Günümün tamamının geçtiği, doğuya baktığından öğlene kadar güneşin içeride patladığı salonda çok fazla bunalmadan oturmamı sağlayan asma muhteşem olmasına muhteşem de, üzümleri başa bela. Öyle bol ki üzümü, ye ye bitmez. O da benim balkona düşen kısmı… Bir kamyon üzüm, imalathane kurup kapıda üzüm suyu satsam köşeyi dönerim. Şarap diyemiyorum, nedeninin aşağıda göreceksiniz. Üzüm suyu neyime yetmiyor.
Limitim belli, payıma düşen üzümlerin hepsini mideye indirmem mümkün değil, büyük bölümü çürüyüp dökülüyor. Yapraklarıyla baş etmeyi öyle pek dert etmesem de, kırmızı tanelerin lekelerinin aşırı ilgi istemesi fazlasıyla can sıkıcı bir durumsal.
Toplayıp birilerine vereyim en iyisi dediğimde, aklıma servis elemanları geldi doğal olarak.
Su getiren bizim Vanlıya sormuştum, “Balkondaki üzümler çürüyüp gidecek. Çok lezzetlidir... İster misiniz, bir dahaki gelişine hazır edebilirim, toplasam yer misiniz?”
Niye istemesin… Kim bilir, gidip gelirken gözüne ilişiyor, canı çekiyordur falan diyorum.
Sonraki su isteyişimde gelinceye kadar epeyce toplayıp hazır etmiştim.
Bir torba üzümü gören bizim Vanlı sevindi...
Bak dedim “Bu üzüm çok lezzetlidir ama kabuğu yenmez. Dilinle üst damağın arasında ezdiğinde pıt diye çıkan içini yutacaksın, kabuğunu çıkartıp atacaksın. Karadenizliler bu üzüm için delirir, bulduğunda bir sepeti mideye indirir. Hangi iklimde, nerede oturursa otursun, bir karış toprağa sahip her Karadenizli bu asmadan diker oraya mutlaka” açıklamasını yaparken birkaçını yiyerek gösterdim falan.
Kafası karışmış gibiydi ama mutlaka severler ailecek diye geçirdim içimden. Meğer kader ağlarını fena halde örmekteymiş. Sonraki geliş gidişlerinde konuyu hiç açmayınca dayanamayıp “Sevdiniz mi üzümleri, biraz daha toplayabilirim, ister misiniz?” diye sorduğumda nihayet baklayı ağzından çıkardı:
“Abi o üzümleri kimse yemez.”
Gülüştük karşılıklı. “Ya çok lezzetlidir...” izahatları yarasızdı. Israr etmedim... Ders oldu, bundan böyle Karadenizli olmayana üzüm yok. Araştırıyorum, potansiyel kurbanlarım servis elemanlarıyla sınırlı. Hemşeriyi yakaladığımda sepet sepet üzümü hak etme durumsalıyla tanıştıracağım.
Şaka değil, gerçekten çok lezzetlidir... Bilmeyenlerin sevmemesine bir şey denemez, yörenin çok sevilen lezzetlerindendir. Zaten sorunun tadından kaynaklanmadığından eminim, yenilme biçimi yaratıyordur sevilmeyişini. Özellikle ‘Pepeçura’ denilen pelte kıvamlı bir tatlısı yapılır, çok da sevilir yörede. Öyle sanıyorum şarap kültürü kaybolup gittiğinden yapılmıyor uzun yıllardır; bir ara soruşturduğumda bazı yerlerde eskilerden kalma büyük şarap küpleri olduğunu öğrenmiştim. İnternetten aramış, hatta bazı şarap firmalarına da sormuştum bu üzümden şarap yapılıp yapılamayacağını, hiçbir şey öğrenememiştim. Şarap meraklısı/uzmanı, çakanı edeni, yazanı, çizeni değilim ki... Yine de fikrimi şey etmeden edemicem; şeker oranının yüksekliği yüzünden şarap için hiç uygun değil sanırım.
Altı yedi yıl kadar önce şarap yapmak gibi bir müthiş fikir gelmişti aklıma. Çevirmeli modem günleri, kaynak kıtlığı yüzünden doğru dürüst bilgiye ulaşamamıştım internette. Çıkıp birkaç kitapçıya gitmem de işe yaramamış, şarap yapımıyla ilgili kitap bulamamıştım. Britannica, Meydan Larusse, internet derken neler yapılacağına dair kabaca fikir edinebilmiştim.
Kısıtlı bilgiyi dert etmedim. Zaten evdeki fırında yoğurt yapmaya başlamam da ansiklopedilerdeki ‘Süt, maya, 41 derece...’ kısa bilgileri sayesindedir. Bir termometre yardımıyla fırının düğmesinin nereye ayarlanması gerektiği işaretledikten sonra, geriye sadece mayayı eklemek kalıyordu. Uzun müddet bu yöntemle evde yapmıştım yoğurdu. Neyse, şaraba döneyim.
Önce büyükçe bir çelik tencerenin bakalit kapak tutacağını çıkartıp kapaktaki sabit çelik vidayı tam ortasından ince matkap ucuyla delmiştim. Böylece gaz çıkışını sağlayacak tek yönlü supap sistemini kurabilecektim. Ortası delinmiş bu vidaya takılacak ince bir hortum, suyunun uçup gitmemesine dikkat edilecek küçük bir şişenin veya kavanozun içine sarkıtılacaktı. Böylece tenceredeki üzüm suyunun mayalanması sırasında ortaya çıkan gaz dışarı çıkabilecek ama kavanozdaki su içeri hava girmesini engelleyecekti.
Şarap fıçım hazırdı, üzümleri toplayıp ezebilirdim.
İşe koyuldum. Yıkamaydı, ezmeydi derken hem ben bittim tükendim hem de mutfağı batırdım. Sonunda bir miktar kabukla beraber üzüm suyunu doldurdum tencereye, kapağını kapatıp telle sıkıcı bağladıktan sonra un hamuruyla iyice sıvadım etrafını. Kaldırıp serin havalandırma balkonundaki dolaba yerleştirdim, kapağa bağlı hortumu su dolu kavanoza sallandırdım.
Bitirmiştim… Beklemek ve şarabımı afiyetle içmek kalmıştı geriye.
Arada bir supap kavanozundaki suyu falan kontrol ediyorum, eksilmişse ilave ediyorum. Kaç ay beklediğim aklımda değil, sonunda tamamdır deyip tencereyi açtım.
Onca eziyetin onca sabrın karşılığı karşımda duruyordu. Önceden hazır ettiğim şişelere doldurabilirdim. Tadı berbattı, yine de bir umutla şişeleyip mantar tıpalarla sıkıca kapattıktan sonra loş balkon dolabına yatık vaziyette yerleştirdim. Bunca eziyetin ürünlerinin bozulup gitmesini göze alamazdım di mi ama. Arada sırada gidip kontrol ediyorum, şişeleri döndürüyorum, tortu falan oluşmuş mu diye bakıyorum falan.
Sonunda beklemekten usandım ve birini açayım dedim. Kadehe doldurduğum şarap kırmızı değil açık pembeydi.
Şeker pembesi roze üretmişim, vay be, rengi çok hoş, halleriyle gaz veriyorum kendime. Anlarmış gibi ışığa tutup kadehi çevirdim falan. Hesapta ağzımda çevirip şarabıma eksperlik yapacaktım. Tortu falan göremememin kasılmalarıyla küçük bir yudum almamla püskürtmem bir oldu.
Caaanım şarabım, onca emeğimin ürünü, iğrenç bir şeydi.
Tarif etmem mümkün değil, öylesine felaket ötesi bir şey. Berbat bir sirke yapmışım bile diyemiyorum. Bilmem anlatabildim mi?
Öyle böyle berbat değildi, salatalarda bile kullanmayı göze alamayıp hepsini atmıştım. Anlayın işte.
İlk ve sondu... Bir daha şarap yapmayı aklımın ucundan geçirmedim. Gerçi sonradan öğrenmiştim maya kullanmak gerektiğini, bir sürü şeyi eksik, yanlış yaptığımı ama iş işten geçmişti. Şimdi her taraf kaynak ve bilgi dolu, malzeme kaynıyor, öğrenmeyi isteyip girişmek yeter. O günlerde bunların kırıntısı yoktu, en azından ben bulamamıştım.
O olayın bende çok müthiş bir etkisi olmuştu aslında. Üzümleri ezerken ellerimde ortaya çıkan alerji uzun süre sorun yaratmış, kızarıp kabarmış, kaşınıp durmuşlardı. Çıplak elle yapmamam gerektiğini biliyorum artık, fakat plastik eldivenleri uzun süre takarsam ellerimin alev alev yanmaya başlaması da ayrı dert. Yanicime sadece naylon giysi veya plastik terlik, lastik ayakkabı giyememekle sınırlı değil başımdaki illet. Neyse, üzümlerdeki bakterilerin yarattığı bu bela birkaç hafta sürmüştü.
Aslında şarapçılık maceramdan yanıma kalan yegane şey bu alerji olmuştu. Az şey mi!
Sonunda diyorum ki, bilgisiz kafanın cezasını çeken çok olur.
Eyüp Şeker