DELİRTİLİŞ

 20.02.2002

 

DELİRTİLİŞ 

 

BİRİNCİ BÖLÜM YA DA AKILLANMAK  YA DA DELİRMEK.

 

“Çok mu komiğim! Herkesin güldüğü biri olmak ve bunun asla değişmeyeceğini bilerek yaşamak çok yorucu. Ne yapsam komik, ne söylesem aptalca, cahilce... Düşündüklerimi söyleyemez durumda yaşamak çekilir gibi değil. Bazen boş bulunup düşüncemi söylediğimde nasıl da üzerime geliyorlar. Ben kim oluyorum da kendimi bilmezlik edip düşündüklerimi söyleyebiliyorum. Her şeyi onlar bilir, en doğruyu en güzeli onlar yapar, gerekeni onlar sunarlar. Benim gibi zavallı cahil aptallar da onların layık gördükleriyle yetinip minnetlerini gösterirler. Eğer birine komik olduğunu söylüyorlarsa komik, aptal olduğunu kafasına kakıyorlarsa aptal, deli olduğunu ima ediyorlarsa delidir. Buna karşı gelemem, aksini gösterir tepkiler veremem, çünkü onlar yüce varlıklar olup esirger bağışlarlar ve ancak onlar istediklerinde konuşabilir gülebilir adım atabilirim. ‘Rengin mavisi, pastelin matlığı, resmin soyutu...’ ile başlayıp süre gelen tartışmada araya girip ‘Klasik, her zaman güncel olandır’ dediğimde, neredeyse bir ağızdan ‘Öyle değildir ki...’ diye haykırarak üzerime gelmiş, bir dövmedikleri kalmıştı. O hır gür arasında bir fırsatını bulup ‘Peki, nedir o zaman!’ diye sorabildiğimde öylece kalakalmış, söyleyecek söz bulamayıp birbirlerinden medet umarak yüz süzmelerle kem küm etmişlerdi.  Ne kadar komik ve aptal duruma düşseler de benimle alay etmekten vazgeçmiyorlardı. Ben kim oluyorum da böylesine rafine birikimler gerektiren bir konuda düşüncemi söyleyebiliyordum. Haddimi bildireceklerdi, ama olmuyordu bir türlü. Neydi eksik olan? Neden ağzımın payını veremiyorlardı? Yetmiyor muydu onca biriktirdikleri, ya da aslında biriktiremediklerinden oluşan birikimleri? Çok ender yakalayabildiğim bu durumun daha fazla keyfini çıkartamayıp üzerlerine gidememiştim. Gidemezdim de... Çünkü, her zamanki gibi inanılmaz şekilde çirkefleşip rezilleşirlerdi ve ben hep olduğu gibi şaşkınlıktan taş kesilir, dilim tutulurken bakışlarımı kaçırırdım. Nasıl bu kadar rezilleşebildiklerine anlam veremezken, dillerinden düşürmedikleri yüce değerleri anımsar, sözde mücadele ettikleri insani kavramları gözümün önüne getirirdim. Hele de öylelerini tanımak talihsizliğini yaşamıştım ki, ‘Seninle konuştuğum güne lanet olsun’ diyerek anabiliyorum ancak pislikleri. Sosyal ve sanatsal boyutun tepelerinde dolaşan, ya da dolaştırılan ve çok fazla değer verip yücelttiğim bu hazretlerin nasıl bu kadar rezilleşip ahlaksızlaşabildiklerini halen daha anlamakta zorlanırım. Öylesine insanlıktan uzaklaşıp öylesine toplum dışılığa ulaşmışlar ki pisliklerini görmeleri, ya da rezilliklerinin nimet değil pislik olduğunun ayırtına varmaları mümkün değil. Onlar için, aşağıda gördüklerinin üzerine pislemek yücelik, pisliğine bakarak ‘Onur duydum’ diye gerinip övünmek yüceliğin gerektirdiği davranıştır.  Lütfedip beni karşısına almış esip gürlüyor,  Yarabbi şükür diyeceğime, kalkıp düşüncemi söyledim. Rezilleşmeyecek de ne yapacaktı! Süregelen ve kanıksadığım, iliklerime kadar işlemiş davranış biçimiydi karşılaştığım, ama bu kadarını hayal bile edemezdim ki sindirebileyim. Topluma ve insanlığa mal olmuş görünümdekilerin, diğerleri gibi değil de bunu hak eder şekilde davranacaklarını sanmanın müthiş hayal kırıklığını yaşamıştım, ancak bunu kabul edemiyordum bir türlü. Ben kim oluyordum da yazdıkları hakkında düşüncemi söylüyor, hem de yanlışını yüzüne vurabiliyordum. Son romanında kahramanlarına kana kana deniz suyu içirterek yaşatıyordu. Okumamıştım o kitabı, yalnızca huşu içinde, yücelikten yüceliğe göndermeler yaparak anlatan birinden duymuştum o tümceyi. Kimsenin aklına bile gelmiyordu tatlı su balıklarının bile deniz suyunda yaşayamayacakları, değil ki diğer canlılar yaşasın. Öylesine yüceydi ki, hiçbir zaman sorgulanmak akıllara gelmez, her yaptığında her yazdığında yalnızca büyük hikmetler aranırdı. Bu kadar erişilmez ulaşılmaz yapılan biri rezilleşmeyecekti de kim rezilleşecekti ve o da bu durumun hakkını verip küfür hakaret yağdırdı. Ben kim oluyordum da bu yüce hazretle edebiyat konuşmaya kalkıyor, hele de yanlışını yüzüne vurabiliyordum. Haddimi bildirmişti işte... Oysa çok sonra öğrendim aslında çevrelerinde dolaşmam nedeniyle bana bir ders verme dalga geçme işinin kurada ona çıktığını ve onun da bu görevi gerine gerine yerine getirdiğini. Reziller yarışıp itişiyordu benimle kafa bulmak için ve ben halen daha vazgeçmiyordum bu pisliklere değer vermekten. Ne yapabilirdim ki, insanlık için güzel eserlere imza attıklarına inanıyordum. Seyredemediğim filmler çekmiş, okuyamadığım kitaplar yazmış, göremediğim resimler yapmış olsalar da, övgü üzerine övgü almaları, methiyelere boğulmaları yüzünden ben de birçokları gibi popülerliğin peşinden gidiyor, çok ender olarak düşüncemi ifade edebiliyordum.  Düşüncemi söylemenin bedeli de daha fazla aşağılanmak oluyordu. Oysa aklımdan geçenleri kendime saklayıp ifade etme cüretini göstermesem ince ince dalga geçmeyi sürdürecekler, bu kadar kabalaşıp rezilleşmeyeceklerdi. Ben kim oluyordum da düşüncemi söyleme cüretini gösterebiliyordum. Tabi vereceklerdi ağzımın payını, tabi göstereceklerdi dünyanın kaç bucak olduğunu. Belleteceklerdi bana, izin vermeseler soluk bile alamayacağımı, ama ben yüzsüzü minnetle onların itip kakmalarına katlanacağıma haddimi bilmeyerek yazdığım öyküleri okumaları için her birine vermekle kalmıyor, bir de yapıtlarıyla ilgili düşüncelerimi söylüyordum. Bundan büyük küstahlık, bu kadar kendini bilmezlik olabilir miydi! Dalga geçip eğlenmeye soyunmuş birine hiç beklemediği asla ummadığı davranışı göstermek tabii ki benliğinin derinliklerinde özenle sakladığı en büyük rezillikleri ortaya çıkartmasını sağlayacaktı. Yine de beklemiyordum... Yazmaya başlamamdan çok önceleri ilahlaştırdıklarımdandı bu rezil de. En büyük kusurlarımdan birinin, hiç hak etmeyenlere hak ettiklerinden çok değer vermek olduğunu düşünüyorum şimdilerde. Ne yapabilirim, benim kahramanlarım hep yazarlar olmuştur kendimi bildim bileli. Elimde değil ve bu reziller yüzünden de değiştirmek aklımın ucundan bile geçmedi, geçmeyecek de. Ben kim oluyorum da öykü yazdığımı söyleyerek karşılarına dikiliyor, neredeyse her hafta ellerine bir yazı tutuşturabiliyordum. Bu kadar haddini bilmezlik yetmezmiş gibi bir de hiç utanmadan sıkılmadan düşüncemi yüzlerine söyleyebiliyorum. Hazretlerin dilinden düşmeyen düşünce özgürlüğü, uğruna savaşlar verip ‘Dünyayı ayağa kaldırırız’ diye tehditler savurarak tepindikleri demokrasi ne peki! Yalnızca onların izin verdikleri şekilde yaşayıp onların buyurduklarını söylemek mi özgürlük! Yetinemiyor muydum onların mekanına girip birkaç kadeh içmekle! Daha ne isteyebilirdim..! Yazdığım saçmalıklarla onları meşgul etmeye ne hakkım vardı! Neden bu kadar kendini bilmezdim! Bana aralarında bulunma onlarla aynı havayı soluma lütfunu, benimle eğlenme cömertliğini gösteriyorlardı ya, neden riyakarlık edip hazretlerin keyfini kaçırıyordum! Öykülerim hakkında iki sözcük olsun duymamıştım ağızlarından. Ne zaman hangisine sorsam ‘Daha okuyamadım’dan başka söz işitemiyordum. Sözleşmiş gibiydiler sanki. Ciddiye alınmayacak kadar komik olup demokrasi ve özgürlük abidelerinin arasında dolaşmak, hem de hiçbir şeye aldırmadan, kahkahalarla güldüklerini bilirken omuzlarını dikleştirerek bıkmadan ‘Okudunuz mu?’ diye sormak akıl alır gibi değildi ancak ben ısrarla sürdürüyordum. Bunun çok delice olduğunu göremiyor muydum? Şimdi dönüp baktığımda çıldırmış olmalıydım diye düşünüyorum. Hadi ben çıldırmıştım, o kalıbından utanmaz rezillerin yaptıkları bağışlanabilir mi! İtilip kakıldığımın alay edilip hakaret gördüğümün farkında olmama rağmen ısrarla aralarında dolaşmam, kitlelere mal olmuş onca tanınmış ismin hiç utanmadan ve çekinmeden rezilleşmelerinin görmezden gelinmesini sağlayabilir mi? Esnafın biriydim, hepsi o kadar işte. Vesikalık fotoğraf çeken bir esnaf. Aslında yaptığım iş hakkında en küçük fikirleri yoktu. Fotoğrafçı olduğumu duymuşlar ve hemen mahalle arası şipşakçısı yapıp çıkmışlardı beni. Bunu umursadığım falan yoktu. Ne düşünürlerse düşünsünler, yeter ki iki satır yazımı okuyup iki laf etsinlerdi. Ben miydim bunu isteyen, o zaman kabullenmeliydim sonuna kadar lütufkarlıklarını, katlanmalıydım alaylarına. Çok da cömerttiler doğrusu. Öykülerim hakkında tek söz söyleme yürekliliğini gösteremeyen nice yiğit aşağılamak dalga geçmek için birbirini itip kakıyordu. Öylesine aslan yürekliydi hazretler. Süregelen sessizlik kanununu anlamlandıramıyor, sağlam bir yere oturtamıyordum bir türlü. Liseyi bile bitirememiş olmak ve uzun yıllar boyunca geçimimi sağlamak kaygısıyla kendimi paralarcasına çalışmak yüzünden yeterli edebi birikime sahip olamadığımın farkındaydım, ancak bu eksikliklerimi giderebileceğime bütün benliğimle inanıyordum. Yeter ki umut olduğuna dair bir çift söz duyabileydim. Duymadım değil, duydum, fakat o kadar cılız ve sessiz seslerdi ki duyduklarım, neredeyse hiçbir şey ifade etmemişlerdi bana. Zaten, bunları, alaylardan dalga geçmelerden ayıramayacak kadar karmakarışık edilmişti kafam.  Ağababalardan gelmeliydi yüreklendirici sözler. Ben ise umduğum değil, bulduğum hakaret ve aşağılama dolu sözlerle yetiniyordum. Aslında baş rezillerin dışındaki büyük çoğunluk farkında bile değildi sessizlik kanununun. Onlar yalnızca olayın dalga geçme boyutuyla ilişkilendirilmişlerdi, orada da tutuluyorlardı ve çıkmak akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bir de insan olduğumu hissettiğim tek olanağı da yitirmekten korkardım hep. Konuşmalıydım birileriyle. Çünkü ben insanım. Konuşmalı ve çok değerli gördüğüm insanlardan beslenmeliydim. Çoğu zaman benimle konuşmasalar bile onları duymak dinlemek yetiyordu bana. Oysa işyerindeki komşularla paylaşacak çok az şey bulabiliyor, çoğu zaman kafamı şişiren gevezeliklere katlanmak zorunda kalıyordum. Hele de elektrik tesisatçısı komşumun bitmez tükenmez futbol muhabbetlerine katlanmak zor geliyordu bana. Futboldan hiç anlamamam bir yana, oyuncuların ve takımların ıcığını cıcığını çıkartırcasına saatlerce konuşup durması çekilir gibi değildi doğrusu. En çok o gelirdi dükkana ve dört beş çay içimi sürerdi gevezelikleri. Diğerlerinden, gelinlikçi, konfeksiyoncu,  nikah şekerci ve çiçekçilerden ‘Hayırlı işler. İyi akşamlar’ dışında bir şey duyduğum olmazdı. Bir itirazım da yoktu buna. İyi komşulukları yetiyordu... İçlerinden kafama en yakın gördüğüm efendi görünüşlü Kitapçı’ydı, ama o da çok içine kapanık, sesiz sedasız, yalnız bana değil herkese mesafeli davranan biri olduğundan yakınlaşamamıştık bir türlü. Fırsat buldukça giderdim dükkanına. Yeni bir kitap almak kadar onunla küçücük de olsa sohbet etmeyi isterdim hep. Ne zaman gitsem bir kitaba gömülmüş bulurdum kendisini. Kitap yoksa ya bir dergi, ya da gazete olurdu elinde. Her seferinde sohbet başlatmayı dener, ancak aldığım net ve kısa yanıtlarla başarısızlığa uğrardım. İlk zamanlar ‘Okumam için neyi önerirsiniz?’ diye sorduğumda hemen bir çok satanlar listesi uzatırdı, o yüzden epeydir bundan vazgeçmiştim. Elinde okumuş olduğum bir kitap ya da dergi gördüğümde konu açmaya çalışır, başını bile kaldırmadan ‘Bir şey mi dedin’ demesindeki soğukluğu, ifadesizliği hissederek ısrar edemezdim. Yalnız bana böyle davranmıyordu. Gelenlerin hiçbiriyle ilgilenmiyor, sanki kitap satılmış satılmamış umursamıyordu. Pek müşterisi de yoktu zaten. Dükkanına gelip giderken  gördüğü komşulara, elini omuz hizasına kadar kaldırarak selam verip tek kelime etmeden geçer giderdi. Tüm davranışlarıyla ‘Ben sizi rahatsız etmiyorum, siz de beni etmeyin’ der gibiydi. Bütün bunlar o kadar canımı sıkmaya başlamıştı ki komşuluk hatırı olmasa kitap almaya bile gitmeyecektim. Eskiden yalnızca onda bulamadığım kitapları başka  yerlerden alırdım, oysa son zamanlarda buna pek dikkat etmez olmuştum. Daha önce bir kez vesikalık fotoğraf çektirmek için gelmişti dükkanıma. Negatife o kadar özenli rötuş yapmıştım ki en dikkatli gözler bile zor anlayabilirdi. Bir de 18x24 basıp 12 vesikalıkla birlikte götürmüştüm dükkanına. Hemen borcunu sormuş, zarfı açıp 18x24’ü görünce, öfkeli öfkeli ‘Bunu neden bastınız’ diye diklenmişti. Memnuniyet ifadesi beklerken karşılaştığım tavrın şaşkınlığından çabuk kurtulup zorlukla da olsa ‘24 vesikalığa bir 13x18 hediye ediyoruz. Size komşuluk torpili geçip 18x24 bastım’ diyebilmiştim. Yine aynı ters tavırlarla ‘Gerek yoktu, gerek yoktu...’ diye söylenmişti. Parayı alıp hızla dışarı çıkarken bir dövmediği kaldı diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. Kaç yıl önceydi... Dört mü, yoksa beş miydi... Ne önemi var ki... Son gelişinde iyice garipti. Telaşlı telaşlı içeri girip vesikalığını çekmemi istemiş, gitmeden önce de ‘Bunlar bir fotoğraf dergisinden çıktı. Hem mesleğinle ilgili, hem de bilgisayara merakın var diye sana getirdim’ demiş ve ince kartondan beyaz kutuyu bankonun üzerine bıraktığı gibi hızlı adımlarla çıkıp gitmişti. Şöyle bir elime alıp bakınca kutunun içinde 720’lik beş disket olduğunu görmüştüm. Yazılardan hiçbir şey anlamamıştım. Almanca’ya benziyordu... Hoş İngilizce ya da başka dilde olsa da anlamazdım ya... Kitapçı çıktıktan bir süre sonra elektrikçi damlamış ‘Ooo, Allah versin. Yine iyisin, Kitapçı fotoğraf çektirmeye geldi ha... Gözümüz yok ama bugüne kadar bana tek kuruşu nasip olmadı bu mübareğin’ diye takılmıştı. ‘Şansına küs, demek ki elektrikçiye ihtiyacı olmuyor’ dediğimde, ‘Ne olmaması, kaç kere dükkanında yabancı birini tesisatla uğraşırken gördüm. Bana garezi olmasa neye çağırsın bilmem neredeki elektrikçiyi’ diye öfkeli öfkeli söylenirken camdan kitapçı dükkanını izliyordu. Bana dönerek ‘Mübareğin işleri de bugün çok iyi. Baksana adam kaynıyor içerisi. Kapıda iki de araba var iyi mi’ deyince dayanamayıp yanına gitmiştim. Gerçekten de alışıla gelenin dışında bir hareketlilik vardı kitapçıda. Kimseyle ilgilenmez bildiğimiz Kitapçı durmaksızın içerdekilerle bir şeyler konuşuyor gibiydi. Üçü çıkıp kapıdaki arabaya binerek uzaklaştı. Biri kadın iki kişi kalmıştı içerde ve sürekli bir şeyler karıştırıyorlardı. Kitapçı her zamanki yerine değil, ortadaki boşluğa çekili bir sandalyeye oturmuş dikkatle onları izliyordu. Görebildiğim kadarıyla sokakta da sıra dışı bir hareketlilik göze çarpıyordu. Köşede ön kaputu açık eski model bir kamyonetin motoruyla uğraşan iki kişi, az ilerisinde daha önce görmediğim bir simitçi vardı. Akşam dükkanı kapatıp çıkarken kadınla adama iki kişinin daha katılmış olduğunu,  birlikte kitapları karıştırmayı sürdürdüklerini görmüştüm. Asıl şaşkınlığı ertesi gün yaşamıştık. Kitapçının çubuk demirden kepenkleri kapalıydı ve içerisi tamamen boşalmıştı. Hatta bazı raflar çıkartılmış, duvar kağıtları bile sökülmüştü”

“Ne zaman oldu bu? Yazarlarla tanışmak için barlara gitmeye başlamandan sonra mı?”

“Hayır doktor bey... Dükkan kapanmış, Kitapçı’yı da bir daha hiç görmemiştik. O olaydan çok sonra gitmeye başladım barlara”

“İçki içmeyi çok mu seviyorsun?”

“Hayır hayır, içmeyi sevmem. Sohbet ortamlarının bedeliydi alkol. Diskette bir gariplik dikkatimi çekmişti. Diskette diyorum, çünkü gariplik ilkindeydi. Diğer dört diskette, o zaman kalitesizlik olarak tanımladığım bozukluklar yoktu. Çok sevinmiştim disketlere. Fotoğrafın tarihçesi o kadar güzel anlatılıyordu ki, yazılardan tek kelime anlamasam bile az sayıda olsalar da ayrıntılı fotoğraf makinesi çizimlerine ve verilen teknik detaylara bayılmıştım. Gariplik ilk disketteki metinlerdeydi. Harflerin altında sanki matbaa mürekkebi bulaşmış hissini uyandıran, ama kirlenme gibi durmayan izler vardı. Oysa çizimler pürüzsüz ve çok netti. Bilgisayardan çok fazla  anlamam, ancak bunun metin programlarından  kaynaklanamayacağını, ancak çizim programlarıyla yapılabileceği, ya da taranarak bilgisayar ortamına aktarılmış basılı metinlerin özensiz baskılarının eseri olabileceğini düşünüyordum, ancak bu da aklıma yatmıyordu. Çünkü çizimler pırıl pırıldı. Zaten bu çelişki ve diğer disketlerde olmaması yüzünden dikkatimi çekmişti o bulaşmalar, ya da hatalar. Bir de ilk disket, pek belirgin olmasa bile diğerlerine göre daha çok elle tutulmuş gibi kirlenmişti.”

“Senin için neden böylesine önemli bu disketler?”

“Ben de onu anlatmaya çalışıyorum. Aslında heyet karşısında olmak huzursuz ediyor beni. Bütün bunları içinizden birine anlatmayı yeğlerdim, çünkü o zaman terapideymişim gibi hissederdim. Oysa şimdi, bir hilkat garibesini incelemekte olan bir yığın bilim adamının karşısına çıkmış duygusuna kapılıyorum”

“Bu seni neden rahatsız ediyor?”

“Söyledim ya, burada olmamam gerektiğini düşünürken sekiz on doktorun karşısında sorgulanıyor gibi oturmak, mikroskop lamına yerleştirilmiş mikro organizma olduğum hissine kapılmama sebep oluyor. Ben bunları düşünürken sayınız azalacağına günden güne artıyor. Bakayım bugün kaç kişisiniz! Düne göre iki artış olmuş ve sayınız onbire yükselmiş. Oysa ilk geldiğim günlerde hiç doktor yüzü görmemiş, hemşirelerin yutturduğu haplar ve popoma sapladıkları iğnelerle yetinmiştim. Bu beni neden mutlu etmiyor? Ne dersiniz, siz baş hekimsiniz, o yüzden size soruyorum!”

“Bu durumu abartıp farklı anlamlar yüklemeye çalışmayın. Size özel bir uygulama değil ki bu. Disketleri anlatıyordunuz!”

“Evet, Kitapçı’nın ortadan kaybolmasından ne kadar sonraydı tam anımsamıyorum, ama sanırım altı yedi ay falan olmuştu, disketlerden ve dikkatimi çeken gariplikten Elektrikçi’ye söz ettim. O da merakla ‘Nereden aldın?’ diye sormuştu. ‘Kitapçı vermişti’ dediğimde gözlerinin parladığını çok iyi anımsıyorum. O gün kapanmıştı konu, ancak birkaç gün sonra sanki laf  lafı çağırmış gibi ‘Yahu şu fotoğraf disketlerini ver bir de ben bakayım’ dediğinde şaşırmış ve ‘Ne yapacaksın... Fotoğrafçılıktan anlamazsın ki... Hem bilgisayarın bile yok’ diye geri çevirsem de, ‘Yeğenimin bilgisayarı var. Bir baksak ne olur. Disketlerini yiyecek değiliz ya...” gibi bir yığın lafla başımın etini yemeyi sürdürünce de daha fazla direnemeyip vermiştim. Gidiş o gidiş, bir daha görmedim disketleri. Her hatırlatışımda ‘Getiririm, unutuyoruz işte... Ne var, yedik mi yani...’ gibi sözlerle boğuntuya getiriyor, ama disketleri getirmiyordu. Bir süre sonra ise her işim ters gitmeye, hayatım kararmaya başladı. Nedenine kafa yorduğum falan yoktu, yalnızca talihsizliklerin birbirini izlemesi beni çok şaşırtıyor, üst üste gelen tersliklere anlam veremiyordum. Farkına varamadığım çelmelerle yere kapaklanmaya, görünmez duvarlara çarpmaya başladım”

“Görünmez duvar mı! Nasıl yani! Neydi seni çelmeyle düşürenler? Daha çok neye benziyorlardı? İnsan mıydılar, yoksa başka varlıklar mı? Onları tarif eder misin!”

 “Hayır doktor bey, neyi kast ettiğinizin farkındayım.  Mecazi anlamda kullandım çelme ve duvar sözcüklerini. Bu benzetmeleri yapmamın nedeni en sıradan işlerde bile türlü tersliklerin çıkmaya başlaması, yıllardır tanıdığım insanların artık mesafeli durmaya çalışmaları, ya da karşılaşmaktan kaçınır duygusunu uyandırırken artık dürüst davranmamalarıydı. Gariplikler birbirini izlerken, Elektrikçi’nin, telefonda yaptığım özel bir konuşmadan söz etmesi dikkatimi çekince ilk kez huylanmaya başladım. Bunu nereden duymuş olabilir sorusu iyice kafamı kurcalayınca ‘Hat mı çekti!’ şüphesiyle dükkanın dışındaki telefon kablolarını epeyce incelemiş, bir şey çıkartamayınca da savcılığa dilekçe vermeye kadar götürmüştüm işi. Komşuluğun getirdiği onca yıllık tanışıklığımıza rağmen terbiyesizlik edip telefonumu dinlediğinden şüpheleniyordum, ancak yine de dilekçede Elektrikçi diye belirtmeyip ‘Bir komşu...’ demiştim. Sonrasında karakol karakol dolaştırılınca ‘Bu memlekette işler böyle yürür, sonuç alınmaz’ yargısına varıp işin peşini bırakmıştım. Başka bir şeyden şüphelenmek aklımın ucundan bile geçmemişti, fakat Elektrikçi’yle aramıza iyice soğukluk girmişti. Zaten o da bir müddet sonra dükkanını devredip gitti. Bir de, yaklaşık yirmi yıldır görmediğim okul arkadaşım dükkana gelmişti. Ne var bunda diyeceksiniz. Ben de öyle düşünmüştüm. Zaten o da dükkanı ve beni geçerken rastlantıyla gördüğünü söylemişti. Epeyce laflayıp okuldaki hergelelikleri anmıştık. Sonrasında da sıkça uğramaya başlamıştı. Arada, hiç bezim olmayan taraklara dalması, siyasetten laf açıp politika konuşmaya çalışması dikkatimden kaçmıyordu. Ne kadar gönülsüz olsam da yine de güncel meselelere giriyorduk. Özellikle sınıf arkadaşlarımızdan kimleri gördüğümü soruyor, örgüt mörgüt işlerine bulaştığını duyup bildiklerimizle daha çok ilgileniyordu, ama onlardan konuşurken sözcüklere siyaset bulaştırmamaya çalışıyor, sıradan insanlardan söz ediyormuş gibi davranıyordu. Bunun dikkatimden kaçması olanaksızdı, çünkü tanıyan herkesin o arkadaşlar anıldığı anda akıllarına ilk gelen şey karıştıkları işler olurken, bu arkadaş, bilmezmiş tavırlarını sürdürüyordu. Bir süre sonra ister istemez ona da soğuk bakmaya başladım. Gerçekte amacını anlamamış, yalnızca tutumundan rahatsız olmuştum.”

“Politika konuşmaktan rahatsız mı oluyorsun?”

“Kast ettiğiniz parti seçim Meclis falansa, hayır... Herkes gibi ve herkes kadar ilgilenirim siyasetle. Beni rahatsız eden, o bol olaylı yıllarda bazı arkadaşlarımın ufalanarak heba olup gitmeleriydi. Tek yolun o olduğuna inandırılmış ve gençlik heyecanı delikanlı cüretiyle kıyma makinesine atlamışlardı.  O boyutta olmak beni rahatsız ediyordu ve bugün de aynı şekilde düşünüyorum.”

“Bu yüzden mi birilerinin seni takip ettiğine inanmaya başladın?

“Hayır, bunu asla düşünmedim. Hiçbir zaman bir örgütle ya da yasadışılıkla ilişkim olmadı ki böyle bir kuşkuya kapılayım. Bunlar olurken, eskiden beri malzeme aldığım toptancının fiyatları şişirmesi dikkatimi çekip itiraz ettiğimde, sırıtarak ‘Domuzdan kıl koparmak kaardır’ demesi ilk bakışta, kazığını gürültüye getirme şakası gibi görünse de çok yaralamıştı beni. Hiçbir şey söyleyememiş yine de satın almıştım kartlarla filmleri, fakat bir daha uğramadım dükkanına. Akıl alır gibi değildi, ne domuzluğumu görmüştü ki buna layık görüyordu beni. Aldırmaz gibi davranmama rağmen bu söz hep kanatır durur yüreğimi, bir türlü unutamam. Sanki ondan alış veriş yapmamam bir şey mi değiştirdi. Hangi toptancıya gitsem kazıkla özensizlikle kabalıkla karşılaşmam sürdü gitti. Yalnızca mesleğimle ilgili yerlerde bu davranışlarla karşılaşsam gam yemeyecektim, her yerde her ortamda gördüğüm tavırlar böyleydi. Artık, alnımda  ‘Domuz’ yazılı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bir tek ben göremiyordum bu yazıyı. Neredeyse benim dışımdaki herkes hemencecik okuyordu ‘Domuz’u. Bir çıkış bulamayınca da kendimi iyice okuyup yazmaya verdim, ancak insanlardan soyutlanmaya başladığımı fark etmem de çok sürmedi. İşte o zaman gitmeye başladım barlara. Kendimi ne kadar yabani hissetmeye başlasam da, zorlukla, kan ter içinde kalarak da olsa kapıdan içeri girmeyi başarıyordum. Hep karşılaştığım davranışlarla bu barlarda da karşılaşacağım korkusu soğuk terler döktürüyordu bana, ama sanatın kol gezdiği bu mekanlarda öyle şeyler olmayacağı avuntusu cesaretlendiriyordu beni. Çünkü seçtiğim barlar, gazeteci, yazar, çizer, tiyatrocu, sinemacı gibi eğitimli birikimli gördüğüm insanların müdavimliğiyle tanınıp bilinen yerlerdi. Sonrası malum, onların da ‘Domuz’ yazısını okuması çok sürmedi. Tek farkla; öncekilere göre daha sanatsal ve daha estetik yorumlarla karşılaşmaya başlamıştım.”

“Bunların kendi yarattığın kuruntular olabileceği hiç aklına gelmedi mi? Bunca insanın seninle özellikle uğraştığını söylüyor ve çok tanınmış isimlerden söz ediyorsun. Neden yapsınlar bunu?”

“Beni asıl hırpalayan, bu olasılıkları kafa yormak ya da bir başka tanımlamayla sağlama  yapmaktı. Ben de yorgun düşmüştüm ve bir savunma mekanizması geliştirmeye başladım. Duysam da duymuyor, görsem de görmüyor, anlasam da anlamıyordum artık. Hissetmez olmuştum, fakat şiddetli bir olayı yaşadığım ortamdan uzaklaştıktan sonra yıkılıyor, çok acı çekiyordum. Bu halimin aptal olduğum kanısını iyice güçlendirdiğinin de farkındaydım. Gitmeye başladığım barlarda bunun eğlenceli bir durum olarak algılanmasıyla, aptallığıma bir de komiklik eklendi. Çünkü kimi zaman benimle dalga geçildiğinde ben de gülüyordum. Açmaza sokulmuş ve kendime daha sıkı açmazlar yaratmıştım.”

“Hep iş çevresinden, barlardan söz ediyorsun. Hiç arkadaşın yok mu?”

“Olmaz mı... Bu süreç içinde gençlik arkadaşlarım da benzer şekilde davranmaya başladılar. Zoraki selamları, keşke karşılaşmasaydım tavırları o kadar belirgin, o kadar açıktı ki, uzaklaşmaya, mümkün olduğunca denk gelmemeye çalışıyordum. İçlerinden birini gördüğümde kendimi vebalı gibi hissediyordum. Anlam veremediğim bu durum çok yaralıyordu beni ve iyice mesafe koymaya başladım. Yıllarca da uzaklaşanın ben olduğumu sanmayı sürdürdüm, oysa tam tersi söz konusuydu. İş çevresinde ve barlarda olduğu gibi, imalı sözleri arkadaşlarımdan da duyuyor, ne kadar geçiştirmek için uğraşsam da ‘Bu kadarı da rastlantı olamaz’ diye düşünmeden edemiyordum, ama o kadarla kalıyordum. Davranışlarına hiçbir anlam veremiyor, ne kadar düşünsem de tutumlarını çözemiyordum. Çünkü hiçbirine yanlış yapmamış, bu tavırlarını gerektirecek veya arkadaşlığa dostluğa ihanet sayılabilecek tek suçum olmamıştı. Ne kadar düşünsem de böyle bir şey bulamıyor, kesinlikle hatırlayamıyordum. Bir neden göremememe rağmen yine de kendimi suçlayıp iyice uzaklaştım. İlk zamanlar, sakıncalı ve tehlikeli bir şeyler döndüğünden çekinerek ürkek davrananlar, bundan çabuk kurtuldular. Zarar görülmediğini, tersine ödüllerin varlığını keşfetmeleri çok sürmedi. İş, para, ünvan kazanılması hiç de zor değildi... Kahkaha ise ikramiyesiydi işin. Çok azı uzak durup karışmamayı yeğliyordu, ancak büyük çoğunluğunun en büyük eğlencesi ‘Biz ne yapıyoruz!’ demeyi hiç düşünmeden ‘Ben şunu yaptım. O bunu yapmış. Manyak, çok komikmiş...’ gibi utanmazlıkları birbirine anlatmak olup çıktı. ”

“Peki şimdi nasıl hissediyorsun kendini?”

“Fena değil. Yalnız, hangisi bilmiyorum, haplardan biri çenemin kasılmasına sebep oluyor. Salyamın akmasına engel olamamak çok utanç verici. Hemşire, Akineton iğnesi yapınca düzeliyor çenem.”

“Norodol... Onu keselim. Yerine 200 mg Seraquel yazılsın. Peki, bugünlük bu kadar. Yarın 11:00’de yine göreceğiz seni.”

 

.....................

 

“Bugün nasılız bakalım?”

“Teşekkürler. Dün gece çenem kasılmadı, ama burnum kanadı.”

“Kanama çok muydu?”

“Hayır, gayri ihtiyari elimin tersiyle burnumu kaşırken elime az miktarda kan geldi.”

“Peki, bu gece de deneyelim. Yarın bakarız... Kafanda duyduğun sesleri anlatır mısın? Hep aynı ses mi yoksa farklı farklı sesler mi?”

“Doktor bey kafamda ses duyduğum falan yok. İzin verirseniz öncelikle izlendiğimi nasıl fark ettiğimi anlatmak istiyorum. İnsani ilişkilerim bu hale gelince parayla edinebildiklerimle yetinmeye başladım. Fahişeleri severim, çünkü paranın satın aldığı kadarıyla girerler yaşamına. Sözleştiğimiz bir telekızla buluşmaya giderken arabamın sıkça takılan gaz pedalıyla uğraşmış, karbüratördeki yayı düzeltmek epey zamanımı almıştı. Geciktiğim için kızdan özür dilemeye çalışırken onun ‘Karbüratör mü arızalandı’ demesi başlattı her şeyi. Duymamış anlamamış gibi davranıp konu değiştirmeme rağmen ‘Nasıl bilebilir!’ sorusu beynime saplandı. Bu olaydan sonra en önemli uğraşım yaşadıklarımı buna göre yerli yerine oturtmak olup çıktı. O duvar görünmez, takılan çelmeler eskisi kadar fark edilmez değildi artık. Yine de en önemli yanıtı bulmam hiç de kolay olmadı ve ancak bir ay önce çözebildim her şeyi.  Çünkü neden izlendiğimi, neden bu kadar tersliğe layık görüldüğümü anlayamıyordum. Önceleri, örgüt işlerine bulaşmış, ancak yıllardır görüşmediğim arkadaşlarım yüzünden olduğunu düşündüm, ama onlarla olan ilişkilerim bu durumu açıklayamıyordu. Çünkü hepsiyle sıradan ilişkim olmuştu. Onların neler yapmış olduğu veya yaptıkları beni ilgilendirmez tavrıyla merhabalaşıp konuşmuştum her biriyle. Hepsi de kakara kikiri dışına taşmayacak gevezeliklerdi. Telekız olayından sonra imalar, dokundurmalar, laf sokuşturmalar beni dehşete düşüren yere oturdu. Hiçbiri rastlantı, ya da dil sürçmesi değil, dikkatlice hedefe, yani bana gönderilmiş birer mermiydiler. Mesaj çok açıktı ve ‘Her şeyini biliyoruz’u kafama kafama vurmak için de telekızı kullanmışlardı. Belki daha önce de bunu yapmışlardı, ancak geliştirdiğim savunma kalkanı yüzünden mesajı alamamıştım. Bunun bir önemi yok, kafama dank etmişti ya sonunda... Hatta özel yaşamımın en mahrem anlarıyla ilgili çok detaylı imalar duymaya da başlamıştım ki, bunlar iyice , her tarafı açık kafesteki yabani duygusuna kapılmama sebep olmuştu. Ne sıklıkta mastürbasyon yaptığımla, ya da nasıl kabız olup nasıl kıvrandığımla dalga geçilmesinden çok, bunların bilinme şeklini düşünmek sarsmaya başlamıştı beni. Buna da alıştırdım kendimi ve gözetlenmezmiş, izlenmezmiş gibi yaşamımı sürdürdüm, daha doğrusu sürdürmeye çalıştım. Hatta, bütün dünyaya yayılan o televizyon  yarışmasının benden esinlenilerek yapıldığını düşünerek kendimle eğlendiğim bile oluyordu. Yalnız, neden bana ‘Kaç kez yellendiğini bile biliyoruz’ dendiğini anlayamıyordum, anlayamazdım da. Ta ki bir ay öncesine kadar.”

“Kast ettiğin, evinde, işyerinde kameralar, mikrofonlar olduğu mu?”

“Evet, hatta çok daha fazlası var.”

“Daha fazla derken neyi kast ediyorsun? Başka ne olabilir!”

“Doktor hanım, izin verirseniz anlatacağım. Kafa karışıklığına sebep olmamak için bir düzen içinde anlatmaya çalışıyorum. Ne diyordum, ha evet... İnsanlar takılmışlar bir telefon dinleme hikayesine, gidiyorlar... Telefon dinlemek nedir ki bugün kullanılan teknolojinin yanında  işaret  dumanlarını okumak bile sayılamaz telefon dinlemek. Yok düşünce özgürlüğü, yok ifade özgürlüğü, bir kavgadır sürüp gidiyor. Ne düşüncesi, ne ifade özgürlüğü, kimse farkında değil, uyuyorlar... Unutmadan eklemek istediğim bir şey var. Hep başarısız olmam sağlandığı, burnum sürtülmeye çalışıldığı için, ya da bu amaçlanarak çaba harcandığından en küçük çıkışıma bile engel olunuyordu. Yazdıklarımla ilgili tek söz duyamamamın nedeni buydu. Aptal ve komik olduğum düşüncesine kapılmayıp yazılarımla ilgili tek söz etmeye kalkan biri hemen susturuluyordu. Ben aptal ve komiktim, yazdıklarım da deli saçması, nasıl olur da bunlar ciddiye alınabilirdi. Önemser gibi olan da bunu kendisine saklamalıydı. Zaten büyük çoğunluk buna teşne vaziyette yırtınıp debelenerek dalgasını geçerken, eğlenmeye çalışırken, aradan çıkan bir iki kişiyi susturmanın zor olduğunu sanmıyorum. Bunu hep hissettim... Kimseden bir şey duymadım, ancak iliklerime kadar duyumsadım bunu. Konuşamıyordu kimse, konuşamazdı da... Bir türlü yazılarımla ilgili tek söz duyamayınca burada da yayınlanan erotik erkek dergilerinden birine iki yazımı gönderdim. Cümleleri kısaltıp ‘Okurlardan’ köşesine uygun hale getirdiğim yazıların o ay yayınlandığını ve her seferinde yalnızca iki tane verilen deri cüzdanları kazandığımı görünce yaşadığım sevinci hiç unutmam. Cüzdanlar bir türlü elime geçmeyince dergiyi aradım, ancak hep ‘Gönderilecek’ içerikli, az sözcüklü baştan savmalarla karşılaştım. Böylesine dünyaca ünlü bir yayının iki deri cüzdanın üstüne yatmasını aklımın alması mümkün değildi, ben de peşini bıraktım. Zaten bırakmasam ne olacaktı ki! Kısacası, fantezi köşesiyle bile onore edilemezdim. Yine de asıl şaşkınlığı üç ay sonra derginin buradaki yayınına son vermesiyle yaşadım. Gözlerime inanamıyordum koskoca dergi yayınını durdurmuştu.”

“Derginin kapanma nedeni olarak kendini mi görüyorsun!”

”Bu konuda kesin şeyler söyleyecek durumda değilim. Yalnızca hiçbir şeyin rastlantı olmadığına iyice inandığımı söyleyebilirim. Bu olayın yüreklendirmesiyle, çok çarpıcı ve sürprizi bol olduğuna inandığım son öykümü sırtlayıp en önemli edebiyat dergilerinden birinin yolunu tuttum. Yazı işleri müdürü,  sayfaları hızla çevirip son cümleyi okudu. Büyük bir dikkatle izliyordum kendisini. Yüzüme bakmaksızın “Ucuz avantür filmlere benziyor” deyip kağıtları bana uzattı. Şaşkınlık içindeydim... Okumamış, hatta göz bile atmamıştı. Bütün bunlar birkaç saniyede olup bitmişti. Kan beynime sıçramıştı, kendimi dışarı zor attım. Ancak sakinleşince olan biteni tartmaya başladım. İçerdeyken hissettiğim huzursuzluğu, havadaki elektriği yerli yerine oturtmam için birkaç dakika yetmişti bana. Yazı işleri müdürünün yanında dikilen ve bana hiç bakmayıp hiç konuşmayan genç kadının, bende, oraya ait değilmiş hissini uyandırmasını, delici bakışlarla adamı izleyişini bir kenara atmam mümkün değildi. O kadar açıktı ki genç kadının iğretiliği, yazı işleri müdürünün zorlanması. Bu son oldu, bir daha hiçbir yayıncının kapısını çalmadım.”

“Yazmayı bıraktın mı?”

“Bırakır mıyım hiç... Yalnızca yayınlansın dertlenmesiyle çırpınmaktan vazgeçtim. Sonunda öğrenmiştim ne kadar yırtınsam da bir yere varamayacağımı. O sıralarda İnternet’i keşfetmemin etkisi de oldu bu karara varmamda. Okunmayı İnternet’le sağlayabilirdim. Seçtiğim birkaç öyküyü açtığım sayfaya koyup bir de sayaç yerleştirdim. Her gün büyük bir merakla sayfaya bakıyordum kaç kişi uğramış diye, ama durum çok moral bozucuydu. Hiç giren yok gibiydi ve ben de bakmasam sayaç hiç yükselmeyecekti neredeyse. Oysa çeşitli listelere, arama makinelerine bile kaydetmiştim sayfamı. Yanlışlıkla, rast gele tıklansa bile daha fazla artması gerekir diye düşünüyordum ki, bir gün sayfama baktığımda altıyüzkırkbin küsür yazılı sayacı görünce neredeyse küçük dilimi yutuyordum. Sayaçların düzgün çalışmayabileceğinin farkındaydım, ama yine de gördüğüm inanılmazdı. Çünkü sayaçta gördüğüm son rakam üçyüz küsürdü. Çünkü kuşkularımı besliyordu. Çünkü yazılarımla ilgili tek bir elektronik posta almamıştım. Çünkü bu kadar fark edilmezlik imkansızdı. Çünkü çok fazla sessizlik vardı. Sayfayı tazeleyip yeniden yüklediğimde, sayaç üçyüz küsürlü eski rakamla geldi. Düş sona ermiş, yaşamıma ya da yaşatılanıma, veya görmeme izin verilene dönmüştüm. Dikkatimi çeken önemli bir şey daha oluyordu. Korunuyordum...”

“Bunu biraz açar mısın? Kim ya da kimler koruyordu seni? Oysa, hep sana kötülük yapmak isteyenlerden söz ediyordun?”

“Bu durumla o kadar çok karşılaştım ki... Bir keresinde dar bir sokağın neredeyse sonuna gelmiştim ki karşıdan gelen aracın  yolumu kesmesiyle tıkanıp kaldık. Girmemesi gerekirdi... ‘Niye girdiniz’ dememe kalmadan sürücünün yanındaki genç hışımla aşağı indi. Kapıyı açıp kafamı dışarı uzattığımda sağ elinde bir telsiz tuttuğunu gördüm. O sırada direksiyon başındaki yana doğru eğilip bir şeyler söyleyince dışarı çıkan dönüp ona baktı ve hemen yerine oturdu. Geri gidip yolu açtılar.”

“Ne var bunda, belli ki hatalarını anlamışlar.”

“Hayır, çok farklı bir şeyler olmuştu. Duyamamıştım, ama  sanki sürücü sihirli bir sözcük  söylemişti. Diğer bir olayda, tabancasını çıkartacakmış gibi elini beline atana, yanındakinin engel  olması da aynı buna benziyordu. Bu olaylardaki ortak nokta, önce aynı düşünce ve cürette olup sonra içlerinden birinin çark etmesiydi. Bu değişimi sağlayan da kim olduğumun anlaşılmasıydı. Önceleri bu duruma bir anlam veremiyordum. Benzer olaylarla karşılaştıkça bunun nedeninin, herhangi bir şekilde asıl amaçlanandan uzaklaşılmasının arzulanmadığını ve bu konuda kesin talimatlar olduğunu anladım. Kesinlikle bir yol kazası istenmiyordu. Nereye istersem gidebilir, her istediğimi yapabilirdim. Hatta yasak bölgelere girmeye kalksam kimsenin engel olmayacağını, aksine nöbetçilerin bile uzaklaştırılacağını, elimi kolumu sallayarak dolaşıp istediğimi yapabileceğimi biliyordum artık. Arabamla amaçsızca gezinmem veya  rast gele bir bakkaldan alış veriş yapmam, onlar için yanıtlanması gereken yığınla soru anlamına geliyordu. Şunu neden yapmıştım, orada niye durmuştum, ne sıklıkta nereye gitmiştim,  niçin oradan satın almıştım, o binaya neden bakmıştım  gibi, sayısız soruya yanıt arıyordu peşimdekiler. Çünkü hiçbir şeyi rastlantı deyip göz ardı edemezlerdi... Çünkü işleri buydu... Hiç düşündünüz mü herhangi bir nedenle izlenecek olsanız ve hiçbir bilginiz fikriniz olmadığı halde rastlantıyla, yasadışı işlere bulaşmış bir mekana gittiğinizde hakkınızda ne düşünüleceğini! Bu bir restoran, bir büfe, bir bar, bir ayakkabıcı olabilir. Evet hiç düşündünüz mü? Uyuşturucu kaçakçılığına paravan olarak işletilen ve takibatta olan bir hamburgercide karnınızı doyurmanın nelere sebep olacağına hiç kafa yordunuz mu? İzlendiğinizi biliyorsanız gideceğiniz her yer saatli bomba olup çıkar ve yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur. Dosyanıza ‘Şüpheli hamburgerini ısırırken sol kaşını kaldırdı. O sırada yüzü şef garsona dönüktü’ notunun düşüldüğünü hayal etmenin keyif verici olduğunu söyleyebilir misiniz! Bu durumda ya bir daha hamburger yemezsiniz, ya da savunma kalkanını devreye sokarsınız. Bu mekanizmanın en önemli kuralı, asla arkana bakmamak, izleyen kim diye aranmamaktır. Takip ederlerse etsinler diyemezseniz çıldırmanız çok sürmeyecektir. Yaptıklarınızın doğallığını sıradanlığını yitirmesi için izlenmeniz yeter. Gözlem altındaysanız o kadar çok davranışınız öylesine anlamlar kazanmaya başlayacak, öylesine yerlere oturacaktır ki gözlerinize inanamayacaksanız. Buna bir de izlendiğinizi bildiğinizi eklediniz mi nasıl bir kıskaca yakalandığınızı kolayca anlayabilirsiniz. Bu iki yönlü etkileşim sizi dehşete düşürmeye yetecektir. Evet, hiç düşündünüz mü takip edildiğinizi bildiğinizde neler yaşayacağınızı?”

“Neden takip edilelim?”

“İzlenmediğinizi nereden biliyorsunuz veya bundan sonra izlenmeyeceğinizi? Yaklaşık birbuçuk yıldır yeni bir plan uygulamaya konuldu. Buna göre, alay edip dalga geçmeyen, belletilen mesajı vermeyen hiç kimsenin bana yaklaşmasına kesinlikle izin verilmiyor. Onların dediğini yapmayan belaya davetiye çıkartıyor demektir. Buna en iyi örnek, yaşadıklarıma aldırmayıp olayları görmezden gelerek dostluğu sürdüren arkadaşımın evliliğinin ahlaksızca yıkılmasıdır. Arada bir uğrar soluklanmama yarayan sohbetleriyle yaşama daha sıkı sarılmamı sağlardı. Çünkü insanlarla konuşmaya ihtiyacım vardı. Mesajlar ve kodlu sözcükler yüzünden ne kimseye yaklaşabiliyor ne de kimseyi yaklaştırıyordum neredeyse. Ben insanım, birileriyle konuşmam gerekiyordu. Oysa, bana açık açık ‘Bizim seçtiklerimizle, istediklerimizi konuşacaksın. Yoksa konuşmayı unut’ mesajı veriliyordu. Belli ki bu arkadaşım aldırmamıştı ve bedelini çok ağır ödettiler. İflas edip beş kuruşsuz kalmış en yakın dostunu  karısını baştan çıkartmakla görevlendirdiler. O aşağılık şerefsiz de balıklama atladı bu işe. Niye atlamasın ki, hem cebi para dolacak, hem de keyif yapacak, kimse de ilişemeyecekti aşağılık herife. Üstüne üstlük itibarı artmıştı. Kadının dünyadan haberi yok, arkadaşım ise şimdilerde yarı deli. Bu olayın en dikkat çekici yanı, ilk gününden itibaren, ihaneti, en küçük ayrıntısına kadar işitmeyenin kalmamasıydı. Duyulmaması için değil herkesin duyması için çaba harcanmıştı. Mesaj çok açıktı.”

“Neden hiç evlenmedin? Kadınlardan hoşlanmıyor musun?”

“Hoşlanmaz mıyım? Bütün bunları yaşarken biriyle tanışıp evlenme şansım olabilir miydi? Dünyadan habersiz birini de göz göre göre yakamazdım. Çünkü çok ağır müdahalelerle hem o harcanacak, hem de ben yıkılacaktım. O yüzden telekızlarla çözümlemeye çalışıyordum bu işi. Birbirinden ilginç olaylar geçti başımdan. Sesimi ikinci kez duyanların şeytan görmüşe dönmesi ayrı bir alemdi, gittiğim randevu evlerinin ertesi gün tarih olması ayrı bir alem! Ayrıca sayısız kez öyle berbat yerlerde öyle kötü, öyle yamru yumru, çarpık çurpuk ilişkiler yaşadım ki, bunları anmak bile istemiyorum. Barlara gitmeye başladıktan sonra normal gibi gözüken ilişkiler yaşadım, ama kadınlardan hoşlanmadığım imalarıyla, dokundurmalarıyla o kadar çok karşılaştım ki, telekız ya da her kim olursa olsun süpermen olduğumu kanıtlamak için gücümü sonuna kadar kullanmaya çalıştım durdum. Bunda başarılı olduğumun göstergeleri o kadar açıktı ki. Kocasının yanında duyulur duyulmaz şekilde ‘Şu otelde yarın yer ayırtayım, ne olur gel’ diyeni de, ayaküstü  ‘Benimle ne zaman sevişeceksin’ diye sarılanı da anımsadığımda gülümserim. Hatta ‘Kaldırmış gibi yapıp kalkmış gibi düzüyorum’ diyerek kendimle dalga geçiyordum. Bütün bunlarda tek yaralayıcı olan, baş başayken değil, etrafta birileri varken alayların dalga geçmelerin sürmesiydi. Hayatımda ilk kez bir kadına küfrettim. Kahkahalar alaylar arasında ‘Sana gelmek istiyorum’ diye tutturup ‘Hayır, neden şansını zorluyorsun’ itirazlarımı uyarılarımı dinlemeyip tekrar tekrar arayarak ısrarını sürdürmesiyle  ‘Sana değer veriyorum’ dediğinde artık kendime daha fazla hakim olamamış ve ‘Siktir git orospu çocuğu. Sen kimsin ki bana değer veriyorsun’ diye haykırmıştım. Kullandığım sözcükler için özür dilerim, yalnızca farklı uçlardaki iki duyguyu aynı anda yaşamayı tam aksettirmek istedim.”

“Onun tepkisi ne oldu?”

“’Sersem’ diyerek telefonu kapadı. Kalabalık gürültülü bir yerden aradığını söylememe gerek yok sanırım.”

“Burada olmaktan mutlu musun?”

“Neden mutlu olayım! Kim ister burada olmayı?”

“Fena mı, burayla ilgili bir öykü yazabilirsin.”

“Eksik kalsın. Hem ikinci bir ‘Guguk kuşu’nu yazabileceğimi sanmıyorum.”

“...!..)):...): ): ....)))):”

“Neden artık otomobil kullanmıyorsun?”

“Bu doğru değil. Birincisi ehliyetim iptal edildi, geri alamıyorum. İkincisi 70 modelden yukarısını kullanmam.”

“Neden? Yeni arabalar daha iyi değil mi?”

“Onu anlatmaya çalışıyorum. Son olarak 95 model bir arabam vardı ve sorunsuzluğu, rahat kullanımı yüzünden keyfime diyecek yoktu. Çoğu zaman sonuna kadar açtığım müzikle saatlerce amaçsızca dolaştığım olurdu. Bu çok rahatlatırdı beni. Tıpkı terapi gibiydi. Özellikle de o bangır bangır rock müziği adeta beynimi boşaltırdı. Belli ki bu durum rahatsızlık yaratmıştı. Güzel bir ders verilecekti bana, ama bu kez bir değişiklik yapıldı ve dükkana müşteri gibi gelen biriyle ‘Bindir de gör gününü’  mesajı verildi. Bu daha önce hiç yapılmamış, ne tezgahladıkları hiç söylenmemişti. İki keresinde ön takımı da dağıtarak beş jantı, dört lastiği parçalamam üç hafta bile almadı. Beş kez bindirmiştim ve bütün bunlar an içinde ne olduğunu bile anlama fırsat bulamadan gerçekleşmişti. Tek algılayabildiğim direksiyonun pedalların boşalması ve kaldırıma çarptığımdı. Hepsi o kadar... Sokak aralarında çok düşük hızlarda çarpmama  rağmen öyle büyük hasarlarla karşılaşmıştım ki şaşırmamak mümkün değildi. Çünkü bütün mekanizma işlevsizleştiriliyor ve koca araba kayıp giden serseri bir metal yığınına dönüşüyordu. Viraj dönemeç gibi yerlerde bunun başınıza geldiğini bir düşünün. Çarpmalar gerçekleştirilirken ölmem, ya da yatağa bağlanacak kadar yaralanmam kesinlikle amaçlanmamıştı. Yalnızca ders verilmekteydi, o yüzden kazalar hep yavaş giderken gerçekleştirilmişti. Arabamı satmam çok sürmedi. Her şey elektronik kontroller sayesinde yapılabiliyor. Oysa 70’ten aşağı modellerde elektronik devre neredeyse hiç yok. Gel de sevme kütük gibi direksiyonu, kazık gibi pedalları, ikide bir meme yapan platini, sık sık bozulan meksefeyi… Medyayı, dolayısıyla insanları günlerce meşgul etmişti Otomotiv Devi’nin tek varisiyle ilgili olay. Herkes, adamın eşinin aşığıyla birlikte  kazada öldüğüne inanıyor, kimse de kalkıp dümdüz yayla gibi bomboş yolda gündüz vakti beyaza boyalı koskoca likitgaz tankerine  arkadan nasıl bindirdiler diye sormuyor. Üstelik kadının aşığı da ralli sürücüsü, altlarındaki de son model çok lüks bir spor araba. Yol boştu, sollayacaktı, yavaşlamayı hiç düşünmedi aksine gazı kökledi, ama asla sollayamadı. Sonrası nükleer patlama gibi. Dünya liderlerinin ve süper zenginlerin arabalarındaki elektronik güvenlik sistemlerinin, sinyal savıcı/karıştırıcıların bir nedeni de böyle saldırı olasılıkları. Dünyada bunu gerçekleştirebilecek düzeydeki teknoloji birkaç gizli serviste var. İnsanlar rahat olabilirler, mafyanın ve terör örgütlerinin bu olanaklara sahip olması imkansız. Onlarca yıl sonra belki... Zaten o zamana kadar bütün araçlarda bu güvenlik sistemleri standart hale gelecektir. Hem gizli servisler de bunu çatapat niyetine kullanmıyorlar.”

“.......!....!.....!”

“Bütün bu anlattıklarından neden takip edildiğini çıkartmak olası değil? Bunu açar mısın?”

“Yaşadıklarımın hepsi o disketler yüzündenmiş. Ben de bunu bir ay önce İnternet’ten öğrenebildim. Öylesine dolaşırken ‘Kişiye özel açık mektup’ gözüme ilişti.”

“Kişiye özel açık mektup mu?”

“Başkaları nasıl isimlendirir bilmiyorum, ben böyle diyorum. Yazı, okuması amaçlanan dışındakilerce farklı anlam ve içerikli olarak anlaşılıp algılanırken, yalnızca asıl alıcı, gerçek anlatılanı çözebilir. Bunu yaparken şifre kitapçıkları falan kullanmaz, doğrudan bir öykü okur gibi okur. Yalnızca kodlu sözcükleri bilmesi yeterlidir. Şey gibi; yazı, çoğunluğun anladığı gibi bir bahçeden, güllerden, güneşin ışıltısından böceklerden bahsediyordur, ama hedef kişi, örgüt silah patlayıcılar eylem görür yazıda. İşte böyle bir yazıdan öğrendim gerçeği. Önce bir iki sözcük dikkatimi çekti, bir daha okuyunca alt görüntü pırıl pırıl olarak beynimde belirdi. Aynı o, hileli rengarenk karmakarışık anlamsız resimlerdeki görüntünün dinginlik ve dikkatle bakıldığında netleşmesi, üç boyutlu hale gelmesi gibiydi yaşadığım. Gizli servisle ilişkisi  aşikar olan yazar, şifre disketini nasıl ele geçirip beni ne güzel enseledikleriyle övünüyordu. Beynimde çakan ışığın gücünü tahmin edebilirsiniz. Kitapçı, baskın olacağını öğrenmiş ve şifre disketinden kurtulmanın en garantili yolu olarak beni görmüştü. Kafa göz yararak bilgisayar kullanmaya çalışan bir fotoğrafçıdan, sıradan bir esnaftan güvenli yer mi olurdu. Asla aklına gelmemişti işaretleri göreceğim, hele de Elektrikçi’ye  söz edeceğim. Oysa ben fotoğrafçıydım, en ince detaylara alışkındı gözüm. Nereden bilecekti negatiflere bile pozitifmiş gibi bakabildiğimi, o telaşla akıl edememişti işimin en önemli parçasının netlik olduğunu... Kitapçı dükkanının altı üstüne getirilip bütün kitaplar günlerce didik didik edilmiş, her yer her şey en küçük deliğine kadar aranmış, ancak kanıt bulunamamıştı. Belli ki şifre kitapçığının bir disket olduğu bilinmiyordu. Belli ki çok uzun süredir izleniyordu kitapçı ve o da bunun farkındaydı. Bu arada disketlerin neden bana verildiği en önemli soru haline gelmişti. Böylesine önemli bir belge bende ne arıyordu? Yanıt bulunamadıkça araştırma derinleştiriliyor yeni yeni yöntemler deneniyordu. Bir yandan beni mikroskop altına yatırıp en ince ayrıntılar bile öğrenilmeye, bir yandan da yaşamımı kabusa çevirerek açık vermem sağlanmaya çalışılıyordu.”

“Nedir bu şifre disketi? Senin için neden bu kadar önemli!”

“Herkes Doğu Bloku’nun, barış kardeşlik insanlık adına yıkıldığını sanıyor. Oysa gerçek o kadar farklı ki. Soğuk savaşın son döneminde çok önemli bir plan uygulanmaya başlamıştı. Buna göre, Doğu Bloku, tek bir hamlede en büyük genişlemesini gerçekleştirecek yapılanmayı çok gizli bir şekilde adım adım tamamlamıştı, ancak düğmeye basılmaya çok az kala benim aracılığımla ele geçirilen şifre disketi bütün planın deşifre edilmesine yol açmıştı. Etki o kadar büyük olmuştu ki, olanca güçlerini bu hesap için seferber eden ülkeler domino gibi bir birinin peşi sıra yıkıldı. Kazanılacaklar adına sonuna kadar kullanılan kaynaklar, planın tutmaması yüzünden ekonomilerinin çökmesine sebep oldu. Saldırı püskürtülmekle kalmadı, ters teperek Doğu Bloku’nu yıktı. İşte İnternet’teki o yazıda bu başarıdaki payıyla övünüyordu istihbaratçı, ama bir noktada hakkını teslim etmem gerekir. O ve birkaç kişi daha, Dünya çapındaki casusluk faaliyetiyle benim bir ilişkim olmayacağında diretseler de, o günkü Kontrespiyonaj Dairesi Şefi olan bugünkü Gizli Servis Başkanı hiçbirine kulak asmamış. Öyle ya da böyle, benim sayemde o koltuğa oturduğunu hiç aklına getirmeyen, aksine tepeme binmekle daha da yükseleceğini sanan, casus olduğum saplantısından kurtulamayan ve neredeyse bütün olanakları benim için seferber eden bu geri zekalı Başkan yüzünden neredeyse Dünyanın bütün Gizli Servislerinin ilgilendiği en gizemli kişi olup çıktım. Tüm Dünya ‘Kim bu adam?’ sorusunun peşine düşmüştü ve artık Dünyanın en ünlü ünsüzü bendim. Onlar yanıtı ararken, yaşadıklarım yüzünden öyle bir hale gelmiştim ki, ‘Kimim ben?’ sorusunu belki de herkesten çok sorar olmuştum. Sonunda da öğrendim insanlık tarihini değiştirdiğimi. Tabi bu da ayrı bir dehşet yaratmıştı bende ve arada bir hiç öğrenmesem daha mı iyi olurdu diye düşünmeden edemem. Eminim ki şu anda oturmuş pür dikkat itiraf anlamındaki sözlerimi dinliyordur. Değişecek mi? Hiç sanmam; rastlantıyla, ya da doğru zamanda doğru yerde bulunma şansıyla bugünkü yerine ulaşmış bir beyinsizin yapmış olduğu muazzam vahim hatayı kabul etmesi mümkün mü! Zaten olaylar onu aşalı çok oldu ve o beyinsiz küçücük bir ayrıntıya dönüştü. Çoktan, ülke sınırlarını aşan uluslararası araştırma konusu olmuş, Doğu’nun Batı’nın peşine düştüğü en gizemli kişiye dönüşmüştüm. Artık iyice emindim geleceğimin olmadığından. Orson Welles’in filmindeki o sahne bu yüzden belleğime kazınmıştır. Adam falcının karşısındadır, sorar ‘Ne görüyorsun..?’. Bakışlarını küresinden ayırmayan çingene kadın ‘Söyleyemem’ deyince, ‘Ne gördüğünü söyle’ diye diretir. ‘Senin geleceğin yok’ diyen falcıyı anlayamaz, ‘Ne demek bu!’ diye diklenir. Duyduğu ‘Çünkü senin bütün geleceğin kullanılmış’ yanıtı tokat gibidir.”

“...!...!...?....!...!”

“Dışarıda neden yemek yemiyorsun?”

“Bu da nereden çıktı?”

“Zehirli olacaklarını düşünüyormuşsun.”

“Tam bir saçmalık. Ekonomik durumum iyice bozulduğu için mümkün olduğunca az para harcamaya çalışıp kendi yemeğimi yapıyorum, hepsi bu. Hem bundan korkacak olsam yemek için hiçbir şey satın almamam gerekmez mi? Öyle olsa, gidip dağ başındaki pınarlardan su içip ineklerin memesinden süt emmem, bostanlardan sebze atıştırmam falan gerekir. Tam bir saçmalık.”

“...)): ...): ...))): ...):”

“Peki bugünlük bu kadar. Seraquel’i 400 mg’a çıkartalım, diğerleri aynı kalsın. Yarın yine aynı saatte görüşeceğiz.”

“İyi akşamlar.”

....................

 

“Bugün nasılız bakalım?”

“Kötü. Burnum çok kanadı, tampon koydular. İlaçları aldıktan sonra kafatasımın ön tarafı ısınıyor sanki. Her zamanki gibi yine uyuyamadım, hemşire Diazem verdi.”

“Kafandaki sesleri anlatacaktın.”

“Kafamda sizin kast ettiğiniz anlamda sesler duymuyorum ki! Her şey birbuçuk yıl kadar önce kolumun kırılması ve platin takılıp alçıya alınmasıyla başladı. Hastanedeyken herhangi bir hasar var mı diye beyin elektrolarım da çekildi. Söylenen buydu, ancak gerçekte beyin frekanslarımı öğrenmek için yapılmıştı bu işlem. Bu olaydan  sonra başladı akıl almaz gariplikler ve olanları fark etmeye başlayınca da, sırf koluma verici yerleştirebilmek için birkaç gün içinde dört kez omuz atıp, koşup çarparak yere kapaklanmamı sağladıklarını anladım. Üçünde morartılar sıyrıklar yanıma kaar kalmış, ancak sonuncuda kaldırım kenarına denk gelerek kırılabilmişti kolum. Sıradan bir platin değildi koluma takılan. İçinde bir mikro verici ve organların farklı ısılarından yararlanarak, veya adalelerin kasılıp boşalmasıyla elektrik üreten mikro jeneratör vardı. Tabii ki kalp pili gibi zırt pırt bitmesi istenmiyordu. İkide bir onu değiştirmekle mi uğraşacaklardı yani. Hem bir bakıma iyi oldu, doğum günü kutlar gibi her yıl kolumun kırılmasını beklemiyorum. Burada daha iyi anlaşılması için örnekler vermek istiyorum. Kendimi bildim bileli bilimsel yayınları izlerim. Teknolojik yeniliklere büyük düşkünlüğüm olduğunu belirtmeliyim. O kadar ki, daha pratik daha kullanışlı olduğunu bilmeme rağmen kollu portakal presi yerine, kolum kopup ellerim buz kesse de sırf elektrikli olduğu için portakalı elle bastırıp sıkmayı yeğlerim. Hem motorlu olanın bulaşığı da fazladır, sürüyle parçasını yıkamak gerekir. Neyse... Fırsat buldukça bilimsel kanalları seyrederim. Gördüklerimden birkaç örnek anlatmalıyım önce. Düşünce okuma/kontrol etme çalışmalarından büyük çoğunluğun haberdar olmadığından eminim. Büyük bir havaalanında denenmeye başlanan yeni bir sistemde, kayıtlara geçmiş biri terminalden içeri adımını attığı anda kendisinden başkasının duyamayacağı sesle karşılanıp yönlendiriliyor. İnsanlar kafalarının içindeki bu sesi kabul edip hayata geçmesini isteyecekler mi acaba! Aklı başında kimsenin böyle bir sistemi onaylayacağına inanmıyorum. Robot insanlar çağının çoktan başladığını gösteren iyi bir örnek bu. Uzak bir gelecekte düşüncelerle iletişim sağlanabilecektir, ama bu telefondan farklı çalışmayacak/çalışmamalıdır. Açmadığınızda kimse sizi duyamayacaktır/duymamalıdır. Denetim dışındaki her gelişmenin büyük tehlike ve tehditler getireceği açık değil midir? Evet, insanoğlu  gelecekte pek çok şeyi çok daha az enerji harcayarak çok daha kapsamlı olarak yapacaktır. Oysa söz konusu teknoloji bugünkü haliyle dehşeti korkuyu çaresizliği yaşatmakta. Diğer bir kullanım alanı da hapishaneler. Mahkumları sakinleştirmek için elektronik sinyaller gönderiliyor. Sakinleştirmeyi bilen başka neler yapabilir diye düşünmemeli miyim! Yersiz öfke patlamalarına kapılmamı önceleri açıklayamıyordum, oysa apaçık değil mi! Beyin kontrolü alanında çalışan bir araştırmacının, yirmi yıldır hapiste olan ve ısrarla masum olduğunu söyleyen mahkumda yaptığı inceleme sonrasında suçsuzluğunu ortaya çıkartıp bu sonucu mahkemeye bildirmesi ve yargıcın da bunu kanıt olarak kabul etmesiyle ilgili bilimsel bir program seyretmiştim televizyonda. Araştırmacı önce suçla ilgili ayrıntıları bilgisayara giriyor, daha sonra mahkuma bunlarla ilgili sorular soruyordu. Mahkumun beyin sinyalleri bilgisayardaki bilgilerle uyuşmadığından bu sonuca ulaşılıyordu... Hem de aradan yirmi yıl geçmesine rağmen en küçük bir şüphe duyulmuyordu elde edilen sonuçtan.  Sonrasında mahkumun aleyhinde ifade veren tanık bulunup sorgulandığında kendisini kurtarmak için yalan söylediği ortaya çıkıyordu. Yalnızca gizli veya kötü amaçlar için  kullanılmıyor bu sistem. Bir istisna gibi dursa da adalet için de yararlanılıyor. Aynı programda gizli servislerin uzun yıllardır bu teknolojiyi kullandıklarından söz ediliyordu. Bir nöronun elektriğini ölçmenin bile imkansız denecek kadar zor olduğunu söyleyen bilim insanları olduğunu biliyorum.  Bu tepkilerini konudan uzak oluşlarına bağlıyorum. Aynı kişiler en ciddi bilimsel yayınlardan birinde yer alan  makalede ‘Bilim insanları DNA ile haberleşmeyi gerçekleştirdi’ dendiğini eminim duymamışlardır. Duysalardı bunun ne anlama geldiğini kesinlikle benden iyi anlarlardı. Bu gelişme için söyleyebilecek bilimsel sözüm olmasa bile, bundan, DNA’nın gönderilen sinyale tepki/yanıt verdiği sonucunu çıkartabilirim ki bunun için bilim insanı olmam gerekmiyor. Eminim kastedilen  haberleşme  ‘Naaber DNA, ne var ne yok’ , ‘İyilik sağlık, sizden naaber’ falan değildir. Nöronun elektriği bile ölçülmez diyenler DNA ile haberleşme gelişmesiyle biraz ilgilenseler kendilerine büyük iyilik etmiş olacaklardır. Eminim aynı muhteremler, biyolojik bilgisayarın ilk adımı sayılan gelişmeyi de duymamışlardır veya duymamış gibi davranıyorlardır.  İki hücre arasında kablo bağlantısı gerçekleştirdiklerini açıklayan araştırmacılardan söz ediyorum... Ölçmenin neredeyse imkansız olduğunu söyleyenler, bu elektriği aktarma çabalarını niye duysunlar! Duymazlar tabii... Ölçülmezmiş... Şimdilik yalnızca bir nesnenin beynimizde kayıtlı olup olmadığı denetlenebiliyor. Şu kalemi daha önce görüp görmediğim  öğrenilebiliyor, ama beynimdeki kaydın görüntüsü bilgisayarda oluşturulamıyor. Kısacası varlığı kanıtlanıyor, görüntüsü elde edilemiyor. Bu yüzden bir şeyin bellekte olup olmadığını öğrenmek için işittirilmesi gösterilmesi gerekiyor. Bana yapılan da işte bu... Bütün bu anlattıklarım tabu gibidir, neredeyse hiç söz edilmez veya kısaca geçiştirilir, yayınların tekrarı da yapılmaz. Bir de her zaman söz edilen daha az gelişkin örnekler var.  Ekrandaki küçük beyaz kutucuğu düşünceyle kontrol ederek aşağı yukarı hareket ettirmek, yelkenliyi beyin gücüyle yöneterek limandan çıkartıp tekrar yanaştırmak, düşünceyle yapılan uçuş simülatörü eğitimleri, verebileceğim örnekler. ”

“İyi ama, denekler bunları pek çok  kabloyla bilgisayara bağlı kasklarla yapıyorlardı ve gerçekleştirilenler, basit çok ilkel düzeydeki eylemlerdi.”

“Güzel, sizler kast ettiğim büyük çoğunluktan değilsiniz. Daha rahat anlatabileceğimi biliyordum. Birincisi programların yapılış tarihlerine bakmalı, teknolojinin gelişme hızını göz önünde bulundurmalısınız. Son yüzyılda gerçekleştirilen buluşların tüm insanlık tarihi boyunca yapılanlardan fazla olduğunu unutmamalıyız. Katlanarak süre giden teknolojik gelişme hızı saat ölçüsüne inmiştir desek yanılgıya düşmeyiz. İkincisi çok az teknolojik gelişme geniş kitlelere açıklanır ve hemen hepsi geliştirilmesi sürmekte olan en gizli askeri sırlardır. Yaklaşık otuz yıldır uzayda yol alan ve yakın bir zamanda Güneş Sistemi’ni terk eden uzay aracındaki teknolojilerin birazını ancak yeni yeni kullanmaya başladık bilgisayarlarımızda. Oysa o gönderildiğinde biz neredeyse bilgisayarı bile bilmiyorduk, en azından evlerimizden iş yerlerimizden hayal bile edemeyeceğimiz uzaklıktaydı. Çok daha gelişkinleri yapılıp iyice demode olmasalar asla görüp yararlanamayız bu teknolojilerden. Ayrıca hastane ve havaalanı örneklerinde ne kask ne de kablolar var... Evet, kafama kask takamayacakları için koluma yerleştirmişlerdi mikroçipleri.”

“Beyinle kolun ne ilgisi var!”

“Ben de bunu sormanızı bekliyordum. Kafama yerleştirmek çok riskli olurdu. Ya kafam kırılacaktı, ya da bir şekilde beyin ameliyatına inandırılmam gerekecekti. Ayrıca buna gerek de yoktu. Belki bunun bir nedeni de mikroçipleri besleyecek pil için gerekli enerjinin sorun yaratabileceğiydi ve koluma takıldı.  Hoş artık bunu da kullanmıyorlar ya... Mikroçipleri devre dışı bırakıp doğrudan uyduyla kontrol ediyorlar beyni. Beynimiz o kadar eşsiz ki, sinyallerini, diğer kimlik belirleme yöntemleri olan, parmak izi, göz irisi, kılcal damar dağılım ısısı tekniklerinden çok daha hızlı ve kolay ayırıp tanıyabiliyor bilgisayarlar. Hem her bir beynin yaydığı sinyaller benzersiz, hem de görsel tanımlamaya dayalı diğer tekniklerle kıyaslanmayacak kadar az veri işlenerek çok kısa sürede sonuca ulaşılıyor. Uzun süre, beyin elektromu çeken görevlinin benimle neden o kadar çok konuşup gevezelik ettiğini, niye ‘Oraya bak. Kokla. İsmin nedir’ komutları yağdırarak, kolumu bacağımı kaldırtıp çeşitli hareketler yaptırdığını anlayamamıştım. Bunu çözebilmem için beynin her bir merkezinin farklı sinyaller yaydığını akıl etmem gerekti. Bu sinyaller o kadar ayrı ki, her merkez farklı işler yaparken değişik sinyaller yayıyor. Kolumdaki mikroçipler bu sinyalleri toplayıp uyduya  gönderiyor. Oradan da kontrol merkezine gidiyor bilgiler.”

“!!!!!!!!!!!!!!!!!!”

“Şaşkınlığınızın farkındayım. Bir düşünün! Önce otomobil telefonları vardı, sonra cep telefonları, ardından da uydu telefonları çıktı. Aralarındaki en belirleyici farklılık enerjinin çıkarttığı engellerdir. Buradaki anahtar sözcük ‘Kapsama Alanı’dır. Araba telefonlarının enerji sorunu yoktu, istenilen güçte yapılabilirlerdi. Çünkü otomobilin aküsü gerekenden çok daha fazlasını sağlayabiliyordu, bu nedenle istasyonlar uzak aralarla kurulabildi. Oysa cep telefonları taşınmak için tasarlanmak zorunda olduklarından bataryaları büyük yapılamazdı. Düşük güçten kaynaklanan bu sorun, santraller ve yansıtıcılar daha sık yerleştirerek çözüldü. Yürüyüş mesafelerinde bile yansıtıcıların değiştiğine tanık olmamızı sağlayan  telefonumuzun ekranındaki ‘Mor lale sokağı’ yazısının ansızın ‘Cumhuriyet caddesi’ne dönüşmesi ve  neredeyse sokak isimlerini ezberlememiz, ya da sık sık ‘Sayın abonemiz’ le başlayıp ‘...kapsama alanı dışındadır’la biten mesajı duymamız bu düşük güç yüzündendir. Zaten başka çare de yoktu. Bu arada çoktan uydu telefonları geliştirilmişti bile. Yalnız, neredeyse valiz büyüklüğünde çantalar taşınması, açılarak uyduya yönlendirilen  çanaklarla uğraşılması gerekiyordu, ama bilim adamları çok hızlı çalışıyordu. Daha cep telefonları evrimini tamamlamışken, uydu telefonları küçülüp cebe girdi.  Çok daha az enerji harcayarak daha fazla iş yapar hale getirilmişlerdi bile. Aralarındaki fark kıyaslanamayacak kadar muazzamlaşmıştı. Biri birkaç kilometre içinde var olabilirken, diğeri binlerce kilometre yukarıdaki uydularla sınırsızlaşıyor. Cep telefonları çoktan demode oldu, ama geliştirilme masraflarının ve yatırımların karşılanması için yapılanma sürüyor. Tabi bir de farklı şirketlerin kıyasıya rekabetinin etkisi var bu gelişimde. Tıpkı bunun gibi işte, artık kullanmıyorlar kolumdaki mikroçipleri.”

“Neler yapıyorlar sana?”

“Çoktan çözdüler beynimi. Düşündüklerimi en küçük ayrıntısına kadar anlamaları artık saniye bile almıyor. Ellerinde, beynimin binlerce saatlik verisi var. En önemli sorunları sözcükleri tanımlamak. Çünkü, beyin sinyalleri uzayıp giden testere dişi gibi küçük farlılıktaki zikzaklar şeklinde. Öncelikle bu zikzakların  deşifre edilmesi gerekiyordu. Bunu daha iyi anlatabilmek için, hiç boşluk verilmeksizin yazılmış bir yazıyı okumanın zorluğunu örnek olarak verebilirim. Beyin sinyalleri boşluk verip nokta virgül koymuyor, yalnızca yükselip düşen grafik çizgileri olarak görülüyor. Ya da şu anki teknoloji ancak bu şekilde görselleştirebiliyor sinyalleri. Peki nasıl ayrıştırılacaktı sözcükler. Tabii ki belli metinler kullanılarak. Eğer bir kitap okumaya başladıysanız, hemen bilgisayara satır satır izleme komutu veriliyor. Tıpkı acemi okuyucuların parmağını okuduğu bölümde sürüklemesi gibi. Ve bilgisayar büyük bir hızla tarayıp karşılaştırarak sözcükleri ayırıp listeliyor. Bu aşamada artık testere dişi gibi zikzakların hangi bölümünün hangi sözcük olduğu çözümlenmeye başlamıştır. Bunu yapabilmek için sayısız olanağa sahipler. Okuduğunuz gazete, seyrettiğiniz televizyon, artık aklınıza ne gelirse  kullanabilecekleri araçlardır. Yalnız çok önemli bir sıkıntıları var. Ellerindeki teknoloji düşüncelerimizi rahatça kontrol edebilecekleri, ya da başka bir deyişle, amaçlayıp düşledikleri mükemmellikte değil henüz. Beynimiz erişilmez ve müthiş gücüyle kapasitesiyle birçok işi aynı anda yapınca, sinyalleri ayrıştırmalarında en büyük engel olarak karşılarına çıkıyor. Emin olamayıp çözemeyince ‘Sözcük onaylatma’ya baş vuruyorlar.”

“Sözcük onaylatma mı?”

“Onlar ne diyorlar bilmem. Bana göre tam karşılığı bu. Aynı bilgisayar evrak tarayıcısındaki gibi. Basılı bir yazıyı bilgisayarda taradığınızda aralarda garip anlamsız karakterlerle karşılaşırsınız. Tanımlayamadığınız karakterler az olduğunda sözcüğü çözmeniz sorun olmaz, ancak fazlaysa sözcüğün ne olduğunu bulmakta zorlanır, cümlenin tümüne bakıp ne denilmek istendiğini anlamanız gerekir. Her şeye rağmen yine de emin olamıyorsanız, taradığınız metne bakmak zorundasınızdır. Evet yapılan bu. Uygulanan yöntem; beynin yoğun olmadığı dingin anlarında, kişilerle, ya da televizyon radyo kanalıyla veya telefon edilerek tahmin ettikleri sözcük duyuruluyor. Herhangi biri karşınıza dikildiğinde tüm dikkatinizi ona verirsiniz. Telefonu açtığınızda da bu böyledir, gazete okurken de. Şey gibi, herhangi bir iş yaparken radyodaki müziğe her şeyinizle yoğunlaşmamışsınızdır, arada sunucu konuşmaya başladığında ne diyor diye kulak kabartır, neredeyse tüm dikkatinizi verirsiniz. Hele de alt yazılı filmler bu amaç için biçilmiş kaftandır. Kişiye özel gösterim için hazırlanıp sunulması o kadar cazip ve kolaydır ki değmeyin keyiflerine. Sürekli izlediğiniz kanallar, gazete ve dergiler, okuduğunuz yazarlar iyi bilindiğinden sözcük onaylatmada çoğunlukla bunlar kullanılır. Bu yüzden bir köşe yazarını okurken ‘Bir puşta yine döktürtmüşler’ dediğim çok olmuştur. Bir de, filozof payeleriyle ortalıkta dolaştırılan birinin ‘Oh ne güzel, yakında rüyalarımız çözümleniyor’ diyerek zil takıp oynadığını gördüğümde ‘Gerzek, bunun neresi iyi’ demeden edemem. İnsanları anlamak güç doğrusu. Söyler misiniz, oturup yararına sakıncalarına kafa yorması, sonuçta karalar bağlaması gerekirken düğün bayram olması delilik değil de nedir! Ya da akılsızlık... Bu yüzden, yaz ortasında beton kaldırımda ayağındaki buz patenleriyle takur tukur sesler çıkartarak yürümeye çalışan biriyle karşılaştığımda hiç şaşırmam. Bilirim ki, bir süredir aklıma takılan buz pateni görsel olarak onaylatılmaktadır.”

 “Bunların yapıldığını ne zaman fark ettin?”

“Uzun süredir düşünmediğim, epeydir aklıma gelmeyen, kimsenin bilmesine olanak olmayan düşüncelerimin onaylatılmasıyla fark etmeye başladım bu durumu. Ne kadar, imkansız, tamamen rastlantı, mümkün değil bilmeleri desem de, sıkça tekrarlanması imkansız olmadığını anlamama yetti. Bunu nasıl ve nereden öğrenebilirler diye çırpınmamın yararı yoktu. Asla kimseye anlatmayı istemediğiniz fanteziler kurduğunuzu ve bir gün birilerinin bunları öğrendiğini bir düşünür müsünüz! Kalabalık içinde ansızın çırılçıplak kalmaktan farkı olabilir mi bunun. Belki daha da kötü... Kaç gizli servis bu olanağa sahip bilemiyorum, ancak kontrol edip kullandıkları kaynaklardan yola çıkarak en az ikisinin elinde bu sistemlerin var olduğunu söyleyebilirim.”

“!!!!!!!!!!!!!!!!!”

“Şu an kullanılan sistemin biraz olsun ferahlatıcı yanı; şimdilik istediklerini beyne sokamamaları, ama şimdilik... Bunun gerçekleşmesi ne kadar sürer bilmek olası değil. Bir düşünsenize, ülkenizi yönetenlerin, vekillerin, askerlerin, emniyet birimlerinin, bir başka ülkenin çıkarları, karanlık hesapları doğrultusunda hareket ettiklerini ve bunun farkında olmadıklarını. Ya da büyük bir şirketin aptal ürünlerini satın almak için koşuşturan milyonlarca insanı hayal edin. Neler hissedersiniz? Bence bunlardan daha dehşet verici olan, beyninizin kontrol edildiğini, ama elinizden hiçbir şey gelemediğini bilmektir. Mezbahaya sürülen koyunlar gibi kesileceğinizi bilmekten daha dehşet verici ne olabilir? Bazen, Dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen gözünü kan bürümüş bir diktatörü gözümün önüne getirmeden edemem ve tüylerim diken diken olur, mideme şiddetli sancılar saplanır. Kimi zaman biraz daha ileri gidip kamera ve mikrofon gibi kullanılabileceğimizi düşünürüm. Diyelim ki üst düzey gizlilik içeren bir göreviniz var ve beyninizin kontrol edildiğinden habersizsiniz. Bir yığın görüntüyü sesi, hatta çok daha fazlasını, yani tat, koku, ısı gibi algıladığınız her şeyi en önemli rakibinize ya da düşmanınıza gönderiyorsunuz. Bunu öğrendiğinizde neler hissederdiniz? Çok da uzak olmayan bir gelecekte belki de kameralar, mikrofonlar çöpe gidecek, yerlerini gözlerimiz, kulaklarımız alacaktır. Cephedeki askerin en önemli donanımı da, kameralı mikrofonlu kasklar, bilgisayarlı elbiseler değil, gözleri kulakları olacaktır. Daha doğrusu, o zamanın kamera ve algılayıcıları; genetik kod çözücüler, psikolojik tanımlayıcılar gibi düş ötesi cihazlar olacaktır.””

“Bu kadar yeter. Seraquel 800 mg’a çıkartılsın. Bir seans elektro şok yapılsın.”

“Bunu neden yapıyorsunuz! Ben deli değilim.”

“Bunu yapma, bağırmakla bir yere varamazsın.”

“Söylediklerime neden inanmıyorsunuz. Ben deli değilim.”

“Lütfen işimizi zorlaştırma. Sana yardım etmeye çalıştığımızı biliyorsun. Hastabakıcıları çağırın. Böyle davranmakla bir şey elde edemezsin. Seni bağlamak istemiyoruz. Sakin olur musun!”

 

 

SON BÖLÜM  YA DA AKLANMAK  YA DA DENETLENMEK

 

“Ne yapıyor?”

“Yaklaşık 15 dakikadır kıpırtısızca televizyonun karşısında oturuyor. Seyretmiyor, hızlı geçişlerle geçmişinde dolaşıp duruyor. Bir çocukluğunda, bir dünde, bir gençliğinde... Hep yaptığı gibi, çağrışımlarla olaydan olaya, anıdan anıya geziniyor.  Bir de otomobil konusuna kafa yorup duruyor. Bunca şeyi akıl edebilirken otomobil konusunda neden yanlışa düşüyor? Ne dersin?”

“Namussuzun kafası hepten çalışmaz değil, ancak sıra otomobil meselesine gelince tongaya düşüyor. Beyni kontrol etme olanağım varsa ne diye insanların kullandığı makinelerin kontrolüyle uğraşayım! Beyinsiz, bir de akıllı geçiniyor... Kaldırın, hemşireye gitsin... Termik veriyi de büyük ekrana alın.”

“Hemşireye ne yaptıralım?”

“Bizimkini görünce ‘Çok garip, birdenbire canım şeftali çekti’ desin.”

“Kan beynine çıktı... Hemşireyi duyunca bizimkini ter bastığı nasıl da belli. Kıpkırmızı oldu görüntüsü... Çalışırken kendini hiç Tanrı gibi hissettiğin oldu mu?”

“Saçmalamayı keser misin! Yalnızca görevimizi yapıyoruz burada. Şuna bak, geldi gene aynı yere oturdu. Televizyon odasındaki o koltuk ona rezerve sanki, kolay kolay başka yere oturmaz.”

“Bakalım neler geçiriyor o kuş beyninden.”

Orospu çocukları, yine de yenemediniz beni. Ben kazandım. Başkaları farkında olmasa bile bunu sizin bilmeniz yeter... Yenemediniz beni. Ben kazandım...

“Piç...”

26.02.2002 / 07.08.2003/ 12.06.2006

 

Eyüp Şeker