MEĞER KIZIŞMIŞ, BULAMADIĞINDAN İNİM İNİM İNLİYORMUŞ




Veterinere bakılırsa durum sandığım gibi değil. Kızışmış, aşk acısıyla inim inim imlemekteymiş. Hastalık acısı değil, kızışmışlık acısı yani... Leyla olmuş –Yoksa Mecnun mu!- inleye inleye kendini ıssızlıklara vurmuş. Keser sapı olsa duvarlara vuracak yani.

Kısacası, Tutsak kuşbeyinlisinin inlemeleri tamamen aşk acısı yüzündenmiş; tercümesi ise, “Yakalarsam mucuk”muş.

Kızışınca ve de sarkacak biri de olmayınca etrafta, inim inim inleyerek kıvranıyor. Bulsa çıkıverecek üstüne, ya da mest şekilde yayılacak hemen oracığa.

“Ee ne etçez” dedik veterinere.

“Yapabileceğin bir şey yok, kızışma dönemlerindeki inlemelere katlanacaksın artık” dedi.

Yanicime ‘Embesil Gribi’ni bulaştıramamışım kuşbeyinliye.

Ne etçez peki!

Daha cinsiyetini bilmiyorum, nereden bulacağım aşna fişne yapabileceği kuşbeyinliyi!

İnternetten ilan etsem, “Benim kuşbeyinli kızıştı, kızışan kuşbeyinliniz varsa getirin hemhal edelim, aşna fişne yapıp alsınlar birbirlerinin kızışmışlığını. Sonracıma, kuşbeyinli yavrularını da kırışırız…” desem neye yarayacak. “Sen gelin tarafı mısın, damat tarafı mı?” dicekler, ne dicem! Getirin işte, birbirlerini severlerse eveririz olur biter denir mi! Denmez.

Sonra tutar “Gül gibi kızımızı kirletti / Yakışıklı oğlumuzu kullandı” ayaklarıyla kafa şişirmeye kalkarlar falan, di mi ama. Yok, olmaz bu iş...

Tabii ya, en iyisi miki seyrettirmek, kendi kendini halletmesini sağlamak. Bilir herhalde elden çözümü... Papağan mikisini nerden bulabilirim, elinde olan ödünç verir mi, kiralayan videocu bilen var mı?

İş bununla bitmez ki, bulsam papağan mikisini nasıl seyrettireceğim kuşbeyinliye! Malum, bunlar bizim gibi değil, mor ötesi ışınları görüyorlar. “Bak sizin oralar, hepsi hemşerin. Tanıyon mu bu maymunu?” deyip TV’nin karşısına yerleştirsen, kıçını dönüyor, umurunda olmuyor ekrandakiler. Tek çare var, ses dinletmek. Miki hallerindeki papağan kuşbeyinlilerinin sesini dayarsam hali nice olur, o saniye kayışı sıyırır büyük ihtimalle.

İlk geldiği günlerde kaydettiğim kendi sesini birazcık dinletme gafletinde bulunmuştum, dellenip dört dönerek sesin sahibi kuşbeyinliyi aramaya kalkmıştı. Kendi sesi olduğuna uyanacak durumu falan yoktu.

Off yaa, ne zor işmiş kuşbeyinliyle aynı çatı altında yaşamak.



Eyüp Şeker



Tutsak'tan 'İnleyen Nağmeler'

EMBESİL GRİBİ


25.07.2011 13:13 / 26.07.2011 00:05 / 01:38 / 15:01



Ev ahalisi, yanicime ben ve Tutsak, ‘Embesil Gribi’nden yataklara düşmüş durumda.

‘Embesil Gribi’ de neyin nesi diyenler haklıdırlar, çünküm bu grip yeni. Virüs ben embesilinde mutasyona uğrayınca bu adın verilmesi bilimsel etik gereği mecburiydi.

Son yıllarda hiç aksatmadığım grip aşısını bu yıl ihmal edince zırt pırt yorgan döşek, salya sümük olup durduğum yetmezmiş gibi, alışkanlığım değilken buzlu su içip koronderli (bu da neyin nesi diyenler bilenlerden öğrensinler bi zahmet, ya da gogullasınlar) odada uyuyunca derhal azgınlaşıverdi fırsatçı virüsler ve de literatüre geçecek ‘Embesil Virüsü’nü peydahladılar, yanicime mutasyonladılar.

2 gündür salya sümük, yorgan döşek hallerdeyim ve de muhtemelen garibim Tutsak kuşbeyinlisine de bulaştırdım. Onun durumu tam bir facia. Umarım atlatır da ben embesiline katlanmaya devam eder.

Mısır-alkol vakasından beri çıkmayan sesini duydum ve bende renk anında kireç oluverdi. Aslında duydum duymadım gibi bir kıvamdaydı sesi, ancak kulağımı gagasına dayadığımda duyabiliyordum. Cumartesi günüydü bu, dün iyice şiddetlendi ve arka taraftaki yatak odasından ön taraftaki salondan gelen inlemelerini duyabiliyordum. Gerçekten acı çekiyor olmalı.

Nezle deyip yumuşattığıma bakmayın, durumu çok ciddi; ‘Üst Solunum Yolları Enfeksiyonu’ hoşafını çıkartmış durumdaydı ki, garibim kuşbeyinliye ‘Embesil Virüsü’ bulaştırdım, iyice yamuldu. Sabaha kadar inlemelerini dinliyorum. Dün çok kötüydü, bugün nispeten daha iyi, inlemelerinin şiddeti azaldı. Umarım bir iki güne atlatırız ve de Tutsak kuşbeyinlisi bana katlanmayı sürdürür.

Sesini, daha doğrusu inlemelerini kaydettim. Sesin yüksekliği yanıltmasın, cumartesi günü resmen ağzına soktum mikrofonu, öyle kaydettim. Günün ses kirliliği içinde duyulmuyor inlemeleri ama gece sessizliğin en güçlü seslerinden biri oluveriyor. Hele dün gece sanki eline megafon almış gibiydi, neyse ki sabah hafiflemişti.

Siyah sosis benzeri dili sanki daha da irileşmiş haldeyken, gagası yarım metre açık katlanmaya çalışıyor sıcak kıyamet bu günlere. Arada bir daahiyane bir fikir geliyor aklıma ve de matkapla ter delikleri açsam mı gövdesine diyorum amma ve lakin pintiliğini böyle daahiliklerle örtemezsin salak diyerek dizginliyorum kendimi. Yanlış mı, ya delikleri büyük açarsam ve de fazla ısı kaybedip hipotermiye girerse ne olacak di mi ama! Görünüşe bakılırsa pintiliğe son verip klima taktıracağım eve. Hele bir iyileşelim.

Temel’i omzundaki soyu tükenmekte olan papağanla Beyoğlu’nda dolaşırken görenler:

“Yazık bu kuşa, soyları tükeniyor, neden hayvanat bahçesi götürmüyorsun?”

Papağan cevap vermiş:

“Ne tükenmesi, Karadeniz’de bunlardan çok var”

Neyse, ben de daha iyiyim bugün.

Demek ki, fırsatçı ‘Embesil Virüsü’ kuluçka hallerini tamamladı ve de ben embesiliyle Tutsak kuşbeyinlisini terk etmeye hazırlanıyor. Tabii bu durumdan yararlanmam gerekiyor ve de düşmanlarımın listesini tasnif etmeye başladım amma hepsine bulaştırmam imkansızdan bile zor olduğundan, kimlere sarılıp şapur şupur öpebilirim listesi için ‘Önceliklilere’ karar vermeye çalışıyorum.

Durum budur.

Bunca eziyetime katlanan Tutsak’tan söz edip dururken konuyla ilgili yıllardır kafama yerleşmiş kesin fikrimi beyan etmesem olmaz: Evcil ortamda doğup yetişmemiş hayvanların alım satımına çok ağır yaptırımlar getirilmesi kaçınılmaz. Şu an için pek mümkün gözükmese de ileriki yıllarda kesinlikle uygulanacak bu yaklaşım için daha büyük çaba harcanması ve hiçbir hayvanın doğal ortamından kopartılmasına izin verilmemesi gerekiyor.

Dünyadaki bütün ekosistemler sayesinde var olabildiğimizi ve hasar gören her ekosistemin zararının sadece kendi ortamına değil, insan denen akılsız canlıya da olduğunu önünde sonunda kesin biçimde anlayacağız. Umarım bunu çok geç olmadan öğrenebiliriz.

Ne kadar anlamak istemesek de her ekosistemin, Dünya ekosistemine de can verdiğini, bu zincirlerin her birinden eksilen her halkanın Dünya ekosistemine zarar verdiğini bir an önce anlamalıyız. Eksilen her halka onun dengelediği canlının kontrolsüzce yayılmasını getirdiğini, büyük bir hızla yayılarak önce kendi ortamını, ardından diğer ortamları ele geçirdiğini biliyor ama görmezden geliyoruz. Üstelik bu sonuçların getirdiği yaşanmazlıklarla boğuşurken yapıyoruz bu düşüncesizliği.

Bu Dünyanın sahibi değil, konuklarından biriyiz sadece. Çünkü, milyonlarca yıldır baskın türleri dengelemiş olan ekosistemler yaşamamıza izin verip uygun ortamlar sağlamaya devam ediyor.

Umarım kafamıza iyice dank eder. 

Tabii tamamen yaşanmazlaşmadan önce…


Eyüp Şeker





NOT: Kafeste baş aşağı asılarak uyumaya çalışıyor. Buna ilk kez tanık oluyorum. Kaçıramazdım, gözünün yaşına bakmayıp flaşla fotoğrafını çektim. Fotoğraf kalitesi için ısrar edecek kadar sığır değilim en azından, çektiğim yeter.

Yerinde duramayıp kafeste dolanıyor. Daha doğrusu yer beğenemiyor; bir an en tepede baş aşağı asılıyor, bir süre sonra alt tüneğin birine, bir süre sonra karşıdaki tüneğe, ardından üst tüneğe çıkıyor, sonrasında yine baş aşağı sallanıyor. Tabii bu esnada sürekli inliyor. Anladığım kadarıyla kafeste daha serin bir yer arıyor. Bulamayacağını bildiğimden tehlikeye rağmen küçük vantilatörü kısmen ona doğru çevirdim.

Tahminim ateşi var, çok yükselen vücut ısısını düşürmeye çalışıyor. Bu yüzden baş aşağı sallanarak kanının başına doğru yığılmasını sağlarken, vücut ısısını düşürebileceği tek yer olan açık ağzından kanını soğutmaya ve vücut ısısını düşürmeye çalışıyor. Yarın bir havuz hazırlayacağım, büyükçe bir kaba su koyup kafes tabanına yerleştirmeyi düşünüyorum. Fısfısla su sıkmaktan daha akıllıca olduğunu düşünüyorum. Kendisi için en doğrusunu bilir, içgüdülerinin sesine kulak verir, isterse suya girer ve ben embesilinin fısfısla ıslatmasına katlanmak zorunda kalmaz.

Not 2: Tersi uyarıları boş verip fısfısla biraz su sıktım. Dört dönmesine, baş aşağı rahatlamaya çalışmasına daha fazla dayanamazdım. İşe yaramış olmalı, en üst tünekte uyumaya başladı.




BU KADAR BASİT Mİ: ‘YAPTIM OLDU’

Kuran, sorumsuzluğun, ciddiyetsizliğin, şarlatanlığın, dolandırıcılığın el kitabı mıdır!


             Eyüp Şeker




GÜDÜCÜLER ÇILDIRMIŞ OLMALI

21 Temmuz 2011 / 22.07.2011 13:52


Şarlatanlık, dolandırıcılık neden serbest?

Bilen var mı?

Biri bizi aydınlatır mı?

Hiç sanmam.

Güdücülerin hikmetinden sual etmek koyunlara mı kaldı ki aydınlanalım!

Ellerinde iddialarını destekleyecek bilimsel hiçbir veri ve vaka yokken aleni şekilde ‘Hastalığa çare’ ifadeli reklamlar yapan şarlatanlardan söz ediyorum.

Şarlatan olmakla kalmayıp hastaları kandırarak servet yapan dolandırıcılar bunlar.

Ama hepsinden vahimi, gazete manşetleri dahil her ortamda bu aldatıcı reklamları rahatça yapmalarına ve birtakım suları akıl almaz fiyatlarla pazarlamalarına izin verilmesidir. Oysa “Böylesine iddialı ifadelerle reklamını yaptığınız bu sıvıların tedavi ediciliğine dair hangi gerekçelere sahipsiniz?” diye hesaba çekilmeleri ve yaptıkları şarlatanlıksa şarlatanlığın, gerçekse gerçeğin ortaya çıkartılması gerekiyor.

Ve zaten Dünyayı sarsar ‘Diyabete son’ kesinliğiyle yapılan reklamlarındaki iddiaların gerçekliği.

Ama yok, yapamazlar. O iddialı tanıtımların detayına inildiğinde, ancak “Bilimsel araştırmalar sürmektedir. Yakında duyuracağız” türünden açıklamalar yapabildikleri görülüyor. Ve hiçbir şeye aldırmaksızın satmayı sürdürmektedirler saçmalıklarını soytarı dolandırıcılar.

Her zaman karşılaşılır şarlatanlarla. En iyi örneklerden biri, çaresiz kanser hastalarına şişeyle Selenyum satıp ölümlerine sebep olan o cahil fırsatçıdır. Neymiş, kanser ilacında Selenyum olduğunu görmüş. Bütün bilgisi bundan ibaret, ne Selenyum’un çok zehirli olduğunu, ne de ilaçlarda her türlü maddenin kullanılabileceğini ama bunların miktarının mikrogram, hatta çok daha az düzeyde olduğunu, bir ilacın geliştirilmesi için çok ileri bilgi düzeyine sahip bilimcilerin onlarca yıl araştırma yapması gerekebileceğini, çoğu kez sonuç alınamayan çalışmaların çöpe atılabileceğini biliyor. En ölümcül zehirlerden birini doldurmuş şişelere, çaresiz hastaları öldürerek para kazanıyor.

Hangi birini sayasın.

Ve eskiden gizli saklı yapılırdı böyle dolandırıcılıklar, şimdi ise aleni.

Gelelim günümüz şarlatanlarına.

Böyle bir ihtimali akıl almaz ya, düşünmek bile istemiyor insan; hadi diyelim akıl tutulması yaşandı ve plasebo etkisi düşünülerek göz yumuluyor gıda izniyle pazarlanan ne idüğü belirsiz bu ilaçlara. İyi de, umut peşindeki insanlara sattıkları minicik şişelerin her biri birer servet değerinde. Böylece edindikleri servetler ne olacak? Burada büyük rant söz konusu, paylaşımı bir yerlere uzandığı için mi göz yumulmaktadır?

Geçelim bir kalem; bitkilerin zarar vermediği mi zannedilmektedir? Kullandıkları bitkilerin diğer etkilerini araştırmış mıdır servet edinmekle meşgul fırsatçı icatçılar? Her bünyenin her maddeye farklı tepki verebileceğini bilmeyeceklerini düşünmek dahi istemiyor insan. Çoğunlukta sorun yaratmayan çok sıradan bir maddenin, kimilerinde ölümcül alerjik sonuçlar doğurması sır mıdır. Bitkileri zararsız sanacak kadar cahil olabilir mi, sıfatında doktor, eczacı falan yazan şahıslar? O zaman nasıl pazarlayabilmektedirler şarlatanlıklarını!

İpin ucu öylesine kaçmış durumda ki, çıkıyor bir aklı evvel “Bir ilaç buldum, Her Derde Deva, annemin böbreklerini tedavi ettim, türlü hastalığa çare… Bu bitkiler Kuran’da geçiyor.” diyor ve alkışa boğulmakla kalmıyor, haberi dört bir yanda yayınlanarak yer gök inletiliyor.

Kimse de çıkıp “Be aklı evvel, anneni tedavisinin HDD dediğin sıvının eseri olduğunu nereden çıkartıyorsun? Bilmiyor musun, insan yaşamını etkileyen sayısız değişken söz konusudur. Soluduklarından, yediklerinden, içtiklerinden, güneşten, gölgeden ve ve ve herhangi birinin ama en önemlisi herhangi bir dış etki söz konusu değilken kendi bünyesinden kaynaklananların, örneğin rahatsızlık sürecinde aktifleşen bir genin bu iyileşmeyi sağlayabileceğini? Hangisi olduğunu nereden biliyorsun, diğerlerini eledin de elinde sadece HDD’en mi kaldı? Sen ne biçim bilimcisin? Elinde başka sonuç, iyileştirdiğin ikinci bir hasta var mı? Kuran’da bu bitkiler için ‘Böbrekleri tedavi eder’ mi yazıyor? Başka bitkiden söz edilmiyor mu? Anneni neden hurmayla veya zeytinle tedavi etmedin? Sayısız etkenin söz konusu olduğu aynı süreçte HDD dediğin sıvıyı vermek dışında elinde hangi gerekçe var? Pek çok etken söz konusu, onları eledin de geriye bir tek Her Derde Devan mı kaldı? HDD dediğin sıvıya umut bağlamaya kalkan hastalarda nelere sebep olacağını hiç düşünmüyor musun? Düşünmüyorsan neden onca yıllık tıp eğitimini aldın, neden dirsek çürüttün? Hipokrat yemini etmedin mi, sen ne biçim hekimsin?” demiyor.

Daha doğrusu diyemiyor.

Öyle korkutuldu ve sindirildi ki insanlar, en akıl almaz akıl yitirmelerinde dahi kimse sesini çıkartamıyor.

Ve ortalığa şaklabanlar salınıyor.

Evet, şaklabanlar.

Evet, şaklabanlıktan öte hiçbir anlamı olmayan işler kotaran şarlatanlar bunlar.

Evet, elinde iddiasını kanıtlayacak hiçbir gerekçe olmayanlar, en hafif tabirle, şarlatandırlar ve umut arayışındaki çaresiz hastaların hem sağlıklarını hem de paralarını çalmaktadırlar.

Önemli mi şarlatanlıklarını bilip bilmemeleri!

Akıl ve bilimin denetiminden geçmemiş HDD’sinin veya bilmem nesinin şarlatanlık olduğunu bilmemesi neyi değiştirir?

Ama umutla HDD’sine koşanlar için çok şey değişecektir.

Belli, önce kendi içmiş Her Derde Deva’sından ve de zekasını muazzam şekilde uçurduktan sonra annesini tedavi etmiş. Eğer HDD’sini içip uçmasaydı bilirdi, her türlü ilacın kullanıma sunulmadan önce hangi aşamalardan geçmesi, hangi araştırmaların yapılması gerektiğini. HDD’sini içince zıplayıvermiş dahiliğin en ileri aşamasına ve HDD’sini kapıp tedavi dağıtmaya başlamış.

İşte böyle bir uçuğun reklamı yapılmaktadır yer gök inletilerek.

Zakkum araştırması neden yıllardır sürmektedir ABD’de? ‘Etkili mi, etkiliyse içindeki hangi madde veya maddelerin bileşimi bu iyileştiriciliği sağlamaktadır. Yan etkileri nasıl engellenir?’ gibi araştırmaları niçin yapılmaktadır? Para kazanmayı bilmeyen kafasızlar olduklarından mı!

Doğrudur, bitkilerin birçok tedavi ediciliği barındırdığı. İnsanlık tarihi boyunca bilinen bu özellik için günümüz bilimcileri her zamankinden daha yoğun şekilde incelemektedirler doğayı. Ama ciddiyetsiz, sorumsuz adımlar atmamaya ve sorumsuzlukları engellemeye özen göstererek.

Çünkü doğa yaşam ve ölüm dengesiyle ayakta durmaktadır. Bunun açık anlamı, ölümcül etkiler kadar yaşam sunanlar da olduğudur. Yaşamın ve evrimin gereği budur. Ne tek başına yaşam, ne de sadece ölüm var olabilir. İnsan ise, en başından itibaren yaşamsal olanlar kadar ölümcül olanları da öğrenmeye çalışarak bugünlere gelebilmiştir.

Ve şarlatanlıkların, soytarılıkların bedelinin ağır ödendiğine dair sayısız dersler çıkartmıştır insan aklı.

Bu gerçeği görmezden gelenleri sorumluluğa davet etmek ise sorumluluk sahiplerine verilmiştir. Eğer sorumluluklarını yerine getirmiyorlarsa, insan yaşamlarıyla oynayan şarlatanlardan daha fazla suçludurlar, bu şarlatanlıklardan.

Aklınız başınızda mı!

Öyle görünüyor ki değil.





Eyüp Şeker




KUŞBEYİNLİ SALYA SÜMÜK

18.07.2011 17:29 / 19.07.2011 16:34 / 17:25 / 20.07.2011 01:03  


Üşüttü, 3 gündür perişan durumda kuşbeyinli.


Sanki yetmiyordu ayyaşlıklarının belası, bir de salya sümük nezle oldu. Günlerdir toparlandı toparlanacak diye beklerken, yemek içmek ve uyumak dışında bir şey yapmadığını, hiç ses çıkartmayıp yaygara kopartmadığını görmek fazlasıyla can sıkıcıydı. Şimdi ise üşüttü, yorgan döşek durumlarda... Kısacası, sıkıntı veren halleri katlandı.

Aslında garibi hasta eden benim. Her zamanki kuş beyinli hallerimle dayadım jet sistem vantilatörü, yamuldu kaldı garibim.  Ele geçirdiğinde her yerimi delik deşik, etlerimi de lime lime etse yerden göğe kadar hakkıdır.

Hesapta iyilik yapıyorum, daha fazla serinleten jet sistem büyüğünü onun karşısına yerleştirip kendi karşıma da eskisini koydum. Zekayiyim ya, vantilatörü karşısındaki en uzak noktaya koysam da tam ona doğrultmadım. Kuş beyinlilik işte, duvarların, eşyaların, perdelerin yönlendiriciliği hiç aklıma gelmemişti. Aslında, eşyaların, vantilatörü üzerine doğrultmaktan daha tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini de ancak şimdi anlayabiliyorum.

Nazlı nazlı sağa sola dönerken az üfleyen eski vantilatör sorun yaratmıyor. Dairesel devinimli yüksek devirli yenisi en düşüğünde çalıştırılsa dahi, önceki gönderdiğinin peşinden yenisini yetiştirecek kadar şiddetli rüzgar üretiyor ve bunlar tavandan, yan duvarlardan akarak duvara yapışık durumdaki kafesi esintiye boğuyor. Tüm salaklığımla tavanın, duvarların davlumbaz gibi davrandığını anlayamamıştım. Jetonum düştüğünde tam aksi yöndeki pencereye çevirerek, vantilatörün rüzgarını geniş tül perdeye çarptırarak dağıtmam nafileydi, çoktan canına okunmuştu Tutsak’ın.

İkinci vahim hatam öncekinden daha bağışlanabilir sanırım. Daha karanlık bir köşe sağlamak için karşısına denk gelen yere taktığım stor perde, özellikle canına okumuş gibi gözüküyor. Duvarla stor perdenin arasında kalan 10 cm boşluk, dar bir kanal görevi yaparak vantilatörün üflediği havanın önemli bölümünü yan taraftan üzerine yönlendiriyormuş. Özetle, havayı engeller diye güvendiğim 1 m enindeki stor perde, havayı toplayıp üzerine gönderdi. Çok sonra fark ettiğim bu salaklığım yüzünden kaçacak yeri olmayan zavallı Tutsak da duvar boyunca kafese gelen rüzgarla biraz daha yamuldu.

Hemen iyilik yapmaya son verip vantilatörleri değiştirdim ve kendime yapmaya başladım bütün  iyiliklerimi.

Şimdi salya sümük yatıyor garip. Salya sümük derken mecaz yapmıyorum, papağanlar da nezle oluyormuş. Burun deliklerindeki akıntıyı gördükten sonra öğrendim. Görmem için fotoğraflarını çekmem gerekti aslında. Hafif bir karaltı sandığım akıntıların sümük olduğunu anca fotoğraflara bakarken fark edebildim.

Hoşaf gibi halleri geçsin diye dayadım antibiyotiği. Düzelmeye başladı… Artık hiç ayrılmıyor ilaçlı suyunun dibinden haniyse. Çok ilginç bir durum; şu anda kesinleştiremem tabii ama o suyun kendisine iyi geldiğinin bilincinde sanki. Biraz olsun açıklığa kavuşturabilirim düşüncesiyle ikinci bir su kabı daha koydum bitişikteki göze. Gördüğüm kadarıyla yine ilaçlı olanı içerken tüneğin diğer ucundaki diğerine dokunmuyor. Oysa ilaçlı suyun tadının, lezzetinin bozulduğu çok açık... Tam anlamıyla vahşi içgüdü… Eşek kendisine hangi otun yaradığını biliyor kısacası.

Cuma günü soluğundaki hırıltıyı fark edince veterineri arayıp antibiyotikli vitamin vermeye başlamıştım ama cumartesi günü çok korkuttu beni. Gerçek anlamda tünekten düştü.

Kesinlikle atılmak değildi, basbayağı düştü. 10-15 saniye kadar taban ızgarası üzerinde pek bir şey yapamadan uzandı, doğrulup 10 cm kadar üstünde kalan düştüğü tüneğe tırmanmak için mecalsizce debelenmeye başladı. Yanına koştum, beni fark bile etmedi. Gözlerini açacak hali yoktu. Elim ayağıma dolaşmıştı, ne yapacağımı bilemez durumda izliyordum. Öyle halsizleşmiş öyle güçsüzleşmişti ki, pençesini uzatamıyordu. Kafese uzanıp alayım mı, alsam ne yapacağım kararsızlıklarını aşmaya çalışırken, tüneğe çıkmayı başardı. “Durumu çok kötü, kesin gitti bu…” kaygısıyla koşup telefona sarıldım.

Debelenip durmak, veteriner peşine düşmek, telefon üstüne telefon etmek anlamsızdı. Önceki günden beri antibiyotik veriyordum zaten, beklemekten başka yapacak şey yoktu.

Şimdi iyi, epey düzelmiş durumda.

Yani yine benden kurtulmayı başaramadı.


Eyüp Şeker



NOT: İlk fotoğraf, tünekten düştükten birkaç dakika sonra, diğeri ise birkaç saat sonra üst tüneğe çıktığında çekildi.

NOT 2: İlaçlı su iyice azalmasına rağmen ilaçsızı hiç eksilmemişti, bu sabah her ikisini de yeniledim. 








İŞADAMININ VATANI PARADIR




Kendi canavarlarının en büyüğünü yaratan ABD, sosyal ve ekonomik gerçeklerini göremeyerek güce şartlanmaktan ibaret Palin cehaletini tercih ederse eğer, tarihe gömülecektir.



                 Eyüp Şeker



EŞEĞİN YEMEDİĞİ HER OT BAŞINI AĞRITIR MI


Günümün tamamının geçtiği, doğuya baktığından öğlene kadar güneşin içeride patladığı salonda çok fazla bunalmadan oturmamı sağlayan asma muhteşem olmasına muhteşem de, üzümleri başa bela. Öyle bol ki üzümü, ye ye bitmez. O da benim balkona düşen kısmı… Bir kamyon üzüm, imalathane kurup kapıda üzüm suyu satsam köşeyi dönerim. Şarap diyemiyorum, nedeninin aşağıda göreceksiniz. Üzüm suyu neyime yetmiyor.

Limitim belli, payıma düşen üzümlerin hepsini mideye indirmem mümkün değil, büyük bölümü çürüyüp dökülüyor. Yapraklarıyla baş etmeyi öyle pek dert etmesem de, kırmızı tanelerin lekelerinin aşırı ilgi istemesi fazlasıyla can sıkıcı bir durumsal.

Toplayıp birilerine vereyim en iyisi dediğimde, aklıma servis elemanları geldi doğal olarak.

Su getiren bizim Vanlıya sormuştum, “Balkondaki üzümler çürüyüp gidecek. Çok lezzetlidir... İster misiniz, bir dahaki gelişine hazır edebilirim, toplasam yer misiniz?”

Niye istemesin… Kim bilir, gidip gelirken gözüne ilişiyor, canı çekiyordur falan diyorum.

Sonraki su isteyişimde gelinceye kadar epeyce toplayıp hazır etmiştim.

Bir torba üzümü gören bizim Vanlı sevindi...

Bak dedim “Bu üzüm çok lezzetlidir ama kabuğu yenmez. Dilinle üst damağın arasında ezdiğinde pıt diye çıkan içini yutacaksın, kabuğunu çıkartıp atacaksın. Karadenizliler bu üzüm için delirir, bulduğunda bir sepeti mideye indirir. Hangi iklimde, nerede oturursa otursun, bir karış toprağa sahip her Karadenizli bu asmadan diker oraya mutlaka” açıklamasını yaparken birkaçını yiyerek gösterdim falan.

Kafası karışmış gibiydi ama mutlaka severler ailecek diye geçirdim içimden. Meğer kader ağlarını fena halde örmekteymiş. Sonraki geliş gidişlerinde konuyu hiç açmayınca dayanamayıp “Sevdiniz mi üzümleri, biraz daha toplayabilirim, ister misiniz?” diye sorduğumda nihayet baklayı ağzından çıkardı:

“Abi o üzümleri kimse yemez.”

Gülüştük karşılıklı. “Ya çok lezzetlidir...” izahatları yarasızdı. Israr etmedim... Ders oldu, bundan böyle Karadenizli olmayana üzüm yok. Araştırıyorum, potansiyel kurbanlarım servis elemanlarıyla sınırlı. Hemşeriyi yakaladığımda sepet sepet üzümü hak etme durumsalıyla tanıştıracağım.

Şaka değil, gerçekten çok lezzetlidir... Bilmeyenlerin sevmemesine bir şey denemez, yörenin çok sevilen lezzetlerindendir. Zaten sorunun tadından kaynaklanmadığından eminim, yenilme biçimi yaratıyordur sevilmeyişini. Özellikle ‘Pepeçura’ denilen pelte kıvamlı bir tatlısı yapılır, çok da sevilir yörede. Öyle sanıyorum şarap kültürü kaybolup gittiğinden yapılmıyor uzun yıllardır; bir ara soruşturduğumda bazı yerlerde eskilerden kalma büyük şarap küpleri olduğunu öğrenmiştim. İnternetten aramış, hatta bazı şarap firmalarına da sormuştum bu üzümden şarap yapılıp yapılamayacağını, hiçbir şey öğrenememiştim. Şarap meraklısı/uzmanı, çakanı edeni, yazanı, çizeni değilim ki... Yine de fikrimi şey etmeden edemicem; şeker oranının yüksekliği yüzünden şarap için hiç uygun değil sanırım.

Altı yedi yıl kadar önce şarap yapmak gibi bir müthiş fikir gelmişti aklıma. Çevirmeli modem günleri, kaynak kıtlığı yüzünden doğru dürüst bilgiye ulaşamamıştım internette. Çıkıp birkaç kitapçıya gitmem de işe yaramamış, şarap yapımıyla ilgili kitap bulamamıştım. Britannica, Meydan Larusse, internet derken neler yapılacağına dair kabaca fikir edinebilmiştim.

Kısıtlı bilgiyi dert etmedim. Zaten evdeki fırında yoğurt yapmaya başlamam da ansiklopedilerdeki ‘Süt, maya, 41 derece...’ kısa bilgileri sayesindedir. Bir termometre yardımıyla fırının düğmesinin nereye ayarlanması gerektiği işaretledikten sonra, geriye sadece mayayı eklemek kalıyordu. Uzun müddet bu yöntemle evde yapmıştım yoğurdu. Neyse, şaraba döneyim.

Önce büyükçe bir çelik tencerenin bakalit kapak tutacağını çıkartıp kapaktaki sabit çelik vidayı tam ortasından ince matkap ucuyla delmiştim. Böylece gaz çıkışını sağlayacak tek yönlü supap sistemini kurabilecektim. Ortası delinmiş bu vidaya takılacak ince bir hortum, suyunun uçup gitmemesine dikkat edilecek küçük bir şişenin veya kavanozun içine sarkıtılacaktı. Böylece tenceredeki üzüm suyunun mayalanması sırasında ortaya çıkan gaz dışarı çıkabilecek ama kavanozdaki su içeri hava girmesini engelleyecekti.

Şarap fıçım hazırdı, üzümleri toplayıp ezebilirdim.

İşe koyuldum. Yıkamaydı, ezmeydi derken hem ben bittim tükendim hem de mutfağı batırdım. Sonunda bir miktar kabukla beraber üzüm suyunu doldurdum tencereye, kapağını kapatıp telle sıkıcı bağladıktan sonra un hamuruyla iyice sıvadım etrafını. Kaldırıp serin havalandırma balkonundaki dolaba yerleştirdim, kapağa bağlı hortumu su dolu kavanoza sallandırdım.

Bitirmiştim… Beklemek ve şarabımı afiyetle içmek kalmıştı geriye.

Arada bir supap kavanozundaki suyu falan kontrol ediyorum, eksilmişse ilave ediyorum. Kaç ay beklediğim aklımda değil, sonunda tamamdır deyip tencereyi açtım.

Onca eziyetin onca sabrın karşılığı karşımda duruyordu. Önceden hazır ettiğim şişelere doldurabilirdim. Tadı berbattı, yine de bir umutla şişeleyip mantar tıpalarla sıkıca kapattıktan sonra loş balkon dolabına yatık vaziyette yerleştirdim. Bunca eziyetin ürünlerinin bozulup gitmesini göze alamazdım di mi ama. Arada sırada gidip kontrol ediyorum, şişeleri döndürüyorum, tortu falan oluşmuş mu diye bakıyorum falan.

Sonunda beklemekten usandım ve birini açayım dedim. Kadehe doldurduğum şarap kırmızı değil açık pembeydi.

Şeker pembesi roze üretmişim, vay be, rengi çok hoş, halleriyle gaz veriyorum kendime. Anlarmış gibi ışığa tutup kadehi çevirdim falan. Hesapta ağzımda çevirip şarabıma eksperlik yapacaktım. Tortu falan göremememin kasılmalarıyla küçük bir yudum almamla püskürtmem bir oldu.

Caaanım şarabım, onca emeğimin ürünü, iğrenç bir şeydi.   

Tarif etmem mümkün değil, öylesine felaket ötesi bir şey. Berbat bir sirke yapmışım bile diyemiyorum. Bilmem anlatabildim mi?

Öyle böyle berbat değildi, salatalarda bile kullanmayı göze alamayıp hepsini atmıştım. Anlayın işte.

İlk ve sondu... Bir daha şarap yapmayı aklımın ucundan geçirmedim. Gerçi sonradan öğrenmiştim maya kullanmak gerektiğini, bir sürü şeyi eksik, yanlış yaptığımı ama iş işten geçmişti. Şimdi her taraf kaynak ve bilgi dolu, malzeme kaynıyor, öğrenmeyi isteyip girişmek yeter. O günlerde bunların kırıntısı yoktu, en azından ben bulamamıştım.

O olayın bende çok müthiş bir etkisi olmuştu aslında. Üzümleri ezerken ellerimde ortaya çıkan alerji uzun süre sorun yaratmış, kızarıp kabarmış, kaşınıp durmuşlardı. Çıplak elle yapmamam gerektiğini biliyorum artık, fakat plastik eldivenleri uzun süre takarsam ellerimin alev alev yanmaya başlaması da ayrı dert. Yanicime sadece naylon giysi veya plastik terlik, lastik ayakkabı giyememekle sınırlı değil başımdaki illet. Neyse, üzümlerdeki bakterilerin yarattığı bu bela birkaç hafta sürmüştü.

Aslında şarapçılık maceramdan yanıma kalan yegane şey bu alerji olmuştu. Az şey mi!

Sonunda diyorum ki, bilgisiz kafanın cezasını çeken çok olur.


Eyüp Şeker



EVET, TEZEĞİN GÜCÜ NÜKLEERİN PİSLİĞİNDEN DEĞERLİ VE YAPICIDIR




Barındırdığı enerji değerlendirilen o bok var ya o bok, sağlık ve güzellik saçarken tarlalardan da bereket fışkırtır. Nasıl değerlendirileceği öğretilmeli, yaygınlaştırılmalıdır.

Akıl, bilim ve deneyim böyle diyor.

Başka ne diyor enerji için?

Doğayı tahrip ederek devam edilemeyeceğinin öğrenilmesi için hiç vakit yitirilmemelidir. Doğayı besleyerek yaşamak mümkün ve çok daha kazançlı…

Başka ne diyor?

“Atık = Gıda” diyor bilim.


Evet, böyle diyor ve demekle kalmıyor, denemelerle, uygulamalarla atıkların nasıl besine dönüştürüleceğini gösteriyor. 

Tek sorun şartlanmışlıklar…

Hep bilenlere bakılırsa çatıları enerji panelleriyle, su ısıtıcılarıyla donatmakla çözülmezmiş enerji sorunları.

Nasıl çözülürmüş?

6 yıl sonra elektrik üretip üretmeyeceği belirsizken anahtarı elin eline bırakılmış nükleer santralle çözülürmüş.

Ne diyebiliriz, güdücülerimiz bilir…

Yine de…

Attıkları adımlarla paraya ve başkalarına bağımlılığı artıranların yarattığı sorunlar, bağımlılığı daha da artıran adımlarla çözülebilir mi?

Sahip olduğu zenginlikleri göremeyip parlatamayanlar, hayran kaldıkları başkalarının yaldızları için harcarlar enerjilerini.

Son Söz:

“Tanrı’yı kahkahalarla güldürmek istiyorsan ona projelerinden söz et.”

Anonim


Eyüp Şeker






TEK BİLEBİLDİĞİMİZ


Yaşamak için var olduğumuzdur.
Her canlı gibi…

Gücünü zorladığı ve aştığı için var olmuştur insan.
Ve zorladığı ve aştığı sürece de var olacaktır…

Zorlamak,
yegane şifresidir yaşamın.

Bilmese de
bilir,
mikrobundan meleğine hepsi,
devireni devirmesi gerektiğini.
Deviremese de direnmesinin elzemliğini…

Kaçınılmazsa,
kıtır kıtır
keser kolunu
çıkar ölüm çukurundan.

Gerekirse
kıtır kıtır
kemirir bacağını
kurtulur yutan tuzaklardan.

Ya da,
girer çukurlara,
kıvrılır kuytulara,
yatar yok oluşa.
Yandıkça yanarak,
kıvrana kıvrana.

Ya da,
hatırlar,
sarılır soluğuna,
boğar soluksuzluğunu,
soluk soluğa,
canlandıkça canlanarak.

Haykırır,
nefes nefese...

Canlı gibi,
hak edercesine...


Eyüp Şeker



ENİNE BOYUNA BAŞLAYACAĞIM



Yayınlardaki ayarsızlık hangi akıla hizmettir anlamak mümkün değil.

Epeydir Kablo TV’deki normal yayınları seyretmiyor, durum nedir bilemiyorum.

Boğuştuklarım kutulular; ey dekodırlı yayın yapanlar, ayarsızlığınızın sebebi hikmeti nedir?

Alt yazı denen illete bir saniye katlanamadığımdan o kanalları hiç açmıyorum. Kaç yıldır 10 dakika olsun seyretmediğim kanallar var.

D-Smart’taki Discovery, Animal HD’ler nihayet dublaja geçtiler de seyretmeme işkencesi sona erdi, keyfini çıkartmaya başladım. Sanki alt yazı illeti yetmiyordu, bir de en boy belası...

Ey yücelerin yücesi şifreliler, neden kanalına göre en boy ayarı yapmak zorundayım? HD kutusuna yerleştirdiğiniz yayınların hepsi bir olsa, darları uzatmasanız, genişleri daraltmasanız ve de zırt pırt kumandaya uzanmasak işin raconu mu bozulur!

Yoksam, ayarsız olan bir ben miyim, herkesler hayatından memnun mudur?

Yanim, yayın orijinal en boyunda yayınlanmasına rağmen ben kafasızı mı ayarsızlaştırmaktayım!

HD yayınlarda sorun yok, orijinalliğin korunmama illeti normallerde.

D-SMART’ta kıllık yapmaya devam eden MOVIE kanallarında ayarsızlık arada bir ortaya çıkıyordu. HD yayına geçtiğinden beri normal kanalı da düzeldi derken geçen gün bir baktım daraltılmış film var yine. Bu daraltılmış yayın öyle illet ki, ne dekodırdan ne de LCD’den normalleştirilebiliyor. Her şeyi denedim başaramadım. Üstelik 3 ayrı markanın 5 farklı model TV’sinde.

TELEDÜNYA kendi dünyasında, uysa da uymasa da uyar hallerinde takılmaya devam ediyor.

Kutulardaki bazı kanallardan tamamen umudu kestim, ne zamandır hiç açmıyorum. Onlar sağ ben selamet ama belgesel kanallarından uzak durmam mümkün değil.

Niye her kanalda en boy oranını değiştirmek zorundayım yüce TELEDÜNYA’cılar? Neden standardınız yok?

Dekodırınızdan ‘Merkez Modu’nu seçtiğimde National Geographic’in normal yayınları, Animaux ve Escales daralırken Encyclo normalleşiyor, ‘Otomatik’i seçtiğimde Encyclo daralırken, diğer 3’ü normalleşiyor. Bu yüzden her seferinde LCD’nin kumandasından uygun en boyu seçmek zorunda kalıyorum.

İyi de neden?

Yoksam, benim kafam mı basmamaktadır!

Herkesler gayet güzel ve de doğru düzgün seyretmekte midir yayınları!

Ayardan anlamayan tek beceriksiz ve de yeteneksiz ben miyimdir!

Böyle bir sorunsalı olan benden başka kimse yok mudur, kimseler yakınmamakta, şikayet etmemekte midir!

Yoksam, yurdum izleyicisi, uzamış daralmış umursamayıp dolu dolu görüntüleri mi sevmekte ve de bu doğrultuda talepte mi bulunmaktadır!

Yoksam, renkli TV’yle henüz tanışmadığımız yıllarda piyasaya sürülen renkli camları peynir ekmek gibi satın alıp televizyonlarının önüne koyarak görüntülerini renklendirenlerin çocukları, torunları mıdırlar ve de “Darı genişi bizi ilgilendirmez, görüntümüz dolu dolu olsun” halleriyle ağırlıklarını mı koymaktadırlar!  

Bilmiyoruz, belki de yayıncı kuruluşlar “Benim yayınımı daraltmayacak/ genişletmeyeceksin, ne gönderiyorsam öyle yayınlayacaksın” şartı koşuyordur!

Artık nasıl oluyorsa oluyor, bilmiyoruz.

Sadece insanı bezdirdiği kısmı malumumuz.

Ve ben illet oluyorum kumandalarla boğuşmaya.


Eyüp Şeker






ELDE EDİLMEDİKÇE BİLİNMEYECEK

01.07.2011 23:40




Karanlık maddenin ve karanlık enerjinin kontrol edilebilmesiyle mi mümkün olacak evrende yolculuk?


Böylece klasik fizik kurallarında imkansız olan ışık hızı aşılmakla kalmayıp katlarında yolculuk yapılabilecektir.


             Eyüp Şeker