmaya. Herkes bilirmiş onların birbirleri için yaratıldığını. Kötülükler kol gezmese hiç ayrılmazlarmış... O yüzden aşıklar hep onlara bakarmış, ama herkes göremezmiş çift olduklarını. Yüreğinde aşk olmayanlar hep bir ışık görürler, “Ne var sanki, bir ışık işte...” diye düşünürlermiş. Ancak aşkla yanan yürekler görürmüş ikiz yürek gibi atışlarını. Ve eklerdi ninem “Böylelerinin aşkları o yüzden dillere destan olmuş, ölüme dek sürmüştür.” diye. Ne zaman “Sen de gördün mü nine?” diye sorsam, dedemden yana bakar, yüzü al al olur, dudakları hafifçe aralanır, ama tek söz çıkmazdı ağzından. Söylemezdi ama herkes bilirdi onların birbirine olan bağlılıklarını.
Dedeme de sorardım ısrarla aynı şeyleri. “Gözlerinle göremezsin, yüreğinle bakmadıkça.” der, “Biliyorum ki bir gün sen de görmeyi öğreneceksin.” diye eklerdi. Çok az konuşurdu dedem. Öteki köylerdekiler bile çok saygı gösterirlerdi “Bilge.” belledikleri dedeme. O yüzden neredeyse kimse gerçek adını bilmez, kullanmazdı. Dedemle ilgili herkesin çok iyi bildiği kural, gerekli görülmedikçe, çok önemli olmadıkça rahatsız edilmeyeceğiydi. Anlaşmazlıklarda hakem yapılır ve söylediğine karşı çıkmak kimsenin aklından geçmezdi. Bunun en önemli nedeni, eskilerde çıkan anlaşmazlıklarda kararlara uyulmaması yüzünden büyük tartışmalar kavgalar yaşanmasıymış. Bu yüzden kurulmuş öbür köyler. Halen daha birbiriyle konuşmayıp görüşmeyenlerin olması da bundanmış. Kavgalarda ölenler olmuş, küslükler hiç bitmemiş... Şimdi bile biz yaşlılar olmasa birbirinin boğazına sarılacak o kadar çok kişi var ki! Dedem, birlik beraberliğin çok önemli, bunu sağlamanın da yaşlıların görevi olduğunu söylerdi hep. Adaletli ve hak bilir olmayanlar başaramaz bu görevi derdi her zaman.
Ninemle dedem, böyle dedikçe çıkardım hemen dışarı, dikerdim gözlerimi göğe. Kum gibi çok olan yıldızların arasında onu bulur bakardım uzun uzun. O kadar çok bakardım ki, göremez olurdum bir süre sonra... Kızardım kendime, bakmayı bilmiyor, bir türlü öğrenemiyorsun... Senin yüzünden kayboluyor ışıldayanlar, kaçıp gidiyorlar gökten derken öfkeyle yere çevirirdim bakışlarımı. Bir süre öylece kalır, tekrar göğe baktığımda, yok olmadıklarını görürdüm sevinçle. Bazen bakamazdım, korkardım onların benim yüzümden kaybolacaklarından. Yine de bir türlü görmeyi başaramazdım birlikteliklerini. Hep tekti gördüğüm... Dedemin sözleri aklıma gelir, gözlerimi kapar öyle bakmaya çalışırdım. Bazen yüreğim hızla atmaya başlar, tamam bu olmalı der ve dedeme koşardım. O gülümseyerek “Hayır...” derdi. Yine dışarı koşup tekrar bakardım göğe. Göremeyince, gözlerimi yumar, ellerimle ovuşturmaya başlardım. O kadar çok bastırırdım ki kıvılcımlar çakardı... Yine koşardım dedeme, ama o gülerek “Sabırlı ol, daha çok küçüksün. Öğreneceksin, ama sabırlı olmayı bil” derdi.
Dedem ölünce ninem dalından kopartılmış bir çiçek gibi günden güne solmaya başladı. Yüzü hiç gülmüyor, çok az konuşuyor, saatlerce aynı yere bakıyordu. Nereye bakıyor deyip bakışlarını diktiği yere gözlerimi çevirirdim. Sorardım her seferinde baktığı yeri kast ederek “Nine ne var o duvarda? Ne görüyorsun o kayada? Gölde bir şey mi oldu?” diye. Çoğu zaman beni hiç duymamış gibi kımıldamaksızın bakmaya devam ederdi. Yanına sokulur başımı onunkinin yanına kadar uzatırdım olduğu yerden görebilirim umuduyla. Değişen hiçbir şey olmaz, yalnızca, bahçe duvarını, kara bir kayayı, uçsuz gibi gözüken gölü görürdüm yine. Israrlı sorularım hep yanıtsız kalırdı. Arada sırada bir rüyadan uyanırmış gibi bana döner “Yok bir şey evladım. Bir yere bakmıyorum, dinleniyorum... Kocamışlık işte...” derdi.
Sonunda bir gün “Hani hep sorup dururdun ya tek bir yürek gibi gözüken o yıldızları. Ben ise anlatmak istemezdim. Çünkü korkardım bilmeme rağmen ölümün kaçınılmazlığını. İçten içe bizimki sonsuza dek sürecek ölümsüz bir sevgi derdim. Biz hiç ayrılmayacağız diye geçirirdim içimden. Gördün işte, deden yok artık yanımda. Bir tek içimde görebiliyorum onu. Aynı o ikiz yıldız gibi, biri diğerinin içinde. Dışardan bakan kimse göremez artık onu. Bilenler bilir yalnızca diğerinin bir zamanlar var olduğunu. Oysa ben içime baktığımda görebiliyorum onu. Dalıp gitmelerim o yüzdendir. Bir yere bakmıyorum, içimdeyim...” dediğinde soluğum kesilmişti. Hiç gözümün önünden gitmez o an, sanki taşlaşmıştım, düşte gibiydim. Ve devam etmişti “Büyüklerimiz çok uzun yıllar önce çok daha fazla belli olduğunu söylerlerdi o iki yıldızın. Dedeler nineler, analar babalar, büyüklerinin hep aynı şeyi söylediğini, her neslin, ‘Birbirlerine daha uzaktılar.’ dediğini söylerlerdi. Kimileri, biri diğerinin arkasına geçtiği için daha zor görülebildiğini ileri sürerdi. Büyükleri öyle anlatmış onlara... Öyle olsa bile ben birbirlerinin içinde oluşlarına inanıyor ve bunu daha çok seviyorum... Her doğuşla, her yeni yaşamla, her ölümle, biri diğerine daha da yaklaşmış ve içinde gözden yitmiş. Tıpkı deden gibi... O yüzden herkes göremez onu, sevgiyle bakmadıkça...” diye sözünü bitirdiğinde o geceyi iple çektiğimi, zamanın bir türlü geçmek bilmediğini hiç unutmam.
Nineme “Neden başka yıldızlar değil de onlar..! Bir yığın göz kırpan yıldız var gökte, neden onlar nine? ” diye sormuştum o günün gecesinde. “Onlar, çünkü atalarımız oradan gelmişler. Orası bizim ata yurdumuz evladım” deyip “Atalarımız hep beklemişler arkalarından gelecekleri, ama kimse gelmemiş. Yaşlılar arasında geleceklerine inanlar var haalaa. Atalarımızın öncü olduğunu, bir gün başkalarının da peşlerinden geleceklerini söyler dururlar...” diye eklemişti. Ağzım bir karış açık “Oradan buraya nasıl gelinir nine?” diye sormuştum. “Bilmiyorum evladım...” demişti.
Dedemin ölümünden sonra bir ay bile yaşamamıştı ninem. Yemeden içmeden kesilmiş, günden güne zayıflamış, yatağından bile kalkamaz olmuştu. Öldüğünde o kadar zayıftı ki, kemikleri sayılıyordu... Zaten bizimkiler de biliyorlardı çok yaşamayacağını ninemin. Bir keresinde anamın “Gidici...” dediğini duymuş, “Bu ne demek ana” diye sormuş, ama anamın sus işaretiyle ısrar etmemiştim. Çocuk halimle anlamam kolay değildi dedemle ninemi.
Kandilin yağı da bitti bitecek. Hiç de uykum yok... Gündüz o kadar yoruluyorum, yine de gözüme uyku girmiyor son günlerde. Hep ata yurdunda, hep büyüklerimin anlattıklarında aklım. Ya mağaradakiler... Dedem, dedesinin anlattığını söylemişti, atalarının bir evi güneş gibi aydınlatan kandilleri olduğunu. O kadar parlak ışık verirmiş ki bakarsan kör edermiş insanı. Mağarada hala duruyor birkaçı... Ateşle tutuşturmaya çalışmıştık o küçücük camları “Pat” diye patlayınca da diğerlerine ilişmemiştik. Doğru mu söylüyorlardı, o küçücük şey güneş gibi aydınlatabilir mi bir evi, koca bahçeyi. Doğru mu söylüyorlardı..! Neden yalan söylesinler! Herkes biliyor atalarımızın çok bilgili olduğunu... Elektrikmiş o camları ateşleyen. Öyle derlerdi... Elektrik nasıl bir şeydir diye sormuştum... Yıldırımın ehlileştirilmişi demişlerdi... Onlara da öyle öğretmişler... Doğaya bırakılan bir at gibidir yıldırım, eğer yakalayıp ehlileştirirsen ondan çok yararlanılır demişlerdi. Nasıl ehlileştirilir yıldırım! Bir ağaca denk geldiğinde paramparça edip yakıyor, insanı kömüre çeviriyor o an, mümkün mü hiç yıldırımı yakalamak. Onlar da, yıldırımı yakalamak değil, yıldırımın benzerini elde etmekten söz etmişlerdi ve mağaradaki o ince masa üstüne benzer siyah camların elektrik elde etmeye yaradığını söylemişlerdi. Onlar gibi biz de çıkartmıştık güneşin altına o camları, günlerce beklemiştik, ama minicik olsun bir kıvılcım çıkmamıştı siyah camlardan. Su değirmenini atalarımız yapmış, çünkü elektrikleri kalmamış. Su değirmeninden çıkarmışlar elektriği. Mümkün mü, hiç su değirmeninden elektrik çıkar mı? Aklım almıyor bir türlü. Buğday öğütülen, suyun şarıldadığı yerde elektrik olur mu hiç! Yoksa var da biz mi görmüyoruz! Artık kullanmadığımız o rüzgar değirmeninden de elektrik çıkartırmış atalarımız. O kocaman tahta dişlilere bağlı duran yuvarlak bir demirmiş yel değirmeninden elektrik çıkartan. Artık o da kalmadı ya, yerinde koca bir pas yığını duruyor... Çok bilgiliymiş atalarımız. İyi ama onların çocukları olan bizler neden onların bildiklerini bilmiyoruz? Bize neden öğretmediler elektrik çıkartmayı. Yalnız elektrik mi? Kandilde yaktığımız o kara yağdan, beyaz katı yağ, çabucak buharlaşan sarı yağ çıkartmayı biliyorlarmış. Olmaz, hiç, simsiyah, döksen akmayan o kara yağdan, tereyağı gibi katı beyaz yağ, uçup giden sarı yağ çıkar mı? Dedemler de denemiş her yerinde musluklar bulunan o kuleden başka başka yağlar çıkartmayı, ama öyle bir patlamış ki yakındakilerin hepsi yanarak ölmüş. Dedemin göğsündeki yanıklar oradan kalmaymış. O yüzden herkes korkar, kimse oranın yakınına bile gitmek istemezmiş. İyi ki köye uzakmış, yoksa bütün köy yanardı demişti. Bunlar masal mı yoksa... Çocukları oyalamak için büyüklerin uydurduğu şeyler mi? Ya mağaradakiler..! Olmaz öyle şey, bizim demircimiz öyle güzel, o kadar sağlam aletler yapıyor ki, yaşlıların hepsi, onun, ustasından daha iyi olduğunu söylüyor. Hep öyle süregelmemiş midir, çocuk, ana babasından ileri, çocuğundan geri olmamış mıdır. Kızım anasından daha güzel kazak, çorap örmüyor, daha lezzetli yemekler yapmıyor mu? Kazak örülen o şişleri yapmayı da atalarımız öğretti demişlerdi. Demirden, bakırdan tel yapmayı onlar olmasa bilmezmişiz. Niye, atalarımız olmasa, demirci, bulamaz mıydı demirli bakırlı toprağı, beceremez miydi eritip haddeden çekmeyi! O demirli bakırlı topraklar yüzünden gölün yakınındaki dere kenarına kurmuşlar köyü demişlerdi... Bir de gölün güneyindeki hiç sönmeyen ateşlerin olduğu yerde bulunan kara yağ yüzünden demişlerdi. Dokuma tezgahlarını, ağaç biçmeyi, ev, kayık yapmayı da atalarımız öğretmiş bizlere. Cam yapmayı, çeliğe çeşit çeşit su vermeyi hep onlardan öğrenmişiz...
Torunlarım benden ileri olacaksa elektrik çıkartmak da öğrenilecektir bir gün. Ya masalsa bütün bunlar! Ya mağaradakiler..!
Annem anlatmıştı 18 yaşına geldiğimde dedemle ninemin aşkının neden dillere destan olduğunu. O güne dek hiç yaşanmamış öylesi... Dedemin babası çok çalışkanmış. Köyün en güzel bahçesi, en bereketli tarlası onunkiymiş. Durup dinlenmeksizin koşturur, kardeşlerini çocuklarını da çalıştırırmış. Ekilip dikilecek arazi çokmuş, ama onun gibi çabalayanı azmış. O kadar düşkünmüş ki, gece bile yoklarmış bağını bahçesini... Yağmur yağmasa dereden, dere akmaz olursa onca yolu gidip gölden taşırmış, taşıtırmış suyu... O da severmiş saz çalıp şarap içmeyi, ama her şeyden önce bahçesi tarlası gelirmiş. Hatta, yemeği bile unuturmuş çalışmaya başladığında. En bol sebzeyi o yetiştirir, en çok buğdayı o hasat eder, en lezzetli meyveyi o toplarmış. İhtiyaçtan fazlasını da komşularına, köydeki ürünü az olanlara dağıtır, tembelleşmesinler diye de “Borç veriyorum, seneye isterim” dermiş. Şimdi yukarıdaki köyde olan o zamanki komşusu bu duruma çok içerlermiş. Bir gün dikilmiş karşısına “Bu bahçenin ve tarlanın yarısını bana vereceksin. Benim topraklarım seninki kadar bereketli değil. Yetişenler yetmiyor bize” diye diretmeye başlamış. Anlatmaya çalışmış fark olmadığını, eğer isterse nasıl daha iyi ürün alacağını gösterebileceğini söylemiş, ama dinletememiş. “Senin toprağın benimkinin canını alıyor. Ondan ürün vermez oldu benim bahçem. Benimkine bitişik olan kısmı verirsen toprağımın canı yerine gelir” diye direten komşusuna, bunun doğru olmayacağını ne kadar anlatmaya çalışsa da dinletememiş, kazmayla üzerine gelmesini zor savuşturmuş... Kavgayı, bağırıp çağırmayı duyup gelenler araya girmese kanlı bitecekmiş bu arazi anlaşmazlığı. Ayıranlar “Böyle olmaz, köyün yaşlılarına anlatın meseleyi, doğrusunu onlar söyler” demiş. Yaşlılar her ikisini de dinlemiş. Zaten bilirlermiş dedenin babasının çalışkanlığını, toprağının hikmetinin ne olduğunu, ama yine de dinlemişler komşuyu da ve haksız olduğunu söylemişler. Çok inatçı, ak deyip kara demeyenlerdenmiş... Karşı çıkmış yaşlılara da... Bunun üzerine “Köyümüzde kavga istemeyiz. Ya kavgayı kesersin ya da köyden gidersin” demişler. Bütün köylünün karşısında olduğunu gören dediğim dedik komşu, çaresizce yukarıdaki köye yerleşmiş. Böylelerinin yüzünden buradakiler yukarıdaki köye Kavgalı der. İşte ninen o adamın kızıdır. Anası çok iyiymiş, kocasına hiç benzemez, köye, bize gelip gidermiş, ama adam adımını atmaz olmuş köyden içeri. Dedenle ninen çocukluk arkadaşıylarmış, fakat bu diğer çocuklarla olandan farklıymış. O zamanlar bile ninenin güzelliği dillerdeymiş. Ninen için köyün en güzel kızı olacak denirmiş. Zaten söylenenler de çıktı. Deden delikanlılık çağında ava gitmeye başlamış. Nedense hep Kavgalı köyünün oradan gidermiş dağa. Oysa uzakmış o yol, ancak deden kimseye kulak asmaz hep o taraftan gidermiş... Aslında herkes bilirmiş neden oradan gittiğini. Damarına basmak için o yolun sapalığını söylemekten keyif alırlarmış. Herkesin bildiğini ninenin babası da duymuş tabi. Büyük bir öfkeye kapılmış, ancak çok sevdiği kızına da bir şey diyemezmiş. Gizlice plan yapmaya başlamış... Kızını köyünden biriyle evlendirmeye karar vermiş. Affedemediği komşusunun oğluyla evlenmesine izin vermemek için yemin etmiş ve uygun bir eş aramaya başlamış. Kimi söylese kabul ettiremezmiş kızına. Annesi de “Boyu kısa; zekası kıt; yarı deli; aklı bir karış havada” gibi bahanelerle karşı çıkarmış. Annesi yanında olmasa çok zormuş ninenin hali.
Deden hangi gün ne zaman ava gidecek bilirmiş ninen. İlk zamanlar deden ıslık çalarmış geldiğini belli etmek için, ama neredeyse herkes öğrenince bırakmış ıslık çalmayı. Anlaşmışlar, belirlemişler buluşma yerini, sessizce gidip beklerlermiş birbirlerini. Öyle çok beklemez, az zamanda kavuşur sarılır, kucaklaşırlarmış... Ninenin babası şüphelenirmiş, ama sevgili anacığı kol kanat gerer “Suya, bahçeye, komşuya gönderdim” der savuştururmuş onun öfkesini. Sonunda bulmuş babası köyün en yakışıklısını, konuşmuş ailesiyle... Delikanlı da, güzel kızına yanıkmış zaten. Dikilmiş kızının karşısına... Diretmiş vazgeçmezce... Karşı çıkan anasına da “Evlenecekler, başka çaresi yok bunun” diye bağırıp çağırmış. Ninen hemen haber ulaştırmış dedene. O gece kurdu kuşu dinlemeyip düşmüş yola deden, çalmış ne zamandır çalmadığı ıslığını... Ninen sonradan “Kaabus gibiydi...” dediği o durumdan kurtulmak için bir an bile düşünmeksizin denklediği üç beş eşyasıyla atmış kendini dedenin kollarına. Yolculuk çok çetin geçmiş, pusuda bekleyen hayvanların ulumaları her yandaymış. Görünmemek için ateş, meşale bile yakmamış, dolunayın yol göstericiliğiyle yetinmişler. O gece her zamankinden daha parlakmış Ay, daha çok ışıldıyormuş yıldızlar diye anlatılır olmuş sonraları.
Ertesi sabah, o kavgadan sonra ilk kez gelmiş ninenin babası köye, fakat köylüler yaklaştırmamış onu dedenin evine. O kadar çok bağırıp söylenmiş ki, bütün köylü toplanmış. “Rızam olmadan kızım kimseyle evlenemez” diye diretir dururmuş... “Seviyorlar birbirlerini, bırak mutlu olsunlar” diyenleri de dinlemeyip hamle üstüne hamle yaparmış eve doğru. Yaşlıları da dinlemeyip “Toprağımı vermedi, kızımı da oğlu aldı” diye delirdikçe delirmiş, ama kimseye söz geçiremediğini anlayıp kös kös Kavgalı’ya dönmüş, bir daha da köye adım attığını gören olmamış.
Anam “İşte böyle...” deyip sözünü bitirdiğinde ancak yerli yerine oturtabilmiştim o güne dek duyduklarımı. Biliyordum ninemin dedeme kaçtığını, duymuştum dedemin ava gidişlerini, ama kimse anlatmamıştı anam gibi her bir şeyi.
Kandil söndü. Uykum gelmedi haalaa. Mağaradakiler... Onlar insan yapısı olabilir mi! Demirci küçük bir parçayı alıp eritmeye çalışmış, ama günlerce uğraşmasına rağmen öylece kalmıştı o koyu kum rengi demire benzeyen şey. Bakıra benzemiyordu... Demir gibiydi, ama hiç paslanmıyor, çekiçle vurdukça çatlamayıp genişliyordu. Doğru mu ikiz yıldızlardan geldiğimiz! Öyleyse neden başkaları gelmedi atalarımızın ardından!
Anlatılanlar doğru mu! Yıllarca sürmüş geminin yapımı, yol hazırlığı. Ya öteki dünya... Bizimki gibi bir yermiş orası da. Dereleri, ağaçları, dağları tepeleri, ovaları, canlıları tıpkı buradaki gibiymiş. Gelecekte yetmeyeceğini düşündüklerinden başka yere göç yolunu açmaya karar vermişler. Sular kirlenmiş, soluk almak zorlaşmış, yağmur bile değdiği yeri yakar olmuş. Hiç yağmur yakar mı insanı! Ne güzel yürünür yağmurda, hele de hava soğuk değilse. Yıkanıp temizlendiğini hissedersin. Ruhun bile arınır... Hiç kirlenir mi koca göller, durmaksızın akan sular! Çok büyükmüş gemi... O kadar büyükmüş ki, parça parça çıkartılıp birleştirilmiş gökte. Nasıl durmuş orada! Havaya ne atarsan at, yüksekten neyi bırakırsan bırak illa yere düşüyor. Tüy, taştan, daha geç olsa da düşüyor... Nasıl durur gökte! Nasıl çıkılır, göğe! Nasıl çıkarılır köyü, köyleri içine alacak çok büyük kutular oraya. Yıllarca sürmüş yapımı, erzak yüklenmesi, yol hazırlığı... Mağaradaki gibi küçük uçan gemilerle yüklenmiş gemiye her şey. Tek tek çıkartılıp yukarıda birleştirilmiş, bir araya getirilmiş hepsi... Sonra da 42 yıl yetecek su, yiyecek doldurulmuş içine. Hava bile... Çünkü hava yokmuş gökte. Yaşayamazmış orada hiç kimse... Ben bunları nasıl anlatacağım çocuklara. İnanamadığım, aklımın almadığı şeyleri nasıl anlatırım onlara. Anlatmalıyım, çünkü “Sen Aktarıcısın...” dendi bana. Anlamasam da anlatmaktır benim görevim. “Anlayanların doğduğu güne dek anlatmaktır birbirimize devrettiğimiz bu görevin amacı” diye tembihlendi bana. Dedemin babası elektriğin nasıl çıktığını görmemiş, ama kara yağdan katı beyaz yağın çıkışını, buharlaşan sarı yağın nasıl alev alev yandığını görmüş. Kandilin yanışına hiç benzemez, değdiğini hemen kül edermiş... Öyle güçlüymüş onun ateşi... Ya barut... Biz de biliyoruz barut yapmayı. Ama atalarımız delikli demirlere barut koyar, ava giderlermiş. Değirmendeki pas içindeki alet, delikli demir yapmak için kullanılırmış. Delikli demiri gördüm, o nasıl öldürür bir hayvanı! Mızrak ya da ok gibi saplanacak bir yanı yok. İçine konurmuş barut... Biz de koymuştuk bir tanesine ama paramparça olmuştu ateşi tutunca. Az daha kör ediyordu demirciyi... Madem böyle zarar veriyor, toprağı oymaktan, kayaları parçalamaktan başka ne işe yarıyor barut! Yok yok, aklım almıyor hiçbirini...
Hadi uyu artık, neredeyse gün ağaracak. Yolculuk Planı, geminin duvarlarında, her yerde asılıymış. “Egzersiz kesinlikle aksatılamaz...” yazılı... Neden o kadar önemliymiş... Yürür, koşar, ayaklarıyla çevirir, merdiven çıkarlarmış hiçbir yere gitmeyen aletlerde. Bir yere gitmedikten sonra neden yürünür, hiçbir yere çıkılmayan merdivene neden tırmanılır, karada duran kayıkta neden kürek çekilir anlamak mümkün mü? Eğer bunları yapmazlarsa yürümeyi unuturlarmış diye anlatıldı hep bize. Yürümek hiç unutulur mu! Göğe çıkanlar, havada yüzerlermiş, tıpkı sudaki gibi demişlerdi. Mümkün mü! Hem suda elini ayağını çırpmadınmı suyun dibini boylamıyor mu insan! Suyun altından gitmek gibiymiş... O yüzden yürümeyi unuturmuş insanlar. Orada farkına varmazmış kimse yürümeyi unuttuğunun, ancak yere ayak basınca anlarmış... Buraya geldiklerinde yürüyememeleri ondanmış. Madem egzersiz yapmışlardı neden yürüyemediler! Yok yok, insanın aklı almıyor bir türlü. Oturmaktan ayakların uyuşması gibi bir şey mi yoksa!
Yalnız yürümeyi değil yemek yemeyi de unutabilirmiş insan. Yemeklerinin hepsi küçük torbalardaymış. Torbayı ellerinle ezdinmi içindeki şişmeye başlar kocaman olurmuş. Mısır patlatmak gibi mi yoksa! İçecekleri de hep torbalardaymış. Çeşit çeşit, farklı farklı tatlardaymış hepsi. Bir de içine koyulan suyu süte çeviren cam kaplar varmış. Bira gibi mayalarmış suyu. Bu süt güç ve zindelik verirmiş. Her öğünde nelerin yeneceği belliymiş ve kesinlikle aksatılmamsı gerekliymiş. Onun için Yolculuk Planı’nda Kesinlikle Aksatılmaması Gerekenler’in başında yazılı. Eğer buna uyulmazsa mideler hiç yiyecek kabul edemez, tuvalete bile çıkamaz hale gelinirmiş... Meyve sebze bile toz halinde torbalardaymış. 42 yıl buna nasıl katlanmışlar... Bir elmayı ısıramamak, üzüm tanelerini ağzına atamamak..! Hem de 42 yıl..! Olmaz, dayanamaz buna hiçbir insan... Akıl almaz böylesini... Öyleymiş ki, hiçbir şey iyice hesap edilmeden gemiye koyulmamış. Neyin gerektiği, ne kadar yeteceği, yıllarca hesaplanmış da öyle yüklenmiş gemiye. Ne bir fazla, ne de bir eksik olmasın diyeymiş bütün bu hesaplar. Soludukları hava bile iyice hesaplanıp konulmuş. Onu da aletler temizlermiş boyuna. Soludukları hava, kullandıkları su neredeyse hep aynıymış. Yalnızca hava deposundan biraz eklenirmiş temizlenen havaya. Nasıl olur, nasıl temizlenir hava! Kirli sular da hava gibi temizlenirmiş yeniden kullanılsın diye. Geminin her yanında farklı farklı işler yapan aletler varmış. Hiçbir şey atılmaz, kimi gemiyi ısıtmak, aletleri çalıştırmak için yakılır, kimi de geminin gitmesine katkı yapacak hale getirilirmiş. Bütün bunları aletler kendiliklerinden yaparlarmış. Gemideki sayısız alete nasıl çalışacaklarını gösteren de küçük bir kutuymuş. Mağaradakiler gibi... Bir küçük kutu... Akıl alır mı bunları..!
................
“Dede kalk, çorba hazır. Hani bugün tohum ekecektik”
“Tamam oğul”
“Biliyor musun dede Yasaklı’lılar üç kümesteki tavukları çalmışlar”
“Deme oğul, yine mi?”
“He dede, hepsini çalmışlar. Neden yapıyorlar bunu?”
“Dur hele, bir şeyler yiyip kendime geleyim.”
................
Bu Yasaklı’lılar yok mu, ne dirlik bırakıyorlar ne de düzen. İşleri güçleri çalıp çırpmak, can yakmak, öldürmek... Kavgalı’yı da kasıp kavurunca oradan da kovuldular. Biz oraya Yasaklı deriz, ama onlar Özgüryurt koymuşlar adını. Yasaklı denmesinden de haz etmezler, illa Özgüryurt diyecekmişiz... Bütün gün yan gelip yatmanın, çalıp çırpmanın, asıp kesmenin neresindedir özgürlük. Hadi kovulanları anladık, sevmezlerdi çalışmayı, kavgasızlığı... Ya kendiliğinden oraya gidenlere ne demeli! Aklı başında diye bildiklerimiz bile gitmedi mi Yasaklı’ya! Ne oluyor bunlara..! Yasaklı yokken idare ederdik böylelerini... Kapımızda penceremizde kilit, fırtınadan, kasırgadan, depremden, vahşi hayvandan başka korkumuz yoktu. Bunlar yüzünden nöbetçilik başladı, çoluk çocuk, kadın kız her yere gidemez oldu... Özgürlükmüş, nesi özgürlük başkalarını hep diken üstünde tutmanın, canından bezdirmenin! Tek karış toprak ekmez, iki hayvan beslemez, ama çalmayı, öldürmeyi pek severler. Hayvan durmaz onların yattığı yerlerde. Pisliğe bulanmış şekilde, yara bere içinde dolanırlar ötede beride. Özgüryurt’muş... O zaman kalın orada, ne halt yerseniz yiyin köyünüzde, sıkın birbirinizin boğazını. Özgürlüğünüz de sizin olsun, pislikleriniz de, ne istersiniz bizden... Yaşayın özgürlüğünüzü Özgüryurt’unuzda özgürce, özgürce binin birbirinizin tepesine. Şu üç günlük dünyada az biraz huzurumuz, keyfimiz var onu da zehir etmeyin... Özgüryurt’muş...
................
“Dede anlatacak mısın vahşi hayvanları?”
“Soru sorup durmazsan eğer, tohumları ektikten sonra çardağa gider, oturup dinlenirken anlatırım. Kız kardeşin de meraklı... Ama hiç konuşmak, sözümü bölmek yok.”
“Tamam dede.”
“Tohumları nasıl serpeceğini biliyorsun. Ben ardından çapayla geleceğim. Hadi bakalım...”
İyi olur, hem dağarcığımı tazeler, hem de benim hınzırların tepkisini görür, diğer çocuklara ona göre şeyler anlatırım. Sandıkları anlatmanın zamanı geldi...
............
“Vahşi hayvanlar diyoruz, ama onlar bu köyde doğup büyümüş, ondan sonra dağa bayıra salınmışlar.”
“Kaplan, kurt, ayı, tavukları çalan tilkiler mi..! Bizi yememişler mi dede. ”
“Yok kızım, kafeslerde, çitlerin içinde beslenip büyütülmüşler. Ne zaman bir başlarına yaşayabileceklerine karar verilmiş, o zaman salınmışlar... Köye öyle alışanları varmış ki, uzak durmaları için hep kovalamak zorunda kalmışlar.”
“Bunlar ne zaman olmuş dede?”
“Çok çok eskiden oğul... Atalarımız, gemiye iki de sandık yüklemişler. Birinde hayvanlar, diğerinde de bitkiler varmış.”
“Dede kaç tane hayvan varmış sandıkta?”
“Yüzlerce, binlerce oğul...”
“Nasıl sığmış sandığa yüzlerce kurt, kaplan!”
“Sözümü kesmezseniz anlatacağım. Atalarımızın her biri ayrı konuda çok bilgiliymiş. Biri hayvanların her şeyini bilirmiş, ötekinin bitkiler hakkında bilmediği yokmuş, diğeri taşın toprağın suyun havanın her şeyinden öyle iyi anlarmış ki, suyu bile yakar, havayı zehir yapabilirmiş. Aralarında, yıldırımı ehlileştireni, anasız çocuk doğurtanı, iyileştiremeyeceği hastalık olmayanı, demirden, bakırdan kanatlar yapıp insanları uçuranı, kum gibi yıldızlarla kaplı göğe bakıp her birinin farklı olduğunu ve oralara nasıl gidileceğini söyleyeni, Güneş’in, Ay’ın ne zaman tutulacağını, tilki gibi kuyruğuyla geçen yıldızın iyisini kötüsünü, gökten gelen kor ateşlerin nereye düşeceğini bileni, ne zaman yağmur yağacağını, kasırganın nereden geldiğini, hangi bulutun kar dolu olduğunu bir bakışta anlayanı, arkasında beyaz dumandan izler bırakarak göğe yükselen çok büyük oklar yapmayı iyi bellemişi, kimsenin çekip itmediği, kendiliğinden giden arabaları, on kişinin kaldıramayacağı yükleri kaldırabilen kolları olan aletleri oyuncak yapar gibi yapanı varmış. Yıllarca uğraşıp didinmişler burayı hazırlamak için... Her şeyi, her işi yapan aletleri varmış ve hepsi de aletlerini kullanmayı çok iyi bilirlermiş... Bu aletlerin. bizim gibi konuşanı, eski halleri saklayıp göstereni, gözün göremediği, sesin duyulamadığı uzaklıklardan her şeyi gösterip duyuranı bile varmış. Ata yurdunu gösterip orayla ilgili her bir şeyi anlatan, ne sorulursa sorulsun eksiksiz bilen bu aletler, bir insanın birkaç ömürde öğrenemeyeceği kadar çok şey bilirmiş. İşte atalarımız bütün bu aletleri kullanarak yapmışlar her bir işi. Köyün olduğu yere parlak demir gibi ışıldayan kulübeler inşa etmişler önce. İçlerine toz girmezmiş bunların... Hava bile aletlerden geçmeden giremezmiş içeri... Hayvanlarla bitkilerle dolu o sandıkları, sayısız aleti bu kulübelere taşımışlar. Sandıkların içi buzdan bile soğukmuş, öyle soğukmuş ki el değdirilemezmiş. Bildiğimiz gibi aslanlar, kaplanlar yokmuş sandıkta. Küçük camların içinde, birer minik damla gibiymiş bütün hayvanlar. O küçük camları sırayla sandıktan çıkartıp başka bir kutuya koyarlarmış. Bu kutuda büyüyüp doğmuş bütün hayvanlar...”
“Anaları babaları yok muymuş?”
“O alet analık yaparmış bütün hayvanlara. Birkaç tane varmış o kutulardan ve her hayvanın doğum zamanını kendiliğinden bilirmiş bu aletler. Sonra da aletten çıkartır emzirir büyütür, sırası gelenleri de kafeslere, çitlerin içine koyarlarmış. Getirdikleri hayvanların bir çoğu burada da varmış, ama yine de doğurtmuş, büyütmüşler hepsini. Kimi yaşamış, kimi ise tek kalmış... Yeterince geliştiğini, zamanı geldiğine inandıklarını da sırasıyla salmışlar dağa bayıra. Koyun, tavuk, inek, ördek gibi hayvanların çoğu ata yurdundan gelmiş. Yalnız kendileri gelmemiş, ata yurdundan hayvanlarını bitkilerini de getirmişler. Farklı hayvanlardan farklı farklı hayvanlar doğurtmuş, yeni yeni türler geliştirmişler. Keçiyi koyundan, tilkiyi köpekten, kaplanı aslandan doğurtmuşlar. Tavuğu bile papağan yumurtasından çıkartmışlar. Daha hiç görmediğimiz, bilmediğimiz o kadar sayısız hayvan doğurtmuşlar ki saymakla bitmezmiş.”
“Niye görmüyoruz onları dede?”
“Onlar serbest bırakılır bırakılmaz çok uzaklara, insanlardan uzağa, ya da daha sıcak daha soğuk yerlere gitmişler. Çünkü öyle yaşamaları gerekirmiş. Dünya çok büyük, hem de bizim görüp anlayamayacağımız kadar büyük. Her bir canlı yaşayacağı yeri seçip oraya yerleşmiş. Hatta, atalarımızdan başka, çok daha uzaklardan gelenler de olmuş, ama Dünyanın bir ucuna yerleştiklerinden onların varlığından haberimiz olmuyormuş. Burada yaşayanların; gözleri hep kısık duran sarı benizlisi, teni kömür gibi olanı bile varmış. Atalarımız uçabilen Demir Kanat’a binerek Dünyayı dolaşmış, her bir yerini keşfetmek istemişler. İşte böylece karşılaşmışlar diğerleriyle. Aralarında tartışmalar, kavgalar çıkmış, neredeyse savaşacaklarmış. Her bir grup sahiplenmek istermiş Dünyayı. Çünkü öncüymüş gelenler... Çok farklı zamanlarda gelmiş olsalar bile, biri diğerlerini istemezmiş burada. Aralarındaki ‘Dünya çok büyük, hepimize yeter’ diyerek kavgayı önlemeye çalışanlara, ‘Arkamızdan gelecekler o kadar kalabalık ki, yetmez...’ diye karşı çıkanlar yüzünden çok kanlı savaşlar çıkacakmış neredeyse. Kimileri, bu kanlı savaşların yaşandığını ve birbirlerinin üzerine ateşler, yıldırımlar yağdırdıklarını söylerler. Bütün bunlar çok çok önceleri olmuş. Arkalarından gelenler olmadığı görüldükçe bu savaşlar sona ermiş ve herkes yurt bellediği yere kök salmaya başlamış. O savaşların olduğunu söyleyenler, eğer peşlerinden gelenler olsaydı, diğerlerinin yok edileceğini iddia ederler.”
“Niye dede, o kadar kötü insanlar mı ötekiler!”
“İnsan hep aynıdır kızcağızım. Hep daha çoğuna sahip olmak ister. Kimi zaman bunun için diğerinin boğazını sıkmaktan geri durmaz. Yasaklı’dakiler bizim aramızdan çıktı, onlar başka yerden gelmediler. Hayvanlarımızı çalıyor, bağımızı bahçemizi yakıp yıkıyorlar... Onların içindeki kötülük tohumu, iyilik tohumundan daha çabuk büyüyüp gelişmiş, iyiliğin gelişip serpilmesine izin vermez olmuş bir kere.”
“Diğerlerinin de arkasından gelen olmamış mı dede!”
“Bilmiyorum oğul... Atalarımız yolculuğun en başından itibaren konuşurlarmış ayrıldıkları yerdekilerle. Yalnız konuşmaz birbirlerini de görürlermiş. Yolculuk ilerleyip aradaki mesafe arttıkça birbirlerini daha az duyup görebilmeye başlamışlar. Çünkü gemileri o kadar hızlı gidiyormuş ki, göz açıp kapayıncaya kadar gözden kayboluyormuş. Bazı aletler kullanmasalar uzaklaştıkları yerdekilerle birbirlerini görüp duymaları imkansızmış. Nasıl biz dağın arkasındakileri göremiyorsak, gölün karşı kıyısından biri bağırsa duyamıyorsak, onların da aletleri olmasa hiç farkı kalmazmış. Göl çok büyük olduğu için karşıdan bağıranı duymayız, göremeyiz, ama bir aynayla ışık tutsa, ya da gece küçücük bir ateş yakacak olsa görürüz. O kadar güçlü ve hızlıdır ışık. O yüzden yıldızları görür, ancak oralardan hiç ses duymazmışız. Bir de derler ki, hava olmayınca ses hiçbir yere gidemezmiş, oysa ışık her yerde, her bir yana gidermiş. İşte atalarımızın aletleri, sesi görüntüyü ışık gibi gönderirmiş. O kadar hızlıymış ki gemi, neredeyse yıldırım gibi gidermiş, ama seslerini duyurup birbirlerini gösteren aletler 10 kat daha hızlıymış. Tıpkı koşan birinin yürüyeni çok geride bırakması gibiymiş bu. Ara ne kadar açılırsa, birbirlerini o kadar zor duyup görmeye başlarlar ya, onun gibi işte. Önceleri birbirlerini hep görüp duyarken, sonraları günde 25, 30 kez haberleşir olmuşlar. Zamanla, günde birkaç kezden, bire, iki üç günde bire düşmüş birbirlerini duyup görmeleri. Günler ayları, aylar yılları kovaladıkça haberleşmeler haftada bire düşmüş ve eksilme böyle devam etmiş. Yine de her şey düzgün gidiyormuş ki haberleşme kesilmiş, ne onlardan haber geliyormuş, ne de kendilerini duyurduklarını anlayabiliyorlarmış. Sekizinci yılda olmuş bu.. Bir daha da hiçbir haber alamamışlar ata yurdundan. Moralleri günden güne bozulmuş, inançlarını iyice yitirmeye başlamışlar. Hiç haber alamamak akıllarına hep çok kötü şeyler getirir olmuş... Aletleri de bozuk değilmiş... Gökte kaybolduklarını bile düşünmeye başlamışlar... Çünkü, akla gelecek gelmeyecek sayısız tehlikeyle doluymuş uçsuz bucaksız gök. Sonuçta akıl galip gelmiş ve başka çarelerinin olmadığına karar verip yolculuğu olabildiğince sağlıklı tamamlamaya, vardıklarında da ilk iş olarak daha güçlü aletleri kurarak haberleşmeyi sağlamaya karar vermişler. Yolculuk bittiğinde, yüklerini, yıllarca önceden başlayarak buraya gönderilmiş bir çok malzemenin aletin bulunduğu yere, yani buraya taşımaya başlamışlar. Sonra da, haberleşebilmek için çok yüksek direkler dikip birkaç evi içine alacak kadar büyük çanaklar yaparak ata yurduna bakacak şekilde yerleştirmişler. Yıllarca bıkıp usanmaksızın aletlerin başında bekleyip ‘Bizi duyuyor musunuz? Ne zaman geleceksiniz? Aletler yola çıktı mı?’ diye mesajlar göndermişler, ancak hiçbir haber alamamışlar. Her şeyi denemişler, hatta anlamadığımız noktalı çizgili mesajlar bile göndermişler, yine de hiçbir haber gelmemiş. Daha önceden buraya gönderilmiş olan, bilgi toplayıp yollayan eski aletleri de denemişler, fakat hiçbirinden sonuç alınamamış.”
“Hiç mi!”
“Hiç haber gelmemiş oğul. Ne de malzeme gelmiş... Çünkü hemen arkalarından yola çıkması gereken, yük ve malzeme gemileri varmış. Yıllarca beklemişler, hiçbiri gelmemiş...”
“Neden geri dönmeye çalışmamışlar dede?”
“Kızcağızım, hiç haber alamayınca orada büyük bir felaket olduğunu düşünmüşler. Zaten, geldikleri geminin gücü tükendiğinden geri dönemezlermiş.”
“Onların ana babaları yok muymuş dede?”
“Gemiyle yola çıkan atalarımızın mı?”
“He dede, kimsesi yok muymuş onların. Kimse merak etmemiş mi?”
“Olmaz mı, varmış tabi... Bu yolculuğa gönüllü olan pek çok kişinin arasından seçilmişler. Herkes bu yolculuğu kutsal bir görev olarak bellediğinden, ayrılığı en baştan kabullenip kimse dertlenmeyi aklından bile geçirmemiş. Yakınlarını, özellikle de yaşlıları bir daha göremeyeceklerini biliyorlarmış. Çünkü öteki dünyaya göçmenin, yani buraya gelmenin ölmekten farkı olmadığını hepsi daha en başından biliyormuş. Herkesin, 42 yıl sürecek bu çok zorlu yolculuğun üstesinden gelemeyeceği bilindiğinden, binlerce gönüllü uzun uzun sınavlardan geçirilip en küçük özelliğine kadar incelenmiş. Bütün bunlardan sonra 16’ya düşmüş sayıları... Aslında 17 demek daha doğru olacaktır, çünkü, yıllarca süren eğitimler sonunda seçilenlerden birinin, yolculuğa 1 ay kala özellikle hamile kalması istenmiş. Çocuğun yolculuk sırasında doğup büyümesi amaçlanıyormuş. Gemidekilerin en küçüğü olan genç 16’sında, babası ise 37’sindeymiş ve gemidekilerin en yaşlısıymış. Diğerlerinin yaşları 18 ile 24 arasında değişiyormuş. Aralarında, birbirine tıpa tıp benzeyen 19 yaşında ikiz kardeşler, bir de 20 yaşında bir kız varmış. Yolculuktaki en acı olaylar bu ikizler yüzünden yaşanmış.”
“Ne yapmışlar dede, çok mu yaramazmışlar!”
“Öyle sayılır kızcağızım. İkizler birbirinin tıpkısı olduğundan zarar gelmez diye düşünülmüş herhalde. Ne acı ki öyle olmamış ve onlardan bir yaş büyük kız yüzünden kavga etmeye, birbirlerine öldüresiye saldırmaya başlamışlar. Diğerleri, ne kadar onları uzak tutup yaklaşmalarına izin vermese de, en küçük fırsatta birbirinin boğazını sıkmayı sürdürmüşler. Sonunda biri diğerini çok ağır yaralamış. Çok sürmemiş ölmesi de... Bu yolculuktaki ilk ölümmüş ve dokuzuncu yılda olmuş. Bundan 28 yıl sonra da en yaşlı olan vefat etmiş.”
“Onu da mı o öldürmüş dede!”
“Yok kızcağızım. Yaşlanmış, eceliyle ölmüş. Hepsinin başına deneyimli biri gerektiğini düşündükleri için 37 yaşındaki birini 42 yıllık yolculuğa seçenler, buraya varamayabileceğini bilirlermiş. Kendi de bilirmiş burayı göremeyeceğini... İçlerinde göğü ve yolculuğu en iyi bilen oymuş, çünkü daha önce başka başka yolculuklara çıkıp sayısız defa göklerde dolaşmışmış. Kutsal bir görevmiş onun için bu... Bir de oğlunun yanında olmayı istemiş.”
“Kardeşini öldürene ne yapmışlar dede?”
“Delirmiş oğul... Yemek ve egzersiz dışında, neredeyse onu hep ilaçlarla uyutmuşlar. Kendisine zarar vermesini istememişler, ama yemek yememenin, egzersiz yapmamanın ölümden farksız olduğunu bildiklerinden hep uyutmamışlar. Yine de yaşayamamış, varmadan 3 yıl önce o da ölmüş. Ölümden sayılmayan ölümler de olmuş.”
“O ne demek dede?”
“Doğup da yaşamayan bebekler demek oğul.”
“Hamile kadının bebeği mi dede?”
“Yok kızım, o yaşamış, buraya gelenler arasındaymış. O kimdir biliyor musunuz evlatlarım? En büyük nineniz o bebekmiş işte. En büyük ninemizdir o bebek.”
“O bizim ninemiz mi?”
“İkiniz birden bağırmayın bakayım, sağır edeceksiniz beni. En büyük ninemiz buraya geldiğinde 41 yaşındaymış, ama yolculuk sırasında çok iyi eğitilmiş diğerleri gibi o da. Oğul hani sorup duruyordun ya Yolculuk Planı nedir diye, işte orada yazılı, eğitimin hiç aksatılmaması gerektiği. Yemek, egzersiz kadar önemliymiş eğitim. Bilgi yaşamanın en önemli şartı sayılırmış. Zaten öyle değil midir, bilmeyen karnını bile doyuramaz, öyle değil mi çocuklarım. ”
“Evet dede.”
“Size bağırmayın demedim mi! Ne diyordum, insanda akıl bırakmıyorsunuz ki! Ninemiz en az yola çıkanlar kadar bilgi sahibi olmuş, bütün aletleri kullanmayı öğrenmiş. Gemi, her sorulanı cevaplayabilen, en karmaşık işleri çözebilen aletlerle doluymuş. Yüzlerce yıl eskileri bile gösterirmiş bu aletler. Ayna gibiymiş, ama ayna gibi yalnızca bakanı göstermez, akla gelecek gelmeyecek her şeyi gösterirmiş bu aletler. Herkes her işi yapmayı öğrenmiş gemide, ama her biri ayrı bir konuda da en çok şeyi öğrenmiş yol boyunca. O yüzden buraya gelince kimi toprakla suyla, kimi hayvanlarla, kimi aletlerle, kimi de gökle uğraşabilmiş.”
“Mağarada var mı bu aletlerden dede?”
“Evet oğul, var, ama artık bir şey göstermiyorlar.”
“Niye dede?”
“Çok eskidikleri için olmalı. Belki de elektrikleri kalmadığı içindir.”
“Elektrik nedir dede?”
“Ben de bilmiyorum kızcağızım. Yıldırımın ehlileştirilmişi diyorlar, ama unutmayın yıldırım ehlileştirilmez, ancak yıldırım yapmayı bilirsen elektriğin olurmuş.”
“Başka doğumlar da olmuş. Anasız doğanlar bile... Hani hayvanların doğduğu aletler var ya onun gibi... İşte bunların arasından yaşamayanlar olmuş. Bir de yolculuk sırasında hamile kalan kadınlardan birinin bebeği yaşamamış. Buraya, en küçüğü 2, en büyüğü de 66 yaşında olan 21 kişi varabilmiş. Bir tek o iki yaşındaki yürüyebilmiş, diğerleri yürüyememiş. Hele yaşlılar çok mecalsiz kalmış.”
“Ninemiz de yürüyememiş mi?
“Evet kızcağızım, o da yürüyememiş, gemide evlendiği en büyük dedemiz de, buraya gelmeden doğan 14 yaşındaki oğlu ve 12 yaşındaki kızı da... Ancak kızıyla oğlunun doğan çocukları yürüyebilmiş.”
“Niye yürüyemiyorlarmış dede?”
“Gök koca bir boşlukmuş oğul. Orada havada yüzülürmüş. Yere basmak diye bir şey bilinmezmiş. Çünkü yer yokmuş... İnsan unuturmuş yere basmayı. Ya da hiç bilemezmiş... Uçmak gibi değilmiş bu. Yer olmadığı için düşmek diye bir şey yokmuş, düşülmezmiş hiç... Kemikler güçsüzleşir, cam gibi kırılır hale gelirmiş. Etler koflaşır, hiçbir şey yapacak güçleri kalmazmış. İşte o kadar zormuş gökte yolculuk yapmak. Ancak çok güçlü ve iradeli insanlar yaşayabilirmiş gökte... Bir insan iş yaparken en çok ellerini kullandığından daha az kötülermiş elleri kolları. Gölün karşısındaki ormanda yaşayanlar işte bu yüzden ağaçlardan yerlere inemezlermiş. Kırılan ayaklarının bacaklarının acısından, tekrar kırılır korkusuyla ağaçta yaşamaya başlamışlar, ve ne çocukları ne de torunları bizim gibi yaşamayı hiç istememişler. Ne diyordum... Yaşlılar çok mecalsiz kalmış, neredeyse hiçbir iş yapamaz olmuşlar. Ancak, yanlarında getirdikleri kendiliğinden giden arabalara binerek iş yapabilmişler. Daha çok, onların bilgilerinden yararlanmış diğerleri. Hepsi hem işlerini yapıyor, hem de çocukları eğitiyorlarmış. Daha bebekliğinden eğitilmeye başlanırmış çocuklar. Her şeyi bilen o küçük kutu gibi aletler sayesinde çok da hızlı öğrenirmiş çocuklar. Bugün evlerin olduğu yerde, parlak demir gibi ışıldayan kulübeler, dev çanaklar, ucu gözükmez direkler varmış o zaman. Fırtınalar, depremler çok zarar vermiş bütün bunlara ve yavaş yavaş aletler büyük mağaraya taşınmaya başlamış, ama bu öyle bir iki yılda olmamış, onlarca yıl sürmüş. Gittikçe bozulan aletlerin sayısı artmış. Ata yurdundan da ne haber varmış, ne de gelen giden... Bozulan aletlerin yenilerini yapmaları da imkansızmış... Yolculuk Planı’na göre en az yılda bir kere yeni bir gemi yola çıkacakmış. Ne yazık ki, ne tek kişi, ne de tek bir alet, tek bir malzeme gelmiş. Sonunda neredeyse çalışan tek bir alet kalmamış. Onaramıyorlarmış, yenilerini yapamıyorlarmış... Birkaç tanesinden söktükleri parçaları birleştirerek yeni aletler yapmışlar, onlar da bir zaman sonra bozulmuş, birbirine hiç eklenmez hale gelmişler. Becerebildikleri kadarıyla daha basitlerini yapmaya çalışmışlar... Asıl aletlerin yerini tutmalarına imkan yokmuş yaptıklarının, ama yetinmeye çalışıyorlarmış... En zorlanmaya başladıkları zamanlar her şeyi bilen kutuların teker teker bozulmasıyla başlamış. O küçük aletlerdeki bilgileri bulabildikleri her şeyin üzerine yazmaya başlamışlar, ama yine de bunları aktarabilecekleri en kullanışlı ve emin yerin beyinleri olduğunu düşünmüşler. O günden sonra en zeki çocukları, gençleri seçip bildikleri her şeyi onlara aktarmaya başlamışlar. Bu o kadar önemliymiş ki onlar için, yemeden içmeden kesilerek aletlerin başından kalkmaz olmuş, en küçük bilgiyi bile öğrenmeye çalışıp çok önemlilerini de bulabildikleri her levhanın üzerine yazmaya başlamışlar. O yüzden ne kadar uğraşırsam uğraşayım Yolculuk Planı’nın arkasında yazılanlardan hiçbir şey anlamıyorum evlatlarım. Arka taraftaki yazı bir insanın, belki de ninemizin elinden çıkmış gibi, oysa öndeki öyle mi, ancak bir aletle yazılabilir öylesi. Çok zorlanmaya başlamışlar... Çünkü, o zamana kadar ellerinin altında duran aletler yüzünden hiç tasalanmaz, ne zaman zorlansalar, açıp onlara bakarlarmış. Böylece her şeyi en ince ayrıntısına kadar öğrenip çocuklara aktarmaya çalışmışlar. Bunu yapmazlarsa geleceğin çok karanlık olacağından korkarlarmış. Bir yandan da bozulsun bozulmasın aletleri büyük mağaraya taşımaya devam etmişler. Çalışmadığı için artık kullanılmayan aletleri de korumaya çalışmışlar. Demire, bakıra benzer şeylerden yapılmış olanlar paslanmasın diye, kara yağdan çıkardıkları tereyağına benzeyen o katı beyaz yağdan sürmüşler üzerlerine. Artık aletlerin hiç biri çalışmaz olunca en önem verdikleri iş bu olmuş... Neredeyse her gün hepsini kontrol edip en küçük paslanmaya izin vermez olmuşlar. Demire bakıra benzemeyenler de, hemen eriyip tutuşan o garip maddeyle kaplanmış ve herkesin mağaraya girmesine izin verilmemeye başlanmış. İşte biz de o yüzden mağaraya girilmesini yasakladık. Çünkü ata yurdumuzla bağlantıyı sağlayan her şey orada. Gelenler olursa onlardan yararlanabilsinler diye, bir de, onları yeniden çalıştırabilecek çocuklarımız doğduğu zaman faydalanabilsinler diye koruyoruz bütün aletleri. Ufak tefek basit gibi görünenleri çalıştırmayı denedik, ama büyüklerine hiç el sürmeyiz. Hele de Demir Kanat’a asla dokunulamaz.”
“Gelmeyecekler mi dede?”
“Bilmiyorum oğul, benim gibi herkes hiç umudunu yitirmeden bekliyor. Gelecekler oğul, ama ben görmeyebilirim. O yüzden yapıldı köydeki gözlem evi. Atalarımızdan kalan bilgilerle, ata yurdunun ne zaman nerede olduğunu, ne zaman ışığının daha güçlü geldiğini, ay ay, mevsim mevsim, yıl yıl işaretliyoruz. O yüzden gökten ayıramıyoruz gözümüzü.”
“Neden hiç haber gelmemiş dede?”
“Bilinmez ki oğul, belki çok büyük bir felaket olmuştur. Kimine göre gökten göl kadar büyük bir ateş topu düşmüş ata yurduna, kimine göre büyük bir volkan ateşle, tozla kaplamış yeri göğü. Hadi bakalım, neredeyse hava karardı, artık eve girme zamanı.”
“Dede başka masallar anlatacak mısın?”
“İkiniz birden bağırmayın demedim mi size. Bakın evlatlarım, bunlar masal değil bizim geçmişimiz.”
“Biliyoruz dede, ama masal gibi...”
“Bak şu hınzırlara, yine ikisi birden avaz avaz bağırıyor.”
İKİNCİ BÖLÜM YA DA CİDDİYET YA DA KOMEDYA
BEŞBİN YIL SONRA - AYNI YER
Çoğunlukla bulutlar arasında kalmak yüzünden zirvesi yokmuş gibi duran dağın çok uzun bir parmağı andıran uzantısı, göle paralel olarak uzanırken kıyının epeyce gerisinde dik bir yamaçla sona eriyordu. İncelemez bakışlıların, uzun bir yükselti gibi gördüğü bu tepenin dik yamaçlı bitiminden başlayan geniş yol dışındaki her yer sık ve uzun yaşlı ağaçlarla kaplıydı. Ancak havadan bakıldığında bir yol olduğu anlaşılan bu geniş açıklık, kenarlardaki uzun ağaçların bitiminden itibaren çoğunlukla meyve ağaçlarıyla çevrili olarak epeyce uzağındaki kendisini dik olarak kesen dereye kadar uzanıyordu. Nazlı nazlı akmakta olan suyun iki yanındaki eski bir yerleşim biriminin kalıntıları ise ağaç örtüsüyle gizlenmiş gibiydi. Yol, dereyi, düzgün yontulmuş büyük taşlar ve biçilmiş kalın kütüklerle yapılmış geniş, sağlam bir köprüyle aşıyordu. Dik yamaçtan itibaren yol boyunca belirli aralıklarla ve köprünün iki başına karşılıklı yerleştirilmiş nöbetçiler, çevredeki bitki örtüsüyle orantısızlıkları yüzünden göze bile batmıyorlardı. Tepenin bitiminde başlayıp kıvrılmadan dümdüz uzayan ve fazla kullanılmamaktan yer yer otlarla kaplanması nedeniyle daha çok bir açıklığı andıran yol, piramitle çevrili büyük bir meydana ulaşıyordu.
Tepenin bitiminden başlayıp önce dereyi, sonra piramitli meydanı geçerek devam eden düz yolun epeyce uzaktaki diğer ucunda ise, yapımı devam eden son piramit vardı. Şantiyedeki karmaşayı çağrıştıran hareketlilik ise hemen göze çarpıyordu.
Dereyi köprüyle aşarak gelen yolun bitimini ve büyük meydanın başlangıcını işaretlercesine her iki yanda yükselen taştan piramitler yanı başlarındaki ağaçların gölgesinde kalıyordu. Çocuğuyla kadınıyla yaşlısıyla grup grup insan sırayla piramitlerin bir yanından tırmanıp diğer tarafından iniyordu. Çıkmak için sıra beklenilen ve inilen yerde karşılıklı bekleyen mızraklı kılıçlı iki nöbetçi, karmayışı, sıra ihlallerini engelliyordu. Sert granitten yontularak yapılmış basamaklardaki aşınmanın fazlalığı bu tırmanışların uzun yıllardır sıkça yapıldığının göstergesiydi. Ot ve yosun yetişmesine izin verilmediğini açıkça belirten temizlik izleri, ayak değmemiş yerlerdeki kararmanın önlenemediğini gösteriyordu. Oysa ayak basılan yerler cam kadar pürüzsüzdü ve binlerce insanın ayaklarından başkasının çok zor oluşturacağı bir parlaklıkla ışıldıyordu. 16 basamaklı olan piramitin önündeki uzun kuyrukta bekleyenlerden sırası gelenler tırmanıp indikten sonra 21 basamaklı olan diğerine yöneliyor, aynı işlemi burada da tekrarladıktan sonra büyük meydandaki piramitlerden birine doğru yürüyorlardı. Bunca kalabalığa rağmen ormanda yapraklara sarsıcı darbeler indiren yağmur sesini andıran ayak seslerinden başka gürültü çıkmıyordu. Her şey çok önemli kutsal bir tören havasında yapıldığı için, insanların olabildiğince dikkatli ve özenli davrandığı ilk bakışta anlaşılıyordu.
Zemini, düzgün kesilmiş granit taşlarla kaplı büyük meydanın çevresinde çeşitli yüksekliklerde, ama iki piramitten farklı görünüşte birbirinin benzeri 16 piramit yer alıyordu. En eski iki piramit yalnızca düz basamaklardan ibaretti. Oysa diğer 16’sı, basamaklarının ön yüzlerine kazınmış çeşitli süsler ve sembollerle bezenmişti. Basmaklardaki bu işlemelerin ne amaçla yapıldığını çözmek olası değilmiş gibi gözüküyordu ve her birindeki farklıydı. Süslemeler dışındaki farklılık, basamaklar sayıldığında ortaya çıkıyordu. Girişteki 16 basamaklıdan başlayıp 21’linin yanında sona ererek büyük meydanı yüksek bir çit gibi çevreleyen, sırasıyla bir 28, bir 58, sekiz tane 60, birer 61, 62, üç adet 66 ve sondaki bir 74 basamaklı piramitin ikinci en belirgin farklılığı ise, 28’li dışındaki 15’inin geniş birer sahanlığı olmasıydı. Bu benzerliği perçinleyen diğer bir ortak özellik de, sahanlıktan tepeye kadar basamaklar sayıldığında ortaya çıkıyordu, ki bu sayı 42’ydi, oysa alt tarafta kalan basamakların sayısı farklıydı. Bütün piramitlerin en tepesindeki düz kısımda, birkaç adım uzaklıkla karşılıklı dikilmiş, biri diğerinden daha yüksek, tepelerinde küçük birer delik olan iki taş vardı. Küçük sapmalarla aynı yöne, ana yolun doğrultusunda belirli bir noktaya hedeflenmiş taşlardan kısa olanın deliğine göz yerleştirildiğinde, diğer taşın deliğinden, gökteki ufka yakın bir noktaya bakılmış oluyordu. Delikli taşlar, bir yıldızın mevsimlere göre değişen konumuna göre küçük farklılıklarla yerleştirilmiş gibiydiler. Yolun da, bu yıldızın doğrultusunda yapıldığı açıktı.
Girişteki 16 basamaklının hemen sağında, köşe taşı gibi, 28 basamaklı, karşısındaki 21 basamaklının solunda diğer köşede ise 74 basamaklı yükseliyordu. Üçüncü en kalabalık olan bu piramit, son yapılan olduğunu belli edercesine çevresindekilerden daha keskin hatlara sahipti. Neredeyse hiç aşınıp kararmamış basamaklarına yönelen insanların çoğunluğu bir an durup piramitin tepesine bakıyor ve derin bir nefes aldıktan sonra tırmanmaya başlıyordu. Bütün şehrin en iyi görülebildiği tepe noktaya ulaşanların hemen hepsi, inşası süren yeni yapıdan yana bakmaktan alamıyorlardı kendilerini. Bu bakışların, inşaata mı, yoksa, sürekli tekrarlanmaktan alışkanlığa dönüşüp içgüdüselleşmiş Gök Tanrılarının geleceği yere bakma davranışı mı olduğunu kestirmek güçtü. Uzaktaki inşaatın heybetli büyüklüğü, çalışan, koşuşturan binlerce insanın karınca sürüsü gibi algılanmasına sebep oluyordu.
Piramitlerin yerleşimi incelendiğinde hepsinin yapımının daha en başından planlandığı hissi uyanıyordu. Dikdörtgen şeklindeki meydanda, köşelerde birer, uzun kenarlarda 5’er, kısa kenarlarda 2’şer olmak üzere toplam 18 piramit vardı. Kısa kenarların ortasından geçen geniş yol, bir taraftan dereyi aşarak tepenin bitimine, diğer taraftan ise inşaatı süren büyük yapıya kadar dümdüz uzanıyordu. Yolun her hangi bir noktasından olduğu gibi, büyük inşaattan bakıldığında tepenin bitimi, oradan bakıldığında ise çok uzak olması yüzünden insanlar zor seçilse bile inşaat açık olarak görülüyordu. Nüfus artışı göz önünde bulundurularak karar verildiği ve hepsinin yapımının bir ömre sığmayacağı öngörülüp bir vasiyet, aksatılmaması gereken bir görev gibi sonraki nesillere devredildiği çok açıktı. Bütün bunlardan, bu şehirdeki en önemli yaşam amacının piramitleri yapmak olduğunu çıkartmak zor değildi. Çünkü bunlar dışındaki her şey iğreti, ya da gereksizmiş gibi duruyordu.
Tepenin bitiminden inşaat alanına kadar uzanan yol da meydandaki gibi düzgün kesilmiş granit taşlarla kaplanmıştı.
Meydanın uzun kenarındaki piramitlerden her birinin önünde, üçer adet, bel yüksekliğinde küçük köprüye benzer alet duruyordu. Dört basamakla çıkılan bu köprülerde, sırayla yerleştirilmiş 6 adet düzgün kütüğe gerilerek sarılmış öküz derisinden üst kısım, yanlarda da korkuluklar vardı. Baş ve sondaki kütüklerin uçlarına çevirmeye yarayan birbirine karşıt kollar takılıydı. Kütüğün bir ucundaki kolda ayak sokulacak terliğe benzeyen deriden cepli bir kol, diğer ucunda ise iki elin kavrayıp döndürebileceği uzunluktaki kol yer alıyordu. Ayak sokulacak çevirme kolunun hemen arkasında, köprüden uzanan oturulacak bir çıkıntı vardı. Sırası gelen köprüye çıktığında, çıkıntılara oturup birer ayaklarını terlik şeklindeki cebe sokmuşla, kolu sıkıca kavramış olan, diğer taraftaki iki kişiyle birlikte düzgün yuvarlak kütükleri yürüyüş istikametinin tersine çevirdiğinde gerili öküz derisi ilerlemeye başlıyordu. Köprünün üstündeki, korkuluklara tutunarak 16 çevirmelik yürüyüşünü tamamladıktan sonra inip çevirenlerden birinin yerini almak üzere sol ayakla çevrilen kola, ardından elle çevrilene, daha sonra da sağ ayakla çevrilecek yere, en sonunda ise diğer çevirme koluna geçiyordu. Sayısında hata yapılacak olsa kızılca kıyamet kopartan, birinden diğerine geçilerek sürdürülen bu işlem kesintisiz tekrarlanıyor, turu tamamlayanlar ise ne çabuk bitti hayıflanmalarıyla sırasını savmış olarak uzaklaşıyordu, ancak arada bir, babalarının dedelerinin zamanında 21 kez çevrildiğinden yakınan sesler çıkmıyor değildi.
Tırmanma, gidilmeyen yürüyüş ve çevirmelerini tamamlayanlar, meydanın uzun kenarında yer alan piramitler arasındaki boşluklardan uzanan yollara yöneliyordu. Her piramitin hemen arkasında tek katlı birer taş yapı hemen göze çarpıyordu, ki her birinin, önündeki piramite eşdeğer alan kapladığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Belli ki aynı zamanda ve eşit ölçülerde yapılmışlardı. Piramitlerden tek ayrılıkları yükseklikleri olan bu taş binaların çatıları, eğimi az piramit şeklindeydi. Saçak uçlarında kerestelerin uzantısı görülen çatılar samanlı toprakla kaplanmıştı. Ellerindeki tahta levhalarla gruplar halindeki ciddi yüzlü çocukların gençlerin bu binalara girip çıkması, buraların birer eğitim birimi olduğunun işaretiydi. İçeride ise, birer kişilik belirli sayıda küçük masa diziliydi. Her binada, büyüklüğe göre farklı sayıda sınıf vardı, ama her sınıftaki sıra sayısı önlerindeki piramitlerin basamak sayısıyla aynıydı. Sıraların baktığı duvarda, tahta çerçeveler içinde, iyice yıpranmış, kenarları yer yer kopmuş birkaç tane metal levha asılıydı. Piramitlerdeki süslemelere benzeyen sembollerin bu levhalarda da olması, gizi çözülmemiş bir yazıyla karşı karşıya olunduğunu gösteriyordu. Üzerinde en küçük boşluk olmayan, çok karmaşık, kargacık burgacık simgelerle dolu olanlardan kolayca ayırt edilen bir tanesindeki büyük sembollerin altında sıralanmış daha küçük simgeler, bir listeyle karşı karşıya olunduğu hissini uyandırıyordu. Oturulacak yeri ve önündeki tablası birleşik olarak tahtadan yapılmış sıraların hepsinin üzerinde, yan olarak açılmış ve bir tarafı havaya dikili duran büyük bir kitabı çağrıştıran tahtadan kutular vardı. Bu açık kutuya benzeyen tahtaların masaya oturan ve dik durana göre daha kalın olan bölümünün üstü oyularak 89 minik kutucuğa bölünmüştü. Parçaların birkaçı dışındakilerin hepsi eşit büyüklükte ve kareydiler. Her birinin üzerine de farklı semboller kazınmıştı. Bu kutuların yanı başında ise, duvarda asılı olanlardaki sembollerin aynısı üzerlerine kazınmış birkaç ince tahta levha üst üste duruyordu. Her masada olan bu levhaların sayısı, duvardakilerle aynıydı. Yaşlı bir adam elindeki çubukla asılı duran levhalardan birindeki bir grup sembolü işaret ettiğinde, önlerindeki levhadan takip eden bütün sınıf bir ağızdan bağırarak tekrarlıyordu . Ardından büyük bir ciddiyetle çubuğu diğer bir sözcüğe değdiriyor, bütün sınıf aynı ciddiyetle yine bağırıyordu... Yaşlı adamın yanında dikilen daha genç biri de, ciddiyet dolu bakışlarını sürekli olarak sınıfta gezdiriyordu. Levhalarda yazılı olanları ezberlemekten ibaret olan eğitim böylece sürüp gidiyordu. Ezberleyip belleyenler bir üst sınıfa, sonra da bir üstüne geçiyor, bu durum bütün levhalar bitinceye kadar devam ediyordu. Eğitimin bitimi sayılan bu noktadan sonra, başarılı bulunanlar, yönetim ve üretim birimlerinde yer buluyor, daha başarılı görülenler ise Aktarıcı yardımcısı yapılıyor, uzun yıllar sürdüreceği levhaları bellemekten ibaret bu görevi, Aktarıcılardan biri öldüğünde yerine geçinceye kadar yapıyordu. En başarılı bir ikisi ise, Gök Tanrıları’nı öğrenmeleri için bilginlerce sözlü eğitime alınıyor, iyi bellediğine karar verilen de bilginler alt kuruluna seçiliyordu. Eğitimleri burada da sürüyor, levhaları bellemenin hikmeti üzerine yaptıkları araştırmalar bilginlerden biri ölüp yerine geçilinceye kadar devam ediyordu. Yaşı en büyük olanın en bilge kabul edildiği bilginler arasında yer bulmak, Krallıktan sonra gelen en önemli makama ulaşmak demekti. Her sözü buyruk kabul edilen Kral bile, Gök Tanrıları uzmanı sayılan bilginlere danışmadan karar almıyordu. Sonraki en önemli makam ise Aktarıcılıktı. Bu araştırıcı eğitici kadronun yaşama yaptıkları tek ve çok önemli katkı küçüğünden büyüğüne herkes tarafından iyi biliniyor, gereken saygı fazlasıyla gösteriliyordu.
Yolların başındaki toprak damlı taş yapılar, çok geçmeden yerlerini alabildiğince uzanan saz kulübelere bırakıyordu. Gösterişli taş yapıların, yönetim ya da eğitim birimi veya yönetici evi olup olmadığı kolayca anlaşılıyordu. Gösterişin az ya da çok oluşu evde oturanın yönetimdeki yerinin açık bir belirtisiydi.
Neredeyse bütün ova saz kulübelerle kaplıydı. Sokaklarda devriye gezen görevliler ara sıra bir eve yöneliyor, yiyeceğe ihtiyaç olup olmadığını soruyor, bir eksiklik gördüklerinde, ya da herhangi bir istekle karşılaştıklarında, peşlerinden gelen iki güçlü atın çektiği 4 tekerlekli büyük arabadaki görevlilere gerekli olanları vermelerini emrediyorlardı. Araba, bölmelere ayrılmıştı ve her biri, ayrı renklerde küçük deri torbalar, üç dört parmak sütün boş görüntüsü verdiği cam şişeler, içleri rengarenk tozlarla dolu bağırsaktan yapılma keselerle tıka basa doluydu. Arabadan, çok kesif bir kurutulmuş et, meyve ve süt karışımı kokusu yayılıyordu. Ayrıca su dolu büyük toprak damacanalar vardı.
..................
Tırmanma ve gidilemeyen yürüyüş olanaklarının yetersizleşmesine, iki haftada bir sıra gelmek şartıyla her sokaktakilerin belirli bir günde meydana gitmesine izin verilerek çözüm bulunmuştu. Büyük inşaat başlayıp erkekler orada çalışmadan önce bu sıra ayda bir geliyordu. Şehrin bilgeleri inşaatta çalışmanın, tırmanmayla, gidilmeyen yürüyüşle aynı anlama geldiğini söyleyerek yatıştırıp teşvik etmişlerdi karşı çıkanları. Atalarının da aynı şekilde davrandıkları söyleyerek etkiyi artırmışlardı. İnsanlar eskiden bunun her gün yapılabildiğini söyleyip Krala sitem etmekten geri durmazken, 327 basamaklıyı yaptırdığı için şükranlarını sunuyorlardı. Bütün şehir 327 basamaklının biteceği günü sabırsızlıkla beklemekteydi.
Şehrin görkemli büyüklüğüyle orantılı kalabalık nüfusa rağmen yine de yiyecek boldu. Büyük piramitin yapımının başlamasıyla, bağla bahçeyle tarlayla sürüyle kümesle, yalnızca kadınlar, çocuklar ve yaşlılar ilgilenebiliyordu. Kral, eli ayağı tutan bütün erkekleri inşaatta çalıştırmaya başlayınca yiyecek kısıntılarına sebep olmuştu, ancak insanlar uzun süredir piramitlerin yetersiz kaldığını düşünüp her fırsata hoşnutsuzluklarını gösterdiklerinden, inşaat yüzünden yiyeceklerin azalmasına pek aldırılmamıştı. Kral, kendisinden öncekilerden daha görkemli bir anıt dikmeye karar verdiğinde bütün bilginlerini toplamış ne yapılabileceğini sormuştu. Günlerce aylarca süren toplantılarda, yola çıkan 16, gelen 21 Gök Tanrısı ve yola çıkış yaşları, varış yaşları için gerekenin yapıldığı sonucuna ulaşılınca, 16 piramitin toplamından oluşan büyük bir piramit inşa edilmesine karar verildi. İlk basamakların 28 yaşında öleni temsil etmesi, onu bir tane 58, sekiz tane 60, birer 61, 62, üç tane 66’nın izlemesi, en tepede de 74 olması uygun görüldü. Hepsinin arasında da geniş bir sahanlık olacaktı. Gök Tanrıları için yapılabilecek 327 basamaklı 16 sahanlıklıdan daha görkemli ve yararlı bir eser düşünülemeyeceği için hemen inşaata başlanmasına karar verildi. Krala en Yakın Bilgin ise tam burada araya girip Gök Tanrıları’nın buradaki mağarada bıraktıkları, bir gün almaya gelecekleri tanrı yapısı aletlerinin, piramitin içinde yapılacak gizli bölmeye ölen Kralın mumyasıyla birlikte konulmasını önerdi. Bu, Kralı şaşırtmayan, beklediği tek ve en önemli öneriydi. Hele de, aynı bilgin, bunun gizli kalmasını, zamanı gelmeden önce halkın öğrenmemesi gerektiğini önerince daha da keyiflendi Kral. Coşkuyla öneriye katıldığını belirtip bu gizliliği ihlal edenin en ağır cezalara çarptırılacağını söylerken ucunda demir bir kanat bulunan asasını herkesin çabucak kavrayacağı biçimde salladı... Buna rağmen Kralın gizli emelini öğrenmekte gecikmeyen halk homurdanmaya başladı, ancak kimse bu konuda sesini yükseltemiyordu. Çok kızıyorlardı tanrısal aletlerle birlikte yalnızca Kralın öteki dünyaya gitme olanağını elde etmesine. Bu noktada hemen bir şeyler yapması gerektiğini düşünen Kral, bilginlerin, insanları yatıştırmak için çözüm bulmalarını istedi. Kabul edilen öneri yine kendisine en Yakın Bilginden geldi. Kralın, Gök Tanrılarının soyundan geldiğinin, vakit yitirmeksizin insanlara anlatılması için harekete geçildi. Komiteler kuruldu, her bilgin oluşturduğu gurubunu eğitmeye başladı ve kısa sürede şehirde yalnızca Kralın soyunun konuşulması sağlandı, ancak insanların öfkesi içten içe sürmeye devam etti. Neredeyse hiç kimse bu ayrıcalığı kabul edemiyordu. Herkes, piramite konulmanın tanrı soyundan gelmekle sınırlı olamayacağı kararında birleşmiş gibiydi. Yalnız insanlar mı, bilginler de ayrıcalıklı konumlarını, görevlerinin önemini göz ardı eden ve gizli bölmeye alınmalarını sağlamayan Krala çok kızıyorlardı. Bunların en başında da, yalarcasına Kralın etrafında dolaşmasıyla tanınan öneri sahibi geliyordu. Zaten düşüncesini açıklarken, Kralın, kendisini ödüllendirerek yanına alacağını ummuştu. Sonradan birkaç kez imayla da olsa bu beklentisini belli etmeye çalışmış, hatta son keresinde, Kral öldüğü gün ölmeye hazır olduğunu bile söylemişti. Zaten, piramitteki gizli bölme söylentisinin de, kesin bir dille reddedilmesinden sonra bu bilgin tarafından yayıldığı dilden dile dolaşır olmuştu.
....................
Hummalı çalışma bütün hızıyla sürüyordu. 14ncü basmağın taşları yerleştirilirken, içteki duvarların, bölmeler arasındaki dar labirent yollarının ve bir çok merdivenin yapımı da sürüyordu. İnşaat alanı çeşitli atölyelerle sarılmıştı. Binlerce işçi, taşlara, kütüklere, toprağa, demire saldırıyordu. Bu büyük alanda hareketsiz tek canlı gözükmüyordu. At, katır, eşek ve kedi, köpek dışındaki bütün hayvanlar bu hengame başlar başlamaz arkalarına bakmaksızın inşaat çevresini terk ettiklerinden, dalda bir kuş, yerde kafasını kaldırmış bakınan bir kertenkele bile görmek mümkün değildi. Bir tekinin bile piramit bitmeden geri döneceğini kimse iddia edemezdi.
Taş atölyesindeki ustalar, ellerindeki çelik keskiler çekiçlerle büyük granit taşlara saldırırken, arada bir durup tahtadan yapılma gönyelerle, ölçülerle kesip biçmeye çalıştıklarını kontrol ediyordu. İnşaat alanındaki en kalabalık bölüm olan taş atölyesindeki sayısız ustabaşı, sorumlu oldukları ustaların arasında sürekli dolaşarak iş kalitesini denetliyordu. Bu, aynı zamanda taş ustasını değerlendirmek anlamına geliyordu. Çünkü, piramitin bitmesiyle tepeye yerleştirilecek delikli taşları yapacak iki taş ustası, ustabaşlarınca belirlenecekti. Ustalar da bunu bildiklerinden güçlerini, yeteneklerini olabildiğince zorluyordu. Kesilmiş ve tamam onayı almış taşlar, altında yuvarlak kütükler olan kalın kalasların üzerine konuyor, zincirlerle bağlanmış iki manda taşları çekerken birkaç işçi ön tarafa yuvarlak kütüklerden yerleştiriyor, birkaçı da arkadan boşa çıkan kütükleri alarak öne yetiştiriyordu.
Diğer yoldan ise ikişerli olarak peşi sıra dizilmiş 10 manda ve öküzün çektiği kalın kütükler birleştirilerek yapılmış tablaya yerleştirilmiş büyük taş bloklar getiriliyordu. Aynı taşıma işlemi burada da tekrarlanıyordu, ancak daha uzun ve ağır olan yuvarlak kütükleri arkadan öne yetiştirmeye çalışan daha fazla işçi koşuşturuyordu. Peş peşe gelmekte olan iki arabadan öndeki yavaşlayacak olsa arkadakiler bağırıp çağırıyor, arkadakiler geri kalacak olsa yetişmek için deli divane oluyorlardı.
Aynı yoldan arada bir, bu hengamenin içindeki en tasasız görünüşlü, katırların çektiği kömür dolu arabalar geçiyordu. Bu halleri oradan rastlantıyla geçiyorlarmış izlenimi uyandırıyordu. Oysa odun kömürü yapılan orman kenarında büyük bir koşuşturmaca vardı. Birkaç grup meşe ormanına saldırıp duruyor, diğer grup odunları düzgün yüksek bir çadır gibi diziyor, başka bir grup ise dizilmişlerin üzerini çamurla kaplıyordu. Sayısız işçinin koşturduğu bu alandaki kömür ve odun yığınlarının haddi hesabı yoktu.
Bu yolun uzantısına bakıldığında, yapıların bu hızla inşa edilmesi halinde tamamen yok olması fazla sürmeyecek olan, karınca gibi işçi kaynayan dağ yavrusu tepe gözüküyordu. Dağa saldırmış ustalar, taş ocağının düzleşmiş yamaçlarına, keski, çekiç ve balyozlarla düzgün blok hatlarında derin kanallar, delikler açıyor, yeterli olduğuna karar verdiklerinde, yerlerini çatlatıcılara bırakıyorlardı. Çatlatıcılar, önce kanalların içine uzun düzgün tahta çubuklar yerleştirip çamurla kaplıyor, kurumanın yeterli olduğunu düşündüklerinde çubukları çekip alıyor, oluşan bu tüpleri ve üst kısımdaki kanalları toprak testilerdeki kara yağla doldurup ateşe veriyordu. Bu arada işçiler geniş ağızlı damacanalardaki suları hazırlıyor, yanma bittiği anda birçok işçi aynı anda damacanalardaki suyu kayanın üzerine boca ediyor, açılmış kanallar boyunca taşı çatlatıyorlardı. Kesme ustaları tekrar kayanın üzerine saldırıp tutan son parçaları da kesip taş kütlesinin boşa çıkmasını sağlıyordu. Taşıyıcılar devreye girerken kesme ustaları başka kütleye yöneliyordu.
İnşaat alanındaki ikinci en büyük ve kalabalık bölüm demir atölyesiydi.
Çok büyük ocağın bir tarafına yerleştirilmiş iki dev körüğün her birine üç işçi asılıyordu. Ocakta ise birçok tuğlanın üzerine yerleştirilmiş beş altı karış çapında büyük toprak çanak vardı. Bir yandan çanağın altına ve her yanına kömürler doldurulurken, bir yandan da yandaki ocakta korlaştırılmış kömürler çanağın içindeki demirli toprağın üzerine atılıyordu. Körükler sürekli olarak üfleyip ateşi canlı tutarken demir dışındaki toprağın da uçup gitmesini sağlıyordu. Sonunda geriye erimiş demir kalıyordu. Manda ve öküzlerin çektiği arabalarla taşınarak dışarıya dökülen yığından alınan bir kova demirli kırmızı toprak, çanağın içindeki demirin üzerine dökülüyor ve aynı işlemler tekrarlanıyordu. Yeterli miktara ulaşıldığında, uzun demir saplı toprak kepçeyle alınan erimiş demir yandaki üç ocaktaki çanaklara sırasıyla dökülüyordu. Bu üç büyük ocağın her birindeki deri körüklere asılan ikişer kişi kalın odunlarla beslenmiş kömür dolu ocağın hararetini düşürmemek için kan ter içinde çalışıyordu. Demir ustalarından biri arada sırada elindeki uzun demir saplı toprak kepçeyle ocağa kara yağ döküyordu. Ocağın içindeki üç tuğla bloğunun üzerine oturtulmuş iki üç karış genişliğinde çanakların içindeki demiri eritebilmek için altına sürekli kömür sürülüyor, arada bir de çanağın içine, demirlerin üzerine kömür atılıp tutuşturuluyordu. Yanmayı hızlandırıp ısıyı artırmak için hem ocağa hem de çanağın içine kepçeyle kara yağ döküldüğü de oluyordu. Demir eridiğinde ise dökmek için kaşığa benzer uzun demir bir kol, çanağı bir tarafından kaldırmak için altına sokuluyor ve biraz aşağıda kenara yerleştirilmiş ateşe dayanıklı toprak kalıplara eriyiğin akması sağlanıyordu. Yandaki ocakta da aynı işlem yapılıyor, çeşitli kalınlık ve uzunlukta demir çubuklar, türlü aletler yapmak için ara verilmeksizin kalıplara erimiş demir dökülüyordu.
Öteki üç ocakta ise bir taraftan çubuk demirler tavlanıp dövülerek şekil veriliyor, bir taraftan da su ve kara yağla çelikleştiriliyordu. Eritme ocaklarından daha kalabalıktı bu ocakların etrafı. Her birinin çevresindeki dört büyük örsün başında bir usta ve iki yardımcısı terlerini silmeksizin çalışıyordu. Körükler hiç durmuyor, malzeme yetiştirenler, ocağı besleyenler koşturup duruyordu. Kimi ustalar türlü çeşitli çiviler perçinler, kimileri de keski, çekiç, manivela, kıskaç gibi çeşitli aletler yapıyordu. Tamam olduğu düşünülenler son kez kontrol edildikten sonra bilenip şekil verilecekler öbeklerinden birinin üzerine atılıyordu.
Kalın kereste kasnağın üzerindeki üç karış çapındaki bileyi taşının ortasındaki çelik milin iki ucunda da birbirine karşıt çevirme kolları vardı ve iki işçi taşı çevirirken bileme ustası keskileri sivriltiyor, dişler açıyordu. Birbirinin benzeri 10 bileyi taşının başında da aynı sayıda çalışan vardı.
Demir atölyesinin hemen yanındaki kalıp atölyesi çamura bulanmış koşturanlarıyla göze batıyordu. Bir yanda katırların çektiği arabalarla getirilen beyaza yakın renkteki toprak ufalanıp taşları ayıklanıyor, bir yanda da uzaktaki nehirden getirilmiş kumlar eleniyor, karıştırılan kum ve toprak büyük tahta teknelerde su eklenerek çamur haline getiriliyordu. Ardından bu hamur tahta kalıplara dökülüp güneşin altına sıralanıyorlardı. Belirli kıvama gelenler piramit biçimindeki fırınlara yerleştirilip ustaların kontrolünde pişiriliyordu. Fırından çıkartılan tuğlalar soğuduktan sonra granitten oyularak yapılmış büyük havanlarda dövülerek tekrar toz haline getirilip yeniden suyla yoğrularak hamurlaştırılıyor, ardından türlü şekillerdeki kalıplara döküldükten sonra, ateşe dayanıklı kılınmak için bir kez daha fırınlanıyordu. Soğuyan toprak kalıplar, ellerinde küçük keskilerle çekiçler olan ustalarca kontrolden geçirilip düzeltiliyor ve keski, çekiç, manivela, kıskaç, maşa gibi aletlerin yapımının ilk aşaması sayılan işlem tamamlanmış oluyordu.
Bitişikteki geniş alanda ise kerpiç tuğla yapılıyordu. Küçük tepeleri andırır toprak ve saman yığınlarının yanında açılmış çukurlarda çamura saman karıştırılıyor, ardından küreklerle kalıplara doldurulup sıkıştırılan kerpiç blokları kurumaları için güneşin altına diziliyordu. Buranın yanı başında ise, ısıya dayanıklı fırın tuğlalarının yapıldığı atölye vardı.
Marangozhanedeki kalabalık da demir atölyesine yakındı. Mandalara çektirilerek getirilen çeşitli kalınlık ve uzunluktaki ağaç gövdeleri uzun manivelalarla itilip çevrilerek biçilmeye uygun şekilde yerleştirince bıçkı ustaları ellerindeki balta ve çeşitli keskilerle kütüğe girişiyordu. Yüzeyleri düzleştirilen kütükler keski ve kamalarla uzunlamasına yarılarak birkaç parçaya ayrılıyor, daha sonra da bu parçalar baltalarla, keserlerle düzleştiriliyordu. Kızıl çam gövdeleri, taşıyıcı direk olarak kullanılmak amacıyla budakları temizlenip kabukları soyularak hazırlanıyordu. Farklı işler için ayrı türdeki ağaçlar değişik değişik biçiliyordu.
Atölyelerin arka taraflarında ise, uzun masalarına toprak çanaklar dizilmiş yemekhaneler, onların arkasında da öğlen yemeğini hazırlayan aşçıların ter döktüğü mutfaklar, ekmek fırınları vardı.
..................
Tek işi bir yerdeki tahtından diğerine geçip oturmak olan Kral, her gün zamanı hiç değişmez şekilde, peşinden koşturan bilginler grubuna, Krallığın çok zor olduğunu, çünkü işlerin çokluğundan başını kaldıramadığını, ama şantiyeye gitmezse yanlış işler yapılacağını, belki de piramitin bitmeyebileceğini yana yakıla anlatarak inşaat alanına gelir ve kendisi için hazırlanmış 16 basamakla çıkılan locaya benzer platforma tırmanır, fazla gösterişli olmayan tahtına kurulurdu. Daha toprağa tek kazma vurulmadan, ilk olarak Kral için bu denetim makamı yapılmıştı. Dört adet kalın uzun kütük dikilerek üzerine kalın kerestelerden bir tabla oturtulmuş, etrafı da korkulukla çevrilmişti. Kraldan başka yalnızca kendisine yakınlığıyla bilinen, etrafında yalarcasına dolaşmasıyla tanınan bilgin ayakta dikileceğini bile bile çıkabilirdi yukarıya. Kral oturduğu yerden önemli bir iş yapıyormuş havasıyla bütün inşaat alanında gözlerini gezdirir, anlaşılmayan mırıltılar çıkartıp onayladığını ya da beğenmediğini gösteren el kol baş hareketleri yapardı. Büyük hengamenin yaşandığı alanda düşen bir çekiç, ya da fazla ses çıkartan bir kütüğü görünce kaygılı bir ifadeyle ayağa fırlar, korkuluğa kadar gider, yarı beline kadar sarkıp alnına siper ettiği eliyle ve kıstığı gözleriyle çekicin düştüğü granit taşta yapabileceği, ya da kütükte oluşabilecek olası hasarı görebilecekmiş gibi bakar, ardından kafasını sallayarak yerine otururdu. Dikilip durmaktan yorulduğu her halinden anlaşılan bilginin gözü, yerinden kalktığı anda Kralın tahtına kayar, ancak aklından geçeni çabucak kovar, sonra o da korkuluğa doğru gider, belden yukarısını uzatırken çaktırmadan Kralın nereye baktığını anlamaya çalışarak büyük olayı çözmeye çalışır, çözemediğinde ise yuvarlak laflarla, bin yere çekilebilecek hareketlerle onayladığını göstererek yerine dönerdi. Bu durum bilgini çok rahatsız ettiğinden, düşen bir keski veya manivelayı Kraldan önce görüp yerinden fırlayabilmek için yırtınıp dururdu, ama henüz bunu başarabilmiş değildi. Oysa işçiler işlerine saldırmış olduklarından Kralın ve bilginlerin farkında bile olmazlardı. Bilirlerdi Kralın locasını, bilginleri, ama hepsi o kadardı...
Yere hızlı bırakıldığını düşündüğü bir manivelayı gören Kral, kaygılı hallerini takınmaya hazırlanırken “GÖK TANRILARI GELDİ...” diyen haykırışla irkildi. Öylesine boş yakalanmıştı ki, az kalsın tahtından düşüyordu. Bilginler de ondan farklı değildi. Bütün başlar sesin geldiği yere dönerken bir anda büyük bir sessizlik kapladı ortalığı, çıt çıkmıyordu... Aynı ses, eliyle gökte bir noktayı göstererek “İŞTE ORADA...” dediğinde, insanlar önce sesin kaynağını sonra da gösterdiği yönü bulabildiler. Bütün bakışlar o noktaya çevrildi. Bir alev topu hızla göle doğru yaklaşıyordu. Kısa süre sonra sularda kayboldu... İnsanlar donup kalmış, sonrasında ise panikle ne yapacağını bilmez şekilde birbirine bakınmaya başlamıştı, ancak en büyük paniği yaşayanın Kral olduğu tartışılmazdı. Gök Tanrıları’nın, piramit bitmeden ve ölmeden önce gelmesi, Kralın kaabusuydu. Bunu belli etmediğini sanmakla büyük hata yapıyordu ve en başta Yakın Bilgin olmak üzere, bütün bilginlerin, tüm şehir ahalisinin, Gök Tanrılarının piramit bitmeden önce gelmesi için gece gündüz dua ettiğinin farkında bile değildi. Kral aşağıya inerken bilginlerine, hemen toplanılmasını, olayın açıklanmasını emretti.
Bilginler arasında yolda başlayan tartışma saraya gelindiğinde iyice kızışmıştı. Her bilgin, bol gösterişli hareketlerle daha bilge olduğunu kanıtlamaya çalışırken, soyağacındaki Aktarıcıları tek tek sayarak Gök Tanrılarına kadar uzatıyordu, ama diğerleri hemen kül yutmaz edalarını takınarak üzerine geliyordu. Tartışmanın harareti üst düzeye çıktığında Kral araya giriyor, Gök Tanrılarının gelip gelmediğinin açıklanmasını istiyordu. Bilginler, en bilge tavırlarını takınarak geldi/gelmedi sözcüklerini uzun konuşmalarının arasına sıkıştırarak kıvırmaya çalışıyor, bu durum da Kralı iyice çileden çıkartıyordu. Ne kadar sorsa da cevap alamayan Kral ve çok konuşup hiçbir şey söylemeyen bilginler bitkin düştüklerinden ertesi gün devam etmek üzere sırayla toplantıyı terk ettiler.
Yatağını açık bir pencerenin önüne çektiren Kral, gece boyunca yağan ateş topları yüzünden gözüne uyku girmez halde sabahı etti. Beş tane saymıştı ve bütün derdi göremediği kaç ateş topunun düştüğüydü. Odasından çıkıp çok meraksızmış pozlarını takınarak, rastladığı herkese ateş topu görüp görmediğini sormaya başladı. Gören birine denk geldiğinde, ince sorguya geçiyor, kaç tane, büyük müydü, nereye doğru gidiyordu gibi soruları soluklanmaksızın sıralıyordu. Bir yandan da bu geceyi salimen çıkartan kalbinin sağlamlığına sevinip duruyordu.
Erkenden toplanan bilginler sonuç alınamayan uzun tartışmaların ardından, yapılması gerekenin beklemek olduğunu, çünkü Gök Tanrılarının başka bir yere gitmeyeceklerini, kendileri için yapılmış piramitleri görmek için kesinlikle buraya geleceklerini karara bağladılar. Başka çaresinin olmadığını düşünen Kral da uzun bekleyişine başladı. Öyle görünüyordu ki artık uyku haramdı Krala. Derinlerde zorlukla tutabildiği asıl büyük korkusunu bir iki kez bilginlere açmaya karar verdi, ancak her seferinde vazgeçti. Aslında herkesin aklına düşmüş bir korku vardı, ancak kimse bundan söz etmeyi istemiyordu. Neden geliyordu bu ateş topları? Gök Tanrıları kızmış olabilir miydi! Uzun süredir, hele de büyük piramit kararından çok öncesine kadar ateş topları gelmemişti. Kralın işi çok zordu. Ne içini kemiren soruyu bilginlerine açabiliyor, ne de kendisini rahatlatabilecek bir açıklama getirebiliyordu. Son ateş topları, tırmanışların ve gidilemeyen yürüyüşlerin ayda bire çıkartılmasıyla insanların homurtularının şehri kapladığı dönemde gelmişti. Aslında 327 basamaklının yapım kararına ateş topları neden olmuş, yarattığı korkuları örtmek için de piramitlerin yetersizleşmesi öne sürülmüştü. Bu konuda herkes hem fikirdi, ancak hiç kimse bunu dillendirmiyor, hep başka şeylere kafa yormaya çalışıyordu. Tanrıların gazabı herkesin kafasındaydı, fakat kimse bunu aklından geçirmeyi bile düşünmüyordu. Korku salgını kısa sürede tüm şehri kuşatmıştı. Gergin bekleyişteki tek kişi Kral değildi. Şehirde huzur kalmamıştı. O gece taş ocağı tarafına düşen iki ateş topunu neredeyse şehirdeki herkes görmüştü, çünkü kimsenin gözüne uyku girmiyordu. Çocukların bile...
Kireç gibi olmuş suratlarla sersem sepelek dolanıp duran insanlar iki adımda bir bakışlarını Gök Tanrılarının geleceği ufka yakın yere çevirip duruyorlardı. Bu nedenle sağa sola çarpıp yaralanmalar, ölümler, kırıp dökmeler rekor düzeye çıkmıştı. Böyle gidemezdi, bilginleri topladı hemen Kral. Bu sefer tartışma pek uzamadı ve öneri yine Yakın Bilginden geldi. Aslında herkesin aklında aynı şey vardı, ama özellikle böyle kararların Yakın Bilgin tarafından açıklanması diğer bilginlerin çok hoşuna gittiğinden kimse öne çıkmayı düşünmedi bile. Kral, mumyasının, 327 basamaklıdaki özel bölmeye koyulması isteğinden vazgeçtiğini hiç beklemeksizin açıklamalıydı şehir halkına. Zaten Kral da, piramitle ilgili isteğiyle tanrıları öfkelendirdiğini inanıyordu, ancak onun dışındaki herkesin, inşaat bitmeden gelmeleri için dualar ettikleri için Gök Tanrılarını çok kızdırdıklarını düşündüğünün farkında değildi. Dünden razıydı Kral, hemen açıklamanın her yere ulaşmasını sağladı. Herkes rahatlamıştı ve yaşam kısmen de olsa eski haline döndü. Yine de insanların huzursuzlukları, tetiktelikleri kolayca kaybolacak gibi değildi. Korkuları yatışmış gibiydi, ancak Gök Tanrılarının kararını da merak etmekteydiler. Ne de olsa, Gök Tanrılarının gelecekleri yere bakmak, alışkanlıktan öte bir davranış biçimiydi şehir halkı için ve bu bin yılların oluşturduğu, beyinlere derince kazınmış içgüdüsel bir hareketti. Son ateş topları da bunu iyice kışkırtmıştı. İnsanlar, işlerini savarcasına bitirip uygun bir yere oturarak saatlerce göğe bakmaya başlamışlardı. Özellikle de geceleri, anayol, meydan ve piramitlerin o yöne bakan yüzleri tıka basa doluyor, uykusuzluktan bitkin düşenler “Ya göremezsem...” kaygısıyla evlerine giderken, epeycesi de oldukları yere kıvrılıveriyordu. Birbirine eklenen günler, bir nebze olsun yatışmış kent halkını yeniden gerginliğin üst noktalarına taşımaya başladı.
Değişim inşaat alanında da kendini göstermişti. O zamana kadar işlerinden başlarını kaldırmayı akıllarından bile geçirmeyen işçiler, artık göğe bakarak iş yapmaya çalıştıklarından, ya kendilerini, ya da yanındakileri yaralamaya başlamıştı, ki bunların çoğu ölümcüldü. Ayaklara dökülen erimiş demirler, ellere indirilen çekiçler, bacaklara kollara savrulan baltalar, kafalara inen balyozlar ve niceleri... İnşaat alanı neredeyse hastaneye dönüşmüştü. Olayı en iyi anlatan davranışlar ise, bacağı kopmuş, kafası yarılmış ya da kolu uçmuşların can çekişircesine yerde yatarken haalaa göğe bakmaya çalışmasıydı. Yanlış yapılan işlere ustabaşları bile aldırmaz olmuştu, ama iş kazalarındaki artış çok canlarını sıkıyordu. Böyle giderse yakında inşaatta çalışacak kimse kalmayacaktı. Aslında çalışanlara rağmen inşaatta hiçbir ilerleme de gözükmüyordu.
Uykusuz bitkin yara bere içindeki insanların tedirginliği, gerginliği gün geçtikçe artıyordu. Ne olacaksa bir an önce olsun aşamasına gelmiş insanlar, yarı deli gibi dolanıp duruyor, kimsenin aklına da bir çözüm gelmiyordu. Kral ve bilginler, insanlardan aşağı kalmak bir yana, kafalarındaki bilgi fazlalığı nedeniyle daha kötü durumdaydılar. Yaşamıyor, birer kurbanlık gibi, ama beklemekten usanmış olarak, yaşar gibi yapıyorlardı. Sanki yaşamla ilintileri kalmamıştı...
Ve o gece, piramitlere, yola, meydana yığılmış büyük kalabalığın arasından biri “GELİYOR...” diye çığlığı bastığında bütün bakışlar gökteki o noktaya çevrildi. Tam karşılarındaydı ve gittikçe büyüyerek üzerlerine doğru geliyordu. Kimse kıpırdayamıyordu. Büyük kalabalık adeta taş kesilmişti. Her biri bulunduğu yerin birer uzantısı gibiydi. Çıt çıkmıyordu... Tam üzerlerine geliyordu, ama kalabalıkta tek kıpırtı yoktu.
Ateş topu epeyce uzakta olmasına rağmen kor halindeki çekirdeğinin ardındaki alevden kuyruğuyla şehri aydınlatmaya başlamıştı. Çoğunluk nerdeyse aynı anda gördü iki tane olduklarını. Büyük olanı neredeyse piramit inşaatına ulaşacaktı ve iyice alçalmıştı. İzleyen herkes, tenlerinde sıcaklığı hissederken, büyük olanın, piramitin içine, tam ortasına düştüğünü gördü. Kulakları sağır eden bir patlamanın ardından, herkes, önce kavurucu basıncı hissetti, sonra uçuşan tozu toprağı gördü. O an’a kadar tek kıpırdanışın görülmediği kalabalık, üzerlerine yağan taş ve toprakla kendine gelip panik halinde kaçışmaya başladı. Herkes bilinçsizce sağa sola koşturuyor, neredeyse kimse ne yaptığını bilmiyordu. Bütün bu karmaşa sırasında çok az sayıda insan, küçük olan ikinci ateş topunun sazdan kulübelerin bulunduğu bölgeye düştüğünü görebildi. Ne yapacağını bilmez insanlar, kulübelerin yanmaya başladığını görünce olanca güçleriyle koşarak şehri terk etmeye başladı. Hiçbirinin aklına herhangi bir eşya ya da değerli bir şey almak bile gelmiyordu. İnşaatının ters istikametindeki dereye doğru arkalarına bile bakmaksızın kaçıyordu insanlar. Büyük çoğunluğu köprüden, sığamayanlar suya girip dereyi aşarak uzun parmak şeklindeki tepeye doğru koşuyordu. Panik halindeki her cinsten hayvan da katılmıştı bu kaçışa. Rekor denecek bir sürede boşalmıştı şehir.
Atık yalnızca saz kulübelerde hızla yayılan yangının sesi duyuluyordu.
Duyulmaz olmuştu tek bir ayak sesi, ardına bakmaksızın kaybolmuştu ahali.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YA DA AKIL YA DA BİLİM
BEŞBİN YIL DAHA SONRA - AYNI YER
Elindeki Küresel Yer Belirleme aletine göz atarak ağaçlar arasında ilerleyen adamı izleyen iki kişi daha vardı. Arada bir diğer elindeki küçük not defterine yazmış olduğu rakamlara göz atıp aletin gösterdiği koordinatlarla karşılaştıran adam, bakışlarını hızlı, ama titiz şekilde etrafta gezdiriyordu. Peşi sıra onu izleyen kendisinden 15-20 yaş daha genç erkek ve kadının da, kıyafetleri, renk, ton farklılıkları dışında benzerdi. Bol cepli pantolon, gömlek, yelek, kalın tabanlı bot, sırt çantası ve şapka... Genç kadının kolunun altında bir diz üstü bilgisayar, diğer elinde ise kablosu üzerine sarılmış küçük siyah bir kutu vardı. Genç adam ise küçük bir çanak antenle çanta şeklindeki uydu telefonunu taşıyordu. Üzeri sarmaşık diken ot ve dallarla kaplı dik yamacın önündeki kısmen açık alana geldiklerinde öndeki adam durup havaya baktıktan sonra arkadakilere dönüp “Aletleri buraya kurup verileri bir daha kontrol edelim” deyince, hallerinden yoruldukları anlaşılan ikisi ikiletmeksizin çalışmaya başladılar.
Sonrasında şu konuşma geçiyordu aralarında:
“Görüyor musunuz çocuklar, bunun doğal bir yapı olması imkansız. Ne kadar belli belirsiz görünürse de dereyi kesip dümdüz olarak piramitlerin oraya gidiyor. Bunun bir anlamı olmalı... Bakın ekranın tepesine... Bulunduğumuz yerde bıçak gibi kesiliyor...”
“Hocam aylardır karış karış inceledik, ama neredeyse insana dair bir iz bulamadık, yalnızca dere kenarında bir kayada yontma izleri ve ormanda küçük bir yerleşim birimine ait gibi görünen taşlar...”
“Genç adam, inanmadığınızı söylemek istemiyorum, çünkü buna katlanamam, ancak asistanlarım olarak sizleri de kuşkucu bakışlılar arasında görmek düşüncemi değiştiremez.”
“Hocam ben size katılıyor ve tüm kalbimle inanıyorum. Daha büyük ölçekli görüntüde, burada sona eren tepenin uzantısında dümdüz bir çizgi gibi duruyor.”
“Bunu teşekkür beklemek amacıyla söylemediğine inanıyorum ve genç adam gibi düşünmemene sevindim. Evet, haklısın... Dümdüz bir çizgi ve henüz çözmeyi başaramadığım bir nedeni var bunun... Çözeceğim... ”
“Kızdığınızda da olsa bana genç adam demenizden hoşlanmıyorum hocam. Ayrıca, doğru anlaşıldığımı sanmıyorum. Doğru yerde aramıyoruz anlamında söyledim o sözleri, affedin...”
“Bak genç adam, görüyor musun, apaçık, bir çizgi gibi... Yer altı görüntüleri çok açıklayıcı gözükmese bile yüzey fotoğraflarıyla birlikte incelendiğinde kuşkular siliniyor. Yanılmadığıma eminim... Hayır, hayır, yer altı verileri ekranda kalsın, çantadaki uydu fotoğraflarını çıkartır mısın genç adam! Bakın işte, o kadar açık ki... En son bulunan ve şu an kazı yapılmakta olan bitmemiş piramitten buraya kadar uzanıyor... Piramitler, meydan, aradan geçen yol en küçük ayrıntısına kadar net olarak apaçık görülüyor fotoğrafta... Dereye kadar... Sonra orman... Ancak, burada yer altı verileri fotoğrafı tamamlıyor... Bana göre yol buraya kadar uzanıyor, bundan çok, ne amaçla yapıldığı ilgilendiriyor beni. Piramit yapımında kullanılan taşların çıkartıldığı ikinci bir ocakla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Öbür taraftaki dağ dururken kısa sürede tükenecek bir yerle uğraşılacağına kafa yormaya bile gerek yok. Dereyle burası arasında küçük bir yerleşim birimine ait izler var. Benzer iki küçük yerleşim birimi de derenin yukarısında var, ama yer altı verilerine baktığımızda hiçbirinin altında benzer bir oluşum göremiyoruz. Uzak çevrede de... Oysa burası adeta ben farklıyım diye bağırıyor. Tarihlerinin yakın olduğunu da biliyoruz... Profesörün ve diğerlerinin bana katılmıyor oluşu araştırmamı engelleyemez. Kaynak yetersizliğini öne sürüp araştırmama destek vermemesi de... Yalnızca bu mu, neredeyse hiçbir konuda anlaşamayız... Aynı fikirde çok az birleşmişizdir... Profesöre göre, bu büyük görkemli uygarlık, kuraklık, açlık, salgın hastalık, sel, ya da hepsi yüzünden terk edilmiş. Oysa, her buluntu tam aksini, yani çok hızlı, adeta kaçarcasına, ya da göç sayılmayacak ani bir boşalmayı işaret ediyor. Bugüne kadar, terk ediliş sonrasında yaşamı gösterir bir buluntuya ulaşılmadı. Sanki bir saniyede boşalmış koca kent ve bir daha da tek kişi adımını atmamış... Bütün buluntular çok çok hızlı bir boşalmayı gösteriyor. Sanki bir anda buharlaşmış insanlar... 32 yıl önce keşfedilinceye kadar, yüzyıllardır Dünyanın haberi bile yoktu buranın varlığından. Profesör kesinlikle yanılıyor... Hava kararacak neredeyse. Artık yarın devam ederiz. ”
“...........”
“...........”
“Ne çabuk bitti gün, yine geldi iyi uykular deme zamanı.”
SON BÖLÜM YA DA SIRADAN BİRİ YA DA BİLİNMEZLİK
AYNI YERE BİR SAAT DİLİMİ UZAKLIKTA 10 DERECE DAHA SICAK BİR YER.
Masmavi, doyulmaz güzellikteki denizin bir koyundaki tatil köyünde, müşteriler her hafta değişse de, değişmeyen sıradanlıkta bir gün başlayalı birkaç saat olmuştu. Epeyce eğimli yamaçlardaki yaşlı çam ağaçlarının arasına serpiştirilmiş bungalovlar; doğallığı çok fazla bozmadan yerleştirilmiş, farklı büyüklükteki üç yüzme havuzunu, gerçekliğe mümkün olduğunca sadık kalınmaya çalışılarak yapılmış antik görünüşlü amfi tiyatroyu, çeşitli büyüklükteki birçok yönetim birimi ve ortak kullanım mekanını, ışıldayan kumsal boyunca yerleştirilmiş şemsiyeleri şezlongları tepeden görüyordu.
Telaşlarını, dertlerini tasalarını, sorumluluklarını, kısacası dünyayı geldikleri yerde bıraktıklarını düşünen insanlar, bir an önce kahvaltılarını bitirip kumsalda, ya da havuz kenarlarında iyi bir yer kapmak için yavaş izlenimli adımlarla koşuşturuyordu.
Çatısı dışındaki her yanı açık olan büyük kahvaltı salonunda, aynı masada karşılıklı oturan iki kişi arasında şu konuşma geçiyordu:
“Tatilimdeki en etkilendiğim olay, dün gece teleskopu kurarak bizi uzayın derinlikleriyle tanıştırmanızdı ve bana göre tatilköyündeki en keyifli etkinlik, en eğlenceli gösteriydi. Satürn’ü, Jüpiter’i, Andromeda’yı, diğerlerini dünya gözüyle ilk kez gördüm. Satürn’ün halkasını, Jüpiter’in bantlarını görmek çok etkiledi beni. Astrolog olmanız yüzünden aklıma takılan soruyu sorabileceğim en uygun kişi sizsiniz sanırım.”
“Astrolog, değil astronom...”
“Afedersiniz, doğru düşünüp yanlış dillendirmek gibi bir huyum vardır. Soru şu: Diyelim ki, bugün hatta 50-60 yıl sonra, çok zeki, çok yetenekli, her biri ayrı konuda olmak üzere iyi eğitilmiş, alanlarında en üst düzeyde uzman sayılacak sekiz on kişi, teknolojinin son ürünlerini doldurdukları en gelişkin uzay aracıyla 30-40 yıllık bir yolculuk yaparak başka bir gezegene gidecek olsalar ve ayrıldıkları yerle bütün bağlantıları kopsa, kaç asırda taş devrine dönerler?”
“...!!....!!!!.....!..”
“Afedersiniz, sabah sabah, daha afyonlar bile patlamamışken sorulacak soru değil bu. Neyse, afiyet olsun”
18.3.2001 / 07.08.2003
Eyüp Şeker