İLK GEMİYİ BEN GÖTÜRMÜŞTÜM ESKİŞEHİR'E

ÖĞRENCİLİK ANILARININ KİMİLERİ HİÇ UNUTULMAZ



Eskişehir'de gemi ilk değil benim için.

72 yılıydı sanırım… Emin olamıyorum şimdi, 69-70 döneminde girdiğim ve her sınıfı 2 kere okuduğuma göre, ya 72 ya da 73 yılında girmiş olmalı yaşamıma ilk gemi.

İşte o ilk gemiyle emekli etmiştim tarihçi Saliha hanımı. Bir de M(m)ısır'ın iki hali ve yemek tarifi vardı işin içinde.

Bilmiyorum hayatta mıdırlar, denk gelip de bu satırları okurlar mı? Pek sanmıyorum... Okurlarsa kemiklerimi kırmaya dair duyguları tırmanışa geçer mi? Onu da bilmiyorum!

Her sene çaktığım dersler arasında iki banko vardı. Bunlardan biri tarih, diğeri İngilizceydi. İngilizceyi anladık da tarihten kalınır mı, ben kalırdım.

Sabahlara kadar hesap makinesi şeritlerine ince Rapido kalemle kopya hazırlar ama ders çalışmazdım. İşin tuhaf tarafı o kopyaları hazırlarken tek satır öğrenemiyor oluşumdur.

Gördüğünüz gibi sonradan embesil olunmuyor, doğuştan geliyor bu meziyet.

Tarihten kopya hazırlanır mı, ben hazırlardım. Hazırlanırsa satır satır yazılır mı, ben yazardım. En çoğu, yer, kişiler ve tarihler not edilir, bunları görmek yeterlidir, kalanını döşenirsin, hepsi bu. Ben hiçbir şey hatırlamayı beceremediğimden kitabı neredeyse aynen geçerdim daracık şeritlere. Sonradan işi pratikleştirip kitap sayfalarının fotoğraflarını çekip kontak tabla minnacık basmaya başladım ama bu eşsiz yöntemim Bakırköy lisesinden tamamen şutlandıktan sonra sınavlara girdiğim İhsan Mermerci lisesindeki dönemdeydi. Pek hayrını görememiştim bu fikrin.

Kontak tabla 2.5x3.5 cm kartlar halinde hazırladığım sayfa kopyalarında yazılanları çok rahat okuduğumu iyi hatırlıyorum, şu anda iki gözlük kullandığıma bakılırsa gözler müthişmiş o zaman.

Çoktan emekliliği gelmesine rağmen öğretmenliğe devam eden Saliha hanım yazılı kağıtlarını okumazdı. 10'luk döşenene de, 3'lük bir şeyler yazana da 5-6 falan verirdi. Bu huyu bilindiğinden kimse konuları hatim etmek için yırtınmaz, herkes ortalama bir şeyler yazar, geçer notu alırdı. Taktik şöyleydi; soruyla ilgili önemli unsurlar gayet belirgin yazılır, ondan sonrası sallanırdı.

Örneğin: Sınav sırasında sağdakinden soldakinden öğrenilen "Yavuz Sultan Selim, Memlükler, 1516 yılında Mercidabık Muharebesi" kelimeleri göze batacak şekilde yazılır, ondan sonra "Yavuz çok kızmıştı, kafa kola almaya kararlıydı. Rakibi kaçak güreşiyordu…" gibilerden artık akıla ne gelirse kolay okunmaz şekilde döşenilirdi.

Bu durumun öğrenciler arasında müthiş eğlence konusu olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Tabii ben abartıp işi tam bir kepazeliğe çevirinceye kadar...

Zavallı Saliha hanım Eskişehir'deki gemiyle tanışır tanışmaz apar topar emekliliğini istemişti. Ve çok aramıştı öğrenciler Saliha hanımı. Çünkü gerçekten tarih çalışmak gerçeğiyle yüz yüze gelinmişti. Aslında onun öğrencilerinin hepsini yakmış, kazıkçı hocalara mahkum etmiştim. Kısacası hergeleliğimin bedelini arkadaşlara ödetmiştim...

Yazılı yapıyor; sorulardan biri Mısır'la ilgili, ikincisini şimdi hatırlamıyorum, sonuncusu da Cumhuriyet Tarihi'ndendi ve Atatürk'ün Ankara'ya gidişini sormuştu...

Cevaplarım şunlardı:

Üç çeşit Mısır vardır. Sütlü Mısır, sütsüz Mısır ve patlamış Mısır.

Şimdi hatırlamadığım soruya bir şey denk düşüremeyince yemek tarifi yazmıştım.

Sonuncu soru en dehşetlisiydi: Atatürk Ankara'ya gemiyle gitti, gemi Eskişehir açıklarında battı…

Tabii bu kadar yalın değillerdi, bir yığın laf kalabalığıyla doldurmuştum kağıdı.

Sonuçları öğreneceğimiz gün geldi çattı, notları okuyor zavallı kadıncağız. Bilmem kim 5, bilmem şu 6, öbürü 4 falan, böyle giderken "Eyüp Şeker sıfır" der demez ayağa fırlayıp "İtiraz ediyorum hocam, benim notum sıfır olamaz" dememle "Çabuk buraya gel" diye haykırdı.

Beni disipline veremeyeceğini, işi cezalandırmaya götürürse kağıtları okumadığının ortaya çıkacağını düşünmenin pişkinliğiyle iyice azıtmıştım.

Akıl almaz bir durumdu, kürsüye giderken ve yanında yüksek perdeden itirazlarımı sürdürünce "Çabuk yerine otur" diyen kadıncağız not defterini, kağıtları falan toparlayıp apar topar sınıfı terk ederken çocuklardan bazıları da beni yerime oturtmuştu.

Ve nihayet kafama dank etmeye başlamıştı bir şeyler.

Yaptıklarımı şoke olmuş vaziyette izleyen bütün sınıfın önünde "Ulan ben ne yaptım, şimdi yandım. Mahvoldum, bittim… Evde de kemiklerim kırılacak… Eyvah ki ne eyvah… Mahvoldum ben…" diye dövünmeye başladım. Korkudan mıçarken gözüm kapıda müdürle birlikte her an içeri girecekler diye bekliyorum. O gün bir şey olmadı… Ertesi gün de… Sonunda haber geldi, Saliha hanım emekliye ayrılmıştı.

Zaten yılsonuna birkaç hafta kalmıştı, bu rezaleti kapatmayı ve uzaklaşmayı yeğlemişti. Sanırım beni de yakmak istememişti.

Ölçüyü nasıl o kadar kaçırmıştım şaşıyorum şimdi. Okumaz değildi, tabii ki okuyordu kağıtları ama üstünkörü. Uzun yıllar boyunca sayısını hatırlaması mümkün olmayacak kadar çok sorup durmuştu aynı soruları, artık şöyle bir göz atmak yetiyordu kadıncağıza. İnceden inceye okumadığı için de 10'luk cevapla 3'lük cevabın ayırtına varamıyor, ortalama notlar vererek geçiştiriyordu. Hiç cevap veremeyenlere 1-2 veriyordu tabii ama çok çok nadirdi bu... Görülmemiş şekilde hiç olmayacak kadar sapıtan benim gibi birine sıfır vermesinden doğal ne olabilirdi! O da verdi…

Şimdi olsa çıkartır Eskişehir'deki denizin ve geminin resmini gösterir "İşte kanıtı hocam…" derdim.

Kader utansın, erken gelmişim dünyaya.

Eğitim öğrenimle ilişkimin tamamen kesildiği yıllardı. Karnede sekiz kırık çok normaldi. Beden eğitimiyle resim olmasa geçecek ders bulamayacaktım. Diğerlerinin tamamından güm... İlk yarı altıdan aşağı düşmezdi ve çoğunlukla da sekiz dokuz zayıf getirirdim. İkinci dönem epeycesini kurtarmam yetmez, ikisinden üçünden ikmale kalır, kızgın yaz günlerini hocayla, kursla, ikmal sınavlarına girmekle geçirirdim.

Sahte karne hazırlayıp sekiz dokuz zayıfı dörde falan indirerek kurtarırdım hesapta ilk dönemi ama yılsonunda sınıfta kalınca sahte karne göstermenin bir yararı olmayacağının farkındalığı ve kemiklerin uygun kırılması umudunu taşıyarak eve yollanırdım.

Eğitimle ilişkimiz kalmayınca hergeleliği ve fırlamalığı en uç noktalara taşımaya başlamıştık artık. Başlamıştık diyorum, çünkü aynı kaderi paylaştığım bir sıra arkadaşım olmuştu. Ceyhun... Onunla müthiş ikiliye dönüşmemiz çok sürmemişti… Hele de o kopya bölmeli sıra olayı tam bir efsane halini almıştı ama şimdi ona girersem çıkamam. Belki başka zaman…

Ceyhun’la eşsiz hergeleliklere imza atmıştık. Kaçınılmaz olarak sınıfı da azdırıyorduk tabii, fakat diğerlerinin azgınlıkları hep bir yere kadar gelebiliyor, biz iki kafadarın yaptıklarını akıllarından bile geçirmiyorlardı...

Bir de dolduruşçular vardı. "Şunu yapsana… Hocaya şunu söylesene"lerle kanımıza girip durulardı. Bunlar en küçük haylazlığı bile akıllarından geçiremeyen ama hergelelikleri seyretmekten büyük zevk alan ineklerdi genellikle. Bunlardan bir tanesi sürekli beni doldurup dururdu. Okulla ilgisi olmayan, semtteki bir hergelelik yüzünden karakolda topluca yenilen bir dayaktan sonra bir daha aklından bile geçirmedi kimseyi doldurmayı. Aylaklık yaptığımız köşeye gitmekte birkaç dakika gecikmek yüzünden derdest edilenler arasına giremeyince, karakolda ağırlanmaktan ve dayak resitalinden mahrum kalmıştım. Dolduruşçuluk yapmaktan başka dahili olmayan dolduruşçum da esaslı şekilde ıslatılmış, toplu dayak resitalinden nasibini fazlasıyla almıştı. Ve tövbekar olmuştu tabii… Hem de öyle tövbe etmişti ki, geçtik dolduruşu, yanımıza gelmeye bile çekinmeye başlamıştı…

Yandaki 2 Fen-A’yı çok kıskanırdık. Çünkü o sınıf ismine yakışmayacak kadar akıllı usluydu. Bizim 2 Fen-E ismi ise bize gitmiyordu. Biz azgınlar sınıfının olmalıydı 2 Fen-A ismi diye ciddi ciddi konuşur tartışırdık sınıfça. Değiştirmemiz mümkün değildi tabii, yakışan o isme kavuşamadık.

İkinci emekli etme vakaasını Ceyhun’la birlikte tezgahlamıştık. Kurbanımız tarihçi Fikriye Hanımdı. Ne tesadüf yine bir tarihçi ve yine emekliliği erteleyip göreve devam eden bir bahtı kara! Rastlantı mıydı? Bilmiyorum…

Ama önce tarihçi Fikriye hanımı, namı diğer Deli Fikriye'yi tanıtmalıyım sizlere. Tam bir belaydı Fikriye hanım... Ne kopyaya göz yumar, ne de kolayından not verirdi. Sınıfta tam anlamıyla terör estirirdi. Hele de kızmaya görsün, eline ne geçirirse onunla vururdu. Oturduğu yerde kıpırdayan veya konuşan, gülüşen olursa hemen sözlüye kaldırır, kazık sorularla iflahını sökerdi.

Yılsonu yaklaşıyordu. Bahçelerde çiçekler açmaya başlamıştı. Denk geldiğimiz çiçekleri, özellikle de gülleri yolup hocalara götürmek gibi bir adet edinmiştik. Kimden çıkmıştı kim başlatmıştı hiç hatırlamıyorum. Sevdiğimiz hocalara zaten götürüyorduk… Tuttum bahçenin birinden yürüttüğüm bir demet gülü verdim tarihçi Fikriye’ye. İyi hatırlıyorum, yaprakları çabuk dökülen dayanıksız beyaz güllerdendi… Ne kaşınırsın, otur oturduğun yerde işte. Hesapta yaptığım jestle “Hocam bakın yılsonu geldi, güle eğlene girelim tatile...” mesajları vereceğim yedi bela Fikriye’ye. Meğer fena halde belamı ararmışım...

Bu elimden aldı “Hangi mezarlıktan çaldın bu solmuş şeyleri...” diye kafama geçirmeye başladı gülleri. "Hocam ne mezarlığı, canım çıktı bunları bulana kadar" türünden itiraz etmelerim bir işe yaramıyor, vura vura gülleri parçalıyor kafamda. Birden ayağa fırladım “Ben gamlı hazan, sense bahar...” şarkısını söylemeye başladım. İşin daha dehşet verici tarafı, bildiğimin bundan ibaret olması ve sürekli şarkının bu bölümünü tekrarlayıp durmamdı. Bu neye uğradığını şaşırdı, koşar adımlarla uzaklaştı, çocuklarda beni yaka paça oturttular. Şarkı nereden geldi aklıma, neden söyleyeme başladım en küçük fikrim yok. İşin tuhafı, şarkı söylemek kavramıyla uzaktan yakından en küçük ilgimin olmaması ve bir tane bile şarkı bilmememdir. Bir şey yapmam gerektiği güdüsüyle ayağa fırlayıp söylemeye başlamıştım. Hepsi bu...

Haksız sayılmazdı; hırlı rüya görmeyeceğime, işin içinde bir bit yeniği veya hergelelik olduğuna dair inancı öyle sarsılmazdı ki, hiç düşünmeksizin kafamda paralamıştı gülleri. Kim bilir neler düşündü o anda; “Ya karabiber ya da hapşırık tozu dökmüştür içlerine... Vardır muhakkak bir pislik bunlarda” demiş, geçirmiştir kafama.

Ama intikamımız çok acı olacaktı.

Fikir Ceyhun’dan çıkmıştı. “Şimdi beni sözlüye kaldırması için patırtı yapacağım, oraya gidince de damarına basıp bana tokat atmasını sağlarım, sen de fotoğrafları çekersin” dedi ve hiç duraksamadan uygulamaya geçti.

Fikriye hanım kazık sorular sordukça Ceyhun ters cevaplar veriyor, çıldırtıyordu. Sonunda pata küte girişmeye başlayınca ben de basmaya başladım deklanşöre. Ne yaptığımı gördü ve Ceyhun’u bırakıp koşar adımlarla bana doğru gelmeye başladı. En arkadan ikinci sırada oturmama rağmen ne makineyi saklamaya, ne de filmi çıkartıp almaya fırsat bulamadan yanımda bitti, “Çabuk ver o makineyi bana” diye çınladı. Hocam yok bir şey falan kıvırmalarının yararı yoktu, uzattım...

Aldı, kurcalamaya başladı. Açıp filmi çıkartacak ama beceremiyor. Makine de Canon F1, bizim gibiler için tam bir servet. Ceyhun gözü gibi bakıyor yepyeni makinesine. Aldırabilmek için aylarca ne diller dökmüştü babasına. Alınış sürecini iyi bildiğimden makineye bir şey olacak diye ödüm kopuyor. “Hocam bozacaksınız, verin ben çıkartıp vereyim size” deyince çaresizce uzattı makineyi. Filmi geri sarmaktı, şuydu buydu derken karambola getirip cebimdeki kullanılmamış yeni bir film makarasını verdim bizimkine.

Suç kanıtını ele geçirdiğini düşünen Fikriye hanım rahatlamıştı, aldığı filmle yüzünde güller açarak uzaklaştı.

Asıl şenlik bir sonraki dersinde kopacaktı. Derse girer girmez “Niye bu filmde bir şey yok? Boş çıktı...” diye fırça atmaya başlamıştı. “Hocam kime yıkattınız! Yakmışsınız filmi. Yazık ettiniz güzelim filme, başka pozlar da vardı içinde, onları da yaktınız. Bize bıraksaydınız banyosunu güzelce yapar, sizinkileri de size verirdik...” gerekçelerimizi yemekten başka çaresi yoktu. Kapattı konuyu ama bizim kapatmadığımızdan haberi yoktu... Olacaktı…

Bir sonraki derse geldiğinde kürsünün üstünde bulmasını sağlamıştık o pozları sanırım. Tam net hatırlamıyorum suç kanıtlarını nasıl sunduğumuzu. Neyse, gidiş o gidiş, Fikriye hanımı bir daha görmedik. Emekliye ayrılmıştı... Yerine genç bir stajyer geldi yılın son birkaç haftasında. Doğal olarak kakara kikiri geçirildi o günler...

Tarihçi Saliha hanım olayında Ceyhun'la aynı sınıfta değildik. Önce hangi tarihçiyle ilgili olanı gerçekleşmişti şimdi onu da hatırlamıyorum aslında. Yanılmıyorsam ilk emeklilik Fikriye Hanımınkiydi. Galiba Ceyhun benden bir yıl önce almıştı eline belgesini, ben bir sene daha sürtüp öyle elveda demiştim sevgili okuluma. Büyük ihtimalle Saliha hanımı Ceyhun'la kafadarlık yapamadığımız son senemde emekli etmiştim.

Aslında geçirdiklerimiz şutlanmaya dair günlerdi. Ceyhun’la o kadar iyi anlaşıyorduk ki, dört yılı aynı sınıflarda geçirmememize rağmen eğitim hayatımız birbirinin kopyasıydı. Bunun en iyi kanıtı da, ikimizin de aynı şekilde belge almasıydı lise 2’den. İki sınıfı dört sene okuyup geçmeyi başaramayan kaç kafadar vardır ki Bakırköy Lisesi’nde? Fazla olduğunu sanmıyorum.

Aslında ikimiz de güzel güzel hazırlanıyorduk kapı dışarı edilmeye.

Ceyhun çok zeki biriydi. O günlerde eski bir dürbün parçasından yararlanarak tahta ve alüminyumdan sinema makinesi yapmıştı. Bir o kadar müthiş yetenekli bir ressamdı. Akademiye gidebilseydi eğer bugün resimlerinden çok konuşulan biri olacağından zerre kuşkum yok. Kaçınılmaz şekilde ve aslında arkasına hiç bakmadan okuldan kalan zamanlarda çalıştığı babasının küçücük dükkanına tamamen yerleşip iyi bir tabelacı oldu… Anladığım kadarıyla işi epey büyütmüş, dev kuruluşların ışıklı panolarına falan imza atan büyük bir firma haline getirmiş tabelacılığını.

Onun gibi ben de azmetmiştim okumamaya. Şutlanmama dair sayısız işaretlerden biri matematikçi Ali beyle ilgili olandır.

Ben elli kilo civarında tüy sıkletim, Ceyhun ise benim iki katım, tam bir patates çuvalı kıvamındaydı. Ali bey arkası sınıfa dönük formülleri tahtaya yazıp çözerken anlatmakta… Sınıf sessiz, çıt çıkmıyor. Artık nereden estiyse, Ceyhun bana bir omuz koydu ben kendimi sıralar arasındaki koridorda yerde buldum.

Halimi görenler ve patates çuvalı kıvamındaki Ceyhun geberiyor gülmekten. Morarmışım, kuduruyorum, altında kalamam, bir şeyler yapmam kaçınılmaz.

Olabildiğince gerilip bir omuz yerleştirdim Ceyhun’a. Bu en küçük kayma belirtisi göstermeden, bedeninde en ufak kıvrılma veya eğilme olmaksızın kütle halinde yana devrilince bacakları sıranın altına gümbür diye çarptı. Sınıfın o sessizliğinde çıkan ses müthişti. Herkes dönmüş bize bakıyordu. Hoca da…

Ali bey hiç tereddüt etmeden bakışlarını bana dikip “Eyüp Şeeekeeer kapıyı dışarıdan kapa...” diye gürledi. “Ama hocam kendi düştü. Kaydı...” gibi bahaneleri yemesi mümkün değildi cin gibi Ali beyin. “Şeeekeeer kapıyı dışarıdan kapa…” diye gürleyince üçüncüyü söyletmemem gerektiğinin fazlasıyla farkında olarak sınıftan dışarı çıkmıştım.

Sınıftan şutlanmam ilk değildi, son da olmayacaktı. Sadece okuldan tamamen şutlanmaya hazırlıyordum kendimi, hepsi bu…

Eskişehir'e ilk gemiyi kimin götürdüğünü gördünüz işte.

Fikir yeni değildir ve de tamamen bana aittir yani.

Gemiyi ben götürmüştüm, ben…

Çok esaslı öğrenciydim, çok…



Eyüp ŞEKER

22-23-24 Temmuz 2009
.