UÇAN OTOMOBİL SEVDASI

EN ÇOK UÇAN YA DA YÜZEN OTOMOBİLİ BİZ ÜRETTİK


İnsanın eski fantezilerindendir uçan otomobil. Yüzen otomobil de öyledir…

Ve sayısız başarısız girişimlere rağmen uçabilenleri de yapılmıştır... Oysa uçan otomobil yapmak değil, onları güvenli şekilde havada tutabilmektir asıl mesele. Diğer deyişle, patır patır insanların kafasına çakılmayacak otomobiller yapabilmek önemlidir ki, şu anki teknolojiyle bu imkansız.

Medyada sıkça karşılaşırız uçan otomobile dair yeni gelişmelerin haberleriyle. Hepsinin bir ortak noktası vardır; yakında işten eve, evden işe uçan otomobilimizle gideceğiz denir.

Bir ortak noktası daha vardır bu tür haberlerin; tepesinde binlerce uçan otomobil dolaşan şehirlerdeki insanların can güvenliğinin nasıl sağlanacağına hiç kafa yorulmaması.

Bunca çarpıcı teknolojik gelişmeye rağmen uçak ve helikopterler bile havada kalmakla ilgili sorunlar yaşarken, uçma yetenekleri bunlara göre çok çok sınırlı olan uçan otomobiller nasıl güvenle uçurulabilecektir insanların tepesinde!

Daha çok bir eğlence ve macera aracı olabilir uçan otomobil. Tıpkı yüzen otomobil gibi…

Şort tişört veya mayo tamam da, kim temiz pak büro kıyafetiyle suya dalar arabasıyla? Hem de üstü açık yüzen otomobiliyle? Azıcık çırpıntılı bir suda bile işe gidinceye kadar sudan çıkmış sıçana dönmek pek eğlenceli olmasa gerek.

Uçan ya da yüzen otomobil bir eğlence aracından, bir oyuncaktan öteye gidemez. Bunu satın alabilecek insanların tekne ya da uçak alacak parası, bağlayacak ya da indirip kaldıracak yeri veya imkanları vardır zaten.

Arabasıyla gider teknesinin yanına, biner tekne gibi teknesine veya gider normal ya da dikine havalanabilen uçağının ya da helikopterinin yanına, biner uçak gibi uçağına.

Eğlenceye, maceraya, gösterişe meraklıysa sürüverir ikoncanların yakınından denize, yapar en fiyakalısından dönüşlerini, toplar ikoncanlara kilitlenmişinden kilitlenmemişine bütün bakışların hepsini üstüne, ardından en görünür yerden çıkar yola, yanaşır bu kez karadan iskeleye, atar biraz daha havasını. Sıkı mı gitsin Altıyol’daki evinden Maslak’taki işyerine ya da Yeşilköy Havaalanına? İnmeyi başardığı denizin kaçıncı yüz metresinde dehşeti yaşamaya başlar kestirmek zor değildir.

Evet, eğlenceli pahalı bir oyuncaktır yüzen otomobil, hepsi bu.

Uçan otomobil ise pahalı bir oyuncaktan çok daha fazlasıdır. Çuvalla parayla bitmez iş, gözü karalık ölçüsünde cesaret de ister bu oyuncağı kullanabilmek için. Bununla da bitmez, bir yığın izin gerekir dolaşılacak hava sahası için. Öyle atlayayım Şahin'ime Doğan'ıma çıkayım gökyüzüne diyemez kimse. Bilinen sistemler söz konusu olduğu sürece de niteliği değişmeyecektir uçan otomobilden kast edilenin.

Kısacası bu türden araçlar ancak özel alanlarda veya boş arazilerde gözü kara maceraperestlerce kullanılabilir.

Sırtına taktığı minik jet motorlarıyla Manş’ı geçen adam uçan adam olmamıştır. Sadece imkansız sınırlarındaki bir işi başarmıştır. Şu anki uçan otomobiller, jet adamın ekipmanından, yani küçük jet motorlarından, küçücük kanatlarından farklı değil zaten.

Zar zor havalanıp zar zor belli mesafeleri kat edebilmektedirler ama kolayca havalanabilip uzun mesafelere gidecek özelliklere kavuşturulsalar bile uçan otomobil olarak kullanılamazlar. Çünkü işin bir de havacılık kuralları kısmı var. Yaptım uçan otomobili, çıkıp fink atayım Beyoğlu semalarında diyemezsin. Çünkü havada başıboşluğa ve karmaşaya izin verilemez, çünkü bedeli çok çok ağırdır.

Meteoroloji balonlarına bağladığı bahçe sandalyesiyle dörtbin metreye çıkan çılgın Amerikalının uçmasından pek de farklı değildir şu anki uçan otomobiller. Uçmaksa uçmak işte, kelle koltukta çık yukarıya, durabiliyorsan dur bakalım orada.

Güvenli uçuş sistemli uçan otomobiller yapılsa bile yeterli değil. Güvenli uçuş koridorları sistemlerinin de hayata geçirilmesi gerekiyor. Binlerce hatta milyonlarca aracın havada dolaştığını düşünmek bile insanı ürpertmeye yeterken, bunları birbirine çarpıştırmadan uçurmanın başlı başına önemli bir konu olduğunu fark ediverir insan. Güvenle uçurulacak ve güvenle dolaştırabilecekse ancak o zaman hayata geçirilebilir uçan otomobiller. Bunun dışında gider Konya ovasında dolanır, yulaflarla şalgamlara atarsın havanı ancak.

Neredeyse ilk uçaklarla birlikte hayali kurulmaya başlayan uçan otomobillerle dolu şehirler çok uzaktır insanlığa. Bilinen uçuş sistemleriyle bu hayali gerçekleştirmek hemen hemen imkansızdır. Tahtakale’nin veya Nişantaşı’nın üzerindeyken motoru durursa paraşütle indirilir, balonla kondurulur bile denemez. Çünkü ne şekilde kondurursan kondur, nasıl indirirsen indir inecektir insanların tepesine. Metrekareye üç beş kişinin düştüğü büyük şehirlerin üzerinde dolaşmayı aklından bile geçiremez kimse.

Asıl mesele uçan araba yapıp nasıl uçurulacağının yollarını bulmak değil, uçan arabaların patır patır insanların kafasına çakılmasına engel olmanın yolunu bulmakken, zar zor havalanıp bir karış mesafe denilecek uzaklıklara gidebilen uçan otomobiller anca geliştirilebildi, kolay mı evden işe, işten eve mantığındakiler yapılabilsin.

Aslında uçan otomobiller tıpkı araştırma geliştirme çalışmalarına uzun yıllar önce son verilen nükleer uçaklara benziyor:

Yakın zamanda açıklanmasa kimsenin haberi olmayacaktı nükleer uçaklardan. Meğer soğuk savaşın hararetli yıllarında hem Amerika hem de Sovyetler nükleer uçak geliştirmek için çok çalışmış. Amaç nükleer denizaltılar gibi ikmal yapmaksızın haftalarca hatta aylarca havada kalabilecek uçaklara sahip olmakmış. Malum, U2 ve SR 71 gibi casus uçaklar belli süre havada kalabilirken, pilotları bir başlarına saatlerce daracık kokpite tıkılıp kalıyordu. Nükleer güç sayesinde çok daha büyük uçaklar sınırsızca havada kalabilir ve fazla sayıdaki personeline daha rahat ortamlar sunarken pek çok aleti de taşıyabilirdi.

Personelin radyasyondan korunması meselesi tam halledilememişse de nükleer motorlarla ilgili epeyce mesafe kat edilmiş. Hatta Sovyetler deneme uçuşları yapacak kadar ileri aşamaya getirmişse de projesini, iki taraf da durdurmuş çalışmaları.

Bu kararın alınmasındaki asıl neden, artık uzaya gönderilen casus uyduları yüzünden birbirlerinin faaliyetlerini izleme, gözetleme işleri için uçaklara ihtiyaç kalmaması.

Diğer önemli neden ise, nükleer denizaltılar battığında okyanusun dibini boylarken, nükleer uçaklar bozulduğunda insanların tepesine çakılacağı gerçeği.

Ne güzel işte, atom bombası yerine nükleer uçak patlayacak kafanda, daha ne istersin. Nükleer uçak ne ki, o yıllarda nükleer bombalar maytap gibi kullanılmış her yerde. Dev bir liman yapmayı planlayan Amerikalılar biraz daha çekingen davranırken Sovyetler büyük nehir yatakları açmak için dinamit niyetine gümletmiş epeycesini. Aynen günümüzdeki vitamin tabletleri gibi her derde deva sayılmış nükleer patlayıcılar. Küçük patlamalarla tırmanan Roket bile yapmaya çalıştıklarına bakılırsa bir tek ekmeğe sürülüp yenmediği kalmış.

Bütün araçlar insan yaşamını kolaylaştırmak için geliştirilmiştir. En ölümcül, en dehşet verici silahlar bile…

Eğer bir araç işe yaramaktan çok zorluk çıkartıyorsa terk edilir, yaşamın dışına atılır.

Sovyetler ile ABD elde edeceklerini umdukları üstünlükler ve kazançlar için katlanıyorlardı bütün bunlara, göze alıyorlardı ölümcül tehlikeleri, bu nedenle harcıyorlardı onca parayı ve emeği.

Gerekiyorsa katlanır insan belli eziyetlere, hatta ölüm tehditlerine. Ya ödülü değerli, ya da çocuklarım iyi yaşasın der katlanır ateşlerde kavrulmaya, sularda çırpınmaya fakat geçerli hiçbir neden yokken iyi yaşamak yerine anlamsız bir şekilde cezalandırılıyorsa katlanmaz kimse. Katlansa bile katlanmaz, sindirse bile sindirmez, illa haykırır, illa patlar bir noktadan itibaren.

Tencere tava, çekiç testere, kalem kaağıt, radyo TV telefon gibi kentler de insan yaşamını kolaylaştıran araçlardır, insanlara eziyet merkezleri değil...

Kentler insanlar içindir, binalar ve otomobiller için değil.

Kentler yaşamı kolaylaştırmak yerine zorlaştırıyorsa yanlış kullanılıyorlar demektir.

Tıpkı bütün araçlar gibi...

Arabalar da yaşamı kolaylaştırmak içindir. Tıpkı binalar yollar gibi...

Eğer binalar otomobiller yollar yaşamı işkenceye çevirmeye başlamışsa bunun suçlusu binalar otomobiller yollar değil, bunları yanlış kullanan bizlerizdir. Çünkü yaşamı kolaylaştırıp iyileştirdikleri denenerek kanıtlanmış araçlardır bunlar. Başkalarının yaşamını kolaylaştırıp güzelleştirirken bizim yaşamımızı cehenneme çeviriyorlarsa, biz yanlış kullandığımız içindir.

Bu yanlışı yaratanlar ise aklını doğru kullanamayan insanlardır.

Yanlışı görüp düzeltmek yerine yanlış kullanımı artırmaya devam etmenin çöküntüyü getirmesi kaçınılmazdır. Bunun bedelinin ağır olduğunu belirtmeye gerek yok. Zira zarar vermeye başladığında terk edilen diğer bütün araçlar gibi kentler de terk edilir.

Bütün bu araçlar tamamen kullanılmaz hale gelmeden, bütün bu araçlar yaşamı yaşanmaz hale getirmeden ve büyük çöküntü yaşanmadan, zorluk çıkartan bütün araçlar amaçlarına uygun şekilde kullanılır hale getirilmelidir. Akıl bunu emreder.

Bu yalın gerçek ısrarla görmezden geliniyor.

Trafik, araçları taşıyarak değil, insanları taşıyarak çözülür.

Böyle diyor akıl, bilim ve deneyim. İstenildiği kadar tünel, köprü, yol, viyadük yapılsın işe yaramaz, her yapılan, trafiği daha da artıracak yeni yükleri yaratır diyor akıl, bilim ve deneyim.

Ama böyle demiyor bizdeki hallediciler ve her zamanki gibi hep bildikleri telden çalıyorlar.

Bu çok bilenler ve hep bilenler ve ziftin pekini yiyesiceler “Ben otoyol yapar, köprü diker, tüneller oyar, viyadükler kondururum, tarihi gömer, ormanı dümdüz eder, denizi kara eyler işi hallederim. Zaten hep bir güzel hallettim...” demeyi sürdürerek biz kullarını gütme lütfunda bulunmaya devam ederlerse, ne edelim, yine güdülür gideriz.

Karadeniz uçan veya yüzen otomobillerle doldu… Kimisi uçup konmuş bir evin çatısına, kimisi çakılmış kafadan çamura, çoğunluğu göle ve nehre dönmüş yollarda yüzüyor, bir kısmı ise almış soluğu denizde, epeycesi de köstebeğe dönüp görünmez olmuş toprakta.

Oysa ne uçan ne de yüzen otomobil teknolojisi geliştirdi yurdum milleti. Sadece asfalt ve betona kurban edildi hepsi.

“Sahil yoluyla sadece doğa katledilmiyor, asıl yaşamlar mahvedilmekte, çirkinleştirilmektedir...” diye haykıranların sesi duyulmadı, duyulmaması için her şey yapıldı. Doğa kendisinden çalınanların bedelini her fırsatta “Bana ters, yapıma aykırı iş yapmayı göstereceğim size...” diye haykırarak ödetiyor.

"Çevrecinin daniskasıyım" nutukları atmak yerine Karadeniz'in çok iyi bilinen doğasına uygun işler yapması gerekiyor bizi gütme lütfunda bulunanın. Ve bugün haalaa savunmaya çalışıyorlar Karadeniz otoyolu denen garabeti, bu acayip katmerli belayı.

Karadenizliler, bilgisizliğin, aldırmazlığın, ilgisizliğin, umursamazlığın ve düşüncesizliğin bedelini canıyla malıyla ödüyor. Diğer pek çok yerdeki yurdum milleti gibi. Oysa yaşamlarını şekillendiren etkili yetkililere karışmalı, yaptıklarını sorgulamalı, fikirlerinin sorulmasını sağlamalıydılar.

Yapmadılar…

Yapmak yerine nutuklarını dinleyip geçtiler.

Hizmet denilenleri kurcalamadılar, incelemediler.

Bunun yerine "Büyüklerimiz bilir" ninnisiyle yetindiler.

Peki, ne yapmak gerekir? Çok basit, akıl, bilim ve deneyim ne diyorsa ona uymak gerekir.

Mühendislikle uzaktan yakından ilgisi olmayan herhangi biri bile bu bent gibi kıyı yollarının yapılmaması gerektiğini anlamakta zorlanmıyor, kıyıdan geçen ille de gerekiyorduysa, bu dolgulular yerine ayaklar üstünde ilerleyen yollar yapılmalıydı diye düşünebiliyor.

Vatan gazetesindeki bu fotoğraf her şeyi açıklamıyor mu?



Haalaa "Dere yatağındaki yerleşimler…" diye başlayan nutuklarla bahane üretmeye çalışıyor bizi gütme lütfunda bulunan etkili yetkililerimiz. Daracık köprüleri, bent görevi yapan bu yolları kim yaptı, dere yatağına ev yapanlar mı?

Bizi gütme lütfunda bulunan etkili yetkililerimiz bahaneler üretmekle, nutuklar patlatmakla bir yere varamayacaklarını, sele boğulanların dertlerine derman olamayacaklarını düşünürler mi bilinmez ama Karadenizliler ödeyecekleri bedellerin büyük olduğunu ve bitmek bilmeyeceğini artık iyi bilmektedirler.

Ne diyelim, “Yaşasın asfalt ve beton manyaklığı" mı?

Yoksa "Yaşasın bu manyaklıktan beslenenler ” mi diyelim?

Ve aynen devam edelim.

Nasılsa elden gelmiyor başkası.



Eyüp Şeker
28-30 Temmuz - 01 Ağustos 2009
.