KAYBEDİLİŞ

 08.03.2002

 

KAYBEDİLİŞ

 

BİRİNCİ BÖLÜM YA DA GASPÇILIK YA DA KURTULMAK

 

         Tenha kavşakta yeşil ışık bekleme sabırsızlığındaki dikilmiş bakışlı sürücülerin hiç biri, çok kullanılan açık renk yerli otomobilin arka kapısını telaşla açarak binen omuzunda siyah bir çanta asılı hafif sakallı genci görmedi. Zaten görselerdi bile garipsemeyecekler, bildik bir arabaya binen bildikleri biri diye düşünerek an’ın çok minik bölümünde belleklerinin asla anımsanmayacaklar kısmına gönderip gideceklerdi. Gencin belindeki 14’lüyü görmelerine de olanak yoktu. Arabayı kullanan gencin ve yanındaki genç kadının arkaya dönmelerindeki büyük şaşkınlığı fark etmeleri de olanaksızdı. Kış günü kapalı camların ardındaki sesleri duymaları kolay değildi. Hem camlar açık olsa bile, kafalarını “Neden yanmıyor bu yeşil!”e takmış halde ve kendi müziklerine boğulmuşlukla sık rastlanılan açık renk arabadaki sesleri duymaları söz konusu değildi. Arabaya binenin tabancasını çıkartıp direksiyondaki gencin kafasına dayadığını da kimse görmemiş, genç kadının çığlık attığını da duyan olmamıştı. Arkadaki, tabancanın namlusuyla ensesinden dürterek sert ifadeli buyuran sesiyle “Görmüyor musun yeşil yandı. Gazlasana!” dediğinde, direksiyondaki genç hareketlenirken, paniğe uğramamış, her şey kontrolündeymiş sunumlu bir hal takınarak, sakin yatıştırıcı tonlu sesiyle “Bakın beyefendi, bu yaptığınız yasa dışı. Başınız daha büyük belaya girmeden buna son verin. Söz, sizden şikayetçi olmayacağız. Biz...” demeye çalışırken hiç alışık olmadığı “Kes sesini lavuk. Arabayı kullanmana bak. Senden nasihat babalığı yapmanı isteyen mi oldu. Düz git, ilerden Şile yoluna sapacaksın. Az kullanılmış beyninle bir yamukluk yapayım deme sakın. Delikli beyin bir işine yaramaz lavuk” tepkisiyle karşılaşınca ağzı açık kala kaldı. Kız arkadaşı ise kaybolmak istercesine iyice kapıya yaslanıp büzülerek olan biteni anlamaya çalışıyordu. Arkadaki gencin paniksiz telaşsız ne yaptığını bilir hükmedici tavırları ikisinin de çabucak pısmasına sebep olmuştu. Tek hakimin müzik olduğu havayı teslim almış suskunluğu “Ne lan bu gavurca muhabbeti. Türkçe’yi bile gavurca gibi konuşuyor bu lavuklar. Ne dediklerinden bi bok anlaşılıyor, ne de çaldıkları şarkılar bi boka benziyor. Ne anlıyorsunuz bunlardan! Bu radyoda Türkçe yok mu! Başlatmayın gavurcanızdan. Doğru dürüst bir yere ayarla şunu” diyerek bozan da yine arkadaki oldu. “Nasıl bir belaya çattık!” diye düşündüklerini bile belli etmemeye çalışarak birbirlerini kısaca süzen  öndekiler bilinmezliği çoktan kabullenmiş gibiydiler. Arkadakinin “Tamam bu iyi, burası kalsın...” diyen sesini duyuncaya dek [ARAMA] düğmesine basmayı sürdürdü gözünü yoldan ayırmadan radyoyu ayarlamaya çalışan sürücü.

Kapkaççı cepçi tedirginliğiyle hep dikkatli olmuşsalar da, bütün davranışlarından deneyim akan silahlı bir saldırganla karşılaşacakları hiç akıllarına gelmemişti. İkisi de suskunlukla arkadakinin neyin nesi olduğunu anlamaya, daha doğrusu hiçbir şey anlayamamaksızın kendilerini bekleyenin ne olduğunu öğrenmeye doğru gidiyordu. “Bana bak lavuk, tavuk musun nesin! Bu kadar yavaş giderek trafikçilerin dikkatini mi çekmeye çalışıyorsun! Ne arar burada trafik polisi, jandarmayı uyandırmaya çalışıyorsan boşuna uğraşma. Bas şu gaza, yoksa sıkacağım kafana!” diyen sert sesten çok namlunun soğukluğunu ensesinde hissetmenin irkiltmesiyle hafifçe arkaya dönen genç “Ben kurallara uyarak otomobil kullanırım. Trafik canavarının benden uzak durması için hız limitlerine, yoldaki levhalara dikkat ederim...” açıklamasını tamamlayamadan “Manyak mısın ulan, araba mı kullanıyorsun, yoksa tabela okumak için mi yola çıkıyorsun! Lavuk, doğru dürüst sür şu arabayı. Manyak mısın laan, bomboş yolda altmışla gidildiği nerede görülmüş. Bırak tavukluğu bas şu gaza, sıkmayayım kafana!” terslenmesiyle karşılaşınca iyice şaşırıp kala kaldı. Olan biteni algılaması mümkün değildi. Daha önce hiç karşılaşmayıp duymadıklarını görmediklerini yaşamaları, olan biteni televizyon şovu ya da tiyatro oyunu olarak veya filmlerden çıkmış sahneler gibi algılamaları çok doğaldı. Onlara göre bu tür konuşma ve ifadeler komedilerde ya da ucuz filmlerde olabilirdi ancak. Karşılaştıklarına o kadar yabancıydılar ki, bütün bunların, yazarların yönetmenlerin komedyenlerin uydurduğu farklı bir boyut getirme ya da gülmece malzemesi üretme çabalarının sonucu olduğunu sanıyorlardı. Arkadaki aynı ifadeli sesle:

“Bana bak, sen ne iş yapıyorsun?”

“Bilgisayar programcısıyım.”

“Bankadaki karılar gibi ha! Hiç aklım basmaz o işlere... Bu yavru mal mı?”

“!!!!!!!!!!”

“Sana bir soru sorduk lavuk. Konuşsana..!”

“Hayır hayır, lütfen... Halka ilişkiler sorumlusudur arkadaşım.”

“Kes lan tatavayı. Şimdi demedin mi halkla ilişkiler bilmem nesi diye. Orospu desene şuna.”

“Halkla ilişkiler sorumlusu.”

“Aynı şey değil mi lavuk. Halkla ilişkiler bilmem nesi orospunun kibarcası değil mi!”

         “!!!!!!!!!”

         “Yoksa mama mı! Öyle desene... Karı satıyor ha... Başka yavruların sırtından geçinmek iyidir demeye mi getiriyorsun? Boş versene, bana göre orospuluk daha iyidir. Nasıl elinde güzel yavrular var mı? ”

         “Beyefendi hakaret etmeyin lütfen. Arkadaşım bir şirketin ve ürünlerinin tüketici bazındaki ilişkilerinden sorumlu...”

         “Kes lan lavuk. Yerim senin kitabiliğini, mürekkep yalamış havalarını. Sen bu kitabi havaları yavrulara sat.”

         “!!!!!!!!!”

         “Nereye gidiyordunuz bakayım siz?”

“Polonezköy’e.”

“Bu yavruyu yemeye mi götürüyorsun?”

“Evet, yemek yiyecek, ciğerlerimizi bolca temiz havayla...”

“Kes lan tıraşı. Anlamazmış gibi yapıp lafı değiştirmeye çalışma. Karı koca olmadığınıza göre bu yavruyu yemeye götürüyorsun işte. Laf kalabalığı yapma. Koca İstanbul’da lokanta mı yok. Maval okuma lavuk, yiyişmeye gidiyoruz desene.”

“Yiyişmek mi!”

“Bana bak tepe mi attırma. Açık açık söylesene yavrunun üstüne çıkacağını.”

“!!!!!!!!!”

“Yiyişecek misiniz yoksa kamışı da yağlayacak mısın?”

“!!!!!!!!!!”

“Bana bak lavuk, kendini akıllı mı sanıyorsun! Bu yavruya ayıp olmayacağını bilsem öyle bir kalay geçerdim ki kırk yıl cilalanmak istemezdin. Böyle yavruları hep senin gibi lavuklar mı yiyecek. Bassana lan gaza.”

“Yol virajlı, çok riskli tehlikeli olur...”

“Kes lan tatavayı. Bu yavru biliyor mu araba sürmeyi?”

“Evet.”

“Çek lan sağa. Güzelim sen geç direksiyona. Gözüm üstünüzde bir numara çevireyim demeyin.”

Çığlık atmak dışında o an’a kadar tek ses çıkartmayan genç kadın otomobilin önünden dolaşırken yardım umarcasına bakışlarını hızla çevrede gezdirdi. Bol ağaçlı yolun ıssızlığında ve soğuk kış günü trafiğinin ölülüğünde kimsenin yaşanan sıra dışılığı fark etmesi söz konusu değildi. Tek tük geçenler başlarını bile çevirip  bakmazken kime ne anlatabilirdi ki. Direksiyon başına geçerken bütün cesaretini toplayarak:

“Bakın, lütfen hakaret etmeyin. Bunu sürdürürseniz kullanamam.”

“Güzelim sizlen bir işim yok. Arabanız lazım bana. Doğru dürüst kullan, sesimi çıkartmam. Erken ötmeyesiniz diye uygun bir yere bırakacağım sizi. Tamam mı, şimdi devam et.”

“Peki.”

“İlerden sola sap, doğru gideceksin. Polonezköy’e dönmeyeceksin, Riva’ya doğru devam et, tamam mı!”

“!!!!!!!!!!”

“Ha şöyle yahu. Tavuk gibi araba kullanan bu lavuğu nereden buldun! Koca memleketi arasan bunun gibi bi tane daha bulamazsın. Çok aradın mı bu numunelik lavuğu!”

“Bakın, ben telekız değilim. Büyük bir şirketin tanıtım görevlisiyim.”

“Kusura bakma güzelim, bu lavuk karıştırdı kafamı. O kadar lafı nereden buluyor bilmem, sen varsın diye bana hava atmaya kalktı lavuk. Cır cır edip durdu... Kafa mı bıraktı! İlişki milişki deyince öyle anladık işte. Kusura kalma...”

“!!!!!!!!”

Sağdaki koltuğa geçenin sessizleştiği yolculuk, geçilen bir iki köy dışında bol ağaçlı arazideki kırık dökük asfaltta sürüyordu. Dar bir açıyla çıktıkları daha bakımlı yola girdikten sonra çok gitmemişlerdi ki, arkadakinin “Yavaş ol, sağda bir toprak yol olacak, oraya sapacaksın” dediğinde ikisi de ürperdi. Az sonra “Tamam burası işte, sap...” diyen sese uymamayı geçirdi aklından, ancak bol ağaçlı ıssızlık ve boynuna değen namlunun soğukluğu bunun nafile bir çırpınış olacağını çabucak öğretti genç kadına. “Korkmanıza gerek yok, size zarar vermeyeceğim. Biraz gittikten sonra bırakacağım. İster yürüyerek geri döner, isterseniz ilerleyip Riva’ya gidersiniz. Derdim tasam erken ötmemeniz. Temiz hava almayacak mıydınız! Alın size bol bol orman havası” demesi de korkularını yatıştıramadı. Bozuk toprak yol boyunca ilerlerken öleceklerini daha çok düşünmeye başladılar. Genç adam koltuğunda kıvranmaya başladığında “Bana bak akıllı ol! Az kullanılmış beyninden uzak tut bir haltlar karıştırmayı. Değiştirtme kararımı, dağıtmamayım kafanı!” diyen sesten çok silahın dürtmesiyle duruldu. “Zarar vermeyeceğim dedik ya. Ne kaşınıyorsun!” diyen adamı dinlemekten başka çareleri yok gibiydi. Ormanın içinde, bozuk toprak yolda sekiz dokuz kilometre ilerlemişlerdi ki “Burada arabayı döndür, sonra da dur!” diyen sesle irkildiler. “Sen burada iniyorsun, atla aşağı. Hadisene lavuk, attırma tepemi!” diyen adamı dinlememeyi düşünüp çaresizlik içinde kıvranırken “Elimden bir şey gelmiyor” ifadesiyle kız arkadaşına baktı. Kapıyı açıp dışarı çıkarken de “Affet beni!” tavırlı bakışıyla süzüyordu genç kadını. Kapıyı kapatmaya çalışırken “Bas gaza!” diyen sesi duydu son olarak. Genç kadın, taş kesilmişçesine dikilip uzaklaşmalarını seyreden erkek arkadaşını gözden kayboluncaya dek aynadan izledi. Bir iki kilometre kadar gitmişlerdi ki “Çek sağa!” diyen adamın sesiyle irkildi. Serbest bırakılacağı düşüncesiyle ferahlayan yüreği “Kontağı kapat!”ı duyunca hızlı hızlı atmaya başladı. Denileni yapmıştı ki “Arkaya gel!” buyurganlını duyunca sarsılıp kala kaldı. “Arkaya gel dedik, duymadın mı!” diretmesiyle karşılaşınca, dönüp silahlı adama bakarken “Lütfen, bana dokunmayın!” demeyi başardı. “Bak güzelim ne zamandır kimseye ilişemedim. Elim nasır tuttu namussuzum. Parasızlıktan keraneye bile gidemiyorum. Sana zarar vermeyeceğim. İyilikle gel buraya güzelim. Uzatma, tepemi attırma, güzellikle yapalım. Nasılsa toprak olacak bir gün. Bir iyilik yapmış olursun. Hadi güzelim, işi zora koşma!” diye direten adama karşı koyamayacağını anlayıp dışarı çıktı. Tek yapabildiği arka kapı koluna uzanırken ümitsizce çevredeki yüksek ağaçları ve toprak yolu taramak oldu. Kapıyı açıp bindi...

Tekrar yola koyulup birkaç kilometre daha gitmişlerdi ki “Çek sağa, kontağı kapat, arkaya gel!” diyen sese nafile yere direnmeyip arka koltuğa geçti. Tekrar direksiyona geçerken “Hani beni de bırakacaktınız! Neden sözünüzde durmuyorsunuz?” diye sorduğunda “Biraz daha arabamı kullanacaksın. Sonra bırakacağım seni güzelim” yanıtını alınca ısrarlı olmadı. Aynı olay asfalta çıkmadan önce bir kez daha tekrarlandı ve sonrasında silahlı adam inip ön koltuğa oturdu. Bundan sonra bir daha tekrarlanmaz diye düşünürken kısmen düzgün yolda yedi sekiz kilometre gitmişlerdi ki yine “Soldaki şu ağaçların arasına çek arabayı!” buyurganlığıyla karşılaştı. Deneyimli sayılmazdı, ama böyle bir şeyi duyup işitmiş de değildi. Tüm şaşkınlığına rağmen denileni yaptı.

Şile sapağına geldiklerinde karşı istikamete gitmesini isteyen adamı süzdü, ama ne amaçladığını anlayamadı. Yalnızca bir ara gözüne ilişen tabelayı düşündü. Buradan İzmit’e gidildiğinin farkında bile değildi. Oysa Şile’ye gidip gelirken kaç kez geçmişti bu sapaktan. Adam silahı beline sokmuş, artık konuşmaz olmuştu. Neredeyse öğlen olacaktı. Bir köyden geçip epeyce ilerlemişlerdi ki, ağaçsız açık bir alanda “Çek sağa, kontağı kapat!” diyen adamı duyduğunda “Yine mi!” düşüncesiyle frene basarken “Tamam, artık sen gidebilirsin güzelim”i duyunca sevinçle kapıyı açıp indi. Adamın aşağı inmeden sürücü koltuğuna geçişini ve hızla uzaklaşmasını izledi.  O da kurtulmuştu.

 

İKİNCİ BÖLÜM YA DA SOYULMAK YA DA KATLEDİLMEK

 

Elli yaşlarındaki adam, her bir elindeki epeyce ağır oldukları belli çantalarla yaylana yaylana yürüyordu. Son müşteriye de uğramış, İnegöl’ün küçük otobüs garajına doğru gidiyordu. Mesleğinin riski yüzünden her zaman çok temkinli olmuştu. Hatta o kadar temkinliydi ki, müşterileri arabasıyla değil ilk zamanlar olduğu gibi otobüsle minibüsle dolaşıyordu. Her zaman güvenli görmüştü kalabalık ortamları. Genellikle son yolcu olmayı yeğler, gözünün kesmediği her araca güvenmez, birkaç kişi daha binmeden iki üç kişinin arasına kesinlikle oturmazdı. İşi kolay değildi, en az beş kilo altın olurdu gösterişsiz yıpranmış çantalarında. Kılığının da çantaları gibi gösterişsiz olması için çaba harcardı. Bugüne dek yeni bir pantolon ceketle çantaya çıkmamıştı. Kuyumculara girip çıkarken işini belli etmemeye çalışır, içerde bir müşteri varsa alış verişini yapıp çıkıncaya kadar çantaları açmazdı. Kuyumcular, onun ve diğer çantacıların böyle davranmasına alışık oldukları gibi, bu renk vermemeye katılır, birbirlerini kolayıp gözetmeyi nerdeyse içgüdüsel olarak uygularlardı. Mesleğin en önemli şartının güvenlik olduğunu herkes bilir ve ona göre davranırdı. O da, güvenliğin en başta gelen yönteminin de göze batmamak olduğuna inanıyor “Gelin beni soyun!” anlamına gelebilecek her şeyden olabildiğince uzak duruyordu. Her zamanki gibi, hızlı ama dikkat çekmeyecek bakışlarla etrafını kolaçan ederek telaşsız izlenimli hızlı adımlarla yürürken karşıdan ortağının geldiğini sandı. Kafası karışmıştı, çünkü ortağının arabası daha koyu renkti. Neden ortağı sandığını anlaması çok sürmedi. Evet onun plakasıydı. Pırıl pırıl parlayan plaka garibine gitmişti, çünkü ortağı arabasını çok ender yıkar, çamurlu hali yüzünden neredeyse boyası bile anlaşılmazdı. “Demek daha açık renkmiş arabası, yıkayınca rengi ortaya çıktı...” diye düşünürken araba yanında durunca bir şaşkınlık daha yaşadı. Çünkü direksiyondaki, sırıtarak “Naaber dayı, işler nasıl!” diyen yeğeniydi. “Sen ne arıyorsun burada!” diye sorması kaçınılmazdı. Çünkü, işsiz güçsüz kafasız yeğeni, ortağının arabasıyla karşısına dikilmişti. Nasıl sormasındı..! Aldığı “Seninki arabayı verdi, git dayını al dedi” yanıtı şaşkınlığını geçirmeye yetmedi. İnanası gelmiyordu ortağının bunu yapacağına. Çünkü, birkaç yıl önce adam ederim düşüncesiyle yeğenini yanına almış, ama hırsızlıklarıyla yanlışlarıyla ikisini de yıldırmıştı. İlkokulu bile zorla bitirmiş bu ipsiz, iş öğrenmek gibi bir derdi tasası olmayan bu akılsız, kumara içkiye para yetiştirmek için boyuna çalıp çırpmış iflahlarını sökmüştü. Kız kardeşinin hatırına bir şey yapmamıştı, ama ortağı yeğenini hiç sevmez dükkanın yakınından olsun geçmesini istemezdi. Ne kadar garipsese de çantaları arkaya koltukların arasına koyup ön tarafa oturdu. Ne de olsa yeğeniydi, ne sakıncası olabilirdi,  bir kerecik olsun rahatça dönebilirdi İstanbul’a.

Yola çıktıktan bir süre sonra otomobildeki değişiklikleri fark etmeye başladı. Koltukların rengi, teybin son model oluşu, aynada asılı olması gereken ortağının fanatik derecede tutkun olduğu takımın maskot formasının yokluğu dikkatini çekti. Bugün cumartesi değil miydi! Ortağı bugün Eskişehir’e maça gitmeyecek miydi, neden versin arabasını bu ipsize sorularıyla boğuşurken,  ters yöne doğru gittiklerini de fark edip “İstanbul yoluna niye sapmadın, nereye gidiyorsun!” diye sorması ilk şüphe tohumlarını ekti beynine. Yeğeninin “Seninkinin anası babası Oylat’ta, maça gideceği için çamaşır mamaşır dolu çantayı benim götürmemi istedi. Bilmez misin seninkinin bana araba koklatmayacağını. Öyle olmasa verir miydi... Dayını da alırsın dedi...” sözleriyle sırıtarak karşılık vermesi şüphelerini yatıştırmak yerine daha da körükledi. Ortağının anasının babasının kaplıcaya gittiklerini bilmemesi mümkün değildi. Kaç yıldır birlikteydiler, yedikleri içtikleri ayrı gitmezken bundan haberi olmayışı akıl alır gibi değildi. “Bu işte bir bit yeniği var. Hadi hayırlısı...” diye düşünüp yeğenini incelemeye başladı. Her zamanki serseri görünüşünden farklı bir şey ilişmedi gözüne. Dediği gibi Oylat yoluna sapması “Demek ki doğru söylüyormuş” düşüncesiyle biraz olsun rahatlamasını sağladı. Çok gitmemişlerdi ki toprak bir köy yoluna sapmasıyla irkildi. “Sen ne yapıyorsun? Neden bu yola girdin!” diye bağırarak eliyle yeğenini omuzundan itti. Beyninde alarm zilleri çalmaya başlamıştı ve artık tehlikede olduğundan emindi. Yeğeni bildik sırıtmasıyla “Dur be dayı, gidiyoruz işte... Burası kestirme...” diyerek işi pişkinliğe vurması onu yatıştırmak yerine daha da panikletti. Kaç kez gitmişti tepedeki kaplıcalara, bir tek yol olduğunu iyi biliyordu. Bu serseri onu nereye götürüyordu, amacı neydi? Panik yerini korkuya bırakmıştı artık. Yüreği hızlı hızlı atıyor, sakinleşmesi gerektiğini düşünürken içinde bulunduğu durumdan kurtulmanın çarelerini arıyordu. “Bu kadar mı ıssız bu yollar! Yok mu bir geçen..!” yakarışlarıyla etrafı tarayıp duruyor, umutlarının boşa çıkmasıyla da yeğeninin suratına yapışıp kalmış sırıtmanın altından yayılan gerginliği inceliyordu. Kafasından büyük bir şeytanlık geçtiği o kadar aşikardı ki anlamak için çok çaba harcaması gerekmiyordu. Serseri yeğenine bakmak korkusunu büyütmekten başka işe yaramadığından  yardım umar bakışlarını tekrar tekrar çevrede gezdiriyordu. Korkusu o denli büyüktü ki yüreğinin bunu kaldırmayacağından, olduğu yere yığılıp kalacağından korkmaya başladı.

Toprak köy yolundan tarlalara doğru uzanan,  yalnızca traktör tekerleklerinin bırakabileceği  genişlik ve derinlikteki izli çok bozuk yola girdiklerinde kaçmak için panikle kapı koluna yapıştı, ama açamadı. İki eliyle birden çekiştirdi kapı kolunu... Neden sonra otomatik emniyet kilitlerinin kapalı olduğunu anlayıp sağ eliyle cam kenarındaki düğmeyi yukarı çekmeye çalıştı. Yaşadığı korku ve panik yüzünden hareketleri öylesine kontrolsüzleşmişti ki bir türlü düğmeyi çekemiyordu. O telaş esnasında yeğeninin arabayı durdurup aşağı inerek kendi tarafına geldiğini ve kapıyı dışarıdan açtığını bile anlayamamıştı. Elindeki tabancayı fark etmesi de çok sürmedi. 14’lüyü hemen tanımıştı. Aynısından kendisinde de vardı. Taşıma ruhsatı olmasına rağmen “Gelecekse malıma gelsin. Kimseye doğrultamam... Karşımdakinin yapmayacağı varsa da çeker vurur...” inadıyla hiç yanına almayışına ilk kez pişman oldu. Beyni uğulduyordu... Kapıyı çekip kapatmaya çalıştı. Yeğeninin tabancayla dürtmesiyle biraz olsun kendine gelip “Çık dışarı...” sesini duyabildi. Çok sert bir ifadeyle “Çık dışarı ulan...” diye bağıran yeğenindeki gözünü karartmışlık, korkusunu daha da büyüttü. Zorlukla da olsa “Rezil, şimdi de soygunculuğa mı başladın! Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar...” demeye çalışırken, yeğeninin arsızca “Ben hep sıçrarım!” yanıtıyla irkildi. Sürücü koltuğuna doğru hamle yaptı, ama yakasına yapışan el yüzünden kıpırdayamadı. Çaresizlik içinde kıvranırken son bir umut olarak “Bırak beni... Al çantaları git... Allah’ını seversen bırak beni... Al çantaları git, bana ilişme...” yakarışlarıyla yeğenine baktı. Ciğerlerine işleyen buz gibi ifadeli “Tamam, in aşağı...” yanıtıyla ayaklarını dışarı atıp doğrulmaya çalışırken yere yığıldı. Son bir çabayla “Kalk ayağa..!” diye bağırarak çekiştiren yeğenine uymaya çalıştı. Yapamıyordu... Ceket yakasından çekilerek yerde sürüklendiğini belli belirsiz fark ederken yol kenarındaki ağaçların arasına getirilmiş olduğunu, başını çevirdiğinde ise yandaki sazları gördü,  akan bir suyun sesini duydu. Üzerine eğilmiş yeğenine baktığında elindeki bıçağı indirmek için hamle yaptığını görünce bütün gücünü toplayıp engel olmaya çalıştı. O kadar güçsüz düşmüştü ki...

Önce, özellikle kimlikle ilgili bir şey bırakmamak için dikkatli davranarak dayısının ceplerindeki her şeyi boşaltıp yanındaki çantaya koydu. Sonra, çantadan çıkarttığı iç içe konmuş iki siyah naylon poşete kesik başı yerleştirdi. Ağzını sıkıca bağlayıp hepsini üçüncü bir poşete güzelce yerleştirdi. Kanlı bıçağı ayrı bir poşete koyduktan sonra dere kenarına inip elinden çıkarttığı kanlı mutfak eldivenlerini yıkadı önce. Giysilerini çıkartıp derede iyice temizlendi. Daha sonra çantadan aldığı yeni eldivenleri giydi, çıkarttığı giysileri ve kanlı eldivenleri büyükçe bir poşete yerleştirdi. Derede tekrar temizlenerek cesedin yanına gidip çantadan çıkarttığı temiz giysileri giydi ve etrafı kolaçan edip poşetleri arabaya taşıdıktan sonra plakaları söküp üst üste  katlayarak yumru haline getirdi, yerlerine eskilerini taktı. Son kez cesedin yanına dönüp bir şey unutup unutmadığını kontrol etti.

On oniki kilometre gitmesine rağmen uygun bir yer bulamamıştı. Bunu önemsemeyip daha önce planlamadığına hayıflanırken gördüğü ilk sapağa girdi. Sabırsızlanmaya başlamıştı... Bir kilometre kadar gittikten sonra yeterince ıssız olduğuna karar verip arabayı döndürdü. Eldivenleri tekrar giyip çantasından  pet şişe içindeki benzini ve giysilerle eldivenleri koyduğu poşeti alıp indi, gelen giden var mı diye çabucak bakındıktan sonra yoldan biraz uzaklaşıp poşeti delip yırtarak yere koydu, küçük pet şişedeki benzini içine üzerine döküp kibriti çaktı. Koşarak otomobile binip hızla uzaklaşırken aynadan alevleri izledi.

İki kere daha durdu. Bir köprü başında kesik baştan, diğerinde sahte plakalardan kurtuldu.

Yalova’ya geldiğinde tenha bir yerde arabayı park edip çantaları aldıktan sonra hızlı adımlarla vapur iskelesine doğru yürümeye başladı.

Otomobil anahtarlarını ve son eldivenleri denize atmadan önce üst güvertede oturup soluklandı, birkaç çay içti. Çok yorulmuştu... “Şimdi sıra ötekinde. Üç kuruş istesem etmediğini bırakmazdı namussuz! Nasihat karın mı doyuruyor laan! Sizi pintiler, görün bakın nasıl yiyorum yemediğiniz paraları!” düşünceleriyle yoğrulurken neredeyse gözleri kapanacaktı. Bitkin düşmüştü.

 

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YA DA SOYGUNCULUK YA DA SUÇLANMAK

 

Saat dokuzu geçiyordu. Hava kararalı yaklaşık üç saat olmuş, çevre tamamen boşalmıştı. Kapalıçarşı’nın özellikle bu yakası öyle ıssızlaşırdı ki yere topluiğne düşse sesi dar sokağın öbür ucundan duyulur gibi geliyordu insana. Ellerindeki ve omuzundaki üç çantayla hızlı adımlarla yürüyüp tarihi işhanının devasa demir kapısının bitişiğindeki dükkanın önünde durdu, etrafı kolaçan edip dayısının cebinden almış olduğu anahtarla parmaklıklı demir kapıyı açıp içeri süzüldü ve içeriden kilitledi. Soluklanırken çevreye kulak kesilip gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi. Kuşku uyandırıcı bir şey olmadığına karar verip yan taraftaki hanın içine açılan kapıya yöneldi. Kapıya kulağını dayayıp hanın içinde ses olup olmadığını kontrol ettikten sonra açıp hafifçe aralayarak bakındı. Tam tahmin ettiği gibi handa in cin top oynuyordu. Her zamanki hızlı adımlarla avluyu geçip sol sıradaki dükkanlardan ortadakinin kapısına gelince çantaları yere bıraktı. Omuz çantasını yanına çekip açtı, çıkardığı mengeneyi asma kilide takıp sıkmaya başladı, çok uğraşmasına gerek kalmadan gövdesi parçalanarak dağıldı kilit. Yine çantasına uzandı, çıkardığı ince uçlu çelik kılavuzu kapı kilidine sokup açma yönünde çevirerek kılavuzun çapaklar çıkartarak anahtar deliğinde ilerleyişini izledi. Kılavuz boşaldığında kapı açılmıştı. Çantaları yüklenip içeri girdi kapıyı kapattı. Sohbet muhabbet bahanesiyle o kadar gidip gelmişti ki bu atölyeye her yerini ezberlemişti. Işıkları yakmayıp küçük bir el feneri yardımıyla elektrikli altın eritme ocağının şalterini indirip çalıştırdı. Ocak ısınıncaya kadar o işine bakabilirdi. Çantaları tekrar yere bıraktı, kendisininkini açıp  büyükçe bir çekiç, keskin uçlu çelik bir keski ve bir tornavida çıkartıp kasanın önüne sandalye çekip oturdu. Fenerle kasayı dikkatlice inceleyip deleceği yeri işaretledi. Çelik keskiyi yerleştirip çekici indirdi. Çevreye kulak kabartıp bekledi ikinci darbeyi indirdi. Aralıklı vuruşlarla kasada iki üç parmak genişliğinde bir delik açması onbeş dakika bile sürmemişti. Feneri içeri tutarak kilidin dilini tornavidayla iterek attırdı. Kasa açılmıştı... “İki milimlik sacdan yapılma bu uyduruk kasaları açmak peynir tenekesi açmaktan farklı değil. Çocuk oyuncağı namussuzum!” gibi düşüncelerle kendisini kutlarken ganimetin umduğundan fazla olduğunu görünce keyfi bir kat daha arttı. Yaklaşık iki kilo kadar bitmiş bilezik, yarım kilo alyans, üç kilo kadar 22 ayar çubuk vardı. Plastik kutudaki birkaç yüz gramlık altın çapağına dokunmadı, uğraşmaya bile değmezdi. Onları öylece bıraktı ve büyük bir altın eritme potası bulup dayısının çantasından çıkarttığı yüzükleri küpeleri kolyeleri hurda altınları doldurmaya başladı. Ocak çoktan ısınmış, kızıllığının yaydığı ışık etrafı iş yapacak kadar aydınlatmaya başlamıştı,  kapağını açıp kalın maşayla tuttuğu potayı yerleştirdi.  Bir başka pota alıp çantadan çıkarttıklarını tıkıştırmayı sürdürdü, sonra bir diğerini hazırladı. Ocağı açıp maşayla tutuğu eski bir pota parçasıyla erimiş altını karıştırdı. Kalın maşayla sıkıca tutarak çıkarttığı potadaki erimiş altını dikkatlice yerdeki döküm kalıbına boşalttı. Diğer potalardan birini alıp ocağa yerleştirdi ve boşalmış sıcak potaya küpe kolye doldurdu. Dayısınınkiler bitince kasadakileri eritmeye koyuldu. Tekrarlarla yaklaşık bir saat süren bu iş sonunda çeşitli ağırlıkta onbir külçesi olmuştu. Ocağı kapatıp etrafı dikkatlice kontrol etti, külçeleri, aletleri kendisininkine doldurdu, kasada bulduğu ve özellikle eritmeyip sakladığı, üzerine paket lastiğiyle iliştirilmiş rapor kağıdında yazılı isim yüzünden atölyenin bir müşterisine ait olduğu belli olan yüzelli ikiyüz gramlık küçük külçeyi dayısının  çantalarından birine koydu, yanına poşete sarılı kanlı bıçağı yerleştirdi. Her şeyi  yüklenip atölyeden çıktı. Dayısının dükkanına girerek kapıyı kilitledi. Ön kapıya kulağına dayayıp dışarıyı dinledi, emin olunca çıkarak kapıyı kilitledi ve her zamanki hızlı adımlarla uzaklaşmaya başladı. Köşeye ulaştığında ellerindeki deri eldivenleri çıkartıp cebine tıkıştırdı. Bir ara, sırf dayısının anahtarlarından ve bu eldivenlerden kurtulmak için Unkapanı köprüsüne yürüyecekti. Gezmeyi severdi ne de olsa...

Beyazıt Meydanı’na çıkıncaya kadar adeta omuzunu koparmıştı çantası. O an’a kadar tek aksaklık çıkmamış, tereyağından kıl çeker gibi kaldırmıştı on oniki kiloyu. Kasadan ve çantalardan çıkan epeyce Mark Dolar Lira da işin kaymağı olmuştu. “Paraları bu gece pavyonlarda ezmek ne kıyak olur!” dürtüsünü “Akıllı ol, iş bitmeden kaşınma..!” diyerek geçiştiriyordu. Son aşama da kolay değildi. Önce, külçeleri birer birer ya da en çok ikisi bir arada olmak üzere ayrı ayrı ayar evlerine baktırıp raporlarını alması, sonra da farklı farklı külçecilere satması gerekiyordu. Kolayca kuşku uyandıracak miktarlarla hiçbirinin karşısına dikilemezdi. Şimdi kaldığı otele gitmeli, pazartesiye kadar güzelce dinlenmeliydi. Özel olarak diktirdiği onbeş cepli sağlam yeleği, kalın paltosu pazartesi sabahı giyilmek üzere onu bekliyordu nasılsa. Her bir cebe bir külçe yerleştirip sırasıyla dolaşırdı ayar evlerini, külçecileri. Akşama yeleğinin cepleri Dolar’larla, Mark’larla dolmuş olurdu.

Asıl dayısının pinti ortağını merak ediyordu. Çok dürüsttü, aklına hiç şeytanlık gelmezdi... Çantaları, kanlı bıçağı görüp ortağından haber alamayınca hemen polise koşacağını ama asıl gümbürtünün ondan sonra kopacağını çok iyi biliyordu. “Salak!” diye geçiriyordu aklından “Salak, kendi idam fermanını hazırlamak için koştur bakalım polise! ‘Ortağın nerede, altınları ne yaptın? Soyulan komşunun altını ne arıyor senin dükkanında!’ diye yakana yapışan polis yüzünden iki günde kafayı yersin. İstediğin kadar ‘Maçtaydım, hiçbir şeyden haberim yok’ de bakalım kime anlatabileceksin derdini! Pinti salak, İnegöl esnafı arabanı görmüş, sen Eskişehir’de maçtaydım diye yırtın dur bakayım. Kaç yıl kafa patlattım bu plana, yivini divini hesapladım. Üç kuruş koklatmazsınız ha, gördünüz mü ananızınkini. Lavuklar... Kaç cumartesi uygun araba kolladım kavşaklarda lavuklar. Yağmurun çamurun içinde iflahım söküldü ulan. Görün ananızınkini... Lavuklar kiminle raks ettiğinizi zannediyordunuz laaan..!” gibi düşüncelerle yoğrularak Fatih’teki ucuz otelin önüne nasıl geldiğini anlamamıştı bile.

 

SON BÖLÜM YA DA YAŞAMAK YA DA AFFEDİLMEK

 

DÖRT AY SONRASI. BODRUM

 

Limanı, daha doğrusu gelen geçeni görecek şekilde oturduğu masada kesik başla ilgili küçük haberi okuyordu. Bir tomar gazetenin şüphe uyandıracağı kuşkusuyla ayrı ayrı yerlerden birer ikişer alıp baktıktan sonra attığı bütün gazetelerde vardı haber, ama hepsinde olduğu gibi elindekinde de çok kısaydı. Komşusunu ve ortağını soymaktan tutuklu olan kuyumcunun kesik başın bulunmasından sonra cinayetten de yargılanacağını yazıyordu gazeteler. Yaklaşan birini ve üzerine dikilmiş bakışları hissedip başını kaldırdığında genç kadını gördü. Fırlayıp kaçmak için hamle yapacakken:

“Sen O’sun..!” diyen kadının sesiyle ne yapacağını bilemez halde kala kaldı. Etraf çok kalabalıktı, kaçmam mümkün değil düşüncesiyle olacakları beklemeye karar verdi. En tehlikeli bölümleri bile hiç hatasız hallettiğini, tamamen özgür olduğunu düşünürken pisi pisine enselenecek miydi yoksa. “Olsun, bağlantı kuramazlar, en fazla gasptan yatarım” diye avunmaya çalışırken, genç kadın “Niye bizi soyup paramızı değerli eşyalarımızı almamıştın? Oysa hep para için kaçırıldığımızı düşünmüştük!” diyerek yanındaki  sandalyeye oturdu. Korktuğu kadar tehlikeli bir durumla karşı kaşıya olmadığını anlamanın getirdiği rahatlıkla:

“Araba lazımdı, hem ben öyle ufak tefek farelikler yapmam!” karşılığını verirken sırıtıyordu ve “Beni nasıl tanıdın?” diye ekledi.

“Haklısınız, çok değişmişsiniz. Sakal bıyık kalmamış, saçlar jöleli, kıyafet çok şık... Bir histi içime doğan, yaklaşıp baktığımda insanı delip geçen bakışlarınızı görünce yanılmadığımı anladım. Korkmanıza gerek yok, polis çağırmayacağım, ama bir şartla; bir hafta buradayım, benimle olacaksın. Belki daha sonra da..! Bunu şimdilik bilmiyorum, daha sonra karar vereceğim. Sorun yok değil mi? Hem, eski arkadaşım, senin lavuk arabasına kavuştu. Lavukun ne demek olduğunu öğrenmek için epeyce araştırmam gerekti. Meğer hak ediyormuş lavuğu, benden çok otomobili için kaygılanmıştı.”

“!!!!!???????!!!!!”

“Elindeki nasır ne durumda?”

“!!!!!!!!!!”

          

11.03.2002 / 07.08.2003

 

Eyüp Şeker