20.12.2002
KALIPLARI ÇATLATMAK
“Gözlerini kapıya dikmiş neye bakıyorsun?”
“Gelene gidene bakıyorum.”
“Kimse gelmiyor ki!”
“Olsun, gelmeyenlere de bakıyorum”
“!!??!!”
“Küfretme densiz...”
“Ne küfrü, şimdi sesim mi çıktı!”
“Çocukken gençken daha iyiydi. Hiç değilse o zaman duyardık ne dediğini. En sunturlu küfürleri böyle gözlerini açıp suratını gerdiğinde edersin. Yaşından başından utanmasan yine bağıra çağıra bir bir ardına savuracaksın ya küfürleri.”
“İyice bunadın. Şurada sessiz sedasız oturuyorum, illa ki maraza çıkartacaksın”
“Bak yine yaptın. Gözlerini fal taşı gibi açıp kaşlarını kaldırdın, çenen de uzadı işte.”
“Bunak, sen bir kafa doktoruna gitsene”
“Dudakların kıpırdıyor, lakin hiç sessin çıkmıyor. Kim bilir ne rezillikler geçiyordur o pislik dolu beyninden!”
“Bana bak bunak, çocukluğundan beri döverim seni. Yine sırtın mı kaşınıyor! He, dayak mı istiyor canın!”
“Densiz, küfrederek ya çelme takar ya da uçup bacaklarıma sarılır devirirdin... Hiç yiğit gibi dövüştün mü? Hep kalleşçe bindirirdin. Yoksa ben seni her zaman dövebilirdim, lakin apışıp kaldığımdan yıkardın beni yere. O küfürlerin yok mu, o küfürlerin... Mitralyöz gibi yağdırdığında ne dediğini anlamaya çalışırken yerde bulurdum kendimi. Sen ne ağzı bozuk densizsin. Mübarek ağız değil fosseptik çukuru.”
“Bana bak bunak, tepemi attırma, alacağım ayağımın altına. Şurada ne kaldı zaten, ecelin benden olmasın. Sen de bir gıdım kafa olsa numaralarımı çakıp taktik geliştirir dayağımı yememeye çalışırdın. Gerçi bir şey fark etmezdi ya... Beni zıvanadan çıkartıp Azrail’in yapacağına bir kafa doktoruna git.”
“Asıl senin ihtiyacın var kafa doktoruna. Kim bilir evde Zeliha’ya neler çektiriyorsundur.”
“Bana bak bunak, Zeliha’yı ağzına alma, yoksa hemen şurada canını alırım. Anla artık bunak, Zeliha benimle evlendi.”
“Zavallı Zeliha, senin gibi bir densizi hak edecek ne günah işledi.”
“Bana bak bunak, ağzını topla. Hak etmek ne demek... Benden iyisini bulsa gitmez miydi!”
“Zavallı kadın hakkı bu muydu!”
“Bana bak bunak, benim bildiğim kadın hakkı günde yedi kere tıraş olup gece E-5’te işe çıkar.”
“Densiz, senden ne beklenebilir ki!”
“Bunak, asıl sen bilmezsin kadın hakkını. Kafa hariç otuzbeş santim olmayıp ölüsüne iki hindi tünemeyene kadın hakkı denmez. Yani senin bilmediğin şeylerdir bunlar. Sen en iyisi E-5’te işe çık. Kadın hakkıymış!”
“Densiz, hiç utanmaz mısın sen.”
“Bunak, okuya okuya beynin sulanmış, neredeyse kulağından akacak. Bir kafa doktoruna git de gevşeyen cıvatalarını sıksın. Sonunda sevabına ben götüreceğim seni. Kadın hakkıymış... Bana baksana sen, bilmez miyim Zeliha’da hep gözün olduğunu. Benim yiğitliğime tav olup bana varmasaydı bile sana bakmazdı Zeliha. Çocukken de böyleydin, o zaman götürselerdi seni kafa doktoruna şimdi bu kadar bunamazdın. Bak bak akıyor... Kulağına pamuk falan tıka da beyninin hepsi gitmesin. Bir daha Zeliha’nın adını ağzına alırsan şemsiyeyi sokarım...”
“Densiz sen küfürsüz konuşamaz mısın hiç! Sokarmış... Kafana geçireceğim bastonu şimdi küfürbaz.”
“Ne dedim şimdi ben?”
“Densiz, daha ne diyecektin!”
“Bunak, kulağına sokarım diyecektim lafıma limon sıktın. Beynin iyice sulandı senin.”
“Densiz ağzından pislik çıkmayacak olsa gözlerin fal taşı gibi açılıp o meymenetsiz suratın uzar mıydı hiç! Kimi kandırıyorsun... Asıl sen git kafa doktoruna. Yaz günü elinden düşmüyor o kıytırık şemsiye. Aklı başında olan biri böyle havada şemsiye taşır mı hiç! Kaçık olmasan taşır mısın..!”
“Bana bak bunak, bunu anlamanı beklediğim falan yok. Asıl boşuna hamallık yapan sensin. Yağmurlu havada bir elinde baston diğerinde şemsiye taşımak çok mu akıllı işi?”
“Densiz kaçık, bir de akıl taslamıyor musun? Yağmur yağarken şemsiyeyi ıslanmamak için mi yoksa yaslanmak için mi kullanıyorsun? He akıl küpü kaçık! Hangisi?”
“Bunak mıyım ki yaslanmak için baston taşıyayım! Yağmur varsa açıyorum, keyfime bakıyorum... Senin gibi kafadan eksik aksaklar hamallık yapar anca.”
“Madem bastona ihtiyacın yok ne demeye şemsiye taşıyorsun bu havada? Bir de akıl taslıyorsun...”
“Bunu anlayacak akıl ne gezer sende. İti kopuğu uzak tutmak için... Bunakları da...”
“Bana bak densiz kaçık, asıl köpek sensin, ağzını topla...”
“Ben ne dedim ki şimdi!”
“Daha ne diyecektin. Türkçe lastiklidir, çekip uzatmasını bilirsen çok daha fazla işe yarar deyip duran sen değil misin! Mübarek ağız değil, fosseptik çukuru. İtmiş kopukmuş... Bu yaşımda katil mi edeceksin beni. Bu baston var ya bu baston... Şimşirdir, indiği yeri de fena şişirir... Biraz daha damarıma basar hırslandırırsan o kafanı ikiye ayırırım alimallah.”
“Bunak, sen bir kafa doktoruna git yoksa ecelin elimden olacak. Hayvanlar ansiklopedisinde okumuştum, gezginin biri Afrika’da dolaşırken karşısına bir aslan çıkmış. Silahı milahı da yok, aklına hemen şemsiyesi gelmiş, birden açmış, afallayıp ürken aslan da kaçmış gitmiş. İşte bunu demeye getiriyordum, lakin adamda lafı bitirme mecali bırakmıyorsun ki!”
“Uydurma densiz, Afrika’da kim şemsiye taşır? Sen aklıma geliyorsun amma sen de adımını İstanbul’dan dışarı atmadın daha. Yoksa gizli gizli Afrika’ya gittin de haberimiz mi olmadı diyeceğim, amma belediye otobüsüne bile hesapla kitapla binersin, mümkün mü oralara gitmen. Uydurma...”
“Tepemi attırma bunak, kim uyduruyor. Dedik ya hayvanlar ansiklopedisinde okudum diye. Dur bakayım, adam İngiliz’di... Papaz mı misyoner mi, öyle bir şeydi işte. Eve gidince bir daha bakar işin tamamını iyice öğrenirim. Uyduruyormuş... Dur bakayım, yoksa Hindistan’da kaplanla mı karşılaşıyordu... Ne fark eder, ha aslan, ha kaplan... İkisi de canavar değil mi! Sen iyice bunamaya başladın, senin gideceğin yok ben götüreyim bari... Dur allasen, kafa doktoruna değil, yarın seni sevabına götüreyim bizim karbüratörcü Rıfkı’ya. Bilirsin sıkı ustadır, daha dükkana girmeden anlar her bir derdi. Hele kabloları kafana tutturup seni alete bağladı mıydı, bir bir ortaya döker arızalarını. Hele de o ışın tabancasını da kulağına dayayıp sentene baktığında çakmadığı arızan kalmaz. Sonra bir ince ayar çekip cıvatalarını sıktı mıydı bir şeyciğin kalmaz, sıfır olursun alimallah. Sevabına götürmesem bile kendi iyiliğim için yapacağım bu işi. Yoksa bu kafadan eksik bunaklıklarınla celladın yapacaksın beni. Ulan ne şanslı moruksun, karbüratörcü Rıfkı sayesinde kurtulacaksın beyninin akıp gitmesinden.”
“Sen kime ulan diyorsun. Bak geçireceğim bastonu kafana. Kaçık densiz, yine açtın fosseptiği, leşle doldurdun ortalığı. Öyle benziyor ki senin altın üstüne gelmiş, amma aşağıdan gelen de farklı değil. İşte burası karışık... Anlamak mümkün değil. Karbüratörcü Rıfkı’ymış. Sana mı kaldım densiz! Aslan gibi evlatlarım torunlarım varken aç açık kalır mıyım hiç. Asıl ben yarın haber salacağım belediyeye, beyin sanıp taşıdığın o pisliği vidanjörle çekip alsınlar diye...”
“Ne halin varsa gör bunak. Tek benden uzak dur yeter. Tıpkı Hikmet’in Chevrolet’ine benziyorsun. Bilirsin motoru arkada ufak Chevrolet nasıl başına bela olmuştu! Geç yedek parçasını, tek vidasını bile bulamaz, uyduramazdı... Yıllardır köşede çürüyor... Rıfkı usta illallah demiş, bir daha bana getirme bu belayı diye terslenmişti. Hikmet kime götüreyim deyip diretince, Rıfkı usta ‘Bu araba tamirciyi verem, sahibini de ötveren yapar. Bana getirme de kime götürürsen götür’ diyerek kestirip atmıştı. O güzelim Chevrolet’leri bırak, Japon’a, Avrupalıya özenip arkadan motorlu o ufak arabayı yap. Bu adamlar kafayı oynatmış. Hoş hatalarını anlayıp imalatı durdurdular ya... Nerede o güzelim kanatlı İmpala’lar, aslan gibi altmışdörtler, nerede o kıytırık araba bozuntusu.”
“Densiz kaçık, yine açtın fosseptiği... Ne demeye getiriyorsun, açık et de anlayalım hele! Senin bu manyaklıkların yüzünden kahvenin maskarası olduk. Millet oyunu moyunu bırakmış bizi dinleyip gülmekten kırılıyor. Bana göre hava hoş, senin gibi densiz kaçığı bulduğunda kim dinleyip eğlenmez!”
“Asıl sana gülüyorlar. Senin bunaklıkların yüzünden çoluk çocuğun eğlencesi oluyoruz. Şöhretin yedi mahalleye yayıldı, seni dinlemek için minibüs hattı bile koydular dört bir yandan mahalleye. Şurada bir tezgah olsa bağlardım kafanı tornaya. Az yontmakla olmaz epeyce inceltirdim o takoz kafanı. Kafa doktoruna, Rıfkı ustaya falan ihtiyacın kalmazdı. Bu takoz kafan yüzünden Neriman bir deri bir kemik kalmıştı. Aslında helal olsun kadına, senin gibi takoz kafa bunağın derdini kırk yıldan fazla çekmişti. Başkası olsa en fazla on yılda giderdi öteki tarafa. Ben olsam hükümetin yerinde kahramanlık madalyası verirdim garibe.”
“Densiz kaçık, rahmetli kerimeciğin adını ağzına alacak adam mısın sen! Pisliklerini bana saçtığın yetmedi şimdi de kerimeciğe bulaşıyorsun. Sen hiç utanmaz mısın! Bu kadarı da fazla, yiyeceksin kafana bastonu. Sen kokarcadan mı evrimleştin ne..! Yok yok, muhakkak denizhıyarından evrimleşmişsindir. İnsana benzer tarafın yok ki.”
“Bunak, bilgiçlik taslamadan duramazsın, lakin bu sefer baltayı taşa vurdun, bitki yaptın çıktın beni. Hesapta cahil yerine koyup kızdıracak, dalganı geçeceksin.”
“Cahilliğini bilmeyen cahil, denizhıyarı bitki değil hayvandır.”
“Beyninin neden sulandığı belli, belgesel seyrede seyrede terelelli oldun. Neriman bizimkine boşuna dert yanmıyormuş. Senin belgesellerin yüzünden Brezilya dizisi seyredemezmiş. Zaptı rapta almıştın... Garibim emir erindi sanki... Kadıncağıza gün yüzü göstermedin ki... Gene iyi dayandı, iyi... Derdi çekilir değilsin... İyi dayandı, iyi...”
“Mendebur, ne yapsaydım, sana benzeyip bütün gün Türk Filmi mi seyretseydim... Neymiş, zengin kadın fakir genç, yoksul kız gözü doymaz fabrikatör, zalim ağa yiğit köylü, uçanı kaçanı zımbalayan okçu, bin kişiyi kılıçtan geçiren cengaver... Bıkmadın mı aynı filmleri defalarca seyretmekten! İnsan bir kere bilemedin iki kere seyreder, iyi bir şeyler yoksa öylesine bakar... Senin durumun tuhaf, hatta tuhaftan da öte. Gördüğün anda çakılıp kalıyorsun televizyonun karşısına. Biraz ilim irfan öğrensen fena mı olur!”
“Senin gibi kafayı oynatmaya niyetim yok. Belgeselmiş...”
“Ne zararı var kainatın sırlarını öğrenmenin. Tın tın geldin tın tın gideceksin bu Dünyadan.”
“Aklını kendine sakla. Ne biliyorsun seyretmediğimi. Makinelerle, aletlerle alakalı programa denk geldimmi öyle bir seyrederim ki... Hemen de çakarım her bir şeyi.”
“Arada sırada yaradılışla ilgili şeyler de seyretsene. Mesela, DNA’nın çoğalabilen ve çoğalırken değişebilen tek molekül olduğunu öğrensen fena mı olur!”
“Sen öğrendin de ne oldu! Alim mi sanırsın kendini! Hem nereden belli öğrendiğin!”
“Densiz cahil, öğrenmesem bunu nasıl söylerdim! Mesela, Dünyanın geçmişi bir saate sığdırıldığında, ilk 50 dakikada sadece tek hücrelilerin var olduğu, son 10 dakikada hayvanların oluştuğu, insanın ise son saniyenin yüzde birinde ortaya çıktığı görülür. Bunları öğrenmekte ne fenalık var!”
“Bunu duymuştum... Hayret doğrusu, yere göğe koyamadığımız mükemmel varlıklar olan biz insanlar bu kadarcık zamanda mı kemale ermişiz. Akıl alır gibi değil. Boş yere beynin sulanmamış, ezberlemekten sakatlamışsın beynini. Kalıbımı basarım o belgeselde söyleneni noktasına virgülüne kadar aynen bellemişsindir. Utanmadan bilgiçlik taslıyor, hesapta üstünlük çalımları atıyorsun. Bu kadar ezberleyen bunamayacak da kim bunayacak!”
“Densiz, yine saçıyorsun pisliklerini. Ne yapacaktım, nasıl öğrenecektim... Ezbermiş... Öğrenip bellemenin başka yolu mu var?”
“Öğrenmeye laf söyleyen mi var! Teyp gibisin... Bahse girerim, söylenenleri bir yere not ettikten sonra oturup ezberliyorsundur. Ondan sonra alim pozları kesmek için kahveye koşturuyorsun. Dinleyenler ‘Vay be adama bak, amma şey biliyor’ desinler diye teybi açıp yayına başlıyorsun. Derdin tasan ‘desinler’... İyi, desinler desinler de kime ne yararı var ‘desinler’in. Vatana millete hayrın oluyor mu, sen ona bak... Katip geldin katip gideceksin bu Dünyadan... Senin gibiler için ne derler bilirsin!”
“Densiz, ne katibi, ne katibi! Valilikten emekli olduğumu bilmezmiş gibi davranamayacağına göre aklınca beni küçümsüyorsun. Ne katibi! Ne derlermiş benim gibiler için?”
“Hem katiplikten emekli alim olacaksın hem de bunu bilmeyeceksin, olacak iş mi! Ne diyecekler, yaralı parmağa işemez derler.”
“O ağız sandığın yerden hayırlı bir şey çıkmasını beklediğim yok, lakin bu kadarı da fazla. Ne demeye çalışıyorsun mendebur? Herkes bilmez mi ihtiyacı olana her zaman elimi uzattığımı. Mahallelinin hangi derdine derman olmaya çalışmadım! Yaralı parmağa işemezmişim! Densiz, ağız sandığın yerden çıkanın farkında mısın?”
“Ne olmuş yani konu komşunun işleri için kartvizit yazmışsan, kalkıp Devlet Dairelerinin keşmekeşine dalmışsan. Bir de yapmayacak mıydın! Demem o değil... Alışmışsın imzayı basmaya, bilmem nereye havale etmeye... Kartvizit yazmak hoşuna gitmese kimsenin yüzüne bakar mısın?. Öyle olmasa ‘Emekli Vali’ yazılı bir tomar kartviziti niye hep cebinde taşıyasın. Kartvizit destesini para sanan cepçilerin gazabına uğramaktan da mı korkmuyorsun! Valiymiş, kasketim valisi, ne valisi, kasketimin katibi... Dur hele, demin ne demiştin sen. DNA çoğalabilen tek hücre mi neydi..!”
“Katipmiş, hem de kasketinin katibiymişim... Benden uzak dur, alimallah geçireceğim kafana bastonu.”
“Bunaklaşmasan olmaz. Şurada ağız tadıyla bir şaka da yapamayacak mıyız? Emekli vali olduğunu bilmeyen mi var! Şakadan da anlamaz mısın? Sen böyle davranıp damarıma basarsan, nasıl tutarım çenemi.”
“Daha ne diyecektin densiz utanmaz. Daha ne...”
“Sonra söylemedi deme, gelme üzerime...”
“Senden mi korkacaktım. Üzerime gelmeymiş... Ateş olsan cürümün kadar yer yakarsın.”
“Sen kaşındın. Altı üstü kasabadan bozma ilin kaymakamdan düzeltme emekli valisi değil misin!”
“Hem densiz, hem de katmerli cahilsin. Şehir olmayı hak etmeyecek yer şehir yapılır mı hiç! Kasabadan bozmaymış... Büyüyen kasaba şehir, gerekirse şehir de kasaba yapılır. Bende kafa yok ki, anlayamayacağını bile bile oturmuş sana bunları anlatıyorum.”
“Kıvırma, hiç şehir gibi bir şehrin valiliğini yaptın mı? Kıytırık şehrin kıytırık valisi... Kalıbımı basarım oranın ana caddesinin boyu yüz metreyi geçmez, meydanı falan da yoktur. Yoldan geçen iki üçyüz kişiye sor, adını bilen on tane çıkmaz. Kasketimin valisi...”
“Çok uzattın... Ne yapalım, densiz bir tornacı olacak kadar akılsız değilim işte. Ha babam demir yontacağına biraz da o kafanı yontsaydın, yol yordam öğrenseydin fena mı olurdu! O zaman karşılıklı iki laf edebilirdik belki. Senin yanında oturanın kulaklarına tıkaç takması lazım… Bir de utanmadan sıkılmadan DNA’dan sohbet açmaya çalışmıyor musun! Kafasız densiz, DNA hücre değil, kromozomların temel bileşeni olarak hücre çekirdeğinde yer alan ve yeni döllerle aktarılacak olan kalıtsal bilgiyi kodlayan karmaşık yapılı protein moleküldür. Bir başka deyişle, dezoksiribonükleik asit’in kısaltılmışıdır DNA. Her canlının nesilden nesile aktarılan bütün kalıtsal özellikleri, adenin, guanin, sitozin yahut timinli dört tip nükleotitin dizilişiyle kodlanır. Hücrelerin ne kadar ve nasıl çoğalacağını düzenler. Bütün canlılardaki yapılanmayı DNA belirler. Elimiz ya da gözümüzün, yani her şeyimizin oluşumu sağlar. Bitki, hayvan, virüs hep aynı sistemle çoğalan hücrelerle oluşur. Hatta senin gibi mikroplar bile. Kısacası DNA, bir tek hücrenin neye dönüşeceğini bilir ve sonunda o canlıyı oluşturur. Sonra da ne kadar ve nasıl yaşayacağını düzenler, en sonunda da ölüm zamanını belirler. Hücre denizhıyarı hücresiyse denizhıyarı olur. Tutup insan olmaz...”
“Deme yahu... Desene her şey tek hücrenin içindeki o gözle görülmez molekülde kayıtlı.”
“Evet öyle... Önce tek hücre, sonra bölünüyor ikiye çıkıyor ve böylece çoğalma katlanarak devam ediyor, amma her yeni hücre farklı bir görev yükleniyor ve oluşturacağı hücrelere de nasıl farklılaşacaklarını bildiriyor.”
“Deme yahu. Şu yeni programlı tornalar gibi desene. Tak kaseti yapıp versin sana istediğini. Sen otur çayını kahveni içip seyret o yontarken... Hafızalı yani... Desene DNA’nın ne yapacağı da yeni tornalar gibi hafızasında kayıtlı. Boşuna dememişler alın yazısı diye. Ne yaparsak yapalım, ne kadar çırpınırsak çırpınalım her şey olacağına varıyor.”
“Öyle, hatta hastalıkların birçoğu DNA’da kayıtlı... Kalıtımsal olarak yedi ceddimizden bize intikal eden çok hastalık var.”
“Doktorların ‘ailede başka böyle hasta var mı’ diye sorması ondan desene. Alın yazısı... Baksana, DNA’da sadece yapacağı beden mi kayıtlı?”
“Ne demeye çalışıyorsun?”
“Demem o ki, başka bilgiler de kayıtlı olmasın DNA’da!”
“Ne kayıtlı olacakmış, ne saçmalıyorsun sen!”
“Arada bir ajansta gastelerde, dört yaşındaki çocuk sular seller gibi Latince, kafasını duvara çarpan kadın ayıldıktan sonra anadili gibi Rusça konuşmaya başladı gibi haberler duyar şaşarız ya, işte onu anlatmaya çalışıyorum. Sakın böyle bilgiler de kayıtlı olmasın hücrelerimizde. Ne belli benim hücrelerimde İspanyolca yahut simyacılık kayıtlı olmadığı.”
“İyice saçmalamaya başladın şimdi işte. Hiç olur mu öyle şey. Mikroskopla ancak görülen DNA’nın neresine sığacak onca kelam!”
“İyi de bir insanı, bir hayvanı gözünün önüne getirsene. Bu hale nasıl geleceğinin kayıtları az şey mi! Bu kadar bilgi kayıtlı diyorsun, lakin başka bilgi kayıtlı olamaz diye kestirip atıyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.”
“Olmaz öyle şey... Birisi tamamen kimyasal işlemler sonucu oluşan fiziksel bir yapı, diğeri ise yalnızca bilgi. İkisi aynı şey mi! Olmaz öyle şey...”
“Dur hele, şu meseleyi iyice anlayalım. Öğrendiğimiz şeyler beynimizde nasıl tutuluyor?”
“Aslında her canlı sayısız kimyasal işlemden ibarettir. Her şeyin kökünde kimya var. Kısacası bir yığın kimyasal işlemden başka şey değiliz. Öğrendiklerimiz de kimyasal işlemlerle beynimizde depolanıyor.”
“Farkı yok ki... Şimdi sen söyledin DNA yapacağı organizmanın bütününü kimyasal işlemler sayesinde kayıtlı tutuyor diye. Bu bilgiyi saklayan diğer bilgileri neden saklamasın!”
“Olmaz öyle şey. Olsaydı bilim muhakkak söylerdi. Hem hangi atandan kalan hangi bilgiyi saklayacak DNA. Geçmişte sadece bir ana baba olsa biraz akıl yatar, amma asırlar boyunca oluşmuş zincirin son halkası o kadar geçmişi neresinde nasıl saklasın. Olmaz öyle şey.”
“Ne belli daha keşfedilmediği, yarın öbür gün keşfedilmeyeceği! ”
“Olmaz öyle şey. Akıl var mantık var. Mümkinatı var mı? Öyle olsaydı Daniken’in yanıldığı kesin olarak ortaya çıkardı.”
“Danken de kimin nesi!”
“Danken değil, Daniken, Erich Von Daniken. Ona göre Dünyamız sayısız defa çok gelişkin medeniyetler tarafından ziyaret edildi. Buna kanıt olarak da tarihteki bazı eski medeniyetleri gösteriyor. Bahsettiği medeniyetlerin yapmış olduklarının o günkü şartlarda o zamanın insanlarınca gerçekleştirilemeyeceğini öne sürüyor. Özellikle Güney Amerika medeniyetlerinin kalıntılarını, Mısır Piramitleri’ni misal olarak gösteriyor ve gelişkin aletler makineler olmadıkça bu muazzam yapıların inşa edilemeyeceğini iddia ediyor. Lakin bugün bakıldığında aynı yörelerin çok geri kaldığı görülüyor. Farz edelim ki çok gelişkin, hatta bizden bile ilerde olan zeki canlılar geldiler ve o inanılması güç yapıları inşa ettiler, ettirdiler. Lakin bir bakıyorsun ki bugün oranın yerlileri arabayı bile bilmiyorlar. Hiç olacak şey mi arabayı bilmemek! Uygarlığın olmazsa olmazıdır araba. Hoş araba deyip geçemezsin de... Araba tekerlek demektir, tekerlek ise dişli, kasnak, dolayısıyla makine demek. Tekerlek, değirmen demek, dolayısıyla daha çok un, dolayısıyla daha çok insan doyurmak demek... Diyelim ki uzaydan çok gelişkin canlılar geldi ve o yapıları inşa ettiler, ettirdiler. Peki ama çok basit lakin medeniyet geliştirebilmek için çok gerekli olan tekerleği neden öğretmediler. Daniken iki kere yanılıyor. Birincisi, tekerleği bilmeyenlerin uzayda dolaşacak kadar gelişkin makineler yapması mümkün değil. İkincisi, bilmemeleri mümkün olamayacağına göre, neden geldikleri yerdekilere öğretmediler! Yaşamış yaşayan bütün insan türleri alet yapmayı bilir yahut öğrenir. Hatta bazı hayvanlar bile... Lakin ancak tekerleği bulanlar makine yapmayı öğrenmiş, gelişip medenileşebilmişlerdir. Tekerlek icat edilmese sanayi devrimi gerçekleşemez, dolayısıyla bugünkü uygarlığa erişilemezdi. Bu yüzdendir ki bazı toplumlar haalaa ilkel düzeydedirler. Çünkü makine yapmayı öğrenememişlerdir. Sonuçta, senin dediğin gibi olsaydı, tabii Daniken de haklı olsaydı bugün oralardaki toplumlar genlerindeki bilgiler sayesinde çok daha gelişkin olurlardı.”
“Dediklerini çok iyi anlıyorum, amma bir yerde sana katılmıyorum. Çünkü sen makinelerin aslında pratikliği, çabukluğu engelleyebileceğini unutuyorsun.”
“Olur mu öyle şey. Her yanımız hayatı kolaylaştıran makinelerle dolu olmasa ne güçlükler çekerdik. Hiç olur mu öyle şey.”
“Demem o ki, mesela bilgisayarlı tornada bir iki tane iş yapmak zordur. Geçeceksin bilgisayarın başına, işin resmini çizeceksin, hesapları ölçüleri gireceksin, kırk saat tornanın uçlarını çakılarını ayarlayacaksın, bir yığın külfet... Yapacağın iş birkaç yüz hatta birkaç binse sorun yok, işin kolay yolundan gidiyorsun demektir. Amma, bir iki tane iş yapacaksan bilgisayarın başında geçireceğin onca zaman ve emek kayıp demektir. Geçersin eski tezgahın başına, alırsın eline kumpası, çıkartıverirsin işi. Pratiklikten kastım bu işte. Televizyonda görüyoruz bazen. Afrika’da ottan bir kulübe, dışarıda bir kadın tokmakla dibekte un yapıyor, etrafta bir iki bebe koşturuyor. Adam avdan gelmiş vurduğu ceylanı yüzüyor. Şimdi bu ortamın değirmene ihtiyacı var mı! Kadının işi ne, iki üç avuç buğday, birkaç tokmak, al sana un. Hepsi bu işte... Zaten göçebe gibiler, su bitti düş yola, sürüler uzaklaştı, yerleş başka yere... Değirmeni taşımakla tokmağı sırtlanmak aynı şey mi? Şimdi bu ailenin yahut kabilenin yaşam biçiminde makinelere yer var mı? Olamaz ki! Al o aileyi uygarlığın bütün olanaklarından faydalanabilecekleri şartları sağla, gör bak bakalım birkaç nesil sonra aralarından bir alim nasıl çıkıyor.”
“Dediklerinde haklısın... Bugün artık, hiçbir insan türünün zeka ve yetenek bakımından diğerlerinden eksik yanı olmadığı çok iyi bilinmekte. Tamamen şartların belirlediği bir durum bu... İlkel aile için söylediklerine katılıyorum, ancak nüfus arttığında sorunlar çıkacaktır. Daha çok insanı doyurma ve barındırma hali keşifleri getirecektir. Üç beş kişi sığınacak mağara bulmakta sorun yaşamaz, lakin bir arada yaşama isteği kalabalıklaşmaya sebep olduğunda ekip biçmek, hayvan yetiştirmek mecburidir. Nüfus arttıkça kol gücüyle sağlanamaz olan talebi karşılamanın yollarının aranması zaruridir. Makineleşme bu zaruriyet sonucunda gerçekleşmiş olmalı. Tekerleği bilmeyen, su yahut yel değirmeni yapamaz. Tokmakla da onca insan doyurulamaz. O medeniyet de orada biter. Belki de bu yüzdendir birçok medeniyetin yok olması.”
“Şimdi aklıma geldi. Tekerleğin dolayısıyla arabaların kullanılmayacağı şartlar vardır. Hatta bugün bile gelişmiş toplumlarda kimileri, cipler dört çekerli kamyonetler dışında neredeyse araba kullanmaz. Hatta bazı yerlerde onlar bile çalışamaz. Çünkü işe yaramayıp engel oluştururlar. Ya sırtlanırlar yüklerini, yahut hayvanlarla görürler işlerini... Mesela dik yamaçlı dağlık alanlarda, karın buzun eksik olmadığı, suyun hükümdar olduğu yerlerde bir işe yaramaz araba. Tabii bir de sık ağaçlı ormanlarda. Güney Amerika uygarlıklarında tekerleğin bilinmemesi şaşırtmaz beni. Neye yarar Amazonun ortasında araba. Adamlar sarmaşık, dal kese kese zorla ilerleyebiliyor, değil ki araba geçirecekler oralardan... Neredeyse daha yüz metre gitmeden açtığı yol kapanıyor sarmaşıkla dikenle. Hatta bir yerde okumuştum, zamanında adamlar tren yolu bile yapamıyorlardı Amazon’a. O kadar hızla gelişiyormuş ki orman, yaptıkları yolu kısa sürede tekrar örtüyormuş.”
“Farz edelim ki haklısın. İnkalar, Mayalar ormanlarda, dağlarda yaşadıklarından arabayla işleri olmadı. Aztekler’i ne yapacağız... Onların böyle sorunları, manileri yoktu, lakin onlar da bilmiyorlardı tekerleği. Farz edelim ki Daniken haklıydı ve o insanlar düşünebileceğimizden bile çok şey biliyorlardı, lakin yaşam şartlarının zorlaşmasıyla unuttular. Salgın hastalık veya savaş yüzünden kırılıp dağıldılar ve küçük gruplar halinde yaşamaya başladılar. Bu süreç içinde senin dediğin gibi pratikliği yeğleyip makinelerle uğraşmadılar ve tekerleği unuttular. Daha sonra tekrar çoğalınca yeniden büyük gruplar oluşturdular, ama tekerleği hatırlayamadılar. Bu mümkün mü? Böylesine yaşamı kolaylaştıran çok gerekli bir şey unutulabilir mi? Farz edelim ki unuttular, kalabalıklaşınca neden tekrar hatırlamadılar. Sonuçta o senin anlatmaya çalıştığın DNA başka bilgiler saklıyor olamaz mı düşüncesinin dayanağı kalmıyor. En azından, unutmuş olanların, hiç bilmeyenlerden daha çabuk makineleşmesi gerekmez mi? Daniken bir yerde daha yanılıyor. Gelişkin hatta çok ileri bir medeniyetin kalıntıları arasında makinelere dair bir şey olmaması mümkün mü? Farz edelim ki uzaylıların karşısındakiler tekerleği öğrenemeyecek kadar ilkeldiler. Bu mümkün mü! Yapımı zor olmayan bu kadar yararlı bir aletin öğrenilmemesi mümkün mü? Açıklanamayan birçok tarihi kalıntı olduğu doğru, lakin bunlar uzaylıların işi deyip kolayından kestirip atılabilir mi! Haa, bir de Aborjin mantığı var. Onlar medeniyeti reddederek, bunun için hiç çaba harcamamayı, doğayla tam bir uyum içinde yaşamayı benimsemişler ve en basit şekilde var olmaya inanıyorlar. Bu durum tamamen farklı.”
“Bütün bunları hangi ansiklopediden ezberledin. Kalıbımı basarım Danken’in kitabını hatmetmişsindir.”
“Tanrım, biliyorum yaşam için biyolojik çeşitlilik gerekli, lakin aptalları yaratmasan olmaz mıydı? Hele de densiz beyinsizleri hiç yaratmasaydın..! Biliyorum diğerleri olmadan tek bir canlının var olamayacağını, lakin bu densiz aptalın olmayışı eminim yaşamı etkilemezdi. Danken değil, Daniken... Bir kitabını değil, yedi sekiz kitabını okudum. Sen mutlak denizhıyarından evrimleşmişsin. İnsanlar beyinlerinin yüzde onbeş yirmisini kullanırlar. Sen muhakkak yüzde birden ikiden fazlasını kullanmıyorsundur. Beyinden sonra en çok enerjiye sindirim sistemimiz ihtiyaç duyarmış. Senin sindirim sistemin muhakkak beyninden fazla enerjiye ihtiyaç duyuyordur. Alimlere göre sadece yeşillikle beslenmekten vazgeçip et yemeye başladıktan sonra sindirim sistemimizin küçülmesiyle beynimiz gelişmeye başlamış, dolayısıyla daha zeki olmuşuz. Kırk ellibin yıldan önce gerçekleşen bu değişimden sonra beynimiz hemen hemen aynı kalmış. Sen otlayanlar familyasında kaldığından beynin gelişememiş olmalı. Şimdi ne enerjisi diye düşünmekten helak olursun... Kendini harap etmemen için anlatayım. Yiyeceklerle ve soluyarak aldığımız her bir şey nihayetinde kan aracılığıyla hücrelere taşınıyor ve organizmanın yaşaması için gerekli yakıtı sağlıyor.”
“Bunak aklınca kızdıracaksın beni. ‘Et yemeyin, yalnızca ot yiyin’ diye bağırıp çağıranlar gitsinler amelelik yapsınlar da göreyim. Bütün gün masa başında oturanlar iki kürek üç kazma sallayınca yere serilmek istemiyorlarsa her gün bir çuval kuzukulağı, ebegümeci yemelidirler, amma ve lakin gel de anlat. Etobur hayvanlar neden otoburlardan daha çevik ve zekiler diye düşüneni de yok. Hatta böcek yiyen bitkilerde bile zekadan söz edilebilir, amma ve lakin gel de anlat. Et yemeyin otlayın demek kolay da, zekasızlıkla nasıl baş edilecek, beynimizin ihtiyacı nasıl karşılanacak diye kafa yoran yok! Peki, bunak alim, neden kullanmıyoruz beynimizin yüzde seksenbeşini?”
“Bu pek bilinmiyor. Hatta öyle ki, bir nedenle beyninin önemli bir kısmı, hatta yarısı alınan insanlar bile hayatlarını müşkülatsız sürdürebiliyorlar.”
“Açıklamalı ansiklopedi kayıtlarını kendine sakla maymundan evrimleşmiş bunak alim. İşin aslına bakarsan beynimizin yüzde seksenbeşini kullanmayışımız eskiden beri kafamı kurcalayıp durur, amma ve lakin hiçbir yerde bununla ilgili bir açıklamaya denk gelmedim. Hatta bir çok kitap okudum, lakin ‘Beynimiz tahmin edebildiğimizden daha müthiş...” gibi kelamlardan öteye geçen tek lafa rastlamadım. Tek bunak sen değilsin, adam oturuyor ‘Beynimiz akıl almaz ölçüde müthiş’ten başka şey söylemeyerek üçyüz dörtyüz sayfalık kitap yazıyor, bir aklıselim de çıkıp ‘Be kardeşim, hiçbir şey söylemeyerek iki tezek kalınlığında kitabı nasıl yazdın?’ diye sormuyor, üstüne üstlük bir de yok satıyor. Anladık, beynimiz müthiş, lakin bu müthişin anlamı nedir! Aklınca beni kızdıracaksın denizhıyarı diyerek. Söyle bakalım maymundan evrimleşmiş bunak alim, beynimizin kullanmadığımız o büyük bölümünde ne var? Sakın başka bilgiler kayıtlı olmasın.”
“Yine saçmalamaya başladın densiz. Ne bileyim ne var..! Kullanmıyoruz diye o bölümlerde bir şey olması mı gerekiyor. Hasar gören bölümlerin yerini alacak yedek alanlar var besbelli. Yapılan araştırmalar bir bölge işe yaramaz hale geldiğinde çabucak başka bir alanın aynı görevi üstlendiğini ortaya çıkarmış. Ne olacak, yedek alan var...”
“Sen ne dersen de, bu kadar yedek alana aklım yatmıyor benim. Eğer deyyus gasteciler daha çok satmak için uydurmuyorlarsa böyle haberleri, malum yemedikleri halt değil, dört yaşındaki bebenin sular seller gibi Latince matince konuşmasını nasıl açıklayacaksın o zaman! Söyle bakalım... Büyük Ozan asırlar önce ‘Bir ben var benden içeri’ derken bunu kast etmiş olmasın!”
“Yunus Emre’yi, o büyük Ozan’ı zırvalarına alet etmeyi bırak. Başıma alim kesildin... Nereden bileyim Latince’yi nasıl öğrendiğini, git alimlere sor.”
“Bilim adına ahkam kestiğimiz falan yok. Burada kafamızın bastığı kadarıyla bilimden yaradılıştan konuşuyoruz. Bilim hep yaptığı gibi Dünyadaki ve Kaainattaki cevapları aramaya devam edecektir. Madem o dört yaşındaki çocuk gibilerin beyinlerinde o bilgiler kayıtlı değil, öğrenmelerine imkan olmayan o dilleri nasıl konuşuyorlar? He maymundan evrimleşmiş bunak alim, bunu nasıl yapabiliyorlar?”
“Ne bileyim nasıl yaptıklarını. Vardır bir cevabı… Muhakkak ki meselenin sırrı beşte birini bile kullanmamamıza rağmen evrimleştirdiğimiz beynimizde saklı. Kullanmadığımız söylenen o yüzde seksenbeşlik kısmın bir şeylere yaradığı besbelli. Çünkü işe yaramayacak olsaydı evrimleştirip geliştirmezdik. Malum, evrim kuramı, işe yaramayan organ ve uzuvlar yok olurken, işe yarayanların daha da geliştiğini, daha da işe yarar hale geldiğini söyler.”
“Bu meseleyi anlamıyorum işte. İşe yaramayan giderse, işe yarayan gelirse, nasıl olur da... İşte bunu anlamıyorum. Bu evrim meselesi fazla karışık değil mi sence de!”
“Öyle gözüküyor... Her bir şeyi açıklayamadığı muhakkak... Mesela farklı yaşam biçimlerini... Özellikle de Avustralya’daki canlıları açıklamak zor. Göçmenlerin Kıtaya götürdüklerinin dışında hiçbir kesesiz memelinin, kedigillerin ve hiçbir maymun türünün yaşamadığını duymuş muydun? O yüzden buradaki yerlilerin, evrimleşecekleri maymun familyası olmadığından başka yerlerden göçle geldiği tartışmasız kabul görüyor. Avustralya’nın buzul çağı süresince Asya’ya bitişik olması sayesinde, Aborjinler, Afrika’dan yola çıkıp kıtaya varabilmişler.”
“Madem Aborjinler Avustralya’ya gidebilmiş, neden başka hayvanlar gidememiş. Kesesiz memelilere engel olan neymiş! ‘Dur geçemezsin...’ diyen gümrük memurları, polisler falan mı varmış. Yahut tersi... Neden kangurular Asya’ya falan geçmemiş! Memleketim memleketim diye tutturduklarından mı? Hele de bir şeyi hiç anlamıyorum. Koskoca Dünyada neredeyse üç beş kişi sayılacak atalarımız, her tarafı ibadullah yiyecek dolu yerleri niye terk edip o meşakkatli binlerce kilometrelik yolu aşmışlar? Zorları neymiş! Hadi yola düşelim, bizim Aborjin, Kızılderili, Maya yahut çekik gözlü olmamız gerekiyor diye mi düşünmüşler? He dertleri neymiş? Yattıkları yerden elini uzatsa armut koparır, ötekini kaldırsa keklik yakalar, lakin ‘Bize göç yolu gözüktü. Kalkın ahali, gidiyoruz!’ diye dellenmişler. Benim kafam bunu almıyor, ya seninki!”
“Densizsin mensizsin lakin kafan hepten çalışmaz değil. Bu işte tuhaflık var, lakin ne! Dünyaya her gün uzaydan otuz ton toz ve mikro organizma düşüyormuş. Dünyaya yaşamın uzaydan geldiğini iddia eden alimlere göre, Dünya var olduğu günden beri Kainatın çeşitli yerlerinden gelen kuyrukluyıldızların taşıdığı mikroorganizmalarla aşılanıyor ve bu yüzden değişik yaşam biçimleri oluşabilmiş. Bu görüşten yana olanlar AIDS gibi kimi hastalıkların bile uzaydan geldiğini iddia ediyorlar. Bu mantıkla baktığımızda Avustralya’nın farklı yaşam biçimi anlaşılır olabiliyor, lakin milyonlarca, hatta yüzmilyonlarca yıl süren bir oluşumun bu süre içinde yalıtılmış şekilde kalmasını anlamak mümkün değil. Koskoca kangurular gökten düşemeyeceğine göre, binlerce yıl boyunca nasıl olur da başka yerlere gidemezler, başka yerdekiler oraya gitmez! En başında bakteriden başka bir şey değildik, amma neden bu kadar farklı farklıyız!”
“Söylediklerinin bir anlamı da Kainatın farklı yerlerinde değişik canlıların olduğudur. Bu durumda, Avustralya’dakiler Kainatın bir ucundan, Avrupa’dakiler başka bir ucundan gelmiş mikropların evrimleşmesinden başka bir şey değil.”
“Öyle amma, bu iş öyle yüzyıl binyıl falan değil, milyonlarca yüzmilyonlarca yıl sürmüş.”
“Anladık da, birbirine neden karışmadıklarını anlayamadık.”
“Geçenlerde, yapılan genetik araştırmayla ilgili program seyretmiştim. Sonuçta tüm insanlığın kökeninin Afrika’ya dayandığı söyleniyordu. Dünyanın çeşitli yerlerindeki insanların Afrika’dakilerin genetik izlerini taşıdığı, lakin farklı yerlerdeki bu insanların izlerine Afrika’dakilerde rastlanmağı için bu sonuca varılıyordu. Kısacası Dünyanın dört bir yanına Afrika’dan dağılmışız diyorlardı.”
“Desene, bir zamanlar simsiyahtık. Maymundan evrimleşmiş zenci bunak alim, Amerika’ya nasıl gitmişiz, he söyle bakayım!”
“Densiz mendebur, nereden olacak, buzul çağı sırasında Bering Boğazı kapalıymış, oradan geçmişiz. Özellikle Kuzey Amerika yerlilerinin Asya’dakilerle pek çok kültürel ortaklığı olması böylece açıklanıyor.”
“Ben de bunu duymak istiyordum. Atalarımız o buzlar diyarındaki ölümcül yolu kullanarak geçebilmiş, amma mesela Sibirya Kaplanı bunu yapmayı akıl edememiş, yahut becerememiş. İşte benim aklım bunu almıyor... Hem Dünya yüzünde hayvanların hüküm sürdüğünden çok daha az zamandır var olacağız, hem de tamamen acımasız ölümcül hayat şartlarına dayalı meselelerde çok daha dayanıklı tecrübeli vahşi hayvanların yapamadığı işlerin üstesinden gelmeyi başaracağız. Benim aklım bunu hiç almadı, almayacak... Bana sorarsan, yaradılışı sorgulayan bilim, bilinen kuramların yettiği tembelliğine kapılarak cevapları bulduğunu sanma hatasına düşüyor. Başka açıklamalar olmalı, muhakkak olmalı. Neymiş efendim, Kızılderili geçer, Kaplan kalırmış... Aborjin gider, orangutan geçemez, kanguru gelemezmiş... İnka, maya, Amazonda yağmur keyfi yapabilir, en vahşi hayvanlar yerlerine mıhlanır kalırmış. Mümkünatı yok, başka açıklamalar olmalı. Hayvanların geçemeyişinin akla yakın açıklaması, kıtalar ayrıldıktan sonra var olduklarıdır ki, bu da canlıların oluşum dönemlerine uymuyor. Lafın kısası, insanlar var olmadan çok önce hüküm sürdüğü söylenen hayvanlar, insanların gidebildikleri yerlere gidemediler. Kafam basmıyor bir türlü... Sana bir şey diyeyim mi, bu meseleyle ilgili şeylere denk geldiğimde, atalarımızın birden bire pırttadanak diye sahneye çıktığı zannına kapılıyorum. Pek anladığım söylenemez, yine de böyle düşünmekten alamıyorum kendimi. Yüzbin yıllık, beşmilyon yıllık ilkel atalarımıza dair kalıntılar bulunduğu söylense de, bu durumun onların soyundan geldiğimizi gösterdiğini düşünmüyorum. Sanki, zeki atalarımız on onbeşbin yıl önce gökten zembille inmişçesine beliriveriyorlar. Ondan öncesi belirsizlik, bilinmezlik... Bir de şu beyin meselesi...”
“On onbeşbin yıl derken bilinen tarihi kast ediyorsun. O kadar eski zamanlar ki, tabiatın eritip yok etmediği çok az şey kalabilmiş günümüze. Neyse artık... Sen de taktın beyne. O zaman sana bir soru sorayım.”
“Neymiş, sor bakalım...”
“Deden ninen hakkında neler anlatabilirsin? Ya onların büyükleri hakkında kaç satır sözün olabilir? Kaç nesil geriye kadar gidebilirsin.”
“Hiç düşünmemiştim... Ne diyebilirim... Ana tarafı çiftçi, zanaatkar, baba tarafı hep denizciymiş. Hatta birçoğu denizde öldüğü için mezarları bile yoktur. Yelken kürek Kırım’a giderlermiş.”
“Gördün mü bak, daha kendi büyüklerini hatırlamaktan acizsin, beyninde İspanyolca falan gizli olabileceğinden dem vuruyorsun.”
“Hesapta tuzağa düşüreceksin beni. Kişisel yahut toplumsal belleğe yer edecek kadar derin izler bırakan olaylar dışındakileri hafızamıza yerleştirmediğimizi herkes bilir. Dedemin dedesinin dedesi, savaşta esir düşüp idam edilmiş büyük bir kahraman yahut yerçekimi kanununu bulan biri olsaydı muhakkak bilirdim. Git Newton’un yaşayan akrabalarına sor bakayım bundan ne kadar daha fazlasını biliyorlar? Yahut Madam Curie’nin torunu olsaydım anlatacak biraz daha şeyim olurdu. O zaman sen söyle bakalım, dün akşam ne yedin? Ya önceki hafta... Söyle bakayım Maymundan evrimleşmiş zenci bunak alim.”
“Telefonu dişe yerleştirmiş millet, sen ha babam de babam küfret. Kabahat bende ki seni adamdan sayıp karşıma oturtmuş konuşuyorum. Ne olacak, denizhıyarından evrimleşmiş densiz edepsiz... Akşam yemekte ne varmış... İyi bil ki denizhıyarı yoktu.”
“Bunak boş yere uğraşma kızdıramazsın beni. Şu meseleyi iyi bir anlayalım hele. Evrim kuramına göre kullanılmayan yahut faydadan çok engel oluşturan organ ve uzuvlar kaybolurken, işe yarayanlar sürekli gelişip daha çok iş yapar hale geliyorlar. Amma sıra beynimize geldiğinde iş değişiyor. Enerjimizin büyük bölümünü yutmasına rağmen yüzde seksenbeşini kullanmadığımız beynimizi niye evrimleştirdik? Kırk ellibin yıldır değişmediği söylenen beynimizi binlerce yıldır taşımayı neden sürdürdük? Evrim mantığına göre beynimizin küçülmesi ve tükettiği bu enerji yükünden kurtulmamız gerekmez miydi? Ne dersin?”
“Haklısın, evrim mantığına göre çok daha küçük beynimiz olmalıydı.”
“İlkel atalarımız, bugün bizlerin bile kullanmadığı beynin bu büyük kapasitesine ihtiyaç duyuyor olabilirler miydi? Ne dersin?”
“Zannetmem... Çok daha basit yaşam biçimleri olduğu apaçık ortada… Binlerce yıl önceki ilkel şartlarda yaşayanların bu beyni geliştireceklerini zannetmem. Darvin yanılmıyordu, amma ve lakin bulunması gereken başka cevaplar olduğunu zannediyorum.”
“Haklısın, başka açıklaması olmalı. Biraz Daniken’in ne dediğinden bahsetsene. Belki bir şeyler yakalarız”
“Özetle, Dünyamızın çok gelişkin zeki canlılarca defalarca ziyaret edildiğini ve arkalarında izler bıraktıklarını öne sürüyor.”
“Bu izlerin ne olduğunu anlatıyor mu?”
“Devasa piramitlerin, anıtların, zeki ve gelişkin canlıların yardımı olmaksızın yapılamayacağına dair misaller veriyor. Mesela bir çok yapıdaki tonlarca ağırlıktaki taşları taşıyanlar, pürüzsüzce yontup üst üste koyanlar, bugün kullandığımız makineler benzeri olanaklara sahip olmasalar yapamazlardı diyor. Sadece havadan görülebilen kilometre ebadında hayvan motiflerinin, uçma olanağı olmadıkça yapılamayacağını söylüyor. Daha yakın zamanda modern teknoloji sayesinde yapılabilen takvim ve göksel hesapları neredeyse hatasız olarak iki üçbin yıl önce nasıl gerçekleştiler diye sorup bunların çok ileri medeniyete sahip birilerinin desteği, bilgisi olmadan yapılamayacağını iddia ediyor. Uzaya dair sayısız gözlem yapıp bunları tapınak duvarlarına kazımışlar. Bugün ancak gelişkin teleskoplar, atom saati falan kullanılarak yapılan hesaplamaları o günkü insanların yapmaları imkansızdı diyor. Farklı düşünenler ise bütün bunların daha iyi ürün alabilmek için yapıldığını söylüyor.”
“Anlamadım, ne ürünü?”
“Gezegenlerin konumunu gözlemleyip mevsim geçişlerini kusursuzca hesaplayıp hatasız bir takvim yaparak, ne zaman bahar, yaz, ne zaman sonbahar, kıştır bilebilmiş, ona göre ekip biçmişler.”
“Ziraat için bu kadar zahmet niye! Bugün bile çiftçilerin çoğu, uzaya, Nasa’ya değil, dededen kalma usulle havaya, suya, toprağa bakarak ekip biçiyor. Muazzam taş yapıları daha çok ürün almak için yapmışlardı, lakin un yaparken kolları kopardı... Bunu akıl alır mı?”
“Velhasıl, Dünyanın dört bir yanındaki tarihi kalıntıları, müzeleri dolaşmış, destanları, kutsal kitapları bir bir incelemiş. Bunların birçoğunda uzaydan gelenlerin varlığını çağrıştırır bölümler olduğunu söylüyor. Sayısız misal veriyor kitaplarında... Piri Reis’in haritasını da misal veriyor ve diyor ki, ‘Bu harita yapıldığı çağda daha Antarktika keşfedilmemişti. Hadi diyelim bazı denizciler biliyordu, lakin buzlar altındaki Antarktika’nın kara kısmı haritada nasıl gösterilebilmiş. O çağda, bu uzaylıların işi değilse, kimin işi’ aklım almıyor diye ekliyor.”
“Bu haritadan çok laf edilir, lakin bildiğim kadarıyla kimse işin aslına vakıf olmuş değil. Bilindiği kadarıyla Piri Reis Antarktika’ya gitmemiş. Demek ki o haritayı bir şeylere bakarak kopyalamış. İlla vardır bir açıklaması... Bir de piramitlerin falan uzaylıların eseri olduğunu aklım almıyor. Manyak mı bu uzaylılar? İşleri güçleri yok da aklımızın almadığı uzaklıklardan gelecekler ve oturup manyak gibi taş yontup yontturacaklar. Malum bizim gezegenlerde zeki canlı yok, geldilerse ancak başka yıldız sistemlerinden gelmiş olabilirler. Bunu gerçekleştirmek için bizim şu anda hayal bile etmekten uzak olduğumuz teknolojilere sahip olmaları lazım. Dünyamıza teşrif ediyorlar ve oturup deli gibi muazzam taş yapılar inşa ediyor, ettiriyorlar. Yanlarında getire getire keski, çekiç, balyoz mu getirdi bu uzaylı manyaklar? Maksat büyük yapı inşa etmekse, sahip oldukları teknolojiyle bunun bin türlüsünü çok az zahmetle yapamazlar mıydı ki, etrafta dağ bırakmayacak şekilde taş yontup taş yontturdular. Sen olsan yapar mıydın? O zamanın tek yüksek bina yapma yöntemini çok ileri medeniyetlere mal etmek mümkün mü? Bunlar zırvadan başka şey değil. Bu Daniken meselesine neden meraklandığımı söyleyeyim. Geçen gün torunlardan birinin elinde bir hikaye gördüm. İnternet’ten bulmuş, merak ettim neyin nesidir diye. Saçma geldi önce, lakin düşündükçe, yaradılışa çok farklı bir perspektiften bakması daha fazla ilgimi çekti. Hem bugünkü sohbetimize uygun düşüyor, hem de aklıma takılmış olanlara başka şekilde cevaplar araması yüzünden kafa yormaya değer. Bir soru üzerine kurmuş hikayeyi. Ben de sana sorayım... Her konunun zıpkın gibi alimlerini bir füzeyle elli yılda gidilebilecek ıssız bir gezegene göndersen, yanlarına da her türlü alet edevatın en iyilerini, kısacası her bir şeyi versen, geri dönecek yakıtları da olmasa, oraya vardıklarında telsizi melsizi de kapatsan, bir şey soramasalar, arkalarından erzak, alet falan göndermesen, başlarının çaresine bakmak zorunda kalsalar, kaç asırda mağarada yaşamaya başlarlar?”
“Anladım, hem alim hem yetenekli, hem de medeniyetin bütün nimetleriyle donatılmış, lakin desteği kesilmiş... Kaç kişi?”
“Diyelim on kişi, hadi olsun onbeş kişi...”
“Bilgisayarlarına doldurdukları her türlü bilgiye de sahip olacaklar mı?”
“Hem de özellikle...”
“Özellikle demekle ne kast ediyorsun?”
“Soruya cevap ver sonra söyleyeceğim.”
“Öncelikle, mağarada yaşamazlar. Kendilerine barınağın alaasını yaparlar.”
“Mağara demem, uygarlıklarını kaybetmeyi anlatmaya uygun düşmesinden. Özetle, kaç asırda uygarlıklarını yitirirler?”
“Olmaz öyle şey, niye ilkelleşsinler! Hiç olur mu öyle şey. Kolları sıvayıp ufaktan ufaktan başlarlar... Önce ufak tefek aletler, sonra daha zor olanları, daha sonra makineleri, atölyeleri ve sonunda da her türlü fabrikayı kurarlar. Çok sürmez buradaki her şeyi yapmaları.”
“Kim yapacak bütün bunları?”
“Onlar, çocukları..! Bir yandan çoğalacak ve yeni nesli eğitecekler. Böylece süre gidecek.”
“Bu arada güneş tepelerinde boza pişirmeyecek, sel alıp götürmeyecek, deprem yakıp yıkmayacak, fırtına silip süpürmeyecek, velhasıl ortalık süt liman olacak, yanlarında getirdikleri, yaptıkları aletler bozulmayacak, acıkmayacak, susamayacak, dinlenmeyecekler, tavşan gibi çoğalacaklar, aralarında hiç akılsız, deli, kafası basmayan, çolak, alil çıkmayacak, öyle mi!”
“Az da olsa, delisi de çıkacak, alili de... Bozulacak, yıkılacak tabii, yenilerini yapacaklar... Ne var bunda!”
“Bilgisayarları da yapabilecekler mi?”
“Bulunduğumuz noktadan bakacak olursak en son yapabilecekleri aletler bilgisayarlar olacaktır.”
“Mesele de burada. Bilgisayar yapabilecek noktaya ulaşmaya çalışırken, sahip oldukları bilgiyi koruyabilecekler mi? Özetle, kafalarındaki ve bilgisayarlardaki bilgileri kaybetmeden kullanılır halde tutabilecekler mi? Alet bu, önünde sonunda bozulur.”
“Tabii bozulacak, önceden tedbirli davranıp kağıda aktaracaklar bütün bilgiyi. Hatta yanar çürür diye akıl edip sağlam yerlere yazacaklar.”
“Binlerce yılda elde edilmiş onca şeyi yazıya dökmeleri mümkün olacak mı? Çocuklarına öğretirken, aktardıklarında bozulma olmayacak mı? Tıpkı kulaktan kulağa oynamakta olduğu gibi...”
“Önemli ve lazım olacağı bilinenin bozulmasına kim izin verir! Bu konuda çok dikkatli olacakları kesin. Öncelik sırasına göre bir yandan yazacak, bir yandan da yeni nesli eğitecekler. Çok sürmez tekrar bilgisayar yapacak noktaya ulaşmaları!! Kolay olmayacaktır tekrar bugünkü düzeye gelmeleri, lakin önünde sonunda bunu başaracaklardır. Kesinlikle mağarada yaşar duruma düşmeyeceklerdir.”
“İşte benim de duymak istediğim buydu. Zurnanın zırt dediği yer de burası. Sen de söyledin aletlerin makinelerin hayatımızı nasıl kolaylaştırdığını. Bu bir manada bu aletlere alıştığımız ve onlar olmadığında zorlanacağımız anlamına gelmez mi! Senin de dalgaya düştüğün yer burası. Her şeyi ve her işi yapan aletlerin olması demek, kas ve beyin gücüyle iş yapma becerisinin az olması demek değil midir? Özetle aletleri makineleri bozuldukça yaşamaktan yana zorlanmayacaklar mıdır? Önceliği hayatta kalmaya vermek zorunda olduklarından teknolojilerini korumakta daha fazla bocalayamayacaklar mıdır? Kısacası, önce tekrar tabiatla iç içe yaşamayı ve baş etmeyi öğrenecekler, sonra uygarlığı yeniden kurmaya çalışacaklardır. Bir de ezberleme meselesi var. Şimdiki telefonların otomatik arama özelliği yüzünden neredeyse hiçbir numarayı kafamızda tutmaz olmadık mı! Eskiden öyle miydi, hemen bütün eşin dostun numarasını ezberden çevirirdik. İşte onların durumu da aynen böyle... Kimse makinelerin kolayca yaptığı şeyler için yorulmaz. Kısacası makineler gittimi, formül, logaritma cetveli, element tablosu, atom ağırlığı mağırlığı uçtu demektir. Oturup hepsini yeniden keşfetmek zorunda kalmayacaklar mıdır! Hesap makineleriyle işlem yapmaktan neredeyse kimse karekök almayı bilmez hale gelmedi mi? Bir kuyumcu ahbabım, elektronik terazilere alışmak yüzünden, çırakları bırak, kalfalarının bile elektrik kesildiğinde gram taşlı eski terazilerle tartamaz hale geldiklerinden yakınıyordu. Öyle asır masır da geçmedi daha, dün bir bugün iki... Tamam, taşlı terazilerle tartmayı öğrenmek zor değil, amma ve lakin onlar için öyle mi, bir iki şey değil ki, öğren öğren bitmez binlerce yıllık bilgi bu...”
“Anlattıklarının hiçbiri mağarada yaşar hale geleceklerini göstermiyor. Belki kısa sürmeyecek, kolay olmayacaktır tekrar aynı noktaya gelmeleri, lakin önünde sonunda bu olacaktır.”
“Bir dakika, bir dakika, hiçbir zaman ulaşamazlar diyen mi oldu! Mesele uygarlıklarını koruyup koruyamayacakları... Diyelim ki telsizleri bozulmadı, sıkışınca Dünyaya bazı sorular sordular, cevabını sekiz yıl sonra ancak alabilirler.”
“Ne demeye çalışıyorsun? Neden sekiz yıl?”
“Zannederim hikayede, dört küsur ışık yılı uzağa gittikleri yazılıydı. Anlayacağın telsiz mesajının gidip gelmesi sekiz yıldan fazla sürerdi. Bana sorarsan telsizleri bozulmasa bile sonuç değişmez, sadece malzeme desteği gelirse mağarada yaşamaktan kurtulurlardı. Benim hikayeden çıkarttığım sonuç; uygarlık ne kadar ilerideyse, o uygarlığı sağlayan şartlar ortadan kalktığında korumak o kadar zorlaşıyor. Eğer o gidenler, bir asır önceki karatrenli, telgraflı zamanın insanları olsalardı zannederim bunu başarırlar ve mağaralık olmaktan kurtulurlardı.”
“Pek aklım yatmadı, lakin haklı da olabilirsin.”
“Aklın yatmaz tabi maymundan evrimleşmiş zenci bunak alim? Malum, ben söylemeyeyim de kim söylerse söylesin.”
“Densizliğine densizlik katma, mendebur. Ne alakası var... Bu konuda biraz daha düşünmem lazım dememi, ancak senin gibi bir akılsız ‘Kabul etmiyorum’ diye anlar. Sadede gelecek olursak, zannederim insanoğlu kıyamet gününden önce bunu yapmayı akıl edecek, soyunun devamı için başka gezegene gitmeyi başaracaktır.”
“Ben buna pek ihtimal vermiyorum?”
“Yine saçmaladın... Alimler, Dünyanın dört beş milyar yıl daha ömrü olduğunu söylüyor. Bunun en az bir milyarında yaşanabilecek durumda olacaktır Yeryüzü. Olsun olsun beşyüz milyon yıl olsun... Az zaman mı? İnsanoğlu son asırda, var oluşundan itibaren yaptıklarından daha fazla buluşa imza atmış. Gün geçmiyor ki yeni buluş olmasın, birkaç keşif yapılmasın... Onlar da bize duyurulanlar, duyurulmayanları da hesapla... İlerleme hızı hep katlanarak gidiyor... Doğru dürüst uçaklar yapmanın üzerinden ne geçti ki! Elli yıl, bilemedin yetmiş... Adamlar Mars’a gitmeye hazırlanıyor, sen haalaa hiçbir yere gidemeyiz diyorsun.”
“Ne olmuş Mars’a gidilecekse?”
“Ne demek ne olmuş? İki şey olmuş... Birincisi, gidilebileceği kanıtlanmış, ikincisi gelişmelerin ne kadar hızlı gerçekleştiği ortaya konmuş olur.”
“Bunları biliyoruz, amma ve lakin Mars’a gitmenin tecrübe kazanmaktan başka işe yarar tarafı olmadığını anlamanı bekliyorum.”
“İşe yaramaz da ne demek! Yolculuk sekiz on ay sürecek, hatta orada bir yıl kalıp Mars’la Dünyanın yakınlaşmasını bile bekleyebilecekler. Hava geçirmez kabinler, yakıt üretme tesisleri, alet edevatın bir kısmı önceden gönderilip hizmete hazır hale geldikten sonra astronotlar yola çıkacak. O hava geçirmez kabinlerde kendi yiyeceklerini yetiştirip yatıp kalkacak, araştırmalarını deneylerini yapacaklar.”
“Ben de bunu duymak istiyordum. Bu zahmet niye? Onca yolu gideceklerine kursunlar o kabinleri burada. Ne farkı var. Demem o ki, gezegenlerimizin hiçbirinde yaşanamaz. Bir ihtimal Mars... Onda da ancak böyle sandıklar içinde... Kazara erzak roketi gelemeyecek olsa vay hallerine. Buna yaşamak denir mi? Soyun devamı için Yeryüzüne benzer şartlar olması zaruri. Bizim Güneş’imizin etrafında dönenlerde hayır yok, ne yapacağız, başka yıldızların etrafındaki gezegenlerde arayacağız yeni dünyayı. En yakın yıldız nerede, dört küsur ışık yılı uzaklıkta. Lafın özü, saniyede üçyüzbin kilometre olan ışık hızındaki füzelerle dört küsur yılda ancak gidebiliriz oraya. Bugünkü füzeler saatte kırkbin kilometre yapabiliyor. Otur hesapla bakayım yüzlerce yılda mı yoksa binlerce yılda mı gidebiliriz oralara. O da en yakını bu, orada yaşanabilir bir gezegen olup olmadığı belli değil daha. Gidip bakıp geleyim desen birkaç bin yıl lazım. Alet göndermek de aynı şey... Önce, en azından ışık hızı gibi hızlara ulaşmak gerek. Hadi diyelim buluşlar çok hızlı geliyor, bu başarıldı, bakalım insanoğlu rahat duracak mı? Ne belli yakın bir zamanda yeryüzünün yaşanmaz olmayacağı! Yeryüzü ısınıyor, buzullar eriyor diye yırtınıyor millet. Benzin mazot kullansan bir dert, kullanmasan ayrı... Bana sorarsan kıyamet öyle çok uzakta değil. Böyle giderse, beşyüzelli yıl sonra Dünya nüfusu yüzotuz trilyon olacak, metrekareye bir kişi düşecekmiş. Artık o bir metrekareyi ekip biçer miyiz, oturur muyuz, yoksa amuda mı kalkarız karar ver. Havamı soluyorsun diye birbirlerinin boğazına sarılanlar da cabası...”
“İyi salladın densiz... Yüzotuz trilyon olacakmış... Hem de beşyüzelli yıl sonra... Bu kadar sallama cam çerçeve kalmayacak.”
“Ne sallaması... Hem ben televizyonun yalancısıyım. Programda öyle dediler. Senin gibi bunak sağır değilim ki, duymayıp uydurayım. Otur hesapla... Dünya nüfusu son elli yılda dört kat artmış, hesapla bakalım. Yanlış çıkarsa git o belgeselcilere anlat derdini, bana değil. Lafın kısası, önümüzde öyle milyonlarca yıl falan yok gibi gözüküyor. Bir yandan da kirletiyoruz... Bu da kaçınılmaz, uygarlığın bedeli tabiatın kirlenmesi...”
“Sen de çok karamsar oldun çıktın. Medeniyet daha iyi hayat şartları hazırlarken kirlenme de oluyor, lakin aynı zamanda bunlara çareler de aranıyor. Temizleme, süzme aletleri yapılıp rüzgar santralleri kurulmuyor mu? Benzinli arabaların yerini suyla çalışan borakslılar almak üzere. İşadamları da bu Dünyanın insanı değiller mi, onlar da senin gibi görüyorlardır olan biteni.”
“Kazın ayağı öyle değil. Alışmışlar petrolden oluk oluk akan paralara, kolayından vazgeçerler mi hiç. Para daha iyi yaşamanın aracı, lakin para kazanmak için kendisini sakat, çolak, alil yapan hastalıklı dilenci mantığını anlamanın mümkünatı var mı? Tek tercihi ölüm olan insanları hangi güç kontrol edebilecektir? Yaşanacak tek santimi kalmamış bir Dünyayı kimin yönettiğinin, zenginlikleri, yer altı kaynaklarını kimin kontrol ettiğinin ne manası kalacaktır! Tabiat kendi ayıklama mekanizmasıyla hayatı kontrol ediyor. İnsanoğlu ise tabiattaki hastalık afet gibi hayatı tehdit eden bu kapıları bulup kontrol altına alarak çoğalmasını hızlanarak sürdürüyor. Hadi diyelim petrol, kömür gibi yüksek kirleticilerin tüketimi asgariye düşürüldü, lakin artan nüfus yeni alanlar açmak için ormanları yok etmeyi sürdürecektir. Ne yapılacak? Ağaçların yerine konulacak makineler karbondioksiti dönüştüreceklerdir deme sakın. O makineleri çalıştıracak enerji nereden gelecek. Enerji üretmek demek, aynı zamanda ısı, kirlilik ve benzeri tehditleri de üretmek demektir. Ağaçlar bu işi hem bedavaya yapıyor, hem de yaşamın sürmesi için gerekli diğer pek çok şartı sağlayıp koruyor. Ormanlar yok edileceğine, nüfus artışına göre çoğaltılması gerekmez mi! Şimdilik Dünya bu yükü kaldırıyor, daha ne kadar..! Para yenmiyor, lakin çıldırtıyor. İyi de kaç yıl daha, veya kaç asır daha? Hadi diyelim, nüfus artışı da asgari düzeye çekildi. Alışmış kudurmuştan beterdir, insanoğlu savaşmadan durabilecek mi? Hele de yeni silahların o korkunç etkileri! Nereden bakarsan bak, kaygılanmamanın mümkünatı yok. Geçenlerde Dünyanın iki katı nüfusu besleyebilecek kapasiteye sahip olduğunu duydum. Hepsi hepsi iki katı. Şimdi diyeceksin ki nüfus iki katı oluncaya kadar yeni beslenme yolları çoktan bulunmuş olacaktır. Bütün bunlara rağmen haalaa beşyüz milyon, bir milyar yıl daha var oluruz diyebiliyorsan pes doğrusu. Aklıma takılan ve beni çok şaşırtan bir şey daha var ki, kaygılanmak gerektiğinin en önemli işareti.”
“Neymiş o!”
“Ne mi! Atmosferin kalınlığı.”
“Ne olmuş? Hemen hemen yüz kilometre.”
“Soluk alınabilecek kısmı?”
“Yaklaşık on kilometre.”
“Bu dikkatini çekmiyor mu? Buradan, Bakırköy’den Kumkapı’ya kadar bir mesafe. O da beşbin metresinden sonra hareket etmez neredeyse sırt üstü yatarsan ancak soluk alabilirsin. Dünyanın uzaydan çekilmiş resimlerine hiç dikkat etmedin mi? Koskoca mavi futbol topunun üzerinde şeffaf bir ambalaj kağıdı gibi duruyor ‘Ne olmuş, yüz kilometre’ diye yere göğe koyamadığın atmosfer. Bir de, Fatih Sultan Mehmet’in Beşbuçuk asır önce ‘Yaş kesenin başını keserim’ buyruğunu verecek bilince nasıl ulaştığına hep hayret ederim. Ağacın önemini nasıl kavradı da insanların yüreğine korku saldı. Gel de şaşırma...”
“Sultan Fatih gibi kaç kişi var ki tarihte! Niye şaşırıyorsun, çağ kapatıp çağ açmış, büyüklüğünü Dünyaya kabul ettirmiş adam... Bu kadar karamsar olmana gerek yok. İnsanoğlu her zaman zorluklarla karşılaşmış, lakin her zaman bunların üstesinden gelmeyi, çıkış yolu bulmayı başarmıştır. Ben seni kolayından aldırmaz bilirdim, ne evhamlıymışsın meğer. ”
“İster evham de, ister bilmem ne... Yiyecek paketlerinin üstündeki son kullanma tarihlerini gördükçe ‘Uygarlığın, Dünyayı son kullanma tarihi ne zaman’ sorusu aklıma takılıyor. İnsanoğlu ne zaman engel olabildi çılgınlıklarına? Her büyük savaştan sonra ‘Bu kıyım son olsun, bir daha asla izin vermeyelim’ der, amma ve lakin aradan üç beş yıl geçmeden kaşıntısı tutar, önce ufak tefek savaşlar başlar, kırk elli yıl demeden de patlar en acımasızı. Değişmez tek bir kural vardır. O da, sonuncunun en yok edici olmasıdır. İnsan ister istemez, savaşın da tabiatın kendini kontrol mekanizmalarından biri olup olmadığını düşünüyor. Neye yarıyor o yere göğe koyamadığımız beynimiz! Madem o kadar akıllıyız neden daha aklı başında çözümler bulamıyoruz! Bu yüzdendir ki, ben insanoğlunun Dünyadan çıkış yapabileceği alet ve makineleri geliştirme fırsatını bulamayabileceğini düşünüyorum. Evham ha... Beyin zannederek taşıdığın o şeyin lafta kullandığın beşte birlik bölümüne biraz kan pompala, belki işe yarar. Nasıl yapacağını bilmiyorsan öğreteyim. Tek ayak üzerine çömelip kalkacaksın. Bunu iki kere yaptıktan sonra sol elinle burnunu tutarken sağ elinle de sol kulağının memesini hafiften hafiften okşayacaksın. Bunları yaparken de gözlerini kırpıştıracak kaşlarını kaldıracaksın. Bir dene, bak nasıl işe yarıyor...”
“Densiz.”
“Baksana aklıma ne geldi. Hani ikide bir duyarız ya önceki hayatımda kraliçeydim, hahamdım gibi haberleri. Hani ikinci hayat, önceki hayat muhabbeti...”
“Reenkarnasyon...”
“Her ne deniyorsa, işte ondan bahsediyorum. Bu durum da beynimizin o kullanmadığımız kısmıyla alakalı olmasın! Ha ne dersin?”
“Taktın kafayı, illa minarene kılıflar uyduracaksın...”
“Ne var yani, yok mu böyle vakaalar?”
“Saçmalık, bence bu durum tamamen psikanalistleri ilgilendiriyor.”
“Psikanalistleri ilgilendirmeyecekti de kimi ilgilendirecekti? Baytarları mı? İlla yapacaksın bunak alimliğini.”
“Hem saçmalayacak, hem de üste çıkmaya çalışacaksın, olacak iş mi!”
“Ne yapayım, kader utansın, huyum kurusun, üste çıkmayı severim.”
“Densiz mendebur, lastikli laflarını al başına çal.”
“Ben ne dedim şimdi, sen demedin mi üste çıkarsın diye.”
“Ben o maana da mı söyledim mendebur. Kafan başka şeye çalışmaz ki! Varsa yoksa mendeburluk...”
“Hadi yine bende kalsın efendilik. Cevap vermeyeceğim sana.”
“Bak hele, hem suçlu hem de güçlü. İnsan densiz olmaya görsün, yapışır yakana, koparıp atamazsın da...”
“Kaşınma bunak. Basma damarıma...”
“Damarına basmaymış... Başka işim yoktu da baştan aşağı işkembe olanın, damarına şirdenine mi dokunacaktım. Ondan sonra bir teneke arapsabunu lazım temizlenmeye...”
“Bana bak bunak kaşınma... Peklikten kurtulmak için iki şişe müshil içip amel olmuş gibi sıçıp sıvama ortalığı. Kaşınma...”
“Bana bak densiz mendebur, tek lafını duymak istemiyorum artık. Kalk masamdan, git başka yere otur...”
“Sen git başka masaya. Önce ben gelip konuşlanmıştım buraya... Senin meymenetsiz suratına meraklıydım sanki... Hadi anca gidersin konuşlandığım yerden...”
“Konuşlanmışmış... Bu kelime de senin gibi densiz. Doğrusu konumlanmak olacak, lakin gel de anlat. Delinin biri taşı attı kuyuya, çıkartacak tek akıllı çıkmıyor ortaya. Konuşmakla konmanın ne ilgisi var diyen tek zat-ı muhtereme rastlanmazken, millet çok sevip sahiplendi bu lafı.”
“Bunak, şimdi de TDK kesilme başıma. Lafı çok komik bulmasam hiç dolar mıydım dilime. Yapıştın kaldın konuşlandığım noktaya, anca gidersin, yallah başka masaya...”
“!!..??..!!,,”
“Dönme arkanı, gelmesin aklıma kadın hakkı!”
“Ne, ne, ne, sen ne dedin bakayım?”
“Celallenme bunak, kalkmaz sana...”
“Seni namussuz, al sana...”
“Manyak mısın be adam... İyice kafayı oynattın sen. Deli misin nesin! Şişirdin kafamı... Kanıyor... Delirdin mi be adam, yirmilik nervürlü inşaat demiri gibi o bastonla vurulur mu hiç?”
“Densiz mendebur, ağız sandığın yerden çıkanı kulağın duymuyor mu? Laftan anlamayanın hakkı kötektir.”
“Ne dedim şimdi ben?”
“Daha ne diyecektin, daha ne..!”
“Kalkmaz sana elim diyecektim, geçirdin kafama odunu. Bak şimdi bile kalkıyor mu elim.”
“Eliymiş..! Tanımayan bilmeyen bile bahaneni yutmaz. Eliymiş..!”
“Bunak sen tımarhaneliksin... Seni tıkmalı içeri, korumalı milleti.”
“Uzatma... Sonunda bunu da yaptırdın ya bana, senden korkulur.”
“Sanki yemediğin nane... Geçenlerde de sandalyeyi geçirmeye kalkmadın mı? Hesapta elin ayağın tutmuyor... Moruklaşmış numarası mı yapıyorsun... O kuvveti nereden buldun..!”
“Uzatma... Al şu mendili, alnına kan sızmış... Ne oturuyorsun, gitsene eczaneye... Pansuman yaptır, penisilin tozu serpsinler... Mikrop kapmasın... Hoş mikrobu mikrop kaptığı nerede görülmüş!”
“Mendilin kanlandı, sonra sana da bulaşırım diye dellenirsin.”
“Uzatma, bulaştın bulaşacağın kadar...”
“!!!!..?..!!!!”
“Küfretme densiz. Küfredeceksen de sesini duyayım. Neler dediğini tahmin etmekten bitap düşüyorum. Duymamak daha mı kötü ne...”
“Sen yat kalk kahvedekilere dua et, araya girmeseler pestilini çıkartmış, kemiklerini un ufak etmiştim.”
“Uzatma...”
“Al mendilini... Artık çerçeveletip duvarına asar, bakar bakar, nasıl da geçirdim kafasına diye keyiflenirsin. Kurudu, kan akmıyor... Al mendilini...”
“O dediğini ancak senin gibi densiz manyaklar yapar. Uzatma...”
“Bana manyak diyene bak... Asıl manyak sensin, neredeyse öldürecektin beni. Tımarhanelik manyak...”
“Uzatma, attırma yine tepemi.”
“Manyak, insan olanın gözü bu kadar döner mi!”
“Asıl manyak sensin. Bir de utanmadan savaş kötüdür nutukları atmıyor musun? Asıl delilik bu kadarına sabredebilmektir.”
“Manyak bunak, o nasıl vurmaktı öyle, kafamda şimşekler çaktırdın.”
“!!!...???..!!”
“Aklıma ne geldi... Hani bir meseleye takılır aklın, düşünür taşınır bir türlü hal yolu bulamazsın. Günler sonra kafanda aniden bir ampul yanar, bir ışık çakar, ‘Buldum’ diye fırlarsın ya, işte onun gibi... Bazen elektrik düğmesini çevirdiğinde kıvılcım çıkar ya, tıpkı onun gibi.”
“Desene baston işe yaradı. Hidayete ermişe benziyorsun.”
“He bunak he... Tıkanıp kalmış gibisindir, o ışık çaktığında sanki yeni bir yol açılmış gibi rahatlarsın.”
“Yine neler saçmalamaya çalışıyorsun? Ne ışığı, ne anahtarı? Benim bildiğim o şerareler, kontak yapıp kısa devre olduğunda veya sigorta attığında çıkar.”
“Domuzuna anlamaz gibi yapıyorsun. Bilhassa büyük şalterleri açıp kaparken çok kıvılcım çıkar. Her neyse, demem o ki, cevaplamakta zorlandığın bir derdin olduğunda çok olur şimşek çakması. Sanki şalter açılıp makine çalışmaya başlamış gibidir. Lafın kısası, böyle durumlarda beynin o kullanılmayan bölümlerinden küçük bir kısmı faaliyete geçiyor olamaz mı?”
“Olmaz öyle şey. Başladın yine saçmalamaya.”
“Niye olmasın... Demem o ki, bilmediğin, yani beynin çalışan yüzde onbeşlik bölümünde olmayan bir bilgi gerektiğinde, o bilgi eğer yüzde seksenbeşlik bölümde varsa çıt diye bir anahtar açılıyor ve o alan devreye giriyor.”
“İyice saçmalamaya başladın. Keşke indirmeseydim bastonu. Daha önce bu kadar saçmalamıyordun.”
“Saçmalık maçmalık... Senin başına gelmedi mi hiç beyninde bir ışık yanması?”
“Gelmesine geldi, lakin bunu ona yormak ancak senin gibi densiz manyakların işidir. Olmaz öyle şey.”
“Olmazmış... Ya buluşları yapanların başından bu geçiyorsa!”
“Bırak saçmalamayı. Radarı yahut transistörü asırlar önce atalarımız bulmuştu, sonra unutuldu, bir zaman sonra birinin kafasında şimşek çaktı ve yeniden keşfetti... Saçmalık... Akıl var mantık var, olacak şey mi bu! Mağarada yaşayan atalarımız neler de yaparmış meğer... Bir yaşıma daha girdim.”
“O zaman ne var o yüzde seksenbeşlik bölümde?”
“Ölünün körü var. Nereden bileyim... Fakat şundan eminim ki, radar falan yok. Saçmalamayı bırak...”
“!!!!!!!”
“Diyelim ki haklısın, biliyorduk, lakin unuttuk. Nerede bunların tarihi kalıntıları? Tek bir emare olsun yok ortalıkta. Şeytan aldı götürdü diyemeyeceğimize göre, ne oldu bilindiğine dair kalıntılara? Radarı keşfetmişlerdi, lakin mağarada yaşarken işlerine yaramayacağını düşündüklerinden hayata geçirmemişlerdi demeyeceksin herhalde.”
“Ne belli bunların kalıntılarının bu Dünyada olduğu!”
“Sen iyice azıttın. Ne demek şimdi bu?”
“Ne demek ‘Ne demek’, başka bir Dünyadan gelmiş olamaz mıyız diyorum.”
“Yok, iyi etmedim bastonu geçirmekle. Başka Dünyadanmış... Bakalım daha ne kadar saçmalayabileceksin! Diyelim ki başka Dünyalardan geldik. Gelirken kullandığımız uzay araçlarının, aletlerin kalıntıları ne oldu peki? Bir kıymık olsun kalmaz mı? Hepsi mi buharlaştı..? Saçmalık...”
“Bunun farkındayım... Nöbet yerlerine nöbetçi bırakan devriye misali, soyun devam şansını artırmak amacıyla yaşama uygun gezegenlere seçilmiş grupları bırakan ve yoluna devam eden uzay gemileriyle gelmiş olamaz mıyız? O zaman kalıntıları burada aramak nafile olmaz mı? İyi de, neden, işe yaramadığı halde bize bunca yük olan beynimizi asırlardır taşıyoruz?”
“Nereden bileyim! İlla ki vardır bir cevabı ve bilim bir gün bulacaktır. Taktın gidiyorsun... Yeter artık, hafakanlar basmaya başladı. Sıktı bu beyin muhabbeti.”
“İçgüdü nedir peki? Doğuştan gelen davranışlara içgüdü denmiyor mu? Sürüyle içgüdümüz var ve bunları kimseden öğrenmedik, hepsi doğuştan diyoruz, amma ve lakin fiziksel yapı dışında bilgi kayıtlı olamaz diye kestirip atıyoruz? He, içgüdü nedir maymundan evrimleşmiş zenci bunak alim?”
“Taktın gidiyo..!!!.??..??”
“Kıvırma da cevap ver. İçgüdü nedir? Yükseklik korkusunu kimse öğretmez bize, amma ve lakin yüksekten korkmak gerektiğini biliriz. Amma, beş kardeşin beşinde de olmaz bu korku, yalnız birinde ikisinde çıkar. Yani, hepsi doğuştan almayabiliyor bu bilgiyi. Fiziksel özellikler gibi burada da aynılık söz konusu olmayabiliyor. Malum aktarılan genler rastlantısal ve farklı. Yılan, örümcek, yükseklik korkusu gibi içgüdüler fiziksel özeliktir diyebilir miyiz? O zaman nedir içgüdü? Kalıtımsal kültürel bilgi değil mi?”
“!!!!!!...??????”
“Yoksa kullanmadığımız o bölümlerde yapacaklarımız mı kayıtlı? Ne belli, uygun şartlar oluştuğunda faaliyete geçen bilgi paketleri olmadığı? Tıpkı hastalık yapan virüsler, mikroplar gibi... Yüksek bir yere gitmedikçe bu korkumuzun da farkına varamayız. Yani karşılaşmadıkça bilemeyiz.”
“Yahu yeter, saçmalamayı bırak...”
“Ne belli beynimizin ilkel atalarımızdan değil, bizden çok daha uygar atalarımızdan kalmadığı!”
“Saçm...!!...???..”
“.!!..!!..???..”
“Sonunda acayip bir şey yumurtladın densiz.”
“Buna ben de şaşırdım desem yeridir.”
“Birden içimi bir ürperti kapladı...”
“Benim de...”
“Çay söyleyelim...”
“Bunaksın munaksın, amma ve lakin bir sen kaldın. Diğerleri ya başka diyarlara, ya da öteki dünyaya göçüp gittiler. Hem sen olmasan ben kimi kızdıracaktım.”
“Ulan tornacı...”
“!!!!!!!!!!”
“Bakma öyle, bir kerecik olsun ağız tadıyla bir ulan diyeyim sana, yoksa gözü açık gideceğim. Ulan densiz ağzın bozuk mozuk amma, yine de seni yakınımda bilmek güç veriyor bana. Yoksa bu feleğin yüklediklerini taşırken çok zorlanırdım.”
“Bunak, üç oldu...”
“Ne üç oldu?”
“Üç kere ulan dedin. Böyle giderse densiz kesileceksin başımıza.”
“Takma kafanı, üç kere ulan demekle sen densizi gibi küfürbaz olmam.”
“Dört oldu...”
“Densizleşme densiz.”
11.02.2003 / 07.08.2003 / 28.11.2004 / 06.07.2009
Eyüp Şeker