HEP SAHİPSİZ
..........
9.3.91
Mayıs'a yakın bir günde yürüyorsun çıplak ayaklarında yeşili hissederek.
Gecenin nemi yeni yeni düşmeye başlamış çimenlerin üzerine.
Hafiften bir üşüme hissiyle ürperiyorsun.
Şaşkınsın, üşüme değilmiş gibi geliyor sana.
Karanlık daha bir koyulaşıyor denize doğru döndüğünde.
Uzaklarda çok uzaklarda hayal meyal seçilen bir ışık görebiliyorsun yalnızca.
Küçük bir tekne belli ki…
Karanlığı mı sahiplenmiş yoksa karanlık mı onu sarmış karar veremiyorsun bir türlü.
Uçsuz bucaksızmış gibi uzanan çayırın sonsuzluğunu bozan deniz de çayır kadar sonsuz duruyor.
O ışık uzaklaşıyor mu yoksa yaklaşıyor mu karar veremiyorsun bir türlü.
Biliyorsun aslında ama o korkular yok mu?
Bırakmıyor yakanı kuruntuların.
Yürümekten mi yoksa düşünmekten mi yorgunluk çıkmıştır üzerine karar veremiyorsun bir türlü.
Uzanıyorsun yeşile sere serpe. Üzerinde bir tek tenin var.
Çimenlerin soğuk ıslaklığı mı titreten seni?
Sarıyor bedenini yeşil, okşuyor tenini...
...........
20.2.91
Hayır mı?
Nasıl istersen.
Zaten ben de intikamımı çok iyi aldım.
Şeysellere giderken almadım yanıma seni.
Muhteşem mavide yüzerken de yoktun yanımda.
Daldığımda o pırıl pırıl suya, yanımda yoktun.
Seyrederken denizin derinliklerini bir başımaydım.
Mercan balıkları etrafında dolaşacak benden başkasını görememenin şaşkınlığını yaşıyorlardı.
Bir başıma uzandım gümüşi kumlara sere serpe.
Yerken leziz balıkları, yudumlarken şarabı,
tadarken çeşit çeşit tropik meyveleri hep yalnızdım.
Akşamın o büyüleyici kızıllığını da tek başıma seyrettim.
Ne güzel tarzanca konuşuyordu servis yapan yerli kız.
Ama bilmiyordu tarzanca dinlemesini.
Söyleyemedim ona bir daha Kleopatra rolünü oynamamasını.
Uyandım.
Çok kötüydü sabah.
Yoktun yanımda.
Eyüp Şeker
BIÇAĞA DÜŞEN OTA SARILIR
B 2’YE BOĞULANIN KOLU YATIRILIR BIÇAK ALTINA
Geçen yıl sağ kolumdaki uyuşma ve oynatmama izin vermeyecek kadar şiddetli ağrı yüzünden doktora gitmek zorunda kalmıştım. Daha önce çektiğim bel ağrısı için verilmiş ilaçları kullanmam işe yarar gibi gözükse de doktora gitme gereğini duymuştum.
Doktor, bilgisayar kullanıcılarının rahatsızlığı dedi ve bir takım tahlillerle, adalelerin durumlarını anlamaya yönelik bir test yaptırdı. Sonuçta; zamanının büyük kısmını bilgisayar başında geçiren, özellikle de fareyle uzun süre çalışanlarda görülen sinir sıkışmasından kaynaklanan bir rahatsızlık deyip, bir romatizma merhemi bir de B vitamini tableti verdi, stres topu ya da aynı işe yarayacak bilek egzersizleri önerdi. Çünkü B vitamini eksikliği sinirlerde rahatsızlığa sebep olur diye eklemişti. Eğer bunlar işe yaramazsa bilekte ameliyat kaçınılmaz diyerek epeyce ciddi bir sorun olduğunu vurgulamıştı.
Uzun yıllardır bilinçsizce vitamin tableti kullanmaktan kaynaklanan sorunlarla bir süredir boğuştuğumu ve bazı vitaminlerin eksikliğinde beliren rahatsızlıkların, aynı vitaminin fazlalığında da ortaya çıktığını öğrendiğimi söyledim. Beni hiç duymadı, duymak bir yana “B vitaminleri suda eridikleri için fazlası suyla birlikte atılır…” derken alaycı ifadeyle bakmakla yetindi… Bir rahatsızlık nedeniyle antibiyotik kullanırken 2 gün Bemiks aldığım için yüzümde yaraya dönüşen koyu lekeler oluştu diye eklemem bir işe yaramayınca “Peki vitamini bir iki gün alırım, sorun çıkarsa keserim…” deyip kurtulmayı yeğledim ama satın bile almadım verdiği vitamini. Çünkü vitamin tabletleri yüzünden vücudum çökmüştü.
Pomadı kullandım ve bu arada “Kol ağrısının ortaya çıkması öncesindeki son haftalarda yaşamımda nasıl değişiklikler yaptım” diye düşünmeye başladım. Vardığım ilk sonuç, dizüstü bilgisayarı masaüstü bilgisayardan daha fazla kullandığımdı. İkisi arasındaki en temel fark masaydı. Masaüstü bilgisayarın özel masası yüzünden klavye özellikle de fare hemen hemen bel hizasındaydı. Oysa dizüstünü ergonomik olmayan normal masada kullanıyordum, ek fareyi de… İlk iş fareyi üzerinde kullanabileceğim bir sehpa ayarlamak oldu. Böylece fareyi kullandığım sağ kolum bel hizasına indi. Bir miktar rahatladım… Bilgisayar başındayken çektiğim ağrıların şiddetinde düşme olmuştu. İşe yarıyor gibiydi ancak sorunun asıl kaynağını bulmadığımın farkındaydım.
Aynı dönemde ikinci önemli değişikliği yiyecek konusunda yapmıştım. Hemen her gün protein özellikle de kırmızı et tüketiyordum. Kahvaltıda bile eksik olmuyordu salam jambon… Et ürünlerini soframın vazgeçilmezi yapmamın nedeni son yıllarda çektiğim eklem ağrılarıydı.
Bu noktada, önceki yıllarda yaşadığım sağlık sorunlarını ve çare arayışlarımı anlatmazsam neden söz etmeye çalıştığım tam anlaşılamayabilir:
Yıllar boyunca çektiğim eklem ağrıları yüzünden gittiğim doktorlar, yapılan tahliller ve sözde tedaviler hiçbir işe yaramamıştı. Çare peşinde gezinirken aldığım bir adet Supradyn tableti sonrasında baldırımda oluşan şişlik dikkatimi çekmişti. Daha önce bu şişliklerin fazla büyümesi yüzünden 3 kez operasyon geçirmiştim. Hem de bir keresinde yumurta büyüklüğünde olan birini yardırmak için tam narkozlu ameliyata girmiştim. İşte başımın belası bu şişliği yeniden görünce yıllardır düşmeyen jeton öyle bir düştü ki, içimde kopardığı gürültüyü anlatamam. Birkaç gün sonra şişlik kendiliğinden indi. Hemen bir tane daha Supradyn aldım. Bingo, aynı şişlik yine karşımdaydı. Yardırıp durduğum o şişlikler vitamin tableti alma alışkanlığımın eseriydi. Kuşku götürmez şekilde ortadaydı bu gerçek.
İlk işim internete girip vitamin etkileriyle ilgili bilgi aramak oldu. Karşıma çıkan sürüyle sayfada gördüklerimi aklım almıyordu. İlkokuldan itibaren öğretilir C vitamini eksikliğinde İskorpit, B vitamini eksikliğinde Beriberi olur, havuç yemek gözlere iyi gelir, bezelyeyi de sofradan eksik etmemek gerekir gibi bilgiler… Yani hemen herkesin az çok fikri vardır belli yiyeceklerden uzak durmanın getirdiği belalarla ilgili… Eksikliklerinde neler olacağıyla epeyce donanmış durumdayız… Tamam da fazlalık durumunda ortaya çıktığı söylenenleri ilk kez duyuyordum. Şişlikler, ciltteki lekeler, sinirsel etkiler, eklem ağrıları, saçlardaki bela kepek kuru pul pul dökülen deri, göz bozuklukları, ışığa hassasiyet… Kuşkuya kapılmadım değil ama açtığım sayfaların hemen hepsinde aynı şeylerden söz ediliyordu. Oysa ben bunlara dair hiçbir şey duymamıştım ve daha da vahimi bu yaşıma kadar hiçbir doktordan fazlalıkla ilgili uyarı almamıştım. Aksine, doktorlar neredeyse her reçeteye vitamin yazmayı adet edinmişler.
Doktorum beni kesip biçiyor şişlikleri yarıp duruyordu ama aklına hiç gelmiyordu vitaminle ilişkisi. İnternette bile dolaşan bu bilgiler mesleki yayınlarında yer almıyor olabilir mi? İmkansız… Ben bile öğrenirken doktorlarım neden “Fazlası suyla atılır…” demeye devam ediyordu? Muhtemelen bilmiyorlar… Tek bildikleri hemen her rahatsızlıkta reçeteye vitamin takviyesi yazmak... İyi geliyor ya, herkes vitamin manyağı yapılmış ya…
Vitamin tabletlerine elimi sürmez oldum şişlikle ilişkiyi tespit ettiğim o günden sonra. Beni yıllarca uğraştıran o şişlikler kesinlikle bir daha ortaya çıkmadı. Fakat dertler bitmemişti, sırada ciltteki yaraya dönüşen lekeler, eklem ağrıları ve ışığa aşrı hassasiyet vardı…
İlk yaptığım iş eklem ağrılarının ve gözlerdeki hassasiyetin sorumlusu A vitamininin güçlü kaynaklarından uzak durmaktı. İşimin zor hatta içinden çıkılmaz olduğunun farkına varmam da çok sürmedi. Çünkü yıllarca bilinçsizce hesapsızca Supradyn yutarak vücudumu vitamine boğmuştum, bütün vitaminlerin fazlalığıyla fazlasıyla yüklüydüm. Cilt sorunları daha önemsiz deyip eklem ağrılarına, monitöre bakarken gözümü kısma derdine öncelik tanıdım, A kaynaklarından mümkün olduğunca uzak durmaya gayret ettim. Sebzelerin çoğunda, beyaz etlerde ve süt ürünlerinde çokça bulunan A vitamininden uzak durmanın neredeyse imkaansız olması yüzünden son çare olarak kırmızı ete yüklendim. Eklem ağrılarım çok azaldı, ışık eskisi kadar yormamaya başladı… Belirgin şekilde rahatlamıştım ama yaklaşmakta olan belanın farkında değildim…
A vitamininden kurtulmaya başladıktan bir iki ay sonra işte bu uyuşma ve ağrılar peydahlandı, başıma bela oldu. Kolumdaki ağrı yüzünden doktora gidişimin öncesine dair özet budur. Umarım konuyu açıklayabilmiş, ne anlatmaya çalıştığımı gözler önüne serebilmişimdir.
Kırmızı ete çok yüklendiğimin farkına vardıktan sonra biraz ders çalışınca et ürünlerinde özellikle de kırmızı ette en çok B2 vitamini bulunduğunu öğrendim. Hemen kestim et ürünlerini… İki ay kadar sıkı şekilde uyguladığım perhiz etkisini gösterdi. Böylece rahatsızlığın ilaçlarla değil yiyeceklerle giderilebileceğini bir kez daha öğrendim. Bu yiyecekle tedavi sürecinde www.besinler.com sitesinden çok yararlandım. Hangi vitaminlerin en güçlü kaynakları hangi besinlerdir, hangileri en az hangi besinde vardır gibi soruların cevabını çoğunlukla bu sitede bulabildim. Vitaminlerin miktarlarını kıyaslayarak kendimden gayet emin şekilde koldaki uyuşma ve ağrıların sorumlusu B 2 vitaminidir diyebiliyorsam bu sitenin katkısı büyüktür. Tabii ki bilimsel değil uyuşma ve ağrıların suçlusu B 2 vitaminidir demem. Ancak yapılacak sağlıklı bilimsel bir çalışmayla kesinleştirilebilir… Ama ben yaşadıklarımdan hareketle en küçük kuşku duymadan B 2 sorumludur bu uyuşma ve ağrılardan diyebiliyorum. Bundan sonrası konuyu bilimselleştirecek olanlara aittir. Sadece, bu dertten muzdarip olanlara, vitaminlere elinizi sürmez belli besinlerden bir süre uzak durursanız zararı olmaz ama sağlınıza kavuşursunuz diyorum. Hepsi bu… Göz ardı edilmemesi gereken açık gerçek: Yiyecek çeşitliliğini sağlamış, normal beslenen birinin vitamin takviyesine ihtiyacı yoktur. Yapılan bütün bilimsel araştırmalarda vitaminlerin ekstra güç sağladığına dair en küçük bilgiye ulaşılamamıştır. Halbuki vitamin fazlalıklarının çok ciddi hatta ölümcül sonuçlar yarattığı reddedilmez şekilde bilinmektedir.
Uyuşma ve ağrılardan hemen hemen kurtuldum sayılır. Arada bir özleme dayanamayıp güçlü B2 kaynaklarından birine fazla yüklenince uyuşma hemen belli ediyor kendini. O dönemdeki gibi aşırı ağrılı olmasa da aslında uzun yıllardır bu uyuşma dikkatimi çekiyordu. Özellikle uyku sırasında kollarımda uyuşma oluyordu ama bunu proteinlere ve özellikle de vitaminlere yormak hiç aklıma gelmiyordu. Neyse, B2 kaynaklarından uzak durmamın sonucunda bu uyuşmalar ağrılar kayboldu. Sadece biraz fazla atıştırınca hemen belli ediyor kendini. Yarım asrı geride bırakmaya eklenen fazlasıyla hareketsiz yaşamın bu rahatsızlıkları çok beslediğini belirtmeye bile gerek yok.
Neyse, bütün bunları anlatmamın ve kafanızı şişirmemin nedeni, doktorların vitamin fazlalığının hiç zararı yokmuş gibi davranmaları, bunu hiç akıllarına getirmemeleri. Özellikle suda eriyen vitaminlerin fazlalığının vücuttan atıldığı bilgisine takılıp kalmalarını, tabletlerin, idrarla atılamayacak miktarlarda fazlalıklar oluşturabileceğini akıllarına getirmemelerini aklın alması mümkün değil. Kolda uyuşma ağrı mı var, B vitamini takviyesi yapalım, bir de gevşetici merhem verelim diyorlar ama “Ya bu uyuşma ve ağrılar B vitamini fazlalığında da ortaya çıkabilir?” sorusu hiç gelmiyor akıllarına. Çünkü bilmiyorlar veya fazlalık etkilerini duymuşlarsa bile böylesine ileri düzeyde rahatsızlıklar yaratabileceğine dair bilgiler henüz ulaşmamış kendilerine. Bilmiyorum, günahı yapanların boynuna, belki de milyarlarca dolarlık ilaç sanayi etkili oluyor kimilerinin bu sessizliklerinde, reçete çiziktirmelerinde.
Sonuçta, zamanımızın büro sakinlerinin hastalığı uyuşma ve ağrılar yüzünden sayısız insan ilaç tedavileriyle egzersizlerle boğuşurken leblebi gibi vitamin yutmaya devam edip fastfood niyetine ne bulursa löpür löpür götürüyor, çikolata keyfi yapıp bira muhabbetlerinde gevşiyor. Bütün gün bilgisayarın başında canı çıkmış ya, vitamin yutmanın çağın belalarından strese iyi geldiğini duymuş ya, çikolata da strese birebir gelir deniyor ya, bira da olmazsa olmazı ya, ameliyat masasına kadar gidecek yolun taşlarını birer birer döşediğinin hiç farkında olmadan devam ediyor. Yetmezmiş gibi, acıyla kıvranırken gittiği doktor da vitamin veriyor. Ne yapacak yutuyor… Neyi mi… Neyi olacak, hapı… Ne yapabilir ki, doktor söylemiş hapı yutmasını… Benimle kafa bulan o doktoru dinleseydim benim sonumun da ameliyat masası olacağından hiç kuşku duymuyorum. Akıllarına hiç gelmiyor fazlalık etkileri…
Diğer taraftan bunun bana özel bir rahatsızlık olmadığı da ortada. Daha birkaç gün önce Power Ball denen icatla kırılan rekordan söz ediyordu TV’ler. Yanlış bilmiyorsam, ağrıyla kıvranan bilgisayar kurbanlarına bilek egzersizi için şiddetle tavsiye edilen bir alet Power Ball. Çok iyi geliyormuş falan deniyor…
Hiç duydunuz mu vitaminin zararlarından söz eden bir doktoru? En fazla “Vitaminler doktor kontrolünde alınmalıdır…” gibi bir uyarı yapılıyor. Hepsi bu işte… Çevrenizde uyuşma ve ağrılardan muzdarip kaç kişi var diye bir bakınır mısınız?
Sözü çok uzattığımın farkındayım ama inanın çok sıkıntılar çektim ve çekmeye devam ediyorum. Oysa sanki böyle bir sorun hiç yokmuş gibi davranılıyor. Kimse ağzına almıyor vitamin fazlalıklarının ölüme varabilecek etkiler yarattığından. Örneğin, kalsiyum fazlalığının kalp sorunlarına sebep olacağı söylenirken, süt ürünlerine düşkün birinin bir de hemen hepsinde kalsiyum bulunan vitamin tableti atıştırma alışkanlığı varsa çok ciddi kalp rahatsızlıkları yaşayabileceğinden neden söz edilmez? Kalsiyum etkisini kendimde o kadar açık olarak görebiliyorum ki. Sabah kahvaltılarındaki peyniri biraz fazla kaçırmamın etkisinin çarpıntı olarak döndüğünü görmek için çok titizlenmem gerekmiyor. Oysa yıllarca bu çarpıntılar için, asıl suçlu sigarayı tek başına sorumlu tutup durmuştum. Şimdi bıraktım sigarayı ve etkinin kaynağını net olarak yakalayabiliyorum. Tam bir fazlalık deposuna dönüştürdüğüm vücudum küçük miktarlara bile tepki veriyor artık.
Tamam, ben iyi kullanmadım vücudumu ama bunun tek suçlusu da ben değilim. Benim gibi olanlar da değil…
Yolun yarısını geride bırakmışsanız, kırmızı beyaz fark etmez, illa da et olsun diyenlerdenseniz, çok fazla hareketli bir yaşamınız yoksa, iyi geliyor halleriyle vitamin tableti yutma alışkanlığınız varsa ve bilgisayar başındayken elinize kolunuza ağrılar giriyorsa, uykuda sağınız solunuz çok sık uyuşuyorsa, gittiğiniz doktor vitamin takviyesi önermişse sakın ola dinlemeyin. Doktorunuza, vitamin fazlalığıyla ilgili duyduklarınızı, yiyecek alışkanlıklarınızı, yaşam biçiminizi anlatın, sizi dinlemezse, alaycı tavırlarla bakıp vitamin takviyesinden dem vurursa “Başım üstüne…” deyin ve çıkın gidin. Bırakın o doktoru o doktorluğuyla baş başa…
Kesinlikle vitamin almayın ve elinizin altındaki bütün vitaminleri çöpe atmak ilk işiniz olsun. Hemen derhal en küçük tereddüde kapılmadan bir an bile gecikmeksizin vejetaryen olun, fakat vejetaryen olacağım derken, güçlü bir B 2 kaynağı olduğunu ıskalayıp sakın ola soya fasulyesine sarılmaya kalkmayın… Eğer vermişse doktor, gevşetici pomadı alın kullanın, o kadar… Bir bir buçuk ay ot yemenin yararını göreceğinizi bilin… İşe yaramazsa yediğim otla kalırım deyin geçin ama asla ve asla vitamin tabletlerine elinizi sürmeyin ve et ürünleri, başta keçi koyun olmak üzere süt ürünleri, çikolata, tahin, bira gibi güçlü B 2 kaynaklarından uzak durun mümkün olduğunca.
Bıçak altına yatmak istemeyen ota sarılmalıdır.
Eyüp Şeker
Vitamin rahatsızlığıyla ilgili notlarımın adresi :
http://abone.superonline.com/~ben/vitamin-notlari.html
Geçen yıl sağ kolumdaki uyuşma ve oynatmama izin vermeyecek kadar şiddetli ağrı yüzünden doktora gitmek zorunda kalmıştım. Daha önce çektiğim bel ağrısı için verilmiş ilaçları kullanmam işe yarar gibi gözükse de doktora gitme gereğini duymuştum.
Doktor, bilgisayar kullanıcılarının rahatsızlığı dedi ve bir takım tahlillerle, adalelerin durumlarını anlamaya yönelik bir test yaptırdı. Sonuçta; zamanının büyük kısmını bilgisayar başında geçiren, özellikle de fareyle uzun süre çalışanlarda görülen sinir sıkışmasından kaynaklanan bir rahatsızlık deyip, bir romatizma merhemi bir de B vitamini tableti verdi, stres topu ya da aynı işe yarayacak bilek egzersizleri önerdi. Çünkü B vitamini eksikliği sinirlerde rahatsızlığa sebep olur diye eklemişti. Eğer bunlar işe yaramazsa bilekte ameliyat kaçınılmaz diyerek epeyce ciddi bir sorun olduğunu vurgulamıştı.
Uzun yıllardır bilinçsizce vitamin tableti kullanmaktan kaynaklanan sorunlarla bir süredir boğuştuğumu ve bazı vitaminlerin eksikliğinde beliren rahatsızlıkların, aynı vitaminin fazlalığında da ortaya çıktığını öğrendiğimi söyledim. Beni hiç duymadı, duymak bir yana “B vitaminleri suda eridikleri için fazlası suyla birlikte atılır…” derken alaycı ifadeyle bakmakla yetindi… Bir rahatsızlık nedeniyle antibiyotik kullanırken 2 gün Bemiks aldığım için yüzümde yaraya dönüşen koyu lekeler oluştu diye eklemem bir işe yaramayınca “Peki vitamini bir iki gün alırım, sorun çıkarsa keserim…” deyip kurtulmayı yeğledim ama satın bile almadım verdiği vitamini. Çünkü vitamin tabletleri yüzünden vücudum çökmüştü.
Pomadı kullandım ve bu arada “Kol ağrısının ortaya çıkması öncesindeki son haftalarda yaşamımda nasıl değişiklikler yaptım” diye düşünmeye başladım. Vardığım ilk sonuç, dizüstü bilgisayarı masaüstü bilgisayardan daha fazla kullandığımdı. İkisi arasındaki en temel fark masaydı. Masaüstü bilgisayarın özel masası yüzünden klavye özellikle de fare hemen hemen bel hizasındaydı. Oysa dizüstünü ergonomik olmayan normal masada kullanıyordum, ek fareyi de… İlk iş fareyi üzerinde kullanabileceğim bir sehpa ayarlamak oldu. Böylece fareyi kullandığım sağ kolum bel hizasına indi. Bir miktar rahatladım… Bilgisayar başındayken çektiğim ağrıların şiddetinde düşme olmuştu. İşe yarıyor gibiydi ancak sorunun asıl kaynağını bulmadığımın farkındaydım.
Aynı dönemde ikinci önemli değişikliği yiyecek konusunda yapmıştım. Hemen her gün protein özellikle de kırmızı et tüketiyordum. Kahvaltıda bile eksik olmuyordu salam jambon… Et ürünlerini soframın vazgeçilmezi yapmamın nedeni son yıllarda çektiğim eklem ağrılarıydı.
Bu noktada, önceki yıllarda yaşadığım sağlık sorunlarını ve çare arayışlarımı anlatmazsam neden söz etmeye çalıştığım tam anlaşılamayabilir:
Yıllar boyunca çektiğim eklem ağrıları yüzünden gittiğim doktorlar, yapılan tahliller ve sözde tedaviler hiçbir işe yaramamıştı. Çare peşinde gezinirken aldığım bir adet Supradyn tableti sonrasında baldırımda oluşan şişlik dikkatimi çekmişti. Daha önce bu şişliklerin fazla büyümesi yüzünden 3 kez operasyon geçirmiştim. Hem de bir keresinde yumurta büyüklüğünde olan birini yardırmak için tam narkozlu ameliyata girmiştim. İşte başımın belası bu şişliği yeniden görünce yıllardır düşmeyen jeton öyle bir düştü ki, içimde kopardığı gürültüyü anlatamam. Birkaç gün sonra şişlik kendiliğinden indi. Hemen bir tane daha Supradyn aldım. Bingo, aynı şişlik yine karşımdaydı. Yardırıp durduğum o şişlikler vitamin tableti alma alışkanlığımın eseriydi. Kuşku götürmez şekilde ortadaydı bu gerçek.
İlk işim internete girip vitamin etkileriyle ilgili bilgi aramak oldu. Karşıma çıkan sürüyle sayfada gördüklerimi aklım almıyordu. İlkokuldan itibaren öğretilir C vitamini eksikliğinde İskorpit, B vitamini eksikliğinde Beriberi olur, havuç yemek gözlere iyi gelir, bezelyeyi de sofradan eksik etmemek gerekir gibi bilgiler… Yani hemen herkesin az çok fikri vardır belli yiyeceklerden uzak durmanın getirdiği belalarla ilgili… Eksikliklerinde neler olacağıyla epeyce donanmış durumdayız… Tamam da fazlalık durumunda ortaya çıktığı söylenenleri ilk kez duyuyordum. Şişlikler, ciltteki lekeler, sinirsel etkiler, eklem ağrıları, saçlardaki bela kepek kuru pul pul dökülen deri, göz bozuklukları, ışığa hassasiyet… Kuşkuya kapılmadım değil ama açtığım sayfaların hemen hepsinde aynı şeylerden söz ediliyordu. Oysa ben bunlara dair hiçbir şey duymamıştım ve daha da vahimi bu yaşıma kadar hiçbir doktordan fazlalıkla ilgili uyarı almamıştım. Aksine, doktorlar neredeyse her reçeteye vitamin yazmayı adet edinmişler.
Doktorum beni kesip biçiyor şişlikleri yarıp duruyordu ama aklına hiç gelmiyordu vitaminle ilişkisi. İnternette bile dolaşan bu bilgiler mesleki yayınlarında yer almıyor olabilir mi? İmkansız… Ben bile öğrenirken doktorlarım neden “Fazlası suyla atılır…” demeye devam ediyordu? Muhtemelen bilmiyorlar… Tek bildikleri hemen her rahatsızlıkta reçeteye vitamin takviyesi yazmak... İyi geliyor ya, herkes vitamin manyağı yapılmış ya…
Vitamin tabletlerine elimi sürmez oldum şişlikle ilişkiyi tespit ettiğim o günden sonra. Beni yıllarca uğraştıran o şişlikler kesinlikle bir daha ortaya çıkmadı. Fakat dertler bitmemişti, sırada ciltteki yaraya dönüşen lekeler, eklem ağrıları ve ışığa aşrı hassasiyet vardı…
İlk yaptığım iş eklem ağrılarının ve gözlerdeki hassasiyetin sorumlusu A vitamininin güçlü kaynaklarından uzak durmaktı. İşimin zor hatta içinden çıkılmaz olduğunun farkına varmam da çok sürmedi. Çünkü yıllarca bilinçsizce hesapsızca Supradyn yutarak vücudumu vitamine boğmuştum, bütün vitaminlerin fazlalığıyla fazlasıyla yüklüydüm. Cilt sorunları daha önemsiz deyip eklem ağrılarına, monitöre bakarken gözümü kısma derdine öncelik tanıdım, A kaynaklarından mümkün olduğunca uzak durmaya gayret ettim. Sebzelerin çoğunda, beyaz etlerde ve süt ürünlerinde çokça bulunan A vitamininden uzak durmanın neredeyse imkaansız olması yüzünden son çare olarak kırmızı ete yüklendim. Eklem ağrılarım çok azaldı, ışık eskisi kadar yormamaya başladı… Belirgin şekilde rahatlamıştım ama yaklaşmakta olan belanın farkında değildim…
A vitamininden kurtulmaya başladıktan bir iki ay sonra işte bu uyuşma ve ağrılar peydahlandı, başıma bela oldu. Kolumdaki ağrı yüzünden doktora gidişimin öncesine dair özet budur. Umarım konuyu açıklayabilmiş, ne anlatmaya çalıştığımı gözler önüne serebilmişimdir.
Kırmızı ete çok yüklendiğimin farkına vardıktan sonra biraz ders çalışınca et ürünlerinde özellikle de kırmızı ette en çok B2 vitamini bulunduğunu öğrendim. Hemen kestim et ürünlerini… İki ay kadar sıkı şekilde uyguladığım perhiz etkisini gösterdi. Böylece rahatsızlığın ilaçlarla değil yiyeceklerle giderilebileceğini bir kez daha öğrendim. Bu yiyecekle tedavi sürecinde www.besinler.com sitesinden çok yararlandım. Hangi vitaminlerin en güçlü kaynakları hangi besinlerdir, hangileri en az hangi besinde vardır gibi soruların cevabını çoğunlukla bu sitede bulabildim. Vitaminlerin miktarlarını kıyaslayarak kendimden gayet emin şekilde koldaki uyuşma ve ağrıların sorumlusu B 2 vitaminidir diyebiliyorsam bu sitenin katkısı büyüktür. Tabii ki bilimsel değil uyuşma ve ağrıların suçlusu B 2 vitaminidir demem. Ancak yapılacak sağlıklı bilimsel bir çalışmayla kesinleştirilebilir… Ama ben yaşadıklarımdan hareketle en küçük kuşku duymadan B 2 sorumludur bu uyuşma ve ağrılardan diyebiliyorum. Bundan sonrası konuyu bilimselleştirecek olanlara aittir. Sadece, bu dertten muzdarip olanlara, vitaminlere elinizi sürmez belli besinlerden bir süre uzak durursanız zararı olmaz ama sağlınıza kavuşursunuz diyorum. Hepsi bu… Göz ardı edilmemesi gereken açık gerçek: Yiyecek çeşitliliğini sağlamış, normal beslenen birinin vitamin takviyesine ihtiyacı yoktur. Yapılan bütün bilimsel araştırmalarda vitaminlerin ekstra güç sağladığına dair en küçük bilgiye ulaşılamamıştır. Halbuki vitamin fazlalıklarının çok ciddi hatta ölümcül sonuçlar yarattığı reddedilmez şekilde bilinmektedir.
Uyuşma ve ağrılardan hemen hemen kurtuldum sayılır. Arada bir özleme dayanamayıp güçlü B2 kaynaklarından birine fazla yüklenince uyuşma hemen belli ediyor kendini. O dönemdeki gibi aşırı ağrılı olmasa da aslında uzun yıllardır bu uyuşma dikkatimi çekiyordu. Özellikle uyku sırasında kollarımda uyuşma oluyordu ama bunu proteinlere ve özellikle de vitaminlere yormak hiç aklıma gelmiyordu. Neyse, B2 kaynaklarından uzak durmamın sonucunda bu uyuşmalar ağrılar kayboldu. Sadece biraz fazla atıştırınca hemen belli ediyor kendini. Yarım asrı geride bırakmaya eklenen fazlasıyla hareketsiz yaşamın bu rahatsızlıkları çok beslediğini belirtmeye bile gerek yok.
Neyse, bütün bunları anlatmamın ve kafanızı şişirmemin nedeni, doktorların vitamin fazlalığının hiç zararı yokmuş gibi davranmaları, bunu hiç akıllarına getirmemeleri. Özellikle suda eriyen vitaminlerin fazlalığının vücuttan atıldığı bilgisine takılıp kalmalarını, tabletlerin, idrarla atılamayacak miktarlarda fazlalıklar oluşturabileceğini akıllarına getirmemelerini aklın alması mümkün değil. Kolda uyuşma ağrı mı var, B vitamini takviyesi yapalım, bir de gevşetici merhem verelim diyorlar ama “Ya bu uyuşma ve ağrılar B vitamini fazlalığında da ortaya çıkabilir?” sorusu hiç gelmiyor akıllarına. Çünkü bilmiyorlar veya fazlalık etkilerini duymuşlarsa bile böylesine ileri düzeyde rahatsızlıklar yaratabileceğine dair bilgiler henüz ulaşmamış kendilerine. Bilmiyorum, günahı yapanların boynuna, belki de milyarlarca dolarlık ilaç sanayi etkili oluyor kimilerinin bu sessizliklerinde, reçete çiziktirmelerinde.
Sonuçta, zamanımızın büro sakinlerinin hastalığı uyuşma ve ağrılar yüzünden sayısız insan ilaç tedavileriyle egzersizlerle boğuşurken leblebi gibi vitamin yutmaya devam edip fastfood niyetine ne bulursa löpür löpür götürüyor, çikolata keyfi yapıp bira muhabbetlerinde gevşiyor. Bütün gün bilgisayarın başında canı çıkmış ya, vitamin yutmanın çağın belalarından strese iyi geldiğini duymuş ya, çikolata da strese birebir gelir deniyor ya, bira da olmazsa olmazı ya, ameliyat masasına kadar gidecek yolun taşlarını birer birer döşediğinin hiç farkında olmadan devam ediyor. Yetmezmiş gibi, acıyla kıvranırken gittiği doktor da vitamin veriyor. Ne yapacak yutuyor… Neyi mi… Neyi olacak, hapı… Ne yapabilir ki, doktor söylemiş hapı yutmasını… Benimle kafa bulan o doktoru dinleseydim benim sonumun da ameliyat masası olacağından hiç kuşku duymuyorum. Akıllarına hiç gelmiyor fazlalık etkileri…
Diğer taraftan bunun bana özel bir rahatsızlık olmadığı da ortada. Daha birkaç gün önce Power Ball denen icatla kırılan rekordan söz ediyordu TV’ler. Yanlış bilmiyorsam, ağrıyla kıvranan bilgisayar kurbanlarına bilek egzersizi için şiddetle tavsiye edilen bir alet Power Ball. Çok iyi geliyormuş falan deniyor…
Hiç duydunuz mu vitaminin zararlarından söz eden bir doktoru? En fazla “Vitaminler doktor kontrolünde alınmalıdır…” gibi bir uyarı yapılıyor. Hepsi bu işte… Çevrenizde uyuşma ve ağrılardan muzdarip kaç kişi var diye bir bakınır mısınız?
Sözü çok uzattığımın farkındayım ama inanın çok sıkıntılar çektim ve çekmeye devam ediyorum. Oysa sanki böyle bir sorun hiç yokmuş gibi davranılıyor. Kimse ağzına almıyor vitamin fazlalıklarının ölüme varabilecek etkiler yarattığından. Örneğin, kalsiyum fazlalığının kalp sorunlarına sebep olacağı söylenirken, süt ürünlerine düşkün birinin bir de hemen hepsinde kalsiyum bulunan vitamin tableti atıştırma alışkanlığı varsa çok ciddi kalp rahatsızlıkları yaşayabileceğinden neden söz edilmez? Kalsiyum etkisini kendimde o kadar açık olarak görebiliyorum ki. Sabah kahvaltılarındaki peyniri biraz fazla kaçırmamın etkisinin çarpıntı olarak döndüğünü görmek için çok titizlenmem gerekmiyor. Oysa yıllarca bu çarpıntılar için, asıl suçlu sigarayı tek başına sorumlu tutup durmuştum. Şimdi bıraktım sigarayı ve etkinin kaynağını net olarak yakalayabiliyorum. Tam bir fazlalık deposuna dönüştürdüğüm vücudum küçük miktarlara bile tepki veriyor artık.
Tamam, ben iyi kullanmadım vücudumu ama bunun tek suçlusu da ben değilim. Benim gibi olanlar da değil…
Yolun yarısını geride bırakmışsanız, kırmızı beyaz fark etmez, illa da et olsun diyenlerdenseniz, çok fazla hareketli bir yaşamınız yoksa, iyi geliyor halleriyle vitamin tableti yutma alışkanlığınız varsa ve bilgisayar başındayken elinize kolunuza ağrılar giriyorsa, uykuda sağınız solunuz çok sık uyuşuyorsa, gittiğiniz doktor vitamin takviyesi önermişse sakın ola dinlemeyin. Doktorunuza, vitamin fazlalığıyla ilgili duyduklarınızı, yiyecek alışkanlıklarınızı, yaşam biçiminizi anlatın, sizi dinlemezse, alaycı tavırlarla bakıp vitamin takviyesinden dem vurursa “Başım üstüne…” deyin ve çıkın gidin. Bırakın o doktoru o doktorluğuyla baş başa…
Kesinlikle vitamin almayın ve elinizin altındaki bütün vitaminleri çöpe atmak ilk işiniz olsun. Hemen derhal en küçük tereddüde kapılmadan bir an bile gecikmeksizin vejetaryen olun, fakat vejetaryen olacağım derken, güçlü bir B 2 kaynağı olduğunu ıskalayıp sakın ola soya fasulyesine sarılmaya kalkmayın… Eğer vermişse doktor, gevşetici pomadı alın kullanın, o kadar… Bir bir buçuk ay ot yemenin yararını göreceğinizi bilin… İşe yaramazsa yediğim otla kalırım deyin geçin ama asla ve asla vitamin tabletlerine elinizi sürmeyin ve et ürünleri, başta keçi koyun olmak üzere süt ürünleri, çikolata, tahin, bira gibi güçlü B 2 kaynaklarından uzak durun mümkün olduğunca.
Bıçak altına yatmak istemeyen ota sarılmalıdır.
Eyüp Şeker
Vitamin rahatsızlığıyla ilgili notlarımın adresi :
http://abone.superonline.com/~ben/vitamin-notlari.html
İNSAN UNUTUR DOĞA AFFETMEZ
DENİZİN İÇİNE EDEN HAVUZ KEYFİ YAPAR
Büyükçekmece Gürpınar Dereağzı çok bilinen bir yer değildir. Buranın en önemli özelliği sakinliğidir. Çünkü ters sayılabilecek sapa bir burundadır. Çoğunluğu bahçe içindeki müstakil evler, şehre yakın en sakin yörelerden biri olarak kalmasının nedenlerindendir. Artık pek öyle değilse de…
Özetle, bugünlerde şehrin merkezindeymiş izlenimleriyle dairelerin satılmaya çalışıldığı Beylikdüzü’nün alt kısımlarındaki sözünü ettiğim bu yöre, o zamanlar sanki komşu ilin parçası köylük yermiş gibiydi.
B.Çekmece, Kumburgaz ve çok daha ötedeki yerler hengameye boğulmuşken fazlasıyla sakin bir yerdi Gürpınar ve tutup belediye yaptılar. Belediye olur da iş bitiricilik eksik kalır mı? Hele de iş bitiriciliğin köşe dönücülüğün yelkenleri iyice şişirdiği o seksen sonrası yıllarda iş bitirici olmamak mümkün müydü?
İlk kez, başka sefer olmadığı için sabahın köründe Topkapı’dan bindiğimiz külüstür bir otobüsle gitmiştik Gürpınar’a kadar. Ondan sonrası gittikçe daha yakıcılaşan sıcakta ha babam yürümekti… Canımız çıkmıştı o üç dört kilometreyi yürürken… Tamı tamına otuzüç sene önceydi…
Daha sonra bir de bisikletle gitmiştik çılgınlığı hiçe sayan bir çılgınla… Hadi benim üç vitesli kontra pedallı neyse de, bizim çılgının frenleri bile yoktu, çamurluksuz ön tekerleğe basardı ayağını. Yine de fena gitmedi Haramidere’ye kadarki yolculuk ama dün gibi aklımdadır bitmek bilmeyen bağırttıkça bağırtan Devebağırtan. Çıktık o yokuşu… Nasıl çıktık, sormasın kimse… Beylikdüzü’nde rahatladık, daha doğrusu ben rahatladım, çılgın arkadaşımın yaşayacak kaabusu vardı sırada. Beylikdüzü’nden sonrası daha çok iniş… Devebağırtan’ın intikamını alırcasına koy verdik kendimizi Gürpınar yokuşundan aşağı… Benim kontra pedalda fren derdi yoktu, fakat çok geçmeden bizim çılgının başının fena halde belada olduğunu gördük. Bastırdıkça bastırıyor tekerleğe yavaşlayabilmek için ama ne mümkün, aynı hızla devam. Ayakkabısı tutuştu tutuşacak, lastik kokuları yükseliyor, yine de yavaşlayamayınca Gürpınar yerine Büyükçekmece’yi yaptı mecburi istikamet. Haalaa gözümün önündedir yokuş dibinde tam karşıdaki eski taş binaya çarpmamak için yaptıkları, dar açılı sol yola sapmak yerine daha geniş açılı sağ tarafa mecburen dönüşü… Durmuş, birkaç saniye öncesinde “Kesin bindirir, un ufak olur kemikleri, ne kafa kalır ne de göz, bundan hayır gelmez artık…” gibi feci akıbetler uygun gördüğüm çılgının dönüp gelmesini beklemiştim.
İşte böylesine sapa, doğru düzgün sahili ve yolu olmayan, dolayısıyla da sakin bir yerdi Dereağzı. O kadar sapa o kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi ki, “Yağmur bile yağmıyor, her yeri sel götürse buraya tek damla düşmez” gevezelikleri yapardık kendi aramızda. Bir müddet sonra bizimkiler bir yer alıp ev yapmışlardı.
Bir veya iki katlı müstakil evlerin hepsi bahçe içindeydi. Daha geç gelenler Dereağzı’ndaki kısıtlı bölgede yer bulamayınca yamaçlardaki tarlaları köylülerden satın almaya başlayıp ortalarına evlerini kondurdukları için evler arasındaki mesafeler daha fazlaydı. Çıplak araziye serpiştirilmiş, aralarında epeyce mesafe olan müstakil evlerin her birinin su kuyusu fosseptik çukuru vardı. Bunlar ihtiyacı fazlasıyla karşılıyordu. Zaten apartman kılıklı üç dört katlılar dikilinceye kadar vidanjör kavramıyla tanışmamıştı bu sakin yöre.
Yazlıkçılar arasında sık konuşulurdu köylülerin bir alem olduğu, kafalarının çalışmadığı, yaptıklarını aklın almadığı… Nedeni şuydu: Köye ilk yerleşenler, sonradan gelenlere, damatlara falan, köye uzak sahildeki beğenmedikleri arazileri bırakmışlar. Yazlıkçılık furyasıyla birlikte, beğenmedikleri para etmez gözüyle baktıkları o araziler büyük paralar kazandırmaya başlamış sahiplerine. Köyün erkekleri bozulurmuş, damatların paraya konma durumlarına… Bu hikayeler dilindeydi Gürpınar Dereağzı yazlıkçılarının ve “Bu köylüler bir alem, zengin ettiler damatları…” denmesi bu yüzdendi.
Dereağzı’nın küçük koyunda geçerdi günümüz. Denizin temiz olduğu o günlerde birkaç metre derindeki taş duvarları görmek için dalardık bazen ama pek fazla kafa yormazdık küçük bir suru andıran duvarın neyin nesi olduğuna, suyun dibinde ne aradığına. Dereağzı’nda bir de taş duvarlı küçük bir evin kalıntıları vardı. O tarihlerde 17 Ağustos gibi bir deprem yaşasaydık bilmiyorum aklımıza gelir miydi sarsıntının eseri çöküntüyle denize gömüldüğü, yoksa yine “Heyelan bölgesi…” der geçer miydik, kestirmek güç doğrusu.
Herkes hemfikirdi güzelim deniz kıyısına özellikle de Dereağzı’na sırtını dönmüş köylülerin aptallığı konusunda. Tabii 17 Ağustos’a kadar… Daha doğrusu depremin ardından hepimiz birer deprem, epeyce de jeoloji uzmanı kesilirken geldi aklıma deniz dibindeki ve kıyıdaki eski yerleşimle ilgili o kalıntılar. Ancak deprem sonrası günlerde bir yerlere oturtmaya başladım köylülerin neden denizden uzak durmaya çalıştıklarına dair düşünceleri. Aslında yalnız Gürpınar değil, aynı kıyı boyundaki pek çok eski yerleşim yeri de içerlerdeydi. Muhtemelen Gelibolu’ya kadar aynı durum söz konusu…
Gürpınar Dereağzı’ndaki yerleşim biriminin önceki büyük depremlerden biriyle sulara gömüldüğünü düşünmek için konunun uzmanı veya tarihçi olmaya gerek yok sanırım. Bilemiyorum 1900 başındaki depremlerden birinin mi, yoksa daha eskilerden birinin mi sulara gömdüğünün kayıtlarda olup olmadığını ama şurası açık ki toplumsal bellek kayıtlarından silinip gitmiş oradaki yerleşimin akıbeti… Köylü sahilden uzak duruyor, oradaki tarlaları ekip biçmekle kim uğraşır deyip geçiyor, hiçbirinin de aklına gelmiyordu denize gömülmüş yerler ve bunlara dair hikaayeler. Hiç kimseden duymadım buna dair tek söz. Köye sonradan gelenlere damatlara kötü tarlalar kaldı falan denirken, parayı kapıp zengin olanların ne şanslı olduğu konuşulup duruyordu.
Diğer alternatifi göz ardı etmemek gerekir. Tam bilemiyorum hangi savaşın sonrasındaki mübadeleyle gelen muhacirlerdi köye yerleştirilenler. Büyük ihtimalle 1. Dünya Savaşının tarumar edip savurduklarındandı eski köye yerleşenler. Toplumsal belleklerinde depremle ilgili anılar olanlar ise mübadeleyle terk edip gitmişlerdi evlerini barklarını. Yerlerine yerleştirilenlerin belleklerinde Dereağzı’nın batıp gitmesiyle ilgili herhangi bir bilgi olmaması çok normaldi. Dolayısıyla bugünkü köy sakinlerine hiçbir şey anlatamaz, geçmişin bilgisini aktaramazlardı. Çünkü bilmiyorlardı… Gelenlerin tek yaptıkları kıyıdan çok uzaktaki yüksekçe yerde kurulu köyün evlerine yerleşmek, tarlaları ekip biçmek, kızlarına değersiz buldukları deniz kıyısındaki köye uzak tarlaları vererek, bilmeden damatlarını oğullarından daha zengin yapmaktı. Henüz haberleri yoktu güzellikten anlayan kıyı düşkünü yazlıkçılardan… Öğreneceklerdi… Yazlıkçılar da öğrenecekler…
Aslında benzer durumu Amerika’nın Pasifik sahilleri boyunca görmek mümkün. Kıtanın eski sakinleri deniz kıyısından o kadar korkuyorlardı ki dört beş bin metre yukarılara bile yerleşmişler. Yerlileri, yaşamanın adeta imkaansız sayıldığı yerlere yerleşmeye iten sebep depremle gelen çok büyük felaketler değilse neydi? Yanılıyorsam bir düzelten çıkacaktır… Yerlileri, And Dağlarının tepesindeki Nazca Düzlüklerinde yaşamaya iten istek değil korkuydu büyük ihtimalle. Bildiğim kadarıyla Pasifik kıyısında eski yerleşim birimi neredeyse hiç yok. Yalnızca bizim köylüler değil Amerika’nın aptal(!) yerlileri de uzak duruyorlarmış sahilden ama gelen kurnazlar, en hareketli yerlerin üstüne, en büyük en hareketli yerleşim yerlerini kuruverdiler. Ve şimdi de pür dikkat takibe aldılar izlemeye başladılar azmanlaşmış modern şehirlerin altlarında olup bitenleri.
Yoktu bataklığın ortasındaki Meksiko City’de saz kulübeden başkası, İspanyollar dikti katedrallerin her türde binanın en azmanını. Sonrası malum, Dünyanın en azman şehirlerinden birisi ortaya çıktı… Ve bu azman şehir, birkaç yüz kilometre ötede olan bir depremde, sarsıntı merkezinin yakınındaki yerleşim yerlerinden daha büyük hasar görüyor. Çünkü kurutulmuş göl üzerinde yükseliyor azman binalar. Şimdi ise Pasifik sahiline yerleştirilen algılayıcılarla birkaç saniye öncesinden uyarılmaya çalışılıyor şehrin ahalisi. Ya fayın yanı başındaki Acapulco sahilindekiler ne yapacak? Var mıydı acaba San Fransisko’da birkaç yerli çadırından başkası? O da tepelerde…
Güzelliğin kıymetini bilmez aptal yerliler, kurnaz akıllı güzelliği hemen keşfeden yeniler… Kuşkusuz Dünyanın dört bir yanında geçerli bir durum bu… Toplumsal bellek çok unutkan, jeolojik bellek çok iyi kayıt tutuyor, doğa ise ne unutuyor ne de affediyor…
Neyse, biz yine dönelim Gürpınar’ımıza. Gece yarısında jeneratörlerin birer ikişer kapatılmasıyla böcek ve rüzgar sesinin teslim aldığı Gürpınar’a, Elektrik 80’lerin ortasında su ise beş altı sene sonra gelmişti. Çoğunluğu bahçe içindeki evlere yalnızca elektrik su gelmemiş, komşu olarak dizi dizi siteler, blok blok apartmanlar da gelmeye başlamıştı.
Bu sitelerin ilki ve her şeyin başlangıcı Sunkent’ti. Birbirine bitişik villa pozlarındaki evler küçük araziye itiş tıkış inşa edildikten sonra insanın yok ediciliğiyle tanışmış oldu Gürpınar Dereağzı. Yirmi civarındaki ev için fosseptik çukuru kılıklı bir adet büyük depo yapıldı deniz kenarına ve bir taşma borusuyla hesapta açığa verildi fazla atıklar. Açık dediysem hepi topu otuz kırk metre. Birkaç yıl almadı gübrelenen küçücük Dereağzı koyunun yosunla dolması. Ardından denize girenlerde çeşitli hastalıklar özellikle de cilt rahatsızlıkları başladı. Şikaayetler tartışmalar sonrasında sözde bir arıtma sistemi yaptırdı Sunkent sakinleri. Sistem de sistem hani, hepi topu bir halta yaramaz göstermelik tank… Şikaayetler tartışmalar sürdü ama sonuç alınamadı ve insanlar bölgenin denize girmeye en uygun kumsalı Dereağzı koyundan denize girmeye son verdi.
Sağa sola açığa kayalıklara falan gitmek zordu. Sunkent sakinleri oturup karar verme zamanının geldiğini hissetmiş olmalılar ki yüzme havuzu yaptırmaya soyundular. Haklılar tabii, deniz bitmiş girilemez hale gelmişti, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Kısa sürede inşa ettirdiler havuzu, güzel güzel bici bici yapmaya, güneş yağları sürünerek kenarcağızlarındaki şezlonglarında güneşlenmeye başladılar.
Dereağzı sakinleri ise, gelip denizlerinin içine ederek girilmez hale getirdikten sonra kendilerinden başkasının girmesine izin vermedikleri masmavi havuzlarında keyif yapmaya başlayan Sunkent sakinlerini kafaları iyice karışmış şekilde uzaktan izlemeye başladılar.
Denizin içine eden havuz keyfi yapar.
Tamam, diyelim ki o günkü şartlarda engel olunamadı Sunkent’e. Bilinçlenebildik mi? Hiç sanmıyorum…
Üç beş yıl önce sahil yolu yapılacağı söylentisinin duyulmasıyla Dereağzı’ndakilerde bir sevinç bir sevinç, havalara zıplıyor çoğu. “Buna neden seviniyorsunuz. Sahilden yol geçmesiyle buranın en önemli özelliği olan ve azıcık kalmış sakinliği sessizliği kaybolacak. Sahile inmek, kayığa tekneye gitmek mesele haline gelecek. Aksine karşı çıkmak, izin vermemek gerekir” dememin hiç yararı olmamıştı. Herkes “Aman ne güzel, şehre kolay gidip geleceğiz, hatta mülklerimiz değerlenecek” havalarındaydı. Neyse ki yol falan yapılmıyor…
Karadeniz Sahil Yolu yapıldı diye bugünlerde sevinçten havalara uçan Karadenizlilerin isyanlarıyla karşılaşmak kimseyi şaşırtmayacaktır.
Dün bir bugün iki, haberlerden öğreniyoruz şikaayetlerin başladığını. “Böyle otoyol olmaz. Adım başı ışık var, kavşak var, dur kalk dur kalk, illallah dedirtiyor…” diye yakınıyormuş sürücüler. Evlerinin işyerlerinin önünden Çin Seddi misali otoyol geçirilenler ise şaşkın şaşkın bakınmaktalar. Haklılar da, akıllar neredeydi… Mümtaz Soysal hoca ve birçok kişi yıllardan beri karşı görüştekilerin düşüncelerini yazıp duruyor ama ne fayda. Çok sağlam gerekçeleriyle otoyolun içerden geçmesi ve sık bağlantılarla sahil yerleşimlerine ulaşılması gerektiğini ne kadar söyleseler de yararı olmadı. Yani çevre yolu kavramını anlatmaya çalışıyorlardı… Bu yapılanın hem yerleşim birimlerine hem de sürücülere zarar vereceğini ve pek çok sakınca getireceğini anlatmak için çırpınıp durdu pek çok insan. Gözü paradan başka şey görmeyenler, aklı, bilimi ve deneyimi dinlemek yerine yine ceplerin doldurulmasını ve günü kurtarmayı, geleceği görmemeyi seçtikleri için, hep olduğu gibi bedelini yine konu hakkında fazla fikri ve bilgisi olmayan insanlar, yani Karadeniz sakinleri ödeyecek.
Haydi tatile deyip güneye uzanmaya karar vermiştik. Dört kişiydik… Acele etmiyor, denk geldiğimizde çekiyorduk kenara cumburlop deniz yaptıktan sonra devam ediyorduk yola. Akşamüzeri Aliağa’ya gelince “Şurada otel var, hadi burada kalalım, gece kıyıda bir yerde rakı balık yapar sabah yola devam ederiz” demiştik. Önce gidip otele yerleşelim halleriyle danışmaya dayandık. İçimizde en zeki olan benmişim ki, görevli arka taraftan oda vermeye kalkınca, derhal “Deniz gören oda lütfen…” diye atılmıştım. Otel anayol kenarındaydı… Öyle görülmeye değecek bir deniz de yoktu oralarda ve belki de bir kez bile dönüp bakmayacaktım. Tatile gidiyorduk ya, her yerde her şartta görmeliydik denizi. Hesap bu hesap… Gece rakı balık keyfinden döndükten sonra zekaamın başımıza neler sardığını, birkaç metre ötemizden geçen kamyonları otobüsleri sabaha kadar sayarak öğrendik. Kafalar dumanlı olmasına rağmen gözümüzü kırpamamıştık.
Karadenizliler, Karadeniz Otoyoluyla ne çok şey kaybedeceklerini önünde sonunda anlayacaklardır ama çoktan iş işten geçti. Oysa yapmaları gereken İstanbul sahil yoluna bakmaktı. İnsanların çok büyük çoğunluğunun gözü kesmez iki adım ötelerindeki sahile inmeyi. Çünkü çevre yolundan en küçük farkı olmayan arabaların vızır vızır geçtiği üçlü yolu aşmak kolay değildir. Sahildeki parklarda, yeşil alanlarda, sıcak yaz günlerinin en kalabalık zamanlarında bile büyük ihtimalle bu yüzden neredeyse hiç yaşlı insan olmaz. Sakatların yolun karşı tarafına geçmesi ise imkaansızdır. Ancak sağlıklı insanların geçebildiği uzak aralarla yapılmış üst geçitler, ne yaşlılara göredir ne de sakatlara… Çünkü her şey otomobiller içindir, hiç yaya yaşamaz bu diyarlarda. Denize su kenarına düşkün insanın önüne çekilmiş Çin Seddi’dir bu otoyollar.
Hadi diyelim başka çaremiz yok, İstanbul tıka basa dolmuş bir karış boşluğu kalmamış durumda, katlanacağız Yeşilyurt Sirkeci Sahil Yoluna… Oysa Karadenizliler, büyük bir budalalıktan başka şey olmayan bu Çin Seddi’ne izin vermeyip yolun içerden geçmesini sağlayabilirlerdi. Çevre yolu mantığıyla içerden geçirilecek yol, sık aralıklarla hem sahil yerleşimlerine bağlanacak, hem de Karadeniz’le doğru düzgün ilişkisi olmayan İç Anadolu kentlerine bağlantı yolları yapılmasına yarayacaktı. Kulakları tıkalıydı iş bitiricilerin, gözleri bağlanmıştı Karadenizlilerin…
Karadeniz Otoyolu’yla pek çok şey heba edilmesine rağmen içten geçecek bu yol yine de yapılacak, yapılması kaçınılmaz… Çekilenler, kaybedilenler, yitip giden güzellikler, çarçur edilenler kalacak insanların yanına…
Doğa en çok, kendisini en az anlayanı cezalandırır.
Ve Dereağzı’na sıçanlar asla havuza işemezler.
Eyüp Şeker
Büyükçekmece Gürpınar Dereağzı çok bilinen bir yer değildir. Buranın en önemli özelliği sakinliğidir. Çünkü ters sayılabilecek sapa bir burundadır. Çoğunluğu bahçe içindeki müstakil evler, şehre yakın en sakin yörelerden biri olarak kalmasının nedenlerindendir. Artık pek öyle değilse de…
Özetle, bugünlerde şehrin merkezindeymiş izlenimleriyle dairelerin satılmaya çalışıldığı Beylikdüzü’nün alt kısımlarındaki sözünü ettiğim bu yöre, o zamanlar sanki komşu ilin parçası köylük yermiş gibiydi.
B.Çekmece, Kumburgaz ve çok daha ötedeki yerler hengameye boğulmuşken fazlasıyla sakin bir yerdi Gürpınar ve tutup belediye yaptılar. Belediye olur da iş bitiricilik eksik kalır mı? Hele de iş bitiriciliğin köşe dönücülüğün yelkenleri iyice şişirdiği o seksen sonrası yıllarda iş bitirici olmamak mümkün müydü?
İlk kez, başka sefer olmadığı için sabahın köründe Topkapı’dan bindiğimiz külüstür bir otobüsle gitmiştik Gürpınar’a kadar. Ondan sonrası gittikçe daha yakıcılaşan sıcakta ha babam yürümekti… Canımız çıkmıştı o üç dört kilometreyi yürürken… Tamı tamına otuzüç sene önceydi…
Daha sonra bir de bisikletle gitmiştik çılgınlığı hiçe sayan bir çılgınla… Hadi benim üç vitesli kontra pedallı neyse de, bizim çılgının frenleri bile yoktu, çamurluksuz ön tekerleğe basardı ayağını. Yine de fena gitmedi Haramidere’ye kadarki yolculuk ama dün gibi aklımdadır bitmek bilmeyen bağırttıkça bağırtan Devebağırtan. Çıktık o yokuşu… Nasıl çıktık, sormasın kimse… Beylikdüzü’nde rahatladık, daha doğrusu ben rahatladım, çılgın arkadaşımın yaşayacak kaabusu vardı sırada. Beylikdüzü’nden sonrası daha çok iniş… Devebağırtan’ın intikamını alırcasına koy verdik kendimizi Gürpınar yokuşundan aşağı… Benim kontra pedalda fren derdi yoktu, fakat çok geçmeden bizim çılgının başının fena halde belada olduğunu gördük. Bastırdıkça bastırıyor tekerleğe yavaşlayabilmek için ama ne mümkün, aynı hızla devam. Ayakkabısı tutuştu tutuşacak, lastik kokuları yükseliyor, yine de yavaşlayamayınca Gürpınar yerine Büyükçekmece’yi yaptı mecburi istikamet. Haalaa gözümün önündedir yokuş dibinde tam karşıdaki eski taş binaya çarpmamak için yaptıkları, dar açılı sol yola sapmak yerine daha geniş açılı sağ tarafa mecburen dönüşü… Durmuş, birkaç saniye öncesinde “Kesin bindirir, un ufak olur kemikleri, ne kafa kalır ne de göz, bundan hayır gelmez artık…” gibi feci akıbetler uygun gördüğüm çılgının dönüp gelmesini beklemiştim.
İşte böylesine sapa, doğru düzgün sahili ve yolu olmayan, dolayısıyla da sakin bir yerdi Dereağzı. O kadar sapa o kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi ki, “Yağmur bile yağmıyor, her yeri sel götürse buraya tek damla düşmez” gevezelikleri yapardık kendi aramızda. Bir müddet sonra bizimkiler bir yer alıp ev yapmışlardı.
Bir veya iki katlı müstakil evlerin hepsi bahçe içindeydi. Daha geç gelenler Dereağzı’ndaki kısıtlı bölgede yer bulamayınca yamaçlardaki tarlaları köylülerden satın almaya başlayıp ortalarına evlerini kondurdukları için evler arasındaki mesafeler daha fazlaydı. Çıplak araziye serpiştirilmiş, aralarında epeyce mesafe olan müstakil evlerin her birinin su kuyusu fosseptik çukuru vardı. Bunlar ihtiyacı fazlasıyla karşılıyordu. Zaten apartman kılıklı üç dört katlılar dikilinceye kadar vidanjör kavramıyla tanışmamıştı bu sakin yöre.
Yazlıkçılar arasında sık konuşulurdu köylülerin bir alem olduğu, kafalarının çalışmadığı, yaptıklarını aklın almadığı… Nedeni şuydu: Köye ilk yerleşenler, sonradan gelenlere, damatlara falan, köye uzak sahildeki beğenmedikleri arazileri bırakmışlar. Yazlıkçılık furyasıyla birlikte, beğenmedikleri para etmez gözüyle baktıkları o araziler büyük paralar kazandırmaya başlamış sahiplerine. Köyün erkekleri bozulurmuş, damatların paraya konma durumlarına… Bu hikayeler dilindeydi Gürpınar Dereağzı yazlıkçılarının ve “Bu köylüler bir alem, zengin ettiler damatları…” denmesi bu yüzdendi.
Dereağzı’nın küçük koyunda geçerdi günümüz. Denizin temiz olduğu o günlerde birkaç metre derindeki taş duvarları görmek için dalardık bazen ama pek fazla kafa yormazdık küçük bir suru andıran duvarın neyin nesi olduğuna, suyun dibinde ne aradığına. Dereağzı’nda bir de taş duvarlı küçük bir evin kalıntıları vardı. O tarihlerde 17 Ağustos gibi bir deprem yaşasaydık bilmiyorum aklımıza gelir miydi sarsıntının eseri çöküntüyle denize gömüldüğü, yoksa yine “Heyelan bölgesi…” der geçer miydik, kestirmek güç doğrusu.
Herkes hemfikirdi güzelim deniz kıyısına özellikle de Dereağzı’na sırtını dönmüş köylülerin aptallığı konusunda. Tabii 17 Ağustos’a kadar… Daha doğrusu depremin ardından hepimiz birer deprem, epeyce de jeoloji uzmanı kesilirken geldi aklıma deniz dibindeki ve kıyıdaki eski yerleşimle ilgili o kalıntılar. Ancak deprem sonrası günlerde bir yerlere oturtmaya başladım köylülerin neden denizden uzak durmaya çalıştıklarına dair düşünceleri. Aslında yalnız Gürpınar değil, aynı kıyı boyundaki pek çok eski yerleşim yeri de içerlerdeydi. Muhtemelen Gelibolu’ya kadar aynı durum söz konusu…
Gürpınar Dereağzı’ndaki yerleşim biriminin önceki büyük depremlerden biriyle sulara gömüldüğünü düşünmek için konunun uzmanı veya tarihçi olmaya gerek yok sanırım. Bilemiyorum 1900 başındaki depremlerden birinin mi, yoksa daha eskilerden birinin mi sulara gömdüğünün kayıtlarda olup olmadığını ama şurası açık ki toplumsal bellek kayıtlarından silinip gitmiş oradaki yerleşimin akıbeti… Köylü sahilden uzak duruyor, oradaki tarlaları ekip biçmekle kim uğraşır deyip geçiyor, hiçbirinin de aklına gelmiyordu denize gömülmüş yerler ve bunlara dair hikaayeler. Hiç kimseden duymadım buna dair tek söz. Köye sonradan gelenlere damatlara kötü tarlalar kaldı falan denirken, parayı kapıp zengin olanların ne şanslı olduğu konuşulup duruyordu.
Diğer alternatifi göz ardı etmemek gerekir. Tam bilemiyorum hangi savaşın sonrasındaki mübadeleyle gelen muhacirlerdi köye yerleştirilenler. Büyük ihtimalle 1. Dünya Savaşının tarumar edip savurduklarındandı eski köye yerleşenler. Toplumsal belleklerinde depremle ilgili anılar olanlar ise mübadeleyle terk edip gitmişlerdi evlerini barklarını. Yerlerine yerleştirilenlerin belleklerinde Dereağzı’nın batıp gitmesiyle ilgili herhangi bir bilgi olmaması çok normaldi. Dolayısıyla bugünkü köy sakinlerine hiçbir şey anlatamaz, geçmişin bilgisini aktaramazlardı. Çünkü bilmiyorlardı… Gelenlerin tek yaptıkları kıyıdan çok uzaktaki yüksekçe yerde kurulu köyün evlerine yerleşmek, tarlaları ekip biçmek, kızlarına değersiz buldukları deniz kıyısındaki köye uzak tarlaları vererek, bilmeden damatlarını oğullarından daha zengin yapmaktı. Henüz haberleri yoktu güzellikten anlayan kıyı düşkünü yazlıkçılardan… Öğreneceklerdi… Yazlıkçılar da öğrenecekler…
Aslında benzer durumu Amerika’nın Pasifik sahilleri boyunca görmek mümkün. Kıtanın eski sakinleri deniz kıyısından o kadar korkuyorlardı ki dört beş bin metre yukarılara bile yerleşmişler. Yerlileri, yaşamanın adeta imkaansız sayıldığı yerlere yerleşmeye iten sebep depremle gelen çok büyük felaketler değilse neydi? Yanılıyorsam bir düzelten çıkacaktır… Yerlileri, And Dağlarının tepesindeki Nazca Düzlüklerinde yaşamaya iten istek değil korkuydu büyük ihtimalle. Bildiğim kadarıyla Pasifik kıyısında eski yerleşim birimi neredeyse hiç yok. Yalnızca bizim köylüler değil Amerika’nın aptal(!) yerlileri de uzak duruyorlarmış sahilden ama gelen kurnazlar, en hareketli yerlerin üstüne, en büyük en hareketli yerleşim yerlerini kuruverdiler. Ve şimdi de pür dikkat takibe aldılar izlemeye başladılar azmanlaşmış modern şehirlerin altlarında olup bitenleri.
Yoktu bataklığın ortasındaki Meksiko City’de saz kulübeden başkası, İspanyollar dikti katedrallerin her türde binanın en azmanını. Sonrası malum, Dünyanın en azman şehirlerinden birisi ortaya çıktı… Ve bu azman şehir, birkaç yüz kilometre ötede olan bir depremde, sarsıntı merkezinin yakınındaki yerleşim yerlerinden daha büyük hasar görüyor. Çünkü kurutulmuş göl üzerinde yükseliyor azman binalar. Şimdi ise Pasifik sahiline yerleştirilen algılayıcılarla birkaç saniye öncesinden uyarılmaya çalışılıyor şehrin ahalisi. Ya fayın yanı başındaki Acapulco sahilindekiler ne yapacak? Var mıydı acaba San Fransisko’da birkaç yerli çadırından başkası? O da tepelerde…
Güzelliğin kıymetini bilmez aptal yerliler, kurnaz akıllı güzelliği hemen keşfeden yeniler… Kuşkusuz Dünyanın dört bir yanında geçerli bir durum bu… Toplumsal bellek çok unutkan, jeolojik bellek çok iyi kayıt tutuyor, doğa ise ne unutuyor ne de affediyor…
Neyse, biz yine dönelim Gürpınar’ımıza. Gece yarısında jeneratörlerin birer ikişer kapatılmasıyla böcek ve rüzgar sesinin teslim aldığı Gürpınar’a, Elektrik 80’lerin ortasında su ise beş altı sene sonra gelmişti. Çoğunluğu bahçe içindeki evlere yalnızca elektrik su gelmemiş, komşu olarak dizi dizi siteler, blok blok apartmanlar da gelmeye başlamıştı.
Bu sitelerin ilki ve her şeyin başlangıcı Sunkent’ti. Birbirine bitişik villa pozlarındaki evler küçük araziye itiş tıkış inşa edildikten sonra insanın yok ediciliğiyle tanışmış oldu Gürpınar Dereağzı. Yirmi civarındaki ev için fosseptik çukuru kılıklı bir adet büyük depo yapıldı deniz kenarına ve bir taşma borusuyla hesapta açığa verildi fazla atıklar. Açık dediysem hepi topu otuz kırk metre. Birkaç yıl almadı gübrelenen küçücük Dereağzı koyunun yosunla dolması. Ardından denize girenlerde çeşitli hastalıklar özellikle de cilt rahatsızlıkları başladı. Şikaayetler tartışmalar sonrasında sözde bir arıtma sistemi yaptırdı Sunkent sakinleri. Sistem de sistem hani, hepi topu bir halta yaramaz göstermelik tank… Şikaayetler tartışmalar sürdü ama sonuç alınamadı ve insanlar bölgenin denize girmeye en uygun kumsalı Dereağzı koyundan denize girmeye son verdi.
Sağa sola açığa kayalıklara falan gitmek zordu. Sunkent sakinleri oturup karar verme zamanının geldiğini hissetmiş olmalılar ki yüzme havuzu yaptırmaya soyundular. Haklılar tabii, deniz bitmiş girilemez hale gelmişti, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Kısa sürede inşa ettirdiler havuzu, güzel güzel bici bici yapmaya, güneş yağları sürünerek kenarcağızlarındaki şezlonglarında güneşlenmeye başladılar.
Dereağzı sakinleri ise, gelip denizlerinin içine ederek girilmez hale getirdikten sonra kendilerinden başkasının girmesine izin vermedikleri masmavi havuzlarında keyif yapmaya başlayan Sunkent sakinlerini kafaları iyice karışmış şekilde uzaktan izlemeye başladılar.
Denizin içine eden havuz keyfi yapar.
Tamam, diyelim ki o günkü şartlarda engel olunamadı Sunkent’e. Bilinçlenebildik mi? Hiç sanmıyorum…
Üç beş yıl önce sahil yolu yapılacağı söylentisinin duyulmasıyla Dereağzı’ndakilerde bir sevinç bir sevinç, havalara zıplıyor çoğu. “Buna neden seviniyorsunuz. Sahilden yol geçmesiyle buranın en önemli özelliği olan ve azıcık kalmış sakinliği sessizliği kaybolacak. Sahile inmek, kayığa tekneye gitmek mesele haline gelecek. Aksine karşı çıkmak, izin vermemek gerekir” dememin hiç yararı olmamıştı. Herkes “Aman ne güzel, şehre kolay gidip geleceğiz, hatta mülklerimiz değerlenecek” havalarındaydı. Neyse ki yol falan yapılmıyor…
Karadeniz Sahil Yolu yapıldı diye bugünlerde sevinçten havalara uçan Karadenizlilerin isyanlarıyla karşılaşmak kimseyi şaşırtmayacaktır.
Dün bir bugün iki, haberlerden öğreniyoruz şikaayetlerin başladığını. “Böyle otoyol olmaz. Adım başı ışık var, kavşak var, dur kalk dur kalk, illallah dedirtiyor…” diye yakınıyormuş sürücüler. Evlerinin işyerlerinin önünden Çin Seddi misali otoyol geçirilenler ise şaşkın şaşkın bakınmaktalar. Haklılar da, akıllar neredeydi… Mümtaz Soysal hoca ve birçok kişi yıllardan beri karşı görüştekilerin düşüncelerini yazıp duruyor ama ne fayda. Çok sağlam gerekçeleriyle otoyolun içerden geçmesi ve sık bağlantılarla sahil yerleşimlerine ulaşılması gerektiğini ne kadar söyleseler de yararı olmadı. Yani çevre yolu kavramını anlatmaya çalışıyorlardı… Bu yapılanın hem yerleşim birimlerine hem de sürücülere zarar vereceğini ve pek çok sakınca getireceğini anlatmak için çırpınıp durdu pek çok insan. Gözü paradan başka şey görmeyenler, aklı, bilimi ve deneyimi dinlemek yerine yine ceplerin doldurulmasını ve günü kurtarmayı, geleceği görmemeyi seçtikleri için, hep olduğu gibi bedelini yine konu hakkında fazla fikri ve bilgisi olmayan insanlar, yani Karadeniz sakinleri ödeyecek.
Haydi tatile deyip güneye uzanmaya karar vermiştik. Dört kişiydik… Acele etmiyor, denk geldiğimizde çekiyorduk kenara cumburlop deniz yaptıktan sonra devam ediyorduk yola. Akşamüzeri Aliağa’ya gelince “Şurada otel var, hadi burada kalalım, gece kıyıda bir yerde rakı balık yapar sabah yola devam ederiz” demiştik. Önce gidip otele yerleşelim halleriyle danışmaya dayandık. İçimizde en zeki olan benmişim ki, görevli arka taraftan oda vermeye kalkınca, derhal “Deniz gören oda lütfen…” diye atılmıştım. Otel anayol kenarındaydı… Öyle görülmeye değecek bir deniz de yoktu oralarda ve belki de bir kez bile dönüp bakmayacaktım. Tatile gidiyorduk ya, her yerde her şartta görmeliydik denizi. Hesap bu hesap… Gece rakı balık keyfinden döndükten sonra zekaamın başımıza neler sardığını, birkaç metre ötemizden geçen kamyonları otobüsleri sabaha kadar sayarak öğrendik. Kafalar dumanlı olmasına rağmen gözümüzü kırpamamıştık.
Karadenizliler, Karadeniz Otoyoluyla ne çok şey kaybedeceklerini önünde sonunda anlayacaklardır ama çoktan iş işten geçti. Oysa yapmaları gereken İstanbul sahil yoluna bakmaktı. İnsanların çok büyük çoğunluğunun gözü kesmez iki adım ötelerindeki sahile inmeyi. Çünkü çevre yolundan en küçük farkı olmayan arabaların vızır vızır geçtiği üçlü yolu aşmak kolay değildir. Sahildeki parklarda, yeşil alanlarda, sıcak yaz günlerinin en kalabalık zamanlarında bile büyük ihtimalle bu yüzden neredeyse hiç yaşlı insan olmaz. Sakatların yolun karşı tarafına geçmesi ise imkaansızdır. Ancak sağlıklı insanların geçebildiği uzak aralarla yapılmış üst geçitler, ne yaşlılara göredir ne de sakatlara… Çünkü her şey otomobiller içindir, hiç yaya yaşamaz bu diyarlarda. Denize su kenarına düşkün insanın önüne çekilmiş Çin Seddi’dir bu otoyollar.
Hadi diyelim başka çaremiz yok, İstanbul tıka basa dolmuş bir karış boşluğu kalmamış durumda, katlanacağız Yeşilyurt Sirkeci Sahil Yoluna… Oysa Karadenizliler, büyük bir budalalıktan başka şey olmayan bu Çin Seddi’ne izin vermeyip yolun içerden geçmesini sağlayabilirlerdi. Çevre yolu mantığıyla içerden geçirilecek yol, sık aralıklarla hem sahil yerleşimlerine bağlanacak, hem de Karadeniz’le doğru düzgün ilişkisi olmayan İç Anadolu kentlerine bağlantı yolları yapılmasına yarayacaktı. Kulakları tıkalıydı iş bitiricilerin, gözleri bağlanmıştı Karadenizlilerin…
Karadeniz Otoyolu’yla pek çok şey heba edilmesine rağmen içten geçecek bu yol yine de yapılacak, yapılması kaçınılmaz… Çekilenler, kaybedilenler, yitip giden güzellikler, çarçur edilenler kalacak insanların yanına…
Doğa en çok, kendisini en az anlayanı cezalandırır.
Ve Dereağzı’na sıçanlar asla havuza işemezler.
Eyüp Şeker
İKİ DANEYE YOLDURDU KUYRUĞU
KUŞBEYİNLİLERİN “KUYRUK YOLAN” ADINI TAKTIĞI KUŞ BEYİNLİ
Kuş gribi illeti yüzünden son verinceye kadar sıcak havalarda balkona çıkartırdım benim Afrikalı gri kuşbeyinliyi. Çevredeki kuşlar çok çabuk öğrendiler bu durumu. Çünkü ortalığa saçtığı yemler fazlasıyla ilgi alanlarına giriyordu. Hatta kimi serçeler kafese tutunarak yem kabından bile atıştırıyorlardı.
Balkona çıkartmaya son verdim vermesine de kuşların eve gireceğini akıl edemedim. Kuş seslerinin evin içinden geldiği zannına kapıldığım oluyordu ama ihtimal vermiyordum. Daha sonra salonda en ilgisiz yerlerde kuş pisliği görünce kafam iyice karıştı. Bakıyorum benim kuş beyinlinin kafesi beş altı metre ötede, mümkünatı yok buraya kadar şeyini şey edemez, hem benimki okkalı şey eder, bunlar küçücük falan diyorum, yani kuşların içeri girdiğine ihtimal vermemeye çalışıyorum, ama bir yere kadar kendimi kandırmayı sürdürebildim. Artık neredeyse salonun her yerinde karşılaşıyordum kuş pislikleriyle. Yem peşindeki kuşlar özellikle de serçeler içerde cirit atıyorlardı ben evin arka tarafında olduğumda.
En sonunda suçüstü yaptım. Bir kumru tam karşımda balkon kapısından uzakta, kapalı olan büyük pencerenin pervazına tünemiş tam anlamıyla kumru gibi duruyordu. Uzaktaydım, o yüzden paniklemiyordu… Yaklaşmaya başladıkça kaçmaya, daha doğrusu cama çarpıp durmaya başladı. Sadece cama hamle yapıyor, açık balkon kapısına yönelmeyi akıl edemiyordu. Bir kere paniklemişti, durmaksızın hamle yapıyor cama çarpıp duruyordu, çare yok yakalayıp dışarı bırakayım dedim.
Malum ne kadar yabani olsa da kumru bu, korkmaz insanlardan. Her şeye rağmen fazla paniklemiyordu. Yaklaştım, kaçmasına engel olmak için sol elimle önüne perde yaparken, yakalamak için açtığım sağ elimi uzattım. Birkaç santim kalmışken tutmak için hamle yaptığım anda birden ileri fırladı. Yakalayamamıştım, avucumda bir sürü kuyruk tüyü vardı. Daha doğrusu yakalamıştım ama aniden ileri fırladığı için kuyruğunu yakalamıştım. Elimden kaçtığı refleksiyle mi sıkmıştım parmaklarımı ve kuyruğuna yapışmıştım, bilemiyorum. Belki de hayırlı olmuş, gövdesine denk getirsem sıkıp pestilini çıkartacaktım gariban kumrunun.
Kuş da, kuş yakalamayı beceremeyen ben kuş beyinlisi de öylece kalakaldık. Aptal aptal elimdeki uzun kuyruk tüylerine bakıyordum, şapşallaşmış kumru ise neye uğradığını anlayamaz ne yapacağını bilemez halde bana bakıyordu. Uzanıp avucuma aldım, en küçük tepki vermedi. Nasıl versin ki, yoksa tüysüz cascavlak bırakıverirdim alimallah… İki adet evet tane hesabıyla sadece iki tane kuyruk tüyü kalmıştı, kalanını kopartıp almıştım.
İlk aklımdan geçen “Bu artık uçamaz, ben şimdi ne yapacağım…” oldu. Biraz sakinleşince “Ne yapayım, balkonda beslerim…” diye düşünüp balkona çıktım. Yüksekten düşüp kafası gözü de yarılır korkusuyla iyice eğilip yere bıraktım garibimi. Avucumu açar açmaz hiç beklemeksizin uçup gitti. Uçuşuna hem sevinmiştim, hem de nasıl uçabiliyor şaşkınlığıyla kalakalmıştım. Sol yanında kalan iki adet kuyruk tüyüyle uçup gittiğine göre, buna değil havada, karada hatta denizde bile ölüm yok dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki anlatamam.
Eminim o günden sonra semtteki kuşbeyinliler arasındaki adım “Kuyruk yolan kuş beyinli” olmuştur.
Kaçırıyorum zannıyla kapattığım pençemle yolduğum kumru kuyruğu vakasının üzerinden çok geçmemişti:
Papağanın olduğu yerde yem vardır diye gelenler sadece serçeler ve kumrular değildi. Kuş sesinin olduğu yerde kuş olduğunu iyi bilen bir de kedi girdi eve. Ne var bunda demeyin sakın, üçüncü katta oturuyorum, 40 değil 40 bin yıl düşünsem gelmezdi aklıma bir kedinin eve gireceği.
Benim kuşbeyinlinin çok ender rastladığım ıslığını duyunca irkilmiştim. Çünkü çok sıra dışı durumlarda bu ıslığı çaldığını biliyordum. Panik halindeyken canhıraş şekilde çıkardığı kargayı andıran çığlığından veya keyifliyken çaldığı ıslıklardan farklı bir ses bu ve sadece bir tehdit olduğunda buna başvurduğunu düşünüyordum. Yanılmadığımı görecektim… Ne oluyor buna, niye çalıyor bu ıslığı diye salona gittiğimde, içeri girmiş ve pencerenin pervazına tünemiş yalanarak benim kuşbeyinliyi kesen kediyle yüz yüze geldim. Merak etmeyin, koparmadım kedinin kuyruğunu…
Kedinin eve gireceği gelmezdi aklıma, oysa akıl etmem gerekirdi. Balkonuma kadar uzanan bir asma var, oradan tırmanmıştı kuşbeyinli peşindeki sivri tırnaklı sivri akıllı.
Şaşkınlığım geçince ne yapacağımı düşünmeye başladım. Bunu nasıl dışarı çıkartacağım dertlenmesine gömüldüğümde irkiliverdim. Çocukluğumdan kalma daha dehşet verici bir olay belirivermişti gözümün önünde. Yani aklıma ilk gelen kumru kuyruğu yolma vakası değil, daha eski daha ölümcül olanıydı…
Bir kedimiz vardı, adı Torpil… Rahmetli babam, çelimsiz annesinin aksine minik haldeyken bile iri kıyım olması yüzünden koymuştu sanırım bu ismi. Bir üst katta oturuyorduk o zaman. Yani dördüncü katta… O zamanlar asma yoktu, kaçak girmeye ihtiyacı da yoktu. Ev nüfusuna kayıtlıydı… Yaz günü, kapılar pencereler açık… Torpil dolaşıyor, belli ki balkona çıkmış oradan da pencerenin önüne gelmiş… Torpil’i balkona bitişik büyük salon penceresinin dış tarafında yürürken gören benden iki numara büyük gerçek kuş beyinli, aşağı düşecek korkusuyla balkona geri dönmesi için “Kışt” diyerek eliyle kovalamış. İrkilen Torpil daracık pencere kenarında geri geri gitmek yerine panikle arkaya dönmek için hamle yapınca aşağı düşmüş. Dört ayak üzerine düşüp düşmediğini bilmiyorum… Büyük ihtimalle düşememiş… Öldü…
Ben kuş beyinlisi kuyruk yolarım da iki numara büyüğüm kışt halleriyle kedi korumaz mı? Otuzbeş kırk yıl öncesinin bu olayı bütün canlılığıyla belleğimdeki yerini korurken ve daha birkaç gün önce yolduğum kuyruklar tazeliğini korurken “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusundan daha önemli bir şey olabilir mi? Mümkün değil… Sakinleşmek için meditasyon yapacak zamanım yoktu, zaten istesem de yapamazdım, çünkü bilmem… Yine de sakinleşmeyi becerdim, fazla aşırıya kaçmaksızın ve mümkün olduğunca uzak durarak, sertliği düşük el hareketleriyle, “Kışt”larla “Pisi pisilerle önce balkona çıkarttım, ardından asmadan aşağıya salimen inmesini sağladım bizim avcının. Kurtuldu elimden kısacası… Kuyruğuna değilse bile canına el koyabileceğimden haberi yoktu…
Neyse ki bir tanıdık “Sineklik yapsana” aklını verdi de semtin kuşbeyinlileri kuşbeyinli peşindeki sivri tırnaklı sivri akıllıları saçtığım ve saçacağım dehşetten uzak kalabiliyorlar.
Eyüp Şeker
Kuş gribi illeti yüzünden son verinceye kadar sıcak havalarda balkona çıkartırdım benim Afrikalı gri kuşbeyinliyi. Çevredeki kuşlar çok çabuk öğrendiler bu durumu. Çünkü ortalığa saçtığı yemler fazlasıyla ilgi alanlarına giriyordu. Hatta kimi serçeler kafese tutunarak yem kabından bile atıştırıyorlardı.
Balkona çıkartmaya son verdim vermesine de kuşların eve gireceğini akıl edemedim. Kuş seslerinin evin içinden geldiği zannına kapıldığım oluyordu ama ihtimal vermiyordum. Daha sonra salonda en ilgisiz yerlerde kuş pisliği görünce kafam iyice karıştı. Bakıyorum benim kuş beyinlinin kafesi beş altı metre ötede, mümkünatı yok buraya kadar şeyini şey edemez, hem benimki okkalı şey eder, bunlar küçücük falan diyorum, yani kuşların içeri girdiğine ihtimal vermemeye çalışıyorum, ama bir yere kadar kendimi kandırmayı sürdürebildim. Artık neredeyse salonun her yerinde karşılaşıyordum kuş pislikleriyle. Yem peşindeki kuşlar özellikle de serçeler içerde cirit atıyorlardı ben evin arka tarafında olduğumda.
En sonunda suçüstü yaptım. Bir kumru tam karşımda balkon kapısından uzakta, kapalı olan büyük pencerenin pervazına tünemiş tam anlamıyla kumru gibi duruyordu. Uzaktaydım, o yüzden paniklemiyordu… Yaklaşmaya başladıkça kaçmaya, daha doğrusu cama çarpıp durmaya başladı. Sadece cama hamle yapıyor, açık balkon kapısına yönelmeyi akıl edemiyordu. Bir kere paniklemişti, durmaksızın hamle yapıyor cama çarpıp duruyordu, çare yok yakalayıp dışarı bırakayım dedim.
Malum ne kadar yabani olsa da kumru bu, korkmaz insanlardan. Her şeye rağmen fazla paniklemiyordu. Yaklaştım, kaçmasına engel olmak için sol elimle önüne perde yaparken, yakalamak için açtığım sağ elimi uzattım. Birkaç santim kalmışken tutmak için hamle yaptığım anda birden ileri fırladı. Yakalayamamıştım, avucumda bir sürü kuyruk tüyü vardı. Daha doğrusu yakalamıştım ama aniden ileri fırladığı için kuyruğunu yakalamıştım. Elimden kaçtığı refleksiyle mi sıkmıştım parmaklarımı ve kuyruğuna yapışmıştım, bilemiyorum. Belki de hayırlı olmuş, gövdesine denk getirsem sıkıp pestilini çıkartacaktım gariban kumrunun.
Kuş da, kuş yakalamayı beceremeyen ben kuş beyinlisi de öylece kalakaldık. Aptal aptal elimdeki uzun kuyruk tüylerine bakıyordum, şapşallaşmış kumru ise neye uğradığını anlayamaz ne yapacağını bilemez halde bana bakıyordu. Uzanıp avucuma aldım, en küçük tepki vermedi. Nasıl versin ki, yoksa tüysüz cascavlak bırakıverirdim alimallah… İki adet evet tane hesabıyla sadece iki tane kuyruk tüyü kalmıştı, kalanını kopartıp almıştım.
İlk aklımdan geçen “Bu artık uçamaz, ben şimdi ne yapacağım…” oldu. Biraz sakinleşince “Ne yapayım, balkonda beslerim…” diye düşünüp balkona çıktım. Yüksekten düşüp kafası gözü de yarılır korkusuyla iyice eğilip yere bıraktım garibimi. Avucumu açar açmaz hiç beklemeksizin uçup gitti. Uçuşuna hem sevinmiştim, hem de nasıl uçabiliyor şaşkınlığıyla kalakalmıştım. Sol yanında kalan iki adet kuyruk tüyüyle uçup gittiğine göre, buna değil havada, karada hatta denizde bile ölüm yok dedim. Öyle bir rahatlamıştım ki anlatamam.
Eminim o günden sonra semtteki kuşbeyinliler arasındaki adım “Kuyruk yolan kuş beyinli” olmuştur.
Kaçırıyorum zannıyla kapattığım pençemle yolduğum kumru kuyruğu vakasının üzerinden çok geçmemişti:
Papağanın olduğu yerde yem vardır diye gelenler sadece serçeler ve kumrular değildi. Kuş sesinin olduğu yerde kuş olduğunu iyi bilen bir de kedi girdi eve. Ne var bunda demeyin sakın, üçüncü katta oturuyorum, 40 değil 40 bin yıl düşünsem gelmezdi aklıma bir kedinin eve gireceği.
Benim kuşbeyinlinin çok ender rastladığım ıslığını duyunca irkilmiştim. Çünkü çok sıra dışı durumlarda bu ıslığı çaldığını biliyordum. Panik halindeyken canhıraş şekilde çıkardığı kargayı andıran çığlığından veya keyifliyken çaldığı ıslıklardan farklı bir ses bu ve sadece bir tehdit olduğunda buna başvurduğunu düşünüyordum. Yanılmadığımı görecektim… Ne oluyor buna, niye çalıyor bu ıslığı diye salona gittiğimde, içeri girmiş ve pencerenin pervazına tünemiş yalanarak benim kuşbeyinliyi kesen kediyle yüz yüze geldim. Merak etmeyin, koparmadım kedinin kuyruğunu…
Kedinin eve gireceği gelmezdi aklıma, oysa akıl etmem gerekirdi. Balkonuma kadar uzanan bir asma var, oradan tırmanmıştı kuşbeyinli peşindeki sivri tırnaklı sivri akıllı.
Şaşkınlığım geçince ne yapacağımı düşünmeye başladım. Bunu nasıl dışarı çıkartacağım dertlenmesine gömüldüğümde irkiliverdim. Çocukluğumdan kalma daha dehşet verici bir olay belirivermişti gözümün önünde. Yani aklıma ilk gelen kumru kuyruğu yolma vakası değil, daha eski daha ölümcül olanıydı…
Bir kedimiz vardı, adı Torpil… Rahmetli babam, çelimsiz annesinin aksine minik haldeyken bile iri kıyım olması yüzünden koymuştu sanırım bu ismi. Bir üst katta oturuyorduk o zaman. Yani dördüncü katta… O zamanlar asma yoktu, kaçak girmeye ihtiyacı da yoktu. Ev nüfusuna kayıtlıydı… Yaz günü, kapılar pencereler açık… Torpil dolaşıyor, belli ki balkona çıkmış oradan da pencerenin önüne gelmiş… Torpil’i balkona bitişik büyük salon penceresinin dış tarafında yürürken gören benden iki numara büyük gerçek kuş beyinli, aşağı düşecek korkusuyla balkona geri dönmesi için “Kışt” diyerek eliyle kovalamış. İrkilen Torpil daracık pencere kenarında geri geri gitmek yerine panikle arkaya dönmek için hamle yapınca aşağı düşmüş. Dört ayak üzerine düşüp düşmediğini bilmiyorum… Büyük ihtimalle düşememiş… Öldü…
Ben kuş beyinlisi kuyruk yolarım da iki numara büyüğüm kışt halleriyle kedi korumaz mı? Otuzbeş kırk yıl öncesinin bu olayı bütün canlılığıyla belleğimdeki yerini korurken ve daha birkaç gün önce yolduğum kuyruklar tazeliğini korurken “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusundan daha önemli bir şey olabilir mi? Mümkün değil… Sakinleşmek için meditasyon yapacak zamanım yoktu, zaten istesem de yapamazdım, çünkü bilmem… Yine de sakinleşmeyi becerdim, fazla aşırıya kaçmaksızın ve mümkün olduğunca uzak durarak, sertliği düşük el hareketleriyle, “Kışt”larla “Pisi pisilerle önce balkona çıkarttım, ardından asmadan aşağıya salimen inmesini sağladım bizim avcının. Kurtuldu elimden kısacası… Kuyruğuna değilse bile canına el koyabileceğimden haberi yoktu…
Neyse ki bir tanıdık “Sineklik yapsana” aklını verdi de semtin kuşbeyinlileri kuşbeyinli peşindeki sivri tırnaklı sivri akıllıları saçtığım ve saçacağım dehşetten uzak kalabiliyorlar.
Eyüp Şeker
RAFTAKİ OTO YERDEKİNDEN EVLAADIR
SICAKLIĞIYLA UÇURABİLDİĞİNİ YAPMANIN MUTLULUĞU
Bilgisayar yaşamımızın her anında olmasına karşın sanki tam kavramamış gibiyiz. “Bilgisayar bir takım inanılmaz işlere yarıyor işte…” tavırlarındayız. Aynı kullandığımız otomobil gibi yaklaşıyoruz bilgisayara da. Çalışıyor ve bizi bir yerlere götürüyor ya, bize ne kaputun içinde neler olduğundan, nasıl çalıştığından, marifetlerini nasıl gerçekleştirdiğinden diyoruz. Oysa aynı şey değil. Bilgisayarı kavrayıp anladıkça ufuklarımızı genişletebiliriz. Çünkü şimdiden yaşamımızın her şeyi olmuş bu alette çok büyük bir uçsuz bucaksızlık var. Otomobili anlamasak da olabilir, çünkü o yaşamımızın her yerinde her anında değil, olmayacak da, onun belli ve sınırlı bir işlevi var, oysa bilgisayar her yerde ve her şeyde…
Aslında çoğunlukla çok mucizevi işler bekleniyor bilgisayardan ve kapalı kapıların ardındaki bilginlerin araştırmacıların müthiş buluşlara yenilerini katmaları bekleniyor, bu yüzden de sıradan sayılabilecek sayısız iş gözden kaçırılabiliyor.
Bizdeki piyasa şartlarının yeterince oluşmaması yüzünden elektronik ticaret henüz yerine oturmamış durumda... Hatta uzakmış gibi gözüküyor... İnternet marketlerden alışveriş etmeyi seviyorum, hem de ilk günden beri… Ama ne yazık ki avantajlarından tam olarak yararlanabildiğimiz söylenemez. Çünkü mağaza fiyatından alabiliyorum, çünkü aynı mağazadan geliyor satın aldıklarım. Oysa elektronik ticaretin şehrin göbeğindeki bol personelli bol masraflı pahalı mağazalara ihtiyacı yok. Yalnızca e-ticaret amaçlı bir depo dağ başı sayılacak bir yerde bile kurulabilir, daha az personelle çok daha az masrafla çalıştırılabilir. Yeter ki ulaşım engel yaratmasın, rahat çalışılabilsin… Oysa bugünkü halinde masraflar düşmeyince, hatta buna bir de kapıya getirme maliyeti eklenince e-ticaretin yararını pek göremiyoruz.
Gıda ve temel ihtiyaç dışı alışverişlerde e-ticaret ucuzluğunun örneklerine rastlıyoruz artık. Çünkü depoya bile ihtiyaç duyulmuyor, bir bürodan yürütülüyor bütün işlemler. Aldığı siparişi doğrudan üreticiye tedarikçiye bildiriyor, teslimat işlemlerini takip ediyor… Veya kurulan bir merkezde üreticinin tedarikçinin gönderdiği ürünler paketlenip etiketlenerek müşterilere gönderiliyor… Böylece normal zincirdeki üretici, toptancı, perakendeci mağaza zincirindeki pek çok unsur aradan çıkartılmış ve ürünün fiyatı epeyce düşürülmüş oluyor. Tabii bunun gıda ve temel ihtiyaç maddelerinde uygulanması şimdilik zor gibi gözüküyor. Ne zamanki perakende mağazalarından bağımsız sadece elektronik ortamda satış yapan mağazalar kurulur o zaman düşebilir gibi gözüküyor fiyatlar.
Elektronik ticaretin bir diğer avantajı da insanları çarşı pazar dolaşmaktan kurtarması… İnsanlar oturduğu yerden farklı firmaların fiyatlarını kıyaslayarak en uygun şartlardakini bulup satın alırken ayaklarına kara sular inmesinden kurtuluyor. Hem de dörtte bir civarında düşük fiyatlarla…
Birkaç hafta önce bir televizyonda bilgisayarlı otopark haberinin çok yeni bir gelişmeymiş gibi sunulduğunu görünce gülümsemeden edemedim. Yabancı bir ülkedeydi habere konu olan otopark… Semtteki gezi parkının altına inşa edilmiş bilgisayarlı otoparkın toprak üstündeki bölümü tek araçlık garaj büyüklüğündeki küçük yapıydı. Otomobil içeri sokuluyor, algılayıcılar sürücünün dışarı çıktığını tespit ettikten sonra sistem kapıyı kapatıyor ve otomobili alıp raylı asansörlü bir mekanizmayla yeraltındaki raflardan birine yerleştiriyor. Sahibi arabası için geri döndüğünde, teslim ederken aldığı elektronik kartı bilgisayarlı sisteme takıyor ve birkaç saniye sonra yukarı çıkartılan arabasını alıp gidiyor. En az personelle hatta personelsiz çalışması bile mümkün tamamen otomatik çalışan bu sistemde arabalar raflara yerleştiriliyor. İçeri insan girmediği, sadece binek araçları alındığı için normal otoparklar gibi yüksek tavan ve giriş çıkış yolları merdivenler falan gerekmediğinden aynı hacme daha fazla otomobil sığdırılabiliyor.
Altı yedi yıl kadar önce bu sistemle çalışan bir otoparkla Bursa’da karşılaşmak çok şaşırtmıştı beni. Karşılaşmak diyorum, çünkü yetmişiki veya yetmişüç yılıydı sanırım bir arkadaşın elindeki Alman Hobby dergisinde görmüştüm bu sistemle çalışan otoparklarla ilgili haberi. Bilgisayar söz konusu bile değildi, ayrıca ihtiyaç da yok, elektrik kontrol sistemleriyle tıkır tıkır çalışıyor… Bilgisayar kontrollü olmayan Bursa’daki otoparkta, araba taşıma sisteminin girişine sokulup kapıları kapatılıyor. Görevlinin tek yaptığı duvardaki elektronik panodan bir plastik kart benzeri anahtarı çıkartıp araç sahibine vermek. Plastik kartı panodan çıkartmak sistemi harekete geçiriyor ve araba önce ileri gidiyor, sonra yukarı çıkartılıyor, kendi katına gelince artık yeri ne tarafaysa sağa ya da sola kaydırılmaya başlıyor, kendine ait raf bölümüne gelince de itilip yerine yerleştiriliyordu. Bütün bunları izleyebiliyordum, çünkü Bursa’daki otopark yeraltına değil yer üstüne çelik konstrüksiyonla yapılmıştı.
İstanbul gibi inim inim inleyen bir kente neden yapılmaz bu sistemler anlamak mümkün değil. Belediyeler inşaat ruhsatı verirken binasına otopark yapmayacak olanlardan otopark parası alır ama nedense bu amaçla aldığı ve başka yerde kullanamayacağı bu paralarla otopark yapmaz hiçbiri. İnsanlar da saç baş yolar, yine de kimsenin aklına belediyelerden hesap sormak gelmez, arada bir birileri çıkıp otopark parası konusunu gündeme getirse bile sesleri çok cılız kalır. Efendim rantabl değilmiş, o yüzden otopark yapmıyormuş belediyeler. Bu kafadakiler ellerinden gelse rantabl değil diye ne yol yapar ne de kaldırım. Şehirde yeşil alan mı bırakıldı ki altlarına otopark yapılsın diyenler de haklı… Kala kala bir tek mezarlıklar kaldı. Oralara da çoktan göz dikildi ya, fırsatı yakalandığında şartları oluşturulduğunda en alıveriş merkezinin en gökdeleninin en plazanın yapılacağından kuşku yok.
Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor raflı otopark sistemini tasarlayanlara: Özellikle Beyoğlu, Şişli taraflarında eski binaların altlarında kapalı otoparklar vardır. Gece kapıları kapatılır, kimse girip çıkamaz hani… Böyle bir otoparka gençten biri son model bir BMW bırakmış akşam vakti. Bekçi sorun görmemiş, ne sakıncası olabilir kapıları kapatılan bir otoparka yabancı birinin pahalı arabasını almanın demiş ve üç beş kuruş kazanmayı yeğlemiş. Ertesi sabah erkenden gelip almış BMW’yi bırakan. Diğer araç sahipleri birer ikişer gelmeye başlayınca anlaşılmış hepsinin soyulduğu, bütün teyplerin falan çalındığı. Meğerse BMW’nin bagajına gizlenmiş işbirlikçi ortalık sakinleşince çıkıp bütün teypleri söküp doldurmuş girdiği bagaja. Sabah da vııınnnn… Bu sistemi tasarlayanlar bagajdaki teyp hırsızı için nasıl bir algılayıcı düşünürler artık onlara kalmış.
Yine yıllar önce denk gelmiştim bir rulman mağazasının tamamen otomatik sistemle satış yaptığıyla ilgili bir habere. Neredeyse tek kişi işletiyordu koskoca mağazayı. İstenen rulmanın kodunu bilgisayara girdiğinde otopark sistemindeki gibi çalışan mekanizma o rulmanı raftan alıp tezgaahın üzerine bırakıyordu. Muhakkak ki pek çok kişinin bildiği şeyler bunlar ama neredeyse 35 yıl önce Almanya’da yapıldığını bildiğim, normal otoparktan çok daha düşük yapım ve işletim maliyetli böyle sistemlerin bunca kıvranmalara rağmen neden buralarda kurulmadığını bir türlü anlayamıyorum.
İnanılmaz bir komedi oynanıyor ve bir yandan da yakınılıyor. Hem gökdelen üstüne gökdelen, alışveriş merkezi üstüne alışveriş merkezi yapma izinleri verilip duruyor hem de ağlaşılıyor şehir trafiği tükendi diye. Trafikteki bu tıkanıklıktan hareket halindeki araçlar kadar park edilenlerin de sorumlu olduğu bilinmezmiş gibi davranılıyor. Sağlı sollu araçların park ettiği yollardan trafik akışı beklemek olacak iş mi? İstediği kadar geniş çevre yolları yapılsın, çıkışlar yetersiz kaldığı sürece, yani o gepgeniş yolların huninin geniş kısmı olmaktan başka işe yaramadığı, hatta daralan çıkışlarda sıkışmalara sebep olduğu görmezden gelindiği sürece çözüm için adım atılmıyor demektir. Sistem bütün olarak değerlendirilip ona göre çözüm üretilmelidir diyen uzmanlara kulak verilmedikçe, “Buraya köprü yaparım, şuraya da tünel, o yolu da çıkartırım 6 şeride, olmadı daha da genişletir çıkartırım 86 şeride, rahatlar trafik…” anlayışındaki kafaların çektirdiklerine katlanılacak ama daha da önemlisi kaynakların yeni yeni hunilerin yapımında kullanılmasına seyirci kalınacak demektir.
Bu yollar bu altyapı bu kadar çok sayıdaki büyük binayı kaldırmaz diyen uzmanlar, sifonlar aynı anda çekilirse kanalizasyonlar patlar uyarılarıyla tehlikeyi işaret ettiklerinde şaka yaptıkları sanılıyor.
Arada bir İstanbul’a haddini bildiren şiddetli yağışlardan birinin sonrasında yine bütün geçitleri su basmış saatlerce kilitlenmişti trafik. Hareket edebilmek, bir yere kımıldamak imkaansızdı. Yağmur öfkesini azaltıp soluk aldırdıktan sonra epeyce uğraşılmış sular tahliye edilip yollar açılmaya başlamıştı. Saraçhane’den aşağı inip Sahil Yolu’na ulaşmaya çalışıyordum. Gıdım gıdım ilerliyordu trafik… Aksaray Yeraltı Geçidine vardığımda görebildim tıkanıklığın nedenini. Altgecidin en düşük seviyedeki bölümü yol istikametinde dört beş metre boyunca kabarmıştı. Bir bir buçuk metre genişliğindeki kabarmanın yüksekliği kimi yerinde yarım metreden fazlaydı. Saraçhane yönünden ve her taraftan yokuş boyunca gelen suyun baskısı kanalizasyon borusunu patlatıp yolu şişirmişti ama kanal derinden geçiyor olmalıydı ki yine de yolu yaramamıştı. İşte bu kabartının daralttığı yol yüzünden zorlukla ilerleyebiliyorlardı araçlar. Ve bunu yapan hiç de yabancısı olmadığımız yağışlardan biriydi.
Teknolojiye sahip olmanın ondan yararlanabilmek anlamına gelmediğine iyi bir örnek olan çok enteresan bulduğum bir olay vardır. Beyazıt’taki kat otoparkının 4’üncü katına bıraktığımız arabamıza çıkıyorduk. Üçü kilolu dört kişi, küçük, modern görünüşlü, dijital göstergeli asansöre bindik, çıkacağımız katın düğmesine basar basmaz ortalığı düdük sesi kapladı, ışıklar yanıp sönmeye başladı. Anladık ki ağırlık fazlaydı asansör bu yüzden bağırıp çağırıyor ışıklarını yakıp söndürüyordu ama bu arada da 4’üncü kata çıkmayı sürdürüyordu. Biz paniklemiş halde ne yapacağız diye birbirimize bakınmaktan başka şey yapamazken asansör dördüncü kata geldi ve bir şey yapma fırsatı tanımayan çok kısa bir duraksamadan sonra gerisin geri aşağı inmeye başladı. Sonunda zemin kata dönüp durunca rahatladık ve akıbetimiz hakkındaki belirsizlikten kurtulduğumuza sevinerek kendimizi dışarı attık, koşarcasına merdivenlere saldırdık.
Yaptıkları asansörü dijital göstergeler son model elektronik kontrollerle bezeyenler, düdükler çaldırıp ışıkları yakıp söndüreceklerine, asansörün hareket etmesini engellemeyi nedense akıl edememişlerdi. Düdüğü yine çaldır, ışıkları yine yakıp söndür ama insanlara korku turları attıracağına asansörü hareketsiz kılsana. O düdüğü çaldıracak elektronik anahtarı kurma yetkinliği olan, sistemi durduracak yani devreyi kesecek elektronik anahtara da sahip demektir.
On yıl kadar önce bize bu macerayı yaşatan asansörün aynen duruyor olmasına hiç şaşırmam. Zira bunca zamandır pek çok kişiye anlattığım bu olayı kavrayan o kadar az kişiye rastladım ki… Herkes o olaydaki komikliği vurguladığımı sanıp durdu, neredeyse hiç kimse teknolojiyi algılayıştaki kullanıştaki yanlışı anlatmaya çalıştığıma kafa yormadı.
Elindekini anlamanın ve olumsuz sonuçlarından kurtulmanın tek yolu bilgi… Bilgisizliğin ürünleri ise yaldızlı cilalı boyalı kofluklar olarak çıkar insanların karşısına.
TV’de gördüğüm, insan bedeninden yükselen sıcaklıkla uçabilecek kadar hafif bir model uçak yapan Amerikalı gençten söz ettiğim bir uçak mühendisinin “Okulda hep metalleri alaşımları öğretip durmalarından bıkmıştım…” diye yakındığını görünce epeyce şaşırmıştım. “Bırak ısıyla uçabilen böyle bir model uçak tasarlamayı, ben plastik maket bile yapamam” diyecek kadar dürüsttü. Oysa zeki bir insandı, sadece, herkesin bildiği nedenlerle zekaa ve yeteneğine uygun düşen bir seçim yapamamış, yatkın olduğu konunun eğitimini alamamıştı. Haalbuki eğitim sisteminde yönlendirme mekanizması olsaydı hem kendi yıllarını böylesine harcamayacak, hem de orayı hak edenin yerini boş yere işgal etmeyecekti.
Parmak sayısı kadar mezun veren Uçak Mühendisliği’ni bitirmiş ama en önemli prensibi yakalayamamıştı. Bütün motorlu araçlarda hepsinden fazla da uçaklarda, mühendislerin en çok kafa yordukları güç ağırlık oranı prensibini öğrenmemiş olması imkaansız. Bilmesine çok iyi biliyordu güç ağırlık oranı prensibini, ancak güçlü ve hafif metaller ilgi alanına hiç mi hiç girmiyordu. Sadece, kendisine pek de uygun olmayan fazla ilgisini çekmeyen ufkunu daha ötelere taşıyamayacağı bir dalı seçmişti. Hepsi bu… Böylece enerjisini ve değerli yıllarını harcarken, zekaasına dolayısıyla da kendisine büyük haksızlık yapmıştı.
Ne mi yapıyor? Sadece uçaklarla ilgili bir iş yapmadığını söyleyebilirim…
Vücudundan yükselen sıcak havayla kimi zaman başının, kimi zaman da avuçlarının bir karış üstünde uçurduğu model uçağıyla sokakta dolaşan genç ise gülümsüyordu ve hiç kuşku yok ki aklından bile geçirmiyordu başka bir iş yapmayı.
Eyüp Şeker
Bilgisayar yaşamımızın her anında olmasına karşın sanki tam kavramamış gibiyiz. “Bilgisayar bir takım inanılmaz işlere yarıyor işte…” tavırlarındayız. Aynı kullandığımız otomobil gibi yaklaşıyoruz bilgisayara da. Çalışıyor ve bizi bir yerlere götürüyor ya, bize ne kaputun içinde neler olduğundan, nasıl çalıştığından, marifetlerini nasıl gerçekleştirdiğinden diyoruz. Oysa aynı şey değil. Bilgisayarı kavrayıp anladıkça ufuklarımızı genişletebiliriz. Çünkü şimdiden yaşamımızın her şeyi olmuş bu alette çok büyük bir uçsuz bucaksızlık var. Otomobili anlamasak da olabilir, çünkü o yaşamımızın her yerinde her anında değil, olmayacak da, onun belli ve sınırlı bir işlevi var, oysa bilgisayar her yerde ve her şeyde…
Aslında çoğunlukla çok mucizevi işler bekleniyor bilgisayardan ve kapalı kapıların ardındaki bilginlerin araştırmacıların müthiş buluşlara yenilerini katmaları bekleniyor, bu yüzden de sıradan sayılabilecek sayısız iş gözden kaçırılabiliyor.
Bizdeki piyasa şartlarının yeterince oluşmaması yüzünden elektronik ticaret henüz yerine oturmamış durumda... Hatta uzakmış gibi gözüküyor... İnternet marketlerden alışveriş etmeyi seviyorum, hem de ilk günden beri… Ama ne yazık ki avantajlarından tam olarak yararlanabildiğimiz söylenemez. Çünkü mağaza fiyatından alabiliyorum, çünkü aynı mağazadan geliyor satın aldıklarım. Oysa elektronik ticaretin şehrin göbeğindeki bol personelli bol masraflı pahalı mağazalara ihtiyacı yok. Yalnızca e-ticaret amaçlı bir depo dağ başı sayılacak bir yerde bile kurulabilir, daha az personelle çok daha az masrafla çalıştırılabilir. Yeter ki ulaşım engel yaratmasın, rahat çalışılabilsin… Oysa bugünkü halinde masraflar düşmeyince, hatta buna bir de kapıya getirme maliyeti eklenince e-ticaretin yararını pek göremiyoruz.
Gıda ve temel ihtiyaç dışı alışverişlerde e-ticaret ucuzluğunun örneklerine rastlıyoruz artık. Çünkü depoya bile ihtiyaç duyulmuyor, bir bürodan yürütülüyor bütün işlemler. Aldığı siparişi doğrudan üreticiye tedarikçiye bildiriyor, teslimat işlemlerini takip ediyor… Veya kurulan bir merkezde üreticinin tedarikçinin gönderdiği ürünler paketlenip etiketlenerek müşterilere gönderiliyor… Böylece normal zincirdeki üretici, toptancı, perakendeci mağaza zincirindeki pek çok unsur aradan çıkartılmış ve ürünün fiyatı epeyce düşürülmüş oluyor. Tabii bunun gıda ve temel ihtiyaç maddelerinde uygulanması şimdilik zor gibi gözüküyor. Ne zamanki perakende mağazalarından bağımsız sadece elektronik ortamda satış yapan mağazalar kurulur o zaman düşebilir gibi gözüküyor fiyatlar.
Elektronik ticaretin bir diğer avantajı da insanları çarşı pazar dolaşmaktan kurtarması… İnsanlar oturduğu yerden farklı firmaların fiyatlarını kıyaslayarak en uygun şartlardakini bulup satın alırken ayaklarına kara sular inmesinden kurtuluyor. Hem de dörtte bir civarında düşük fiyatlarla…
Birkaç hafta önce bir televizyonda bilgisayarlı otopark haberinin çok yeni bir gelişmeymiş gibi sunulduğunu görünce gülümsemeden edemedim. Yabancı bir ülkedeydi habere konu olan otopark… Semtteki gezi parkının altına inşa edilmiş bilgisayarlı otoparkın toprak üstündeki bölümü tek araçlık garaj büyüklüğündeki küçük yapıydı. Otomobil içeri sokuluyor, algılayıcılar sürücünün dışarı çıktığını tespit ettikten sonra sistem kapıyı kapatıyor ve otomobili alıp raylı asansörlü bir mekanizmayla yeraltındaki raflardan birine yerleştiriyor. Sahibi arabası için geri döndüğünde, teslim ederken aldığı elektronik kartı bilgisayarlı sisteme takıyor ve birkaç saniye sonra yukarı çıkartılan arabasını alıp gidiyor. En az personelle hatta personelsiz çalışması bile mümkün tamamen otomatik çalışan bu sistemde arabalar raflara yerleştiriliyor. İçeri insan girmediği, sadece binek araçları alındığı için normal otoparklar gibi yüksek tavan ve giriş çıkış yolları merdivenler falan gerekmediğinden aynı hacme daha fazla otomobil sığdırılabiliyor.
Altı yedi yıl kadar önce bu sistemle çalışan bir otoparkla Bursa’da karşılaşmak çok şaşırtmıştı beni. Karşılaşmak diyorum, çünkü yetmişiki veya yetmişüç yılıydı sanırım bir arkadaşın elindeki Alman Hobby dergisinde görmüştüm bu sistemle çalışan otoparklarla ilgili haberi. Bilgisayar söz konusu bile değildi, ayrıca ihtiyaç da yok, elektrik kontrol sistemleriyle tıkır tıkır çalışıyor… Bilgisayar kontrollü olmayan Bursa’daki otoparkta, araba taşıma sisteminin girişine sokulup kapıları kapatılıyor. Görevlinin tek yaptığı duvardaki elektronik panodan bir plastik kart benzeri anahtarı çıkartıp araç sahibine vermek. Plastik kartı panodan çıkartmak sistemi harekete geçiriyor ve araba önce ileri gidiyor, sonra yukarı çıkartılıyor, kendi katına gelince artık yeri ne tarafaysa sağa ya da sola kaydırılmaya başlıyor, kendine ait raf bölümüne gelince de itilip yerine yerleştiriliyordu. Bütün bunları izleyebiliyordum, çünkü Bursa’daki otopark yeraltına değil yer üstüne çelik konstrüksiyonla yapılmıştı.
İstanbul gibi inim inim inleyen bir kente neden yapılmaz bu sistemler anlamak mümkün değil. Belediyeler inşaat ruhsatı verirken binasına otopark yapmayacak olanlardan otopark parası alır ama nedense bu amaçla aldığı ve başka yerde kullanamayacağı bu paralarla otopark yapmaz hiçbiri. İnsanlar da saç baş yolar, yine de kimsenin aklına belediyelerden hesap sormak gelmez, arada bir birileri çıkıp otopark parası konusunu gündeme getirse bile sesleri çok cılız kalır. Efendim rantabl değilmiş, o yüzden otopark yapmıyormuş belediyeler. Bu kafadakiler ellerinden gelse rantabl değil diye ne yol yapar ne de kaldırım. Şehirde yeşil alan mı bırakıldı ki altlarına otopark yapılsın diyenler de haklı… Kala kala bir tek mezarlıklar kaldı. Oralara da çoktan göz dikildi ya, fırsatı yakalandığında şartları oluşturulduğunda en alıveriş merkezinin en gökdeleninin en plazanın yapılacağından kuşku yok.
Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor raflı otopark sistemini tasarlayanlara: Özellikle Beyoğlu, Şişli taraflarında eski binaların altlarında kapalı otoparklar vardır. Gece kapıları kapatılır, kimse girip çıkamaz hani… Böyle bir otoparka gençten biri son model bir BMW bırakmış akşam vakti. Bekçi sorun görmemiş, ne sakıncası olabilir kapıları kapatılan bir otoparka yabancı birinin pahalı arabasını almanın demiş ve üç beş kuruş kazanmayı yeğlemiş. Ertesi sabah erkenden gelip almış BMW’yi bırakan. Diğer araç sahipleri birer ikişer gelmeye başlayınca anlaşılmış hepsinin soyulduğu, bütün teyplerin falan çalındığı. Meğerse BMW’nin bagajına gizlenmiş işbirlikçi ortalık sakinleşince çıkıp bütün teypleri söküp doldurmuş girdiği bagaja. Sabah da vııınnnn… Bu sistemi tasarlayanlar bagajdaki teyp hırsızı için nasıl bir algılayıcı düşünürler artık onlara kalmış.
Yine yıllar önce denk gelmiştim bir rulman mağazasının tamamen otomatik sistemle satış yaptığıyla ilgili bir habere. Neredeyse tek kişi işletiyordu koskoca mağazayı. İstenen rulmanın kodunu bilgisayara girdiğinde otopark sistemindeki gibi çalışan mekanizma o rulmanı raftan alıp tezgaahın üzerine bırakıyordu. Muhakkak ki pek çok kişinin bildiği şeyler bunlar ama neredeyse 35 yıl önce Almanya’da yapıldığını bildiğim, normal otoparktan çok daha düşük yapım ve işletim maliyetli böyle sistemlerin bunca kıvranmalara rağmen neden buralarda kurulmadığını bir türlü anlayamıyorum.
İnanılmaz bir komedi oynanıyor ve bir yandan da yakınılıyor. Hem gökdelen üstüne gökdelen, alışveriş merkezi üstüne alışveriş merkezi yapma izinleri verilip duruyor hem de ağlaşılıyor şehir trafiği tükendi diye. Trafikteki bu tıkanıklıktan hareket halindeki araçlar kadar park edilenlerin de sorumlu olduğu bilinmezmiş gibi davranılıyor. Sağlı sollu araçların park ettiği yollardan trafik akışı beklemek olacak iş mi? İstediği kadar geniş çevre yolları yapılsın, çıkışlar yetersiz kaldığı sürece, yani o gepgeniş yolların huninin geniş kısmı olmaktan başka işe yaramadığı, hatta daralan çıkışlarda sıkışmalara sebep olduğu görmezden gelindiği sürece çözüm için adım atılmıyor demektir. Sistem bütün olarak değerlendirilip ona göre çözüm üretilmelidir diyen uzmanlara kulak verilmedikçe, “Buraya köprü yaparım, şuraya da tünel, o yolu da çıkartırım 6 şeride, olmadı daha da genişletir çıkartırım 86 şeride, rahatlar trafik…” anlayışındaki kafaların çektirdiklerine katlanılacak ama daha da önemlisi kaynakların yeni yeni hunilerin yapımında kullanılmasına seyirci kalınacak demektir.
Bu yollar bu altyapı bu kadar çok sayıdaki büyük binayı kaldırmaz diyen uzmanlar, sifonlar aynı anda çekilirse kanalizasyonlar patlar uyarılarıyla tehlikeyi işaret ettiklerinde şaka yaptıkları sanılıyor.
Arada bir İstanbul’a haddini bildiren şiddetli yağışlardan birinin sonrasında yine bütün geçitleri su basmış saatlerce kilitlenmişti trafik. Hareket edebilmek, bir yere kımıldamak imkaansızdı. Yağmur öfkesini azaltıp soluk aldırdıktan sonra epeyce uğraşılmış sular tahliye edilip yollar açılmaya başlamıştı. Saraçhane’den aşağı inip Sahil Yolu’na ulaşmaya çalışıyordum. Gıdım gıdım ilerliyordu trafik… Aksaray Yeraltı Geçidine vardığımda görebildim tıkanıklığın nedenini. Altgecidin en düşük seviyedeki bölümü yol istikametinde dört beş metre boyunca kabarmıştı. Bir bir buçuk metre genişliğindeki kabarmanın yüksekliği kimi yerinde yarım metreden fazlaydı. Saraçhane yönünden ve her taraftan yokuş boyunca gelen suyun baskısı kanalizasyon borusunu patlatıp yolu şişirmişti ama kanal derinden geçiyor olmalıydı ki yine de yolu yaramamıştı. İşte bu kabartının daralttığı yol yüzünden zorlukla ilerleyebiliyorlardı araçlar. Ve bunu yapan hiç de yabancısı olmadığımız yağışlardan biriydi.
Teknolojiye sahip olmanın ondan yararlanabilmek anlamına gelmediğine iyi bir örnek olan çok enteresan bulduğum bir olay vardır. Beyazıt’taki kat otoparkının 4’üncü katına bıraktığımız arabamıza çıkıyorduk. Üçü kilolu dört kişi, küçük, modern görünüşlü, dijital göstergeli asansöre bindik, çıkacağımız katın düğmesine basar basmaz ortalığı düdük sesi kapladı, ışıklar yanıp sönmeye başladı. Anladık ki ağırlık fazlaydı asansör bu yüzden bağırıp çağırıyor ışıklarını yakıp söndürüyordu ama bu arada da 4’üncü kata çıkmayı sürdürüyordu. Biz paniklemiş halde ne yapacağız diye birbirimize bakınmaktan başka şey yapamazken asansör dördüncü kata geldi ve bir şey yapma fırsatı tanımayan çok kısa bir duraksamadan sonra gerisin geri aşağı inmeye başladı. Sonunda zemin kata dönüp durunca rahatladık ve akıbetimiz hakkındaki belirsizlikten kurtulduğumuza sevinerek kendimizi dışarı attık, koşarcasına merdivenlere saldırdık.
Yaptıkları asansörü dijital göstergeler son model elektronik kontrollerle bezeyenler, düdükler çaldırıp ışıkları yakıp söndüreceklerine, asansörün hareket etmesini engellemeyi nedense akıl edememişlerdi. Düdüğü yine çaldır, ışıkları yine yakıp söndür ama insanlara korku turları attıracağına asansörü hareketsiz kılsana. O düdüğü çaldıracak elektronik anahtarı kurma yetkinliği olan, sistemi durduracak yani devreyi kesecek elektronik anahtara da sahip demektir.
On yıl kadar önce bize bu macerayı yaşatan asansörün aynen duruyor olmasına hiç şaşırmam. Zira bunca zamandır pek çok kişiye anlattığım bu olayı kavrayan o kadar az kişiye rastladım ki… Herkes o olaydaki komikliği vurguladığımı sanıp durdu, neredeyse hiç kimse teknolojiyi algılayıştaki kullanıştaki yanlışı anlatmaya çalıştığıma kafa yormadı.
Elindekini anlamanın ve olumsuz sonuçlarından kurtulmanın tek yolu bilgi… Bilgisizliğin ürünleri ise yaldızlı cilalı boyalı kofluklar olarak çıkar insanların karşısına.
TV’de gördüğüm, insan bedeninden yükselen sıcaklıkla uçabilecek kadar hafif bir model uçak yapan Amerikalı gençten söz ettiğim bir uçak mühendisinin “Okulda hep metalleri alaşımları öğretip durmalarından bıkmıştım…” diye yakındığını görünce epeyce şaşırmıştım. “Bırak ısıyla uçabilen böyle bir model uçak tasarlamayı, ben plastik maket bile yapamam” diyecek kadar dürüsttü. Oysa zeki bir insandı, sadece, herkesin bildiği nedenlerle zekaa ve yeteneğine uygun düşen bir seçim yapamamış, yatkın olduğu konunun eğitimini alamamıştı. Haalbuki eğitim sisteminde yönlendirme mekanizması olsaydı hem kendi yıllarını böylesine harcamayacak, hem de orayı hak edenin yerini boş yere işgal etmeyecekti.
Parmak sayısı kadar mezun veren Uçak Mühendisliği’ni bitirmiş ama en önemli prensibi yakalayamamıştı. Bütün motorlu araçlarda hepsinden fazla da uçaklarda, mühendislerin en çok kafa yordukları güç ağırlık oranı prensibini öğrenmemiş olması imkaansız. Bilmesine çok iyi biliyordu güç ağırlık oranı prensibini, ancak güçlü ve hafif metaller ilgi alanına hiç mi hiç girmiyordu. Sadece, kendisine pek de uygun olmayan fazla ilgisini çekmeyen ufkunu daha ötelere taşıyamayacağı bir dalı seçmişti. Hepsi bu… Böylece enerjisini ve değerli yıllarını harcarken, zekaasına dolayısıyla da kendisine büyük haksızlık yapmıştı.
Ne mi yapıyor? Sadece uçaklarla ilgili bir iş yapmadığını söyleyebilirim…
Vücudundan yükselen sıcak havayla kimi zaman başının, kimi zaman da avuçlarının bir karış üstünde uçurduğu model uçağıyla sokakta dolaşan genç ise gülümsüyordu ve hiç kuşku yok ki aklından bile geçirmiyordu başka bir iş yapmayı.
Eyüp Şeker
SANAL MI ? NE SANALI !

SANAL MI ? NE SANALI !
İNTERNET PANDORA’NIN KUTUSU MU ?
Zavallı Paris Hilton, gerçek hayatın küçücük bir parçasıyla yüz yüze gelmek dehşete kapılmasına yetti. Bu Dünyanın öylesine dışında bir Dünyada yaşıyor ki, tamamen yabancı gözlerle, duvarlar ve camlar ardından bakıyor dünyaya. Aslında durumu tam anlamıyla Jerzy Kosinski’nin Bir Yerde’sinin kahramanınkine benziyor. Büyük ihtimalle “Biri bir kumanda verse de karşıma çıkan, ortasına düştüğüm bu görüntüyü değiştirsem, buradan kurtulsam…” diye geçiriyordur aklından. Yeryüzündeki milyarlarca insanın yaşadıklarını TV görüntüsü gibi algıladığından kuşku yok. Uzaktan kumanda verecek biri var mı diye çaresizlikle bakınıyor etrafına, hemen basıp değiştirecek kanalı… Bu yüzden gerçekten hapse atılmaması gerektiğini düşünüyorum. Tedavi amaçlı Dünyayı algılama gezilerine çıkartılmalıdır… Benzerleri de…
Afrika’da çekilmiş ödül alan o, çocuğun ölümünü bekleyen akbaba fotoğrafı büyük ihtimalle çizgi romandan öte bir anlam ifade etmeyecektir ona ve benzerlerine… Vicdansız olması mümkün değil, sadece algılama sorunu var gibi gözüküyor… O görüntüdeki gibi bir gerçekle karşılaşacak olsa allak bullak olmanın çok ötesinde bir dehşete kapılacağından eminim… “Anlamıyorum, nedir bu… Kim yapmış, niye yapmışlar… Bunları neden gösteriyorlar insanlara…” düşüncelerinin baskısı altına girecek beynindeki bütün kavramlar altüst olacaktır. O fotoğrafa hiç bakmayacak, gösterilecek olsa bakamayacaktır… Fotoğrafa bakmak zorunda bırakılsa ve sorulsa, o görüntülerin milyarlarca insanda uyandırdığı düşüncelerle ilgisi olmadığı görülecektir duygularının… Hemen basıp kanalı değiştirecek veya tıklayıp başka sayfalarda gezinmeye devam edecektir. Böylesine sanal bir dünyada yaşamasaydı, çok sıradan bir yasal sonuç böylesine dehşete kapılmasına sebep olmazdı. Belki de bir şeyler yapardı o Afrikalı çocuk için ve benzeri milyonlar için… Bono gibi Bob Geldof gibi… Dünyadaki yiyeceklerin herkesi doyurmaya yetip arttığından, sorunun, yiyeceklerin her yere herkese ulaştırılamamasından kaynaklandığından ve bu yüzden milyonlarca insanın açlıktan, yani bir parça yiyecek bulamamak yüzünden öldüğünü bildiğini sanmıyorum.
O fotoğrafı çeken kırk yıllık gazetecinin bugünlerde ne halde olduğunu, neler hissedip neler yaşadığını duymuş mudur acaba! Hiç sanmam…
Yaşananlar gerçek… İnsanlar Matrix’teki oyuncular değiller. O akbaba, gazeteci uzaklaştıktan bir süre sonra çocuğun etlerini koparmaya başlayacak. Büyük ihtimalle de haalaa canlıyken yapmaya başlayacak bunu… O fotoğrafa bakmak bile allak bullak ediyorsa, o an’a tanık olmak ne hale getirir acaba insanı?
Sirkteydim… Sirk çalışanlarından biri sevimli maymununu kucağına almış seyircilerin arasında dolaşarak isteyenlerle fotoğraf çektiriyordu. Kiminin yanına geçip poz veriyor, kiminin de kucağına veriyordu maymununu… Yanımızdaki çiftin yedi sekiz yaşlarındaki çocuğu büyük bir dikkatle ve her halinden belli olan bir sevinçle maymunuyla yaklaşan adamı izliyor, sabırsız hareketlerle elini kolunu sallıyor, bıcır bıcır bir şeyler söylüyordu. Her şey çok normaldi, çocuk büyük merakla bakıyordu maymunlu adama. Ne zaman ki görevli, fotoğraf çektirebilmeleri için maymunu çocuğun babasına vermek için uzattı, çocuk büyük bir çığlık kopartıp babasına sığındı, arkasına saklanmaya çalıştı. Çünkü canlı olduğunu bilmiyordu, çünkü peluş oyuncak sanıyordu, çünkü maymun kavramı oyuncaktan ibaretti onun için…
İnternet yaşamda köklü değişiklikler yapıyor. Herkes birkaç dakikalığına da olsa ünlü olacak diyen Andy Warhol‘du sanırım. Pek çok kişinin “Görüntülerim bir yerlerden ortaya çıkar mı?” korkusunu yaşadığı söyleniyor. Özellikle Gamze Özçelik olayı bu kaygıları epeyce büyüttü. Filmini seyretmedim, çünkü “Seyretmeyin, çok rahatsız edici…” diyenler vardı… Söz dinlerim… Gamze Özçelik’in bir gazetedeki haberinin altında “Ne tecavüzü ya…” yorumuyla karşılaşınca, aklımdan “İzin veremeyecek haldeki bir insana bir şeyler yapmanın tecavüz olduğunu anlamayana, bir insanın çok özel görüntülerini izinsizce ortalığa saçmanın da tecavüz olduğu nasıl anlatılabilir?” düşüncesi geçti.
Geçenlerde Helen Hunt’ın oral seks filmiyle karşılaştığımda “Bir benzeridir…” deyip kestirip atacakken dayanamayıp indirdim. Benzeri falan değil oydu… Ne kadar benzerse benzesin, ne kadar iyi oyuncu olursa olsun hiç kimse Helen Hunt’ın hüzünlü bakışlarını taklit edemez. Neyse… Sandalyede oturan erkeğin başı gözükmüyor… Adamın bacaklarının arasında dizlerinin üzerine çömelmiş H.Hunt arada bir başını kaldırıp çekim yapan diğer kişiye dönerken “Yeter mi...” dercesine hüzün dolu ürkek yüz ifadesiyle baktığında, insanda ister istemez “Aaaa, tecavüze uğruyor…” düşüncesi uyandırıyordu. Epeyce eski bir film olduğu açıktı… Pek çok ünlünün ünlü olmadan önce benzer şeyler yaşadığı bilinmeyen şey değil. Eskiden beri böyle görüntülerin çekildiği ve elden ele dolaştırıldığı, özel koleksiyonlarda saklandığı hep konuşulur yazılır çizilir. Ama artık gerçek anlamda ışık hızıyla her yere yayılıyor, herkes seyredebiliyor… Helen Hunt’ın kendi isteğiyle bu görüntüleri dağıttığı söylenebilir mi? İmkansız… Özetle, o günkü şartlarda kabul etmesi, yani oral seks yapışının filme çekilmesine izin vermesi, yaptığına razı olduğu anlamına gelmiyor, bu da tam anlamıyla tecavüzdür ama söz konusu görüntüleri herkesin görebileceği yerlere saçmak daha büyük tecavüzdür, çok daha acı vericidir.
Salma Hayek’in filmini ise tersi duygularla seyrettim. Onun için aynı şey söylenemez, hatta tam tersi, eğlendiğini düşünüyor insan onun filmini izlerken. Bu görüntülerin ortalığa saçılması onu rahatsız etmiş midir, yoksa en azından umurunda bile değil midir bilemiyorum ama Helen Hunt’tın aksine filmin çekilmesinden en küçük rahatsızlık duymadığı da açık.
Amacım “İkiz yatak” muhabbetleri yapmak değil. Bilmiyorum ne kadar farkındayız, bir süredir çok ünlüler arasında çok özel görüntülerini ortalığa saçma merakı başladı sanki. Öyle gözüküyor ki, Paris Hilton’un başlattığı bu moda sayesinde hiç ihtimal vermediklerimizin bile en yatak odası hallerini göreceğiz. Epeyce süredir sıradan insanların yaşadığı çok özel görüntüleri herkesle paylaşma aktivitesi, çok ünlülerin de eğlencesi olmaya başladı gibi gözüküyor. Evet, yetişkin eğlenceleri hiç böylesine paylaşılmamıştı. İzinsizce zorla olmadığı sürece kim ne diyebilir son yetişkin eğlencesine?
Evet internetin gerçekleştirdiği en çarpıcı devrimlerden biri de bu bence: Herkes her şeyi herkesle paylaşabiliyor artık.
Ve bir iki gün önce yeni bir tecavüz olayını öğrendik. Fulin Arıkan’ın iç çamaşırlı fotoğraflarını internete saçılmasından söz ediyorum. Bana göre fotoğrafları herkesin göreceği şekilde ortalığa saçmak tam anlamıyla tecavüzdür. Fotoğrafları sağa sola gönderen pislik, nasıl iğrenç bir tecavüz gerçekleştirdiğinin hiçbir zaman farkına varamayacaktır büyük ihtimalle. Olayın diğer boyutu ise Fulin Arıkan isminin bir anda en çok arananlar arasına girmesidir. Fulin Arıkan, yatak odası halleriyle bir anda herkesin karşısına gönderilmiş oldu. Hem de ışık hızıyla…
Bilmem haalaa sürüyor mu internetin ilk yıllarında yapılan tartışma, daha doğrusu algı yanlışı. Sanal aalem kavramını kast ediyorum. İnternete giren sanal aaleme girdiğini zannediyordu, hiç aklına getirmiyordu sanal aalemin bu demek olmadığını. Matrix filmleri büyük çoğunluğa öğretmiştir artık sanırım gerçek sanal aalemin ne olduğunu. İnternetten mesaj gönderdi mi sanal sanıyor, aynı mesajı telesekretere bırakırsa kağıda yazarsa gerçek sayıyordu, değişen tek şeyin kullandığı aletler olduğunu aklına getirmeksizin… Bu bakışa göre, banka işlemleri telefonla veya şubeye gidilip yapılırsa gerçek, internet üzerinden yapılırsa sanal sayılacak… Bakkaldan satın aldığı gazete gerçek, internetten okuduğu sanal… Mantık bu… Sanallık, bilinen işleri bilgisayarda yapmak değil, bilgisayarın içine girmek, bilgisayarın yarattığı dünyada dolaşmaktır. Oysa internet, gerçek dünyada dolaşmaya ve iş yapmaya yarayan yeni bir araçtan başka şey değildir. Yoksa telefonun veya bankamatiğin tuşlarına dokunmakla, bilgisayarın tuşlarına basmak arasında hiçbir fark yoktur.
Yanlış ve tamamen gerçeğe aykırı bu bakışlılar, internette yaptıklarının yaşamla ilgisi olmadığını düşünmeye devam ediyor olmalılar ki, internet dışında yapamayacakları, yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri kolayca gerçekleştirebiliyorlar. Fulin Arıkan’ın fotoğraflarını internete saçan iğrenç pislik, bu yaptığının, fotoğrafları şehirdeki bütün duvarlara yapıştırmakla eş anlamlı olduğunun, hatta daha da beter olduğunun farkında mı acaba? Çünkü duvarlardan kolayından sökülüp alınamaz ama internette yayıldıkça yayılır, her an herkesin karşısına çıkar, çıkartılabilir o görüntüler… Bu pislik sokak sokak dolaşıp fotoğrafları duvara yapıştırabilir miydi acaba?
Ücretli üyelikle yetişkinlerin girilebildiği bir cinsellik sitesinde üyelerden birinin, uzaktan habersizce ve gizlice çekildiği belli mayolu birkaç kadının fotoğraflarını sergilediğini görünce “Bu yaptığınız doğru değil. İzin almadan habersizce insanların fotoğraflarını amacı içeriği belli olan, yani insanların bilerek ve isteyerek girdiği, en yatak odası hallerindeki görüntülerini paylaştığı böyle bir sitede yayınlayamazsınız. Belki de bu fotoğraflardakiler çok daha açık görüntülerini bu tarzdaki bir sitede kendileri yayınlıyorlardır, hatta bu sitede bile olabilir, bunu bilemeyiz ama sizin bunu yapmaya hakkınız yok. Aile bireylerinizden birinin izinsiz çekilmiş görüntüleriyle, amacı ve içeriği belli bu sitede veya benzeri cinsellik ortamında karşılaşsanız ne düşünürdünüz, tepkiniz nasıl olurdu? Hiç olmazsa yüzlerini kapatın kimlikleri belli olmaz hale getirin…” diye karşı çıkmıştım. Cinselliğin en açık şekilde sergilendiği görüntülerle dolu o sitede mayolu birilerinin görüntülerini yayınlamaya çalışmak tuhaftı aslında. Herkes kendi görüntülerini yayınlıyor, ben de bir şeyler yapayım diye düşünüp mü bir yerlerden bulduğu o fotoğrafları göndermişti bilmiyorum ama nasıl bir tecavüz gerçekleştirdiğinin farkında bile değildi.
İnternet yaşamı o kadar hızlı değiştiriyor ki, yaşamda yaptığı köklü değişikleri anlama algılama sorunu yaşıyoruz.
Aslında önemli bir gelişme daha oluyor. Tıklamacı blogcu yorumcu okur, internet yüzünden gazetelerde önemli bir değişiklik gerçekleştiriyor. Bunun ne kadar farkında olunduğu belirsizliğini korumakta. Yakın bir gelecekte, TV’lerdeki “Halk bunları istiyor” tartışması gazetelere taşınacak. Zira okurun hangi haberlere ilgi gösterdiği anında gazetelere yansımakta… Bu da ister istemez ve epeyce de sessizce “Halk bunu istiyor” haberlerinin ve yazılarının yapılmasını getirecektir/getiriyor. Oysa basılı gazetelerde okurun müdahalesi zaman alırdı ve çok sınırlıydı. Dolayısıyla sunulanla yetinirdi okur. Özetle, sıradan insanlar yalnızca her şeye maydanoz olmuyor, pek çok anlayışı değiştiriyor, yeniden biçimlendiriyor. Tabii kendisini yansıtarak…
Kronikleşmiş şiddetli yalnızlık çeken biri, Herman Hesse’nin Bozkır Kurdu’nu ne kadar zorlasa da okuyamaz. Başkalarının kötü veya eğlenceli hallerini seyrederek rahatlamayı seçecektir. Bunu yapamıyorsa ve başka çaresi de yoksa, kesinlikle “Dava”yı değil, “Salako’yu seyredecektir. Bilinmeyen şeyler değil bunlar… Ekonomik sosyal gerilemeyi hatta çöküşü bunalmayı bıkkınlığı göz önünde bulundurmayanlar da en ciddi tavırlarla “Ya abi bu millet manyak gibi Kemal Sunal filmleri seyrediyor ya… Dün gece Hamlet en dipte kalırken, Çöpçüler Kralı en fazla reytingi almış ya...” geyikleri yapmaktan bıkmayacaktır, hem de büyük bir zevkle Salako seyrettiklerini birbirlerine açık etmeyerek…
Gazetelerin büyük çoğunluğunun nasıl bir dönüşüm yaşadığı/yaşayacağı meydanda aslında.
Şu anda karşımda 6 kitap duruyor ve aylardır tek satır okuyamadım. İçeridekilerin sayısından söz etmek bile istemiyorum… İş halinden ev ya da dinlenme haline geçtiğimde tek yaptığım eğlence avcılığı özellikle de cinsellik avcılığı oluyor. Ta ki bıkıp bilgisayarı kapatarak TV haline geçinceye kadar…
Zorluk içindeki baskı altındaki insanların, ne kadar iyi ve önemli olursa olsun ciddi ve ağır konulardan uzak durduğu göz önüne getirildiğinde insanların isteğinin beklentisinin hiç de gizemli falan olmadığı kolayca netleşiyor. Örneğin, tepemizdeki uzay istasyonunda görev yapan astronotlar, Dostoyevski falan değil, pembe dizi okumak istiyorlarmış. Bu yüzden “Eğitim şart…” ahkâmları kesmeye niyetlenenler, bunalmayı çeşitli nedenlerle baskı altında kalmayı göz önüne almazlarsa halkın gözünde “Ukala dümbeleği…” olmaktan kurtulamayacaklarını unutmamalıdırlar. Yaşam zorlaşırken, düzey yukarı çekilemez… Parasızlıktan çaresizlikten çözümsüzlükten yalnızlıktan kazıklanmaktan türlü çeşitli olumsuzluktan kıvranan insanlar “Yüksek düzeyli..!!!” şeyleri yiyemezler. Bünye meselesi bir yerde… Gebermemek için kıvrananlara pestili çıkmışlara bunalımı mesken tutmuşlara “Yüksek düzeyli…” şeyler verilebileceğini sananlar ise kendilerini ve birbirlerini tatmin etmekten öteye gidemezler. Duvarına Picasso asan işçi romantiklikleri ancak dantelli masalarda yapılır ve oradan da bir gıdım dışarı taşamaz. Dergiden kesilmiş Picasso’yu duvara asmamanın sebebi ne eğitimsizliktir, ne de yol yordam öğrenememek… Birileriyle İstanbul Modern’i saatlerce konuşup fırsatını bulduğu an uzun saatler boyunca cinselliğin sanatsal olanının olmayanın peşinde gezer insanlar ve sonra gidip yine İstanbul Modern sohbetine kaldığı yerden devam eder… Bunun da eğitimle ekonomik durumla zerre ilgisi yoktur. Tamamen duygusal falan değil, tamamen rahatlamasal…
“Dengeyi nasıl korumalıyız? Ölçüyü kaçırmamak için ne yapmalıyız?” soruları artık yalnızca TV’lerin sorunu değil. Nasıl ki, seyirci TV yönetir yere oturduysa, okuyucu da gazeteyi hazırlama konumuna yerleşmekte. Hem de TV’lerdekinden çok daha etkili araçlarla, olanaklarla…
Gazetelerin internete taşınmasından ve okuyuculara yorum yapma olanağı sunulmasından sonra ilginç hatta fena halde enteresan bir durum çıktı ortaya. Yorum yapın dendi ya, sanki her habere yorum yapmak mecburiymiş hallerinde yazılmaya başladı. Öyle anlamlı veya manalı ya da ince mesajlı şeyler değil sözünü ettiklerim. Her habere yorum yapılıyor, hiç boş geçilmiyor ve sıra bazılarına geldiğinde hoşluklar ilginçlikler ortaya çıkmaya başlıyor. Bir trafik kazası haberi, alttaki yorum “Vah vah, yazık olmuş”, bir ölüm haberi, “Allah rahmet eylesin”, piyango vurdu haberi “Ne şanslı ya…” gibi…
Mesele şudur; sıradan insanlar artık kendilerinin adam yerine konulabildiğini düşünerek varlıklarını göstermek için interneti doldurmakla meşguller. Herkes mesajcı yorumcu blogcu kesildi… Hem de fena halde.
Michelle Pfeiffer ve Bruce Willis’in, evlilikleri çatırdamakta olan bunalımlı çifti oynadığı o filmde (Filmin adı Bizim Hikayemiz’di sanırım) Michelle, Bruce’a “İnsanlar neden bulmaca çözer biliyor musun?” diye soruyordu ve “Çünkü, bir şeyler başardıklarını göstermeye çalışıyorlar, en başta kendilerine..!” diye ekliyordu.
Çok sıkıcı bulduğum o filmden sonra anlayabilmiştim ucuz gazetelerin bulmacaya neden o kadar önem verdiklerini ve banliyö trenlerinde neden herkesin harıl harıl bu gazetelerdeki bulmacaları çözdüğünü. Hepsi bir şeyler başarıyordu… Özetle, hiçbirimiz E=mc2 gibi bir şeyleri değil bulmak, açıklayan olsa anlayamayacağımız için fena halde bulmacacıydık ve artık yorumcu blogcu e-mail’ci kesilmiş durumdayız. Durum bundan ibarettir ve de duruma bakılırsa yorumculuk blogculuk e-mailcilik başını alıp gidecektir. Öyle görünüyor ki, bir süre, sıradan insanlar programları yapacak, gazeteleri hazırlayacaktır.
Belki de sıradan biri olmak hiçbir zaman bu kadar etkili olmamıştı.
Eyüp Şeker
ELDEKİ BİLGİ ELDE DEĞİLSE
SAHİP OLDUĞUNA SAHİP OLAMAMAK
Birkaç yıl önce sokağımızın ana elektrik kablosu yandı. İdareden gelen teknisyenler kablonun yanan kısmını kesip çıkarttı ve ek yaptılar. Her şey normal gibi gözükürken elektrik verildiğinde kızılca kıyamet koptu. Bütün binaların giriş kabloları çatır çatır yandı, evlerdeki elektrikli aletlerin pek çoğu arızalandı, buzdolapların motorları yandı. Daha sonra anlaşıldı bütün bunların nedeni… Onarımı yapan teknisyen yanan bölümü çıkartıp kabloya parça eklerken uçları yanlış bağlamıştı. Hem de ne yanlış… Öyle vahim bir hata yapmıştı ki sokaktaki binalar yanıp kül olmaktan ucuz kurtulmuştu. Daha da vahimi birilerini elektrik çarpmasıydı. Neyse ki o sırada buzdolabına çamaşır makinesine dokunan çıkmamış ve kömürleşmemişti. Çünkü sivri akıllı teknisyen fazları yanlış bağlamamış toprağa fazı bağlamıştı. Dolayısıyla da topraklamalı cihazların hepsinin dışına elektrik vermişti. Konuyu açmak gerekirse; bina giriş kabloları trifazedir, yani biri toprak diğer üçü faz olmak üzere 4 uçludur. Teknisyen öylesine bilgisiz olmalı ki toprağı üç fazdan birine, o fazı da toprağa bağlamış ve bütün binaları ana kablolarının çatır çatır yanmasına sebep olmuştu.
Böyle onarımlar sonrasında faz uçlarının değişmesiyle özellikle su pompalarının ters çalışmasına ve su basmak yerine emmek yüzünden kaloriferin ısıtmadığına daha önce tanık olmuştuk ama ilk kez böylesine vahim bir hatayla karşılaşıyorduk. Fazlar değiştiğinde çok sorun olmuyor, en fazla motorlar tersine dönüyor ama fazla toprağı değiştirmek cinayete teşebbüsten başka şey değil. Kalorifer pompaları ve hidrofor trifaze… Fazlar değiştiğinde motorlar ters dönüyor. Oysa toprakla bir faz değiştirilirse motor çalışmazken dışına elektrik verilmiş oluyor, dolayısıyla da binanın bütün kalorifer tesisatına radyatörlere borulara… Dokunan yandı…
Diğer taraftan dairelere giden elektrik monofaze. Yani, bina girişindeki 3 fazdan bir tanesi ve bir de toprak gidiyor dairelere. Ancak toprağa da faz bağlandığında bazı dairelere giden elektrikte toprak olmazken iki adet faz oluyor. Bunun diğer anlamı da topraklamalı cihazlara dokunmanın dönüşsüz adres değişikliği yaratabileceğidir.
Amacım bilgiçlik taslamak değil, bilgim daahilinde kendimce konuyu anlaşılır hale getirmek. Neyse, bunları anlatmamın nedenine geleyim. Yine bir onarım sırasında sokakta çalışan idare teknisyene “Neden kablolarda renk birliği yok. O taraftaki kablo kırmızı sarı siyah yeşil, diğeri mavi kahve siyah beyaz…” deyip daha önce yaşadığımız o olayı anlatmış ve “Eğer kablolarda renk standardı olsa bu tür yanlışlara düşülmez, hasarlar oluşmaz” diye eklemiştim. Verdiği cevap “Her şeyi biliyorsun değil mi?” oldu. Mümkün mü, hem niye ve nasıl bileyim her şeyi, yalnızca işe yarayabileceğini düşündüğüm fikrimi anlatıyorum dememin yararı yoktu. Kapadım çenemi…
Bu anlayıştakilerin düzgün iş yapması mümkün mü? Özel çaba gerektirmeyen çok basit bir anlayışı yerleştirerek rahatlamak belli sorunlara engel olmak mümkünken terslenerek had bildiriyor, ukalalıkla suçluyor…
Oysa biri çıkıp kablo üreticilerine “Aranızda anlaşın ve aynı renklerde üretim yapın. En incesinden en kalınına sadece bu renkleri kullanın. Dert açıyor bela getiriyor bu anlamsız rengarenk durum…” dese sorun çözülecek. Çözülecek de bunca iş güç arasında kim çıkıp bunu söyleyecek…
Neden mi bu olayı anlatıyorum? Çünkü bir süre önce aynı anlayışsız kafalarla boğuştum. Bir internet alışveriş sitesinden 4 parçalık alışveriş yaptım. Ödeme işleminden sonra kargo aşamasında beklerken “Hazır olan ürününüzü kargoya vermemizi isterseniz şurayı tıklayın” mesajı çıktı karşıma. İstemedim, çünkü kargoyu bölmek ve birden fazla kargo beklemek istemiyordum. Hepsi tek seferde gelsin diye düşünüyordum. Çünkü gelip bulamadıklarında “Gelip kargonuzu şu şubeden alın” notu bırakıp gidiyorlar. Bununla uğraşmak istemiyorum deyip tıklamadım. Hepsi bir seferde gelir en fazla bir iki gün kargo beklerim diye düşünüyordum. Benim ne düşündüğüm kimsenin umurunda değilmiş meğer. Bir de baktım “Hazır olan ürününüz kargoya verilmiştir” mesajı geldi. Madem bana sormadan gönderecektiniz neden hazır olanları gönderelim mi diye soruyorsunuz demedim, kıstım sesimi, çektim sineye. Yetmezmiş gibi bir gün sonra ikinci hazır olan da kargoya verildi. Ertesi gün son iki parça ürün de kargolandı. Her seferinde “Hazır olan ürününüzü kargoya verelim mi?” uyarısı çıkıyor ama onay vermememe rağmen gönderiliyordu. Yine kıstım sesimi, oturdum satın aldığım 4 parçanın 3 ayrı paket olarak gelmesini beklemeye başladım.
Başladım “Ha geldi, ha gelecekler, bugün gelmedi yarın gelir…” nöbetine. İlki ve üçüncü paket iki gün arayla elime geçti ama ikinci sırada kargoya verildiği söylenen paket ortalıkta yok. Sitedeki her bir gönderi işleminin altında “Kargonuzla ilgili bilgi almak için burayı tıklayın” yazılı yeri tıkladığımda farklı günlerde ayrı ayrı kargoya verilmelerine rağmen diğerlerinde de hep ilk paketin bilgisi çıkıyor karşıma. Bu durumu siteye bildireyim dedim. Suratıma çarpar gibi zaten gördüğüm kargo bilgisini gönderdiler siteden. Bunları görüyorum ama gönderdiğiniz diğer 2 paketle ilgili bilgi alamıyorum. Kargo firması da bizde böyle bir paket yok diyor demem hiçbir işe yaramadı, aksine terslenir tavırlarla karşılaştım. İşin ilginç tarafı ne demek istediğimi bile anlamaya çalışmıyorlardı. Gönderdik ya halleriyle karşılaşınca kestim sesimi beklemeye başladım. “Kargo gelecek, bir yere gitmeyeyim… Kapıyı açamam, aman zili duyamam, yetişemem…” halleriyle kargo nöbetindeyim.
Bekle ki kargo gelecek. Siteye yazıyorum, her seferinde hiçbir işe yaramayan o ilk numarayı veriyorlar ama bir dövmedikleri kalıyordu. Bir iki kez gönderdiğim “Satın aldığım ürün gelmedi. Lütfen ilgilenir misiniz!” mesajlarıma bile cevap vermemeye başladılar. Özetle paramla dayak yiyordum. Yürü git, seninle mi uğraşacağız tavırlarıyla karşılaşmaktan illallah deyince şikaayet mekanizmasına başvurdum.
Sonunda bir ilgilenen bulabildim ve “İlgileniyoruz, ürününüzü kargo firmasında araştırıyoruz, bulunmazsa bir başkasını göndereceğiz…” mesajından sanırım iki gün sonra yani satın aldıktan 10-12 gün sonra kavuşabildim satın aldığıma. Tabii bu süreyi sıkı bir kargo bekleme nöbetiyle geçirdim. Sorgusuz sualsiz paketleri gönderenler, alıcının şartlarını neden hiç akıllarına getirmezler belli değil. Aslında ilk kargo bulunamamıştı veya beni daha fazla bekletmemek için yeni bir tane göndermişlerdi.
Tek siparişte sorun olmuyor ve kargoya verildikten sonra ilgili link tıklandığında kargonun durumuyla ilgili bilgi alınabiliyor, ancak bir siparişteki birden fazla ürün ayrı ayrı kargolandığında sadece ilk kargonun bilgisi yer alıyor diğer kargo bilgilerinde de. Oysa muhakkak ki kargo firmasının teslim aldığı her paket için siteye verdiği her belgede ayrı fiş numarası falan olmalı. Siparişimin numarası yerine, o belgelerin her birindeki farklı numaraları siteye koymayı akıl etseler her bir kargo takip edilebilecek ama ne yazık ki kimsenin aklına gelmiyor o sihirli numarayı bulup yazmak. Sözde her bir paket için ayrı bilgi veriliyor fakat ortada daha doğrusu o bilginin içinde ayrı bir bilgi yok. İlkinde ne yazılıysa sonrakilerde de aynı şey yazılı. 100 paket olsa hepsi ayrı ayrı yollansa ardı sıra gönderilen 99’unda da ilkinin bilgisi olacak ve alıcı 99 paketin akıbetiyle ilgili hiçbir bilgiye ulaşamayacak, güzel güzel 99 kargo nöbeti tutacak. Ve ben bunu anlatamadım kimseye. Bende bir arıza var deyip kapadım çenemi.
Kötü kişi ben olmuştum. Mağdur olmama rağmen “Git işine meşgul etme bizi, Başımızdan aşkın işimiz. Gönderdik ya malını…” anlamına geldiğini düşündüğüm tavırlarla karşılaşmıştım. Her şeye rağmen bunlardan çok, sistemlerdeki yanlış işleyişi anlatamamak takılmıştır kafama. Neyse…
Sistemlerini doğru çalıştırmayanlar, bu doğru çalışmayış yüzünden yordukları birinin “Doğru çalıştıramıyorsunuz…” demesine kulak vereceklerine sağlı sollu çalışmayı yeğlemişlerdi. O malum tavır karşıma çıkmıştı yine: Güzel güzel çalışan koskoca yerin nesini beğenmiyorsun? Aklını kendine sakla.
Bilgisayarla tanışmamızın ilk yıllarıydı. Monocrom yeşil ekranlar dönemiydi ve siyah beyaz ekranlarla yeni yeni tanışılıyordu. Bilgisayar fuarında dolaşırken kulak misafiri olduğum bir konuşma anlatmaya çalıştığım duruma epeyce uygun düşüyor. O müthiş sevimli Macintosh’lardan birinin başında iki genç duruyordu. Ekranda yedili fal diğer adıyla Solitaire kart oyunu vardı. Gençlerden biri diğerine “Nasıl oynanıyor…” diye sormuş olmalı ki arkadaşı “Bir kırmızı bir siyah sırayla dizmeye çalışıyorsun…” deyince, her halinden siyah beyaz ekrana henüz alışamamış olduğu belli olan ilki, kartları göstererek “Nasıl ayırt ediyorsun kırmızıyla siyahı?” diye sordu. Diğeri heyecanla “İşte bunlar kırmızı, bunlar siyah, görmüyor musun?” diye açıklamaya çalışırken derdini anlatmakta nasıl yanlış bir yol seçtiğinin farkında bile değildi. Oysa tek yapması gereken, siyah maçanın sineğin, kırmızı kupanın karonun şekilleri farklıdır, kolayca ayırt edilirler, renkli görmeye gerek yoktur demekti.
Bilgi ellerindeydi ama yanlış kullanıyorlardı. Biri, görmüyor musun bunlar kırmızı bunlar siyah diyeceğine, maça kupa sinek karo demesi gerektiğini görememişti. “Nasıl anlıyorsun kırmızı olduğunu?” şaşkınlığındaki ise oyunu anlamaya öyle yoğunlaşmıştı ki apaçık ve büyük ihtimalle iyi bildiği bir şeyi görememişti.
Gençlerin elinde gereken bilgi vardı ama doğru kullanamıyorlardı. Anlamayan da anlatmaya çalışan da bilgiyi yanlış kullanıyordu. Benim durumum buna benziyordu demek doğru değil. Sadece işlerinin başından aşkın olduğunu düşünenlerle karşı karşıya kalmıştım, hepsi bu.
Bir süre önce bu bilgiyi doğru kullanmama durumu internet marketinde karşıma çıktı. Listelerdeki ürünlere tıkladığımda “Stoklarımızda mevcut değildir” mesajlarıyla karşılaşıyordum. Ona tıkla “Yok”, geri dön öbürüne tıkla “Yok”, tekrar geri dön bir başka ürüne tıkla… Birden fazla karşılaşıldığında insanı bunaltan bir durum… Oysa aynı ürünü favori ürünlerime ekleyip favori ürünlerim listesini açarsam ürünün stoklarda olup olmadığı ürünü tıklamaya gerek kalmaksızın karşıma çıkıyordu. Ana listede olup olmadığı belli değilken favoriler listesinde belli oluyorsa, eldeki bilginin doğru değerlendirilmediği açıktır ve basit bir ayarlamayla/düzeltmeyle bu tatsız duruma son verilebilir, kullanım rahatlığı sağlanabilirdi. Sitenin ÖNERİLERİNİZ kısmına bu tespitimi yazdım. Sorun yoktu, zaten sorun olacak bir durum da yoktu.
Aslında çok özel bir şeyler yapmaya gerek yok. Zaten sahip olunan bir bilgiyi gereken yerde veya gerektiği şekilde değerlendirmekten ibaret tek yapılması gereken…
Süregeleni süregelenden farklı kullanmak çok büyük farklar yaratabiliyor. Zor olan ise görebilmek gösterebilmek galiba…
Eyüp Şeker
Birkaç yıl önce sokağımızın ana elektrik kablosu yandı. İdareden gelen teknisyenler kablonun yanan kısmını kesip çıkarttı ve ek yaptılar. Her şey normal gibi gözükürken elektrik verildiğinde kızılca kıyamet koptu. Bütün binaların giriş kabloları çatır çatır yandı, evlerdeki elektrikli aletlerin pek çoğu arızalandı, buzdolapların motorları yandı. Daha sonra anlaşıldı bütün bunların nedeni… Onarımı yapan teknisyen yanan bölümü çıkartıp kabloya parça eklerken uçları yanlış bağlamıştı. Hem de ne yanlış… Öyle vahim bir hata yapmıştı ki sokaktaki binalar yanıp kül olmaktan ucuz kurtulmuştu. Daha da vahimi birilerini elektrik çarpmasıydı. Neyse ki o sırada buzdolabına çamaşır makinesine dokunan çıkmamış ve kömürleşmemişti. Çünkü sivri akıllı teknisyen fazları yanlış bağlamamış toprağa fazı bağlamıştı. Dolayısıyla da topraklamalı cihazların hepsinin dışına elektrik vermişti. Konuyu açmak gerekirse; bina giriş kabloları trifazedir, yani biri toprak diğer üçü faz olmak üzere 4 uçludur. Teknisyen öylesine bilgisiz olmalı ki toprağı üç fazdan birine, o fazı da toprağa bağlamış ve bütün binaları ana kablolarının çatır çatır yanmasına sebep olmuştu.
Böyle onarımlar sonrasında faz uçlarının değişmesiyle özellikle su pompalarının ters çalışmasına ve su basmak yerine emmek yüzünden kaloriferin ısıtmadığına daha önce tanık olmuştuk ama ilk kez böylesine vahim bir hatayla karşılaşıyorduk. Fazlar değiştiğinde çok sorun olmuyor, en fazla motorlar tersine dönüyor ama fazla toprağı değiştirmek cinayete teşebbüsten başka şey değil. Kalorifer pompaları ve hidrofor trifaze… Fazlar değiştiğinde motorlar ters dönüyor. Oysa toprakla bir faz değiştirilirse motor çalışmazken dışına elektrik verilmiş oluyor, dolayısıyla da binanın bütün kalorifer tesisatına radyatörlere borulara… Dokunan yandı…
Diğer taraftan dairelere giden elektrik monofaze. Yani, bina girişindeki 3 fazdan bir tanesi ve bir de toprak gidiyor dairelere. Ancak toprağa da faz bağlandığında bazı dairelere giden elektrikte toprak olmazken iki adet faz oluyor. Bunun diğer anlamı da topraklamalı cihazlara dokunmanın dönüşsüz adres değişikliği yaratabileceğidir.
Amacım bilgiçlik taslamak değil, bilgim daahilinde kendimce konuyu anlaşılır hale getirmek. Neyse, bunları anlatmamın nedenine geleyim. Yine bir onarım sırasında sokakta çalışan idare teknisyene “Neden kablolarda renk birliği yok. O taraftaki kablo kırmızı sarı siyah yeşil, diğeri mavi kahve siyah beyaz…” deyip daha önce yaşadığımız o olayı anlatmış ve “Eğer kablolarda renk standardı olsa bu tür yanlışlara düşülmez, hasarlar oluşmaz” diye eklemiştim. Verdiği cevap “Her şeyi biliyorsun değil mi?” oldu. Mümkün mü, hem niye ve nasıl bileyim her şeyi, yalnızca işe yarayabileceğini düşündüğüm fikrimi anlatıyorum dememin yararı yoktu. Kapadım çenemi…
Bu anlayıştakilerin düzgün iş yapması mümkün mü? Özel çaba gerektirmeyen çok basit bir anlayışı yerleştirerek rahatlamak belli sorunlara engel olmak mümkünken terslenerek had bildiriyor, ukalalıkla suçluyor…
Oysa biri çıkıp kablo üreticilerine “Aranızda anlaşın ve aynı renklerde üretim yapın. En incesinden en kalınına sadece bu renkleri kullanın. Dert açıyor bela getiriyor bu anlamsız rengarenk durum…” dese sorun çözülecek. Çözülecek de bunca iş güç arasında kim çıkıp bunu söyleyecek…
Neden mi bu olayı anlatıyorum? Çünkü bir süre önce aynı anlayışsız kafalarla boğuştum. Bir internet alışveriş sitesinden 4 parçalık alışveriş yaptım. Ödeme işleminden sonra kargo aşamasında beklerken “Hazır olan ürününüzü kargoya vermemizi isterseniz şurayı tıklayın” mesajı çıktı karşıma. İstemedim, çünkü kargoyu bölmek ve birden fazla kargo beklemek istemiyordum. Hepsi tek seferde gelsin diye düşünüyordum. Çünkü gelip bulamadıklarında “Gelip kargonuzu şu şubeden alın” notu bırakıp gidiyorlar. Bununla uğraşmak istemiyorum deyip tıklamadım. Hepsi bir seferde gelir en fazla bir iki gün kargo beklerim diye düşünüyordum. Benim ne düşündüğüm kimsenin umurunda değilmiş meğer. Bir de baktım “Hazır olan ürününüz kargoya verilmiştir” mesajı geldi. Madem bana sormadan gönderecektiniz neden hazır olanları gönderelim mi diye soruyorsunuz demedim, kıstım sesimi, çektim sineye. Yetmezmiş gibi bir gün sonra ikinci hazır olan da kargoya verildi. Ertesi gün son iki parça ürün de kargolandı. Her seferinde “Hazır olan ürününüzü kargoya verelim mi?” uyarısı çıkıyor ama onay vermememe rağmen gönderiliyordu. Yine kıstım sesimi, oturdum satın aldığım 4 parçanın 3 ayrı paket olarak gelmesini beklemeye başladım.
Başladım “Ha geldi, ha gelecekler, bugün gelmedi yarın gelir…” nöbetine. İlki ve üçüncü paket iki gün arayla elime geçti ama ikinci sırada kargoya verildiği söylenen paket ortalıkta yok. Sitedeki her bir gönderi işleminin altında “Kargonuzla ilgili bilgi almak için burayı tıklayın” yazılı yeri tıkladığımda farklı günlerde ayrı ayrı kargoya verilmelerine rağmen diğerlerinde de hep ilk paketin bilgisi çıkıyor karşıma. Bu durumu siteye bildireyim dedim. Suratıma çarpar gibi zaten gördüğüm kargo bilgisini gönderdiler siteden. Bunları görüyorum ama gönderdiğiniz diğer 2 paketle ilgili bilgi alamıyorum. Kargo firması da bizde böyle bir paket yok diyor demem hiçbir işe yaramadı, aksine terslenir tavırlarla karşılaştım. İşin ilginç tarafı ne demek istediğimi bile anlamaya çalışmıyorlardı. Gönderdik ya halleriyle karşılaşınca kestim sesimi beklemeye başladım. “Kargo gelecek, bir yere gitmeyeyim… Kapıyı açamam, aman zili duyamam, yetişemem…” halleriyle kargo nöbetindeyim.
Bekle ki kargo gelecek. Siteye yazıyorum, her seferinde hiçbir işe yaramayan o ilk numarayı veriyorlar ama bir dövmedikleri kalıyordu. Bir iki kez gönderdiğim “Satın aldığım ürün gelmedi. Lütfen ilgilenir misiniz!” mesajlarıma bile cevap vermemeye başladılar. Özetle paramla dayak yiyordum. Yürü git, seninle mi uğraşacağız tavırlarıyla karşılaşmaktan illallah deyince şikaayet mekanizmasına başvurdum.
Sonunda bir ilgilenen bulabildim ve “İlgileniyoruz, ürününüzü kargo firmasında araştırıyoruz, bulunmazsa bir başkasını göndereceğiz…” mesajından sanırım iki gün sonra yani satın aldıktan 10-12 gün sonra kavuşabildim satın aldığıma. Tabii bu süreyi sıkı bir kargo bekleme nöbetiyle geçirdim. Sorgusuz sualsiz paketleri gönderenler, alıcının şartlarını neden hiç akıllarına getirmezler belli değil. Aslında ilk kargo bulunamamıştı veya beni daha fazla bekletmemek için yeni bir tane göndermişlerdi.
Tek siparişte sorun olmuyor ve kargoya verildikten sonra ilgili link tıklandığında kargonun durumuyla ilgili bilgi alınabiliyor, ancak bir siparişteki birden fazla ürün ayrı ayrı kargolandığında sadece ilk kargonun bilgisi yer alıyor diğer kargo bilgilerinde de. Oysa muhakkak ki kargo firmasının teslim aldığı her paket için siteye verdiği her belgede ayrı fiş numarası falan olmalı. Siparişimin numarası yerine, o belgelerin her birindeki farklı numaraları siteye koymayı akıl etseler her bir kargo takip edilebilecek ama ne yazık ki kimsenin aklına gelmiyor o sihirli numarayı bulup yazmak. Sözde her bir paket için ayrı bilgi veriliyor fakat ortada daha doğrusu o bilginin içinde ayrı bir bilgi yok. İlkinde ne yazılıysa sonrakilerde de aynı şey yazılı. 100 paket olsa hepsi ayrı ayrı yollansa ardı sıra gönderilen 99’unda da ilkinin bilgisi olacak ve alıcı 99 paketin akıbetiyle ilgili hiçbir bilgiye ulaşamayacak, güzel güzel 99 kargo nöbeti tutacak. Ve ben bunu anlatamadım kimseye. Bende bir arıza var deyip kapadım çenemi.
Kötü kişi ben olmuştum. Mağdur olmama rağmen “Git işine meşgul etme bizi, Başımızdan aşkın işimiz. Gönderdik ya malını…” anlamına geldiğini düşündüğüm tavırlarla karşılaşmıştım. Her şeye rağmen bunlardan çok, sistemlerdeki yanlış işleyişi anlatamamak takılmıştır kafama. Neyse…
Sistemlerini doğru çalıştırmayanlar, bu doğru çalışmayış yüzünden yordukları birinin “Doğru çalıştıramıyorsunuz…” demesine kulak vereceklerine sağlı sollu çalışmayı yeğlemişlerdi. O malum tavır karşıma çıkmıştı yine: Güzel güzel çalışan koskoca yerin nesini beğenmiyorsun? Aklını kendine sakla.
Bilgisayarla tanışmamızın ilk yıllarıydı. Monocrom yeşil ekranlar dönemiydi ve siyah beyaz ekranlarla yeni yeni tanışılıyordu. Bilgisayar fuarında dolaşırken kulak misafiri olduğum bir konuşma anlatmaya çalıştığım duruma epeyce uygun düşüyor. O müthiş sevimli Macintosh’lardan birinin başında iki genç duruyordu. Ekranda yedili fal diğer adıyla Solitaire kart oyunu vardı. Gençlerden biri diğerine “Nasıl oynanıyor…” diye sormuş olmalı ki arkadaşı “Bir kırmızı bir siyah sırayla dizmeye çalışıyorsun…” deyince, her halinden siyah beyaz ekrana henüz alışamamış olduğu belli olan ilki, kartları göstererek “Nasıl ayırt ediyorsun kırmızıyla siyahı?” diye sordu. Diğeri heyecanla “İşte bunlar kırmızı, bunlar siyah, görmüyor musun?” diye açıklamaya çalışırken derdini anlatmakta nasıl yanlış bir yol seçtiğinin farkında bile değildi. Oysa tek yapması gereken, siyah maçanın sineğin, kırmızı kupanın karonun şekilleri farklıdır, kolayca ayırt edilirler, renkli görmeye gerek yoktur demekti.
Bilgi ellerindeydi ama yanlış kullanıyorlardı. Biri, görmüyor musun bunlar kırmızı bunlar siyah diyeceğine, maça kupa sinek karo demesi gerektiğini görememişti. “Nasıl anlıyorsun kırmızı olduğunu?” şaşkınlığındaki ise oyunu anlamaya öyle yoğunlaşmıştı ki apaçık ve büyük ihtimalle iyi bildiği bir şeyi görememişti.
Gençlerin elinde gereken bilgi vardı ama doğru kullanamıyorlardı. Anlamayan da anlatmaya çalışan da bilgiyi yanlış kullanıyordu. Benim durumum buna benziyordu demek doğru değil. Sadece işlerinin başından aşkın olduğunu düşünenlerle karşı karşıya kalmıştım, hepsi bu.
Bir süre önce bu bilgiyi doğru kullanmama durumu internet marketinde karşıma çıktı. Listelerdeki ürünlere tıkladığımda “Stoklarımızda mevcut değildir” mesajlarıyla karşılaşıyordum. Ona tıkla “Yok”, geri dön öbürüne tıkla “Yok”, tekrar geri dön bir başka ürüne tıkla… Birden fazla karşılaşıldığında insanı bunaltan bir durum… Oysa aynı ürünü favori ürünlerime ekleyip favori ürünlerim listesini açarsam ürünün stoklarda olup olmadığı ürünü tıklamaya gerek kalmaksızın karşıma çıkıyordu. Ana listede olup olmadığı belli değilken favoriler listesinde belli oluyorsa, eldeki bilginin doğru değerlendirilmediği açıktır ve basit bir ayarlamayla/düzeltmeyle bu tatsız duruma son verilebilir, kullanım rahatlığı sağlanabilirdi. Sitenin ÖNERİLERİNİZ kısmına bu tespitimi yazdım. Sorun yoktu, zaten sorun olacak bir durum da yoktu.
Aslında çok özel bir şeyler yapmaya gerek yok. Zaten sahip olunan bir bilgiyi gereken yerde veya gerektiği şekilde değerlendirmekten ibaret tek yapılması gereken…
Süregeleni süregelenden farklı kullanmak çok büyük farklar yaratabiliyor. Zor olan ise görebilmek gösterebilmek galiba…
Eyüp Şeker
F-35 KULLANMAYI ÖĞRENMEK
HELAA İBRİĞİ YAPILMASIN BİLGİSAYARLAR
Bilgisayar teknolojisinin çok hızlı gelişmesi nedeniyle büyük miktarda çalışır durumdaki bilgisayar göz göre göre çöpe gidiyor. Oysa bilgisayarla hiç tanışmamış yakın zamanda tanışma ihtimali de olmayan öğrencilere gönderilebilirler. Hatta artık kimsenin yüzüne bakmasının mümkün olmadığı siyah beyaz ekranlı, hatta Pentium serisi altı, hatta Windows 3.1 kullanabilen bilgisayarlar ücra yerlerdeki okullara köylere gönderilebilirse sayısız çocuğun hatta yetişkinin bilgisayar kavramıyla tanışması alışması ısınması kullanmaya başlaması sağlanabilir.
Sözünü ettiğim ekonomik değeri kalmamış bu bilgisayarlar balyozlarla kırılıp plastik alüminyum demir hurdası yapılıyor. Oysa çok eskiler bile değil, internete bağlanabilen çok daha yenileri hızla hurdaya çıkmakta. Birkaç gün önce telefon yenileme rekorunun bizde olduğuyla ilgili bir haber yayınlanmıştı. Aynı şey bilgisayar için de geçerli. Kullanıcılar yapacağı işi hesaplayarak değil, almışken son modelini alayım mantığıyla hareket ettiğinden kullanıcıların büyük çoğunluğunda atıl kapasite söz konusu. Yani, bir el arabasıyla taşıyabileceğimiz yükümüz varken gidip kamyon hatta TIR alıyoruz. Abarttığımı sanmıyorum, durum tam anlamıyla bu. Özellikle internet yüzünden bu hataya düşülüyor. Aslında durum çok açık… İnterneti belli kalınlıkta su borusuna benzetebiliriz. Ne kadar büyük musluk takarsak takalım daha fazla su akmasını sağlayamayız. Yani hızlı bilgisayar almakla hızlı bilgi alamayız ve yakın bir zamana kadar da internetin hızlanarak en yavaş bilgisayarları bile geçmesi söz konusu değil. Kullanıcıların, programların yavaş çalışmasını internet yavaşlığı zannetmesi bu yanılgıyı getiriyor.
Bilgisayarların hızı konusunda kullanıcıların nasıl yanlış izlenimlerle hareket ettiğini gösterebilmek için bir örnek vermek istiyorum. 10 Yıl kadar önce çuvalla para verip Pentium 75 bilgisayarıma taktığım ilk CD player’ım/oynatıcım 2x hızındaydı ve sorunsuzca film seyredebiliyordum, oysa ADSL’ye rağmen halen daha internetten CD kalitesinde film veya TV izlemek mümkün değil. Canlı seyredeyim dendiğinde pul kadar görüntülere talim ediliyor, nerede kaldı CD kalitesi, Kafdağı’nın çok ardında DVD kalitesi… O günlerde de insanlar deli gibi 8x 12x CD oynatıcı peşinde geziyorlardı hiçbir fark elde edemeyeceklerini bilmeden. Tabi işi bilenler farkı yaratanın görüntüyü işleyen ekran kartı olduğunun bilincindeydiler ve film seyretmek için ana işlemciye veya CD oynatıcıya kafa yormuyorlardı. 2x ile 12x arasındaki gözlenebilir tek fark çok büyük kapasiteli programları yüklerken belirginleşiyordu. Yani 2x oynatıcıyla programları kurmak uzun sürerken 12x ile daha çabuk bitiyordu. Yanılmıyorsam şu anda CD oynatıcıların hızı 48x ve çoğu kullanıcının bunun ne fark getirdiğini bilmediğinden en küçük kuşkum yok. Ve o 2x CD oynatıcım olsa bugün de rahatça VCD film seyredebilirim ama program yüklerken kurdeşen olurum.
CD/DVD yazıcılarda böyle bir kavram karmaşası olmuyor. Hızlarının nasıl fark yarattığı açıkça görülebildiği için kullanıcıların bu konudaki düşünceleri belirginleşmiş durumda. Çünkü olan biten göz önünde... Bu yüzden 4x yazıcı ile 8x yazıcı arasındaki farkın bilincinde herkes, oysa CD oynatıcıların hiç farkında olunmadı denilebilir. Zira yarattıkları fark gözlemlenemiyordu, yeterince fikir vermiyorlardı. Yaptıkları kapalı kapılar ardında kaldığından “Almışken iyisini alayım. Olmuşken 80x olsun…” mantığı hemen ağırlığını koyabiliyordu.
Hurda bilgisayarların ücra yerlere gönderilmesindeki en önemli engel kabul edilmemeleri olacaktır büyük ihtimalle. Eğer bu Nuh Nebiden kalma aletleri alırlarsa yeni bilgisayarlara kavuşma şanslarının kalmayacağını düşüneceklerdir insanlar. Bu yüzden kimse bunları bilgisayardan sayıp kayda kuyda almamalı, tam anlamıyla bilgisayar saymamalıdır ki engel olarak görülmesinler. Yetkili resmi kurumların yerinde olsam oralarda kullanabilecek var mıdır yok mudur diye dert etmeyip muhtarlıklara, köy kahvelerine böyle bilgisayarlardan gönderirdim. İlla çıkacaktır kullanacak biri ya da kullanmanın çareleri aranacaktır. Hela ibriği olmasındansa birkaç kişinin bilgisayarla tanışmasına yaramasının çok daha yarar getireceği açık.
Bilgisayar oyunlarını sevememişimdir… Elinde joystick vın vın araba kullanmayı, degav degav ateş etmeyi açık konuşmam gerekirse hep aptalca bulmuşumdur. Ne kadar büyük bir yanlışa düştüğümü anlamam için son jenerasyon silah sistemlerini yolcu uçaklarını görmem gerekiyormuş. Ekran başında saatlerce oyun oynayan “Geri zekalılar” diye küçümsediğim o gençler ve çocuklar çoktan başlamışlardı Airbus’ları, F-35’leri kullanmaya. Geri zekalı olan bendim, anlayamamıştım geleceğin araçlarını kullanmanın eğitimini gördüklerini ve aptallar diye küçümsemiştim. Bu yüzden en basit en ilkel bilgisayarların bile çöpe atılmaması gerektiğine inanıyorum.
Arada bir duyuyorum çeşitli yardım kampanyalarını… Ne kadar başarılı olduklarına dair bilgim yok. Benim anlatmaya çalıştığım; dağ başındaki kenardaki bucaktaki birkaç öğrencinin klavyeye dokunmayla tanışmasını sağlamanın çok önemli olduğudur.
Hurda plastikten başka değeri kalmamış çalışır aletleri derleyip toplamak, içlerine çocukların gençlerin ilgisini çekecek, merakını uyandıracak,onları besleyecek programlar koyarak okullara hatta kahvehanelere göndermenin sayısız yararı olacağına inanıyorum. Hatta muhtarlara gönderilecek Pentium serisi altındaki 10 veya 20 megabayt hard diskli bir bilgisayar en kalabalık nüfuslu mahalle veya köyün bilgilerini almakla kalmaz, kapasitesini doldurmak için birkaç köy veya mahalle daha bulmak gerekir.
Aslında benimkisi boş gevezelik sanırım. Çünkü çoktan parçalanmış ezilmiştir bu bilgisayarlar, çoktan helaa ibriği ya da gaz tenekesi olmuştur her biri.
Çoğunluğun gözden kaçırdığı çok önemli ayrıntı; işin içinde görsel öğeler ve yoğun matematik hesaplamalar yoksa, yani sadece veriler depolanıyorsa çok düşük kapasitelerin yeterli olacağıdır. Ezbere konuşuyorum ama eminim ki en babayiğidinden bir mahallenin kayıtları birkaç megabaytı geçmez. Yani artık kullanmaz olduğumuz 1.44 megabaytlık floppy disketlere sığar hepsi. Bir CD’nin 700 megabayt, bir DVD’nin 5 gigabayt olduğunu gözümüzün önüne getirdiğimizde neyi kastettiğim daha iyi anlaşılacaktır sanırım.
Çok eski sayılan bu tür bilgisayarları kişilerden toplamak ancak düzenlenecek kampanyalarla insanların bunları bağışlamalarını sağlamakla mümkün. Bilgisayar uzun yıllar kullanılmışsa hiçbir parasal değeri kalmamıştır. Genellikle atılmaya eşdeğer şekilde kurtulunur bunlardan. Kişisel kullanıcılar gibi sistemlerini zırt pırt değiştirmeyen büyük firmalar asıl büyük kaynaklardır. Firmalardaki dışa kapalı istemler, yani bürolardaki bilgisayarların büyük çoğunluğu kast ettiğim türden eski bilgisayarlardır ve firma tümünü yenileme kararı aldığında hepsi hurdaya gidecektir. Çünkü uzun yıllar kullanılmış ve hiçbir ekonomik değerleri kalmamıştır… İşte bunlar ücra köşelerin hazinesine çevrilebilir… Bir de bilgisayar firmaları ve teknik servisler, yenilemeler değiştirmeler yüzünden ellerinde biriken parçalarla dolu depolarını boşaltmanın yollarını arıyor olabilirler. Parçalar birleştirilip toparlanarak çalışır birer bilgisayara dönüştürülebilir, gerekli yerlere ulaştırılabilir. Tıpkı eski giysileri toplayarak yıkayıp temizleyerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak gibi. Tabii astarı yüzünden pahalıya gelmemek koşuluyla…
Yanlış bilmiyorsam eğer, elektronik devreler ve kartlar içindeki çok çok düşük miktardaki altının çıkartılması dışında değerlendirilemiyor. Aslında hiçbir değeri yok demek daha doğru olacaktır. O da gelişmiş ülkelerde bu altın çıkartılmaya çalışıyor. Bizde yoktur büyük ihtimalle… Zaten öyle düşük bir miktar ki elektronik devrelerdeki altın, yüzüne bakıldığı söylenemez. Özetle çalışır vaziyetteki ekran kartları anakartlar ses kartları flopyler hard diskler hiçbir işe yaramayan çöpten başka şey değiller. Hele monitörler… Kim bilir ne kadarı balyozlarla parçalanmıştır siyah beyazların, yani monokromların… Şimdi LCD furyası başladı ve 14 inçlik renkli monitörler büyük bir hızla hurdaya atılmaya başlandı. Malum, LCD alamayanlar bile 17 inçten aşağısına bakmıyor artık…
Hurda bilgisayarların ücra yerlere gönderilmesindeki en önemli engel kabul edilmemeleri olacaktır büyük ihtimalle. Eğer bu Nuh Nebiden kalma aletleri alırlarsa yeni bilgisayarlara kavuşma şanslarının kalmayacağını düşüneceklerdir insanlar. Bu yüzden kimse bunları bilgisayardan sayıp kayda kuyda almamalı, tam anlamıyla bilgisayar saymamalıdır ki engel olarak görülmesinler. “Bir kullanın bakalım, neler yapabildiğinizi görelim, ona göre karar veririz yenisini gönderip göndermemeye” denerek teşvik edildiğinde engel kabul edilmeyecekleri açıktır.
Yetkili resmi kurumların yerinde olsam oralarda kullanabilecek var mıdır yok mudur, işe yarar mı diye dert etmeyip muhtarlıklara, köy kahvelerine böyle bilgisayarlardan gönderirdim. İlla çıkacaktır kullanacak biri, ya da kullanmanın çareleri aranacaktır. Helaa ibriği olmasındansa birkaç kişinin bilgisayarla tanışmasını sağlamasının çok daha yarar getireceği açık.
Bilemiyorum çok mu hurda bir fikir oldu hurdalara dair bu fikrim.
Eyüp Şeker
Bilgisayar teknolojisinin çok hızlı gelişmesi nedeniyle büyük miktarda çalışır durumdaki bilgisayar göz göre göre çöpe gidiyor. Oysa bilgisayarla hiç tanışmamış yakın zamanda tanışma ihtimali de olmayan öğrencilere gönderilebilirler. Hatta artık kimsenin yüzüne bakmasının mümkün olmadığı siyah beyaz ekranlı, hatta Pentium serisi altı, hatta Windows 3.1 kullanabilen bilgisayarlar ücra yerlerdeki okullara köylere gönderilebilirse sayısız çocuğun hatta yetişkinin bilgisayar kavramıyla tanışması alışması ısınması kullanmaya başlaması sağlanabilir.
Sözünü ettiğim ekonomik değeri kalmamış bu bilgisayarlar balyozlarla kırılıp plastik alüminyum demir hurdası yapılıyor. Oysa çok eskiler bile değil, internete bağlanabilen çok daha yenileri hızla hurdaya çıkmakta. Birkaç gün önce telefon yenileme rekorunun bizde olduğuyla ilgili bir haber yayınlanmıştı. Aynı şey bilgisayar için de geçerli. Kullanıcılar yapacağı işi hesaplayarak değil, almışken son modelini alayım mantığıyla hareket ettiğinden kullanıcıların büyük çoğunluğunda atıl kapasite söz konusu. Yani, bir el arabasıyla taşıyabileceğimiz yükümüz varken gidip kamyon hatta TIR alıyoruz. Abarttığımı sanmıyorum, durum tam anlamıyla bu. Özellikle internet yüzünden bu hataya düşülüyor. Aslında durum çok açık… İnterneti belli kalınlıkta su borusuna benzetebiliriz. Ne kadar büyük musluk takarsak takalım daha fazla su akmasını sağlayamayız. Yani hızlı bilgisayar almakla hızlı bilgi alamayız ve yakın bir zamana kadar da internetin hızlanarak en yavaş bilgisayarları bile geçmesi söz konusu değil. Kullanıcıların, programların yavaş çalışmasını internet yavaşlığı zannetmesi bu yanılgıyı getiriyor.
Bilgisayarların hızı konusunda kullanıcıların nasıl yanlış izlenimlerle hareket ettiğini gösterebilmek için bir örnek vermek istiyorum. 10 Yıl kadar önce çuvalla para verip Pentium 75 bilgisayarıma taktığım ilk CD player’ım/oynatıcım 2x hızındaydı ve sorunsuzca film seyredebiliyordum, oysa ADSL’ye rağmen halen daha internetten CD kalitesinde film veya TV izlemek mümkün değil. Canlı seyredeyim dendiğinde pul kadar görüntülere talim ediliyor, nerede kaldı CD kalitesi, Kafdağı’nın çok ardında DVD kalitesi… O günlerde de insanlar deli gibi 8x 12x CD oynatıcı peşinde geziyorlardı hiçbir fark elde edemeyeceklerini bilmeden. Tabi işi bilenler farkı yaratanın görüntüyü işleyen ekran kartı olduğunun bilincindeydiler ve film seyretmek için ana işlemciye veya CD oynatıcıya kafa yormuyorlardı. 2x ile 12x arasındaki gözlenebilir tek fark çok büyük kapasiteli programları yüklerken belirginleşiyordu. Yani 2x oynatıcıyla programları kurmak uzun sürerken 12x ile daha çabuk bitiyordu. Yanılmıyorsam şu anda CD oynatıcıların hızı 48x ve çoğu kullanıcının bunun ne fark getirdiğini bilmediğinden en küçük kuşkum yok. Ve o 2x CD oynatıcım olsa bugün de rahatça VCD film seyredebilirim ama program yüklerken kurdeşen olurum.
CD/DVD yazıcılarda böyle bir kavram karmaşası olmuyor. Hızlarının nasıl fark yarattığı açıkça görülebildiği için kullanıcıların bu konudaki düşünceleri belirginleşmiş durumda. Çünkü olan biten göz önünde... Bu yüzden 4x yazıcı ile 8x yazıcı arasındaki farkın bilincinde herkes, oysa CD oynatıcıların hiç farkında olunmadı denilebilir. Zira yarattıkları fark gözlemlenemiyordu, yeterince fikir vermiyorlardı. Yaptıkları kapalı kapılar ardında kaldığından “Almışken iyisini alayım. Olmuşken 80x olsun…” mantığı hemen ağırlığını koyabiliyordu.
Hurda bilgisayarların ücra yerlere gönderilmesindeki en önemli engel kabul edilmemeleri olacaktır büyük ihtimalle. Eğer bu Nuh Nebiden kalma aletleri alırlarsa yeni bilgisayarlara kavuşma şanslarının kalmayacağını düşüneceklerdir insanlar. Bu yüzden kimse bunları bilgisayardan sayıp kayda kuyda almamalı, tam anlamıyla bilgisayar saymamalıdır ki engel olarak görülmesinler. Yetkili resmi kurumların yerinde olsam oralarda kullanabilecek var mıdır yok mudur diye dert etmeyip muhtarlıklara, köy kahvelerine böyle bilgisayarlardan gönderirdim. İlla çıkacaktır kullanacak biri ya da kullanmanın çareleri aranacaktır. Hela ibriği olmasındansa birkaç kişinin bilgisayarla tanışmasına yaramasının çok daha yarar getireceği açık.
Bilgisayar oyunlarını sevememişimdir… Elinde joystick vın vın araba kullanmayı, degav degav ateş etmeyi açık konuşmam gerekirse hep aptalca bulmuşumdur. Ne kadar büyük bir yanlışa düştüğümü anlamam için son jenerasyon silah sistemlerini yolcu uçaklarını görmem gerekiyormuş. Ekran başında saatlerce oyun oynayan “Geri zekalılar” diye küçümsediğim o gençler ve çocuklar çoktan başlamışlardı Airbus’ları, F-35’leri kullanmaya. Geri zekalı olan bendim, anlayamamıştım geleceğin araçlarını kullanmanın eğitimini gördüklerini ve aptallar diye küçümsemiştim. Bu yüzden en basit en ilkel bilgisayarların bile çöpe atılmaması gerektiğine inanıyorum.
Arada bir duyuyorum çeşitli yardım kampanyalarını… Ne kadar başarılı olduklarına dair bilgim yok. Benim anlatmaya çalıştığım; dağ başındaki kenardaki bucaktaki birkaç öğrencinin klavyeye dokunmayla tanışmasını sağlamanın çok önemli olduğudur.
Hurda plastikten başka değeri kalmamış çalışır aletleri derleyip toplamak, içlerine çocukların gençlerin ilgisini çekecek, merakını uyandıracak,onları besleyecek programlar koyarak okullara hatta kahvehanelere göndermenin sayısız yararı olacağına inanıyorum. Hatta muhtarlara gönderilecek Pentium serisi altındaki 10 veya 20 megabayt hard diskli bir bilgisayar en kalabalık nüfuslu mahalle veya köyün bilgilerini almakla kalmaz, kapasitesini doldurmak için birkaç köy veya mahalle daha bulmak gerekir.
Aslında benimkisi boş gevezelik sanırım. Çünkü çoktan parçalanmış ezilmiştir bu bilgisayarlar, çoktan helaa ibriği ya da gaz tenekesi olmuştur her biri.
Çoğunluğun gözden kaçırdığı çok önemli ayrıntı; işin içinde görsel öğeler ve yoğun matematik hesaplamalar yoksa, yani sadece veriler depolanıyorsa çok düşük kapasitelerin yeterli olacağıdır. Ezbere konuşuyorum ama eminim ki en babayiğidinden bir mahallenin kayıtları birkaç megabaytı geçmez. Yani artık kullanmaz olduğumuz 1.44 megabaytlık floppy disketlere sığar hepsi. Bir CD’nin 700 megabayt, bir DVD’nin 5 gigabayt olduğunu gözümüzün önüne getirdiğimizde neyi kastettiğim daha iyi anlaşılacaktır sanırım.
Çok eski sayılan bu tür bilgisayarları kişilerden toplamak ancak düzenlenecek kampanyalarla insanların bunları bağışlamalarını sağlamakla mümkün. Bilgisayar uzun yıllar kullanılmışsa hiçbir parasal değeri kalmamıştır. Genellikle atılmaya eşdeğer şekilde kurtulunur bunlardan. Kişisel kullanıcılar gibi sistemlerini zırt pırt değiştirmeyen büyük firmalar asıl büyük kaynaklardır. Firmalardaki dışa kapalı istemler, yani bürolardaki bilgisayarların büyük çoğunluğu kast ettiğim türden eski bilgisayarlardır ve firma tümünü yenileme kararı aldığında hepsi hurdaya gidecektir. Çünkü uzun yıllar kullanılmış ve hiçbir ekonomik değerleri kalmamıştır… İşte bunlar ücra köşelerin hazinesine çevrilebilir… Bir de bilgisayar firmaları ve teknik servisler, yenilemeler değiştirmeler yüzünden ellerinde biriken parçalarla dolu depolarını boşaltmanın yollarını arıyor olabilirler. Parçalar birleştirilip toparlanarak çalışır birer bilgisayara dönüştürülebilir, gerekli yerlere ulaştırılabilir. Tıpkı eski giysileri toplayarak yıkayıp temizleyerek ihtiyaç sahiplerine ulaştırmak gibi. Tabii astarı yüzünden pahalıya gelmemek koşuluyla…
Yanlış bilmiyorsam eğer, elektronik devreler ve kartlar içindeki çok çok düşük miktardaki altının çıkartılması dışında değerlendirilemiyor. Aslında hiçbir değeri yok demek daha doğru olacaktır. O da gelişmiş ülkelerde bu altın çıkartılmaya çalışıyor. Bizde yoktur büyük ihtimalle… Zaten öyle düşük bir miktar ki elektronik devrelerdeki altın, yüzüne bakıldığı söylenemez. Özetle çalışır vaziyetteki ekran kartları anakartlar ses kartları flopyler hard diskler hiçbir işe yaramayan çöpten başka şey değiller. Hele monitörler… Kim bilir ne kadarı balyozlarla parçalanmıştır siyah beyazların, yani monokromların… Şimdi LCD furyası başladı ve 14 inçlik renkli monitörler büyük bir hızla hurdaya atılmaya başlandı. Malum, LCD alamayanlar bile 17 inçten aşağısına bakmıyor artık…
Hurda bilgisayarların ücra yerlere gönderilmesindeki en önemli engel kabul edilmemeleri olacaktır büyük ihtimalle. Eğer bu Nuh Nebiden kalma aletleri alırlarsa yeni bilgisayarlara kavuşma şanslarının kalmayacağını düşüneceklerdir insanlar. Bu yüzden kimse bunları bilgisayardan sayıp kayda kuyda almamalı, tam anlamıyla bilgisayar saymamalıdır ki engel olarak görülmesinler. “Bir kullanın bakalım, neler yapabildiğinizi görelim, ona göre karar veririz yenisini gönderip göndermemeye” denerek teşvik edildiğinde engel kabul edilmeyecekleri açıktır.
Yetkili resmi kurumların yerinde olsam oralarda kullanabilecek var mıdır yok mudur, işe yarar mı diye dert etmeyip muhtarlıklara, köy kahvelerine böyle bilgisayarlardan gönderirdim. İlla çıkacaktır kullanacak biri, ya da kullanmanın çareleri aranacaktır. Helaa ibriği olmasındansa birkaç kişinin bilgisayarla tanışmasını sağlamasının çok daha yarar getireceği açık.
Bilemiyorum çok mu hurda bir fikir oldu hurdalara dair bu fikrim.
Eyüp Şeker
HOŞSOHBET BİLGİSAYARLAR YOLDA
BİLGİSAYARLA MUHABBET DEVRİ KAPIDA, BİZ NEREDEYİZ ?
Epeydir aklıma takılan ve ayırtına/farkına varamadığımızı, farkında olsak bile önemsemediğimizi düşündüğüm müthiş bir zenginliğe sahip olduğumuzdan söz etmeden edemeyeceğim. Dilimizdeki yani Türkçedeki hazineyi kast ediyorum.
Konu hakkında çok fazla bilgi sahibi değilim ama bilgisayarların en çabuk ve en kolay öğreneceği dilin Türkçe olduğuna inanıyorum. Malum, dilimiz ek mantığı üzerine kurulu. Bizim basit bir yöntemle ekleri kullanarak belirttiğimiz farklı anlamlar için batı dillerinde tamamen farklı kelimeler ve yapılar kullanılıyor.
Bu durumu daha anlaşılır kılmak için İngiliz ve ABD ağırlık uzunluk ölçülerinin her birinin farklı birimi olması örneğini vermem işe yarayabilir. Biz Avrupa standardı metreyi kullanıyoruz ve onun alt üst katları var. Bilgisayarın bu birimlerle hesap yapması, inç feet deniz mili kara mili gibi her biri farklı birimlerle ifade edilen ölçülerle hesap yapmasından kıyaslanmayacak kadar kolay. Malum bir mil 1867 metre, bir inç 2.57 cm, 1 feet 30 cm falan... Oysa kilometre 1.000 metre, metre 100 cm, cm 10 mm…
Bilgisayar 1 mil 8 feet 3,5 inç yazarken yine de çok fazla zorlanmaz diyelim, ama iş matematik hesaba geldi mi işlemcinin canı çıkar. Oysa aynı şey metrede öylesine basit ki, matematik işlemlerine aldırmaz bile bilgisayar. Örneğin, 1.867,35 metre falan der geçer bilgisayar. Hesaplama işlemlerinde ya sıfır ekler, ya da virgül koyuverir…
Herhangi bir yabancı dil bilmediğim için konuyu örneklendiremiyorum. Bizim ekle ifade ettiğimiz bir şey İngilizcede ancak başka bir kelimeyle gerçekleştirilebiliyor. Bu da demektir ki varyasyon çok artıyor, bilgisayar daha çok işlem yapmak zorundadır.
Varmak istediğim nokta şu: Bilgisayarların dil öğrenmesi ve konuşması kaçınılmaz. Zaten epey zamandır bunun örneklerini görüyoruz. Demem o ki, bilgisayarın en kolay öğreneceği dil Türkçedir. Çünkü çok basit bir mantığı var ve bu durum bilgisayarın mantığına çok uygun olduğu gibi çok fazla matematiksel işlem de gerektirmez. Malum, bilgisayar her şeyi önce sayılara çevirip hesabı veya işlemi yaptıktan sonra tekrar normal haline getirip kullanıcıya sunuyor. Görebildiğim kadarıyla en azından batı dillerine göre epeyce bir üstünlüğü var dilimizin. Bilgisayarı konuşturma meselesinde doğu dillerinin başı büyük belada gibi gözüküyor. İşleri çok zor Japonların Çinlilerin Hintlilerin Korelilerin… Neyse, muhakkak bildikleri vardır…
Demem o ki, yayıncıların elektronik yayıncılık konusunda gevşek davranmayı bırakıp hızlanmaları ve projeler geliştirmeleri şart olduğu gibi, bilgisayarlara Türkçe öğretilmesinde de ihmalkarlık yapılmamalı, fırsat kaçırılmamalıdır. Bilgisayar, özellikle de yeni nesil düşünebilen bilgisayarlar çok çabuk öğrenebilir Türkçeyi. Gereken önem verilirse bilimde sanayide ve pek çok alanda büyük fırsatlar elde edilecek demektir.
Bildiğim kadarıyla yıllardır üzerinde çalışılan metinleri seslendirme projesi GVZ var ve görme engelliler kullanıyor bu programı. Bu önemli bir adım ama yeterli değil, çünkü konuşamıyor, yani sesli komut alamıyor, sadece seslendiriyor.
Başka çalışmalar var mı bilmiyorum. Belki de bu konu birden fazla yerde çoktan değerlendirilmeye başlanmıştır.
Pek çok konuda olduğu gibi bunda da kayıtsız kalınabileceğinden kaygılıyım.
Önce değilse bile en iyi biz konuşturabiliriz bilgisayarları.
Eyüp Şeker
Epeydir aklıma takılan ve ayırtına/farkına varamadığımızı, farkında olsak bile önemsemediğimizi düşündüğüm müthiş bir zenginliğe sahip olduğumuzdan söz etmeden edemeyeceğim. Dilimizdeki yani Türkçedeki hazineyi kast ediyorum.
Konu hakkında çok fazla bilgi sahibi değilim ama bilgisayarların en çabuk ve en kolay öğreneceği dilin Türkçe olduğuna inanıyorum. Malum, dilimiz ek mantığı üzerine kurulu. Bizim basit bir yöntemle ekleri kullanarak belirttiğimiz farklı anlamlar için batı dillerinde tamamen farklı kelimeler ve yapılar kullanılıyor.
Bu durumu daha anlaşılır kılmak için İngiliz ve ABD ağırlık uzunluk ölçülerinin her birinin farklı birimi olması örneğini vermem işe yarayabilir. Biz Avrupa standardı metreyi kullanıyoruz ve onun alt üst katları var. Bilgisayarın bu birimlerle hesap yapması, inç feet deniz mili kara mili gibi her biri farklı birimlerle ifade edilen ölçülerle hesap yapmasından kıyaslanmayacak kadar kolay. Malum bir mil 1867 metre, bir inç 2.57 cm, 1 feet 30 cm falan... Oysa kilometre 1.000 metre, metre 100 cm, cm 10 mm…
Bilgisayar 1 mil 8 feet 3,5 inç yazarken yine de çok fazla zorlanmaz diyelim, ama iş matematik hesaba geldi mi işlemcinin canı çıkar. Oysa aynı şey metrede öylesine basit ki, matematik işlemlerine aldırmaz bile bilgisayar. Örneğin, 1.867,35 metre falan der geçer bilgisayar. Hesaplama işlemlerinde ya sıfır ekler, ya da virgül koyuverir…
Herhangi bir yabancı dil bilmediğim için konuyu örneklendiremiyorum. Bizim ekle ifade ettiğimiz bir şey İngilizcede ancak başka bir kelimeyle gerçekleştirilebiliyor. Bu da demektir ki varyasyon çok artıyor, bilgisayar daha çok işlem yapmak zorundadır.
Varmak istediğim nokta şu: Bilgisayarların dil öğrenmesi ve konuşması kaçınılmaz. Zaten epey zamandır bunun örneklerini görüyoruz. Demem o ki, bilgisayarın en kolay öğreneceği dil Türkçedir. Çünkü çok basit bir mantığı var ve bu durum bilgisayarın mantığına çok uygun olduğu gibi çok fazla matematiksel işlem de gerektirmez. Malum, bilgisayar her şeyi önce sayılara çevirip hesabı veya işlemi yaptıktan sonra tekrar normal haline getirip kullanıcıya sunuyor. Görebildiğim kadarıyla en azından batı dillerine göre epeyce bir üstünlüğü var dilimizin. Bilgisayarı konuşturma meselesinde doğu dillerinin başı büyük belada gibi gözüküyor. İşleri çok zor Japonların Çinlilerin Hintlilerin Korelilerin… Neyse, muhakkak bildikleri vardır…
Demem o ki, yayıncıların elektronik yayıncılık konusunda gevşek davranmayı bırakıp hızlanmaları ve projeler geliştirmeleri şart olduğu gibi, bilgisayarlara Türkçe öğretilmesinde de ihmalkarlık yapılmamalı, fırsat kaçırılmamalıdır. Bilgisayar, özellikle de yeni nesil düşünebilen bilgisayarlar çok çabuk öğrenebilir Türkçeyi. Gereken önem verilirse bilimde sanayide ve pek çok alanda büyük fırsatlar elde edilecek demektir.
Bildiğim kadarıyla yıllardır üzerinde çalışılan metinleri seslendirme projesi GVZ var ve görme engelliler kullanıyor bu programı. Bu önemli bir adım ama yeterli değil, çünkü konuşamıyor, yani sesli komut alamıyor, sadece seslendiriyor.
Başka çalışmalar var mı bilmiyorum. Belki de bu konu birden fazla yerde çoktan değerlendirilmeye başlanmıştır.
Pek çok konuda olduğu gibi bunda da kayıtsız kalınabileceğinden kaygılıyım.
Önce değilse bile en iyi biz konuşturabiliriz bilgisayarları.
Eyüp Şeker
YAŞAMAK
YAŞAMAK HAKKINDA
Büyük acılar çekerek yaşamak da bize sunulmuş bir yaşam biçimidir. Aslolan yaşamaktır ve kimsenin buna müdahale etme hakkı olamayacağı gibi en büyük suçtur. Acılar içinde süren bir yaşamın, bireye ve çevresine neler verip neler kattığı hakkında neredeyse hiçbir şey bilmezken, birilerinin ötenazi gibi bir akıl almazlığı insanlara seçenek olarak sunması bağışlanamaz. Hele de tıbbın buna alet olması, izin vermesi tam bir akıl almazlık.
Daha birkaç gün önce, uzun yıllardır komada olan hastanın birden bire uyanıp bütün o yıllar boyunca çevresindeki her şeyi duyduğunu söylediğini öğrenmedik mi? Tam tersinin söz konusu olabileceğini düşünmüyor aklımıza hiç getirmiyoruz. Komadaki veya acı içindeki o insanın çevresindekilere neler verdiğini verebileceğini henüz yeterince bilmiyor oluşumuz bile yaşamın ne olursa olsun sürdürülmesi gerektiğine işaret değil midir? Yaradılışa dair bunca az şey bilirken, en önemli varlık nedenimiz olan yaşama hakkı şartlar ne olursa olsun alınamaz.
“Neden varız?” sorusuna şimdilik verebildiğimiz tek yanıt “Yaşamak için” iken, birilerinin insani kılıfa sokarak ötenazi seçeneğini sunması ve uygulaması kabul edilemez. Unutulan en önemli konu, yaşamın en önemli parçalarından birinin de acı çekmek olduğudur. Bu sözlerimle acı çekmek iyi bir şeydir, acı çekilmelidir demek istemediğimi söylememe gerek yok sanırım. Tüm dileğim tek acı kalmamasıdır. Özetle, elimizdeki seçeneklerin arasında acı çekmek de vardır demek istiyorum. Çiftçinin Tanrıya yakararak sel kuraklık böcek gibi bütün kötülükleri kaldırmasını dileyip iyi bir ürün alacağını zannetmesinin sonucu kof başaklardır kıssası belki de burada verilmesi gereken en iyi örnektir.
Aslolan yaşamaktır ve bunun sonlandırılması çok büyük yanlıştır. Hele de ötenazi yanlışların en büyüğüdür ve tepkiler yüzünden şiddet görüntüsü azaltılmış idamlardan en küçük farkı yoktur. İdam, yasallaştırılmış cinayet, ötenazi ise, tıbbileştirilmiş cinayettir. İdam edildikten sonra suçsuzluğu ortaya çıkanları aklından bile geçirmeyenler ancak ötenazinin seçenek olacağını düşünüp savunabilirler. Aslolan yaşamak ve yaşatmaktır. Stephen Hawking acaba aklından hiç ötenaziyi geçirmiş midir diye düşünmeden edemiyorum. Durumuna bakıp acılarına acı katarak kendini paralayacağına astrofizikle uğraşıyor. Deli mi ne!
Acı içinde, zorluk ve yoklukla boğuşarak yaşamak da bir yaşam biçimidir.
Eyüp Şeker
Büyük acılar çekerek yaşamak da bize sunulmuş bir yaşam biçimidir. Aslolan yaşamaktır ve kimsenin buna müdahale etme hakkı olamayacağı gibi en büyük suçtur. Acılar içinde süren bir yaşamın, bireye ve çevresine neler verip neler kattığı hakkında neredeyse hiçbir şey bilmezken, birilerinin ötenazi gibi bir akıl almazlığı insanlara seçenek olarak sunması bağışlanamaz. Hele de tıbbın buna alet olması, izin vermesi tam bir akıl almazlık.
Daha birkaç gün önce, uzun yıllardır komada olan hastanın birden bire uyanıp bütün o yıllar boyunca çevresindeki her şeyi duyduğunu söylediğini öğrenmedik mi? Tam tersinin söz konusu olabileceğini düşünmüyor aklımıza hiç getirmiyoruz. Komadaki veya acı içindeki o insanın çevresindekilere neler verdiğini verebileceğini henüz yeterince bilmiyor oluşumuz bile yaşamın ne olursa olsun sürdürülmesi gerektiğine işaret değil midir? Yaradılışa dair bunca az şey bilirken, en önemli varlık nedenimiz olan yaşama hakkı şartlar ne olursa olsun alınamaz.
“Neden varız?” sorusuna şimdilik verebildiğimiz tek yanıt “Yaşamak için” iken, birilerinin insani kılıfa sokarak ötenazi seçeneğini sunması ve uygulaması kabul edilemez. Unutulan en önemli konu, yaşamın en önemli parçalarından birinin de acı çekmek olduğudur. Bu sözlerimle acı çekmek iyi bir şeydir, acı çekilmelidir demek istemediğimi söylememe gerek yok sanırım. Tüm dileğim tek acı kalmamasıdır. Özetle, elimizdeki seçeneklerin arasında acı çekmek de vardır demek istiyorum. Çiftçinin Tanrıya yakararak sel kuraklık böcek gibi bütün kötülükleri kaldırmasını dileyip iyi bir ürün alacağını zannetmesinin sonucu kof başaklardır kıssası belki de burada verilmesi gereken en iyi örnektir.
Aslolan yaşamaktır ve bunun sonlandırılması çok büyük yanlıştır. Hele de ötenazi yanlışların en büyüğüdür ve tepkiler yüzünden şiddet görüntüsü azaltılmış idamlardan en küçük farkı yoktur. İdam, yasallaştırılmış cinayet, ötenazi ise, tıbbileştirilmiş cinayettir. İdam edildikten sonra suçsuzluğu ortaya çıkanları aklından bile geçirmeyenler ancak ötenazinin seçenek olacağını düşünüp savunabilirler. Aslolan yaşamak ve yaşatmaktır. Stephen Hawking acaba aklından hiç ötenaziyi geçirmiş midir diye düşünmeden edemiyorum. Durumuna bakıp acılarına acı katarak kendini paralayacağına astrofizikle uğraşıyor. Deli mi ne!
Acı içinde, zorluk ve yoklukla boğuşarak yaşamak da bir yaşam biçimidir.
Eyüp Şeker
İNTERNET, GAZETEYİ DÖVER
İNTERNET, KAAĞIT GAZETEYİ BİR GÜZEL DÖVER
İnternet, gazeteyi bitirir mi tartışması yapılırken doğal olarak “Laptopu mu açmak kolay, gazeteyi mi?” sorusu soruluyor.
Tartışmanın bu düzlemde yapılması yüzünden hataya düşülüyor. Çünkü gelişmeler göz ardı ediliyor ve laptopun/dizüstünün kalıcı olduğu sanılıyor. Oysa gelecekte dizüstü taşınmayacak. Tek taşınır alet cep telefonları olacak. Ve o cep telefonları, bilgisayarımız, müzik çalarımız, kameramız, radyomuz, televizyonumuz olacak. Ekran olarak gözlükler kullanılacak… Bu doğrultudaki gelişmeler o kadar hızlı ki, bu aletlerin iyice ucuzlayıp her yeri doldurması bir iki yıla kalmayacak gibi gözüküyor.
Gazeteyi gözlüklerinizdeki ekrandan okusaydınız gazete satın alır mıydınız? Ve aynı zamanda TV seyredebilecekken, daha pek çok şey yapabilecekken… Zaten bu gelişme doğrultusunda gazeteler görüntülü habere doğru hızla kaymaktalar. Kaağıt gazeteden o görüntülü haberi okumak söz konusu olamayacağına göre, seçim ne doğrultuda olurdu? Diğer yandan, elektronik kaağıtla ilgili çalışmalar da tüm hızıyla sürüyor. Yani, gelecekte ağaçlar kesilmeyecek. Otomatik olarak güncellenen elektronik kaağıttan gazetenizi okuduktan sonra katlayıp tekrar cebinize koyacaksınız. Aslında anlatmak istediğim, çok köklü değişiklerin kapıda olduğudur. Öncelikle, yerleşmiş olan bilgisayar kavramımız değişecek. İkinci olarak, basılı gazete ve kitap kavramı değişecek. Daha uzun dönemde ise evlerdeki cilt cilt kitaplarla dolu kitaplıklar kaybolacak, büyük kütüphaneler ise müzelere dönüşecek. Çünkü herkes her yerden her istediği yayına ulaşabilecek.
Görüntü konusu halledilmiş durumda, şu an karşımızdaki en önemli engel klavye gibi gözüküyor. Yani komut girmekle ilgili sistemlerin yetersiz kalması sorun yaratıyor… Yanıtı en çok aranan konu bu denilebilir. Görünüşe bakılırsa sesli komut girme sistemlerinin mükemmelleşmesine daha çok zaman var ama unutulmaması gerekir ki, klavyeye neredeyse hiç dokunmadan saatlerce internette dolaşırken fareyle hallediyoruz bütün işlerimizi. Şu anda adını çıkartamadığım bir yazardan (Sanırım Hürriyet’ten Şeref Oğuz) duymuştum “Eğer fareyi çok kullanıyorsanız tüketici, klavyeyi çok kullanıyorsanız üreticisiniz demektir” sözünü. Bilgisayarla değil, ancak internetle ilişkimizi bundan daha güzel anlatacak bir söz bulunamaz sanırım. Sıkı birer tüketici olduğumuz için, klavyemiz olmuş olmamış umurumuzda olmayacak gibi…
Vapurda trende internetten gazete okumanın tercih edilmemesinin nedeni, kullanılan aletin kullanışsız kaba saba olmasından… Teknolojinin geldiği bu noktada karmaşıklık da sorun olmaya başladı. Araştırmacıların tasarımcıların en çok kafa yordukları konulardan biri, geliştirdikleri aletlerin kullanışlı ve pratik olması gerektiği… Yeni aletler ne kadar çok iş yapıyorlarsa o kadar çok içinden çıkılmaz hale geliyorlar ve bu durum kullanıcının uzaklaşmasına sebep oluyor. Pratiklik basitlik için artık daha çok çaba harcanıyor. Yeni bir telefon veya fotoğraf makinesi aldığımızda, önceleri “Ne çok marifeti var…” deyip mutlu mesut kurcalarken, işlevlerini çözmek için uğraştıkça soğuyup uzaklaşabiliyoruz. Pratik çözümler getirilmediğinde, içinden çıkılmaz gibi gözüken aletlerle uğraşmaktansa tutup gazete almayı seçecektir insanlar ama eğer ceplerinde taşıdıkları kaleme benzer aletin yan tarafındaki tırnağı tutup çektiklerinde açılan bir perdede okuyabilirlerse günlük gazeteyi kimse parmakları mürekkebe bulansın istemeyecektir. O aletin internet üzerinden bilgi alması da şart değil, Akbil misali bir dokundurmayla günlük gazeteler yüklenebilirse keyfe dönüşecektir vapurdaki gazete okuma faslı. Özetle, gazeteler yine internette olacak ama büyük ihtimalle artık kaağıda basılmayacak, elektronik bayilerden yüklenecektir.
Şurası kesin ki gelecekteki tek taşınabilir bilgisayarımız telefonumuz olacak, bugünkü bilgisayarlarımız evlerimizdeki bürolarımızdaki başköşelerine iyice yerleşeceklerdir. Çünkü evimizdeki ısıtıcıdan buzdolabına her şeyi onlar idare ederken, cebimizdeki telefonların da en yakın dostları hatta her şeyi olacaklardır.
Aslında dizüstü bilgisayarlar taşınabilir olan ama taşınırken kullanılabilir olmayan aletlerdir. Çoğunluğun evden işe, işten eve taşıdığı dizüstülere, ilk örnekler oldukları için katlanılıyor. Bir de, artık pek kalmasa da hava atmak için açanlar oluyor kısa yolculuklarda. Yoksa kimse derdini çekmez dizüstü bilgisayarların.
Aslında gazete devrimi çoktan gerçekleşti ve kaağıt dönemi kapandı ama henüz algılayabilmiş değiliz. Kaağıt gazeteler, haber için bir gün bekleyecek okuyucuyu nereden bulacak sorusu bunun en önemli göstergesi sayılmalıdır. Kendi amacına yani haber verme mantığına uygun olmayan, hatta tamamen aykırı olan kaağıt gazeteler son baskılarını yapmakta.
Kaağıda gazete basımının sona ermesi kaçınılmaz. Aslında bunu tartışmak bile anlamsız. O kadar ki, yakın bir gelecekte kâğıt kullanımının yasaklanması bile gündeme gelecektir. Diğer yandan, hadi kitap neyse de, gazete neden kâğıda basılsın ki? Yazarları beklemek doğal da, haber için bir gün bekleyecek okuyucuyu nereden bulacak gazeteler? Bir ayrışma yaşanabilir ve gazeteler yalnızca yazarları yayınlayıp haberleri tamamen TV’lere bırakabilirler. Bu pek akla yatmıyor… Çünkü okuma güdüsünü TV’lerin doyurması imkânsız.
Büyük ihtimalle aletlerin ve sistemlerin piyasaya sürülmesi yine lider ülkelerden beklenecektir. Oysa çoktan geliştirilmeye başlanmalıydı elektronik gazete sistemleri. Vestel’i Aselsan’ı Beko’su Profilo’su ve daha nicesi varken bu fırsat kaçırılmamalı, elektronik gazetecilik en kısa sürede hayata geçirilmelidir. Zaten çok geçmeden sadece gazeteyle sınırlı olmadığı, ne kadar uçsuz bucaksız bir alan olduğu anlaşılacaktır.
Tasarımcılar, eksileni markete otomatik olarak sipariş veren buzdolapları üretmeye çalışırken, gazete internette yayınlanır mı tartışmaları yapmak abesle iştigal değilse nedir? Buzdolabım marketten alışverişini kendisi yapacak ama ben gidip bakkaldan gazete alacağım, olacak şey mi bu! Hem de o buzdolabımın kapağındaki ekrandan internette fink atma olanağım bile varken yapacağım bunu? Neyim ben, embesil mi?
Eyüp Şeker
İnternet, gazeteyi bitirir mi tartışması yapılırken doğal olarak “Laptopu mu açmak kolay, gazeteyi mi?” sorusu soruluyor.
Tartışmanın bu düzlemde yapılması yüzünden hataya düşülüyor. Çünkü gelişmeler göz ardı ediliyor ve laptopun/dizüstünün kalıcı olduğu sanılıyor. Oysa gelecekte dizüstü taşınmayacak. Tek taşınır alet cep telefonları olacak. Ve o cep telefonları, bilgisayarımız, müzik çalarımız, kameramız, radyomuz, televizyonumuz olacak. Ekran olarak gözlükler kullanılacak… Bu doğrultudaki gelişmeler o kadar hızlı ki, bu aletlerin iyice ucuzlayıp her yeri doldurması bir iki yıla kalmayacak gibi gözüküyor.
Gazeteyi gözlüklerinizdeki ekrandan okusaydınız gazete satın alır mıydınız? Ve aynı zamanda TV seyredebilecekken, daha pek çok şey yapabilecekken… Zaten bu gelişme doğrultusunda gazeteler görüntülü habere doğru hızla kaymaktalar. Kaağıt gazeteden o görüntülü haberi okumak söz konusu olamayacağına göre, seçim ne doğrultuda olurdu? Diğer yandan, elektronik kaağıtla ilgili çalışmalar da tüm hızıyla sürüyor. Yani, gelecekte ağaçlar kesilmeyecek. Otomatik olarak güncellenen elektronik kaağıttan gazetenizi okuduktan sonra katlayıp tekrar cebinize koyacaksınız. Aslında anlatmak istediğim, çok köklü değişiklerin kapıda olduğudur. Öncelikle, yerleşmiş olan bilgisayar kavramımız değişecek. İkinci olarak, basılı gazete ve kitap kavramı değişecek. Daha uzun dönemde ise evlerdeki cilt cilt kitaplarla dolu kitaplıklar kaybolacak, büyük kütüphaneler ise müzelere dönüşecek. Çünkü herkes her yerden her istediği yayına ulaşabilecek.
Görüntü konusu halledilmiş durumda, şu an karşımızdaki en önemli engel klavye gibi gözüküyor. Yani komut girmekle ilgili sistemlerin yetersiz kalması sorun yaratıyor… Yanıtı en çok aranan konu bu denilebilir. Görünüşe bakılırsa sesli komut girme sistemlerinin mükemmelleşmesine daha çok zaman var ama unutulmaması gerekir ki, klavyeye neredeyse hiç dokunmadan saatlerce internette dolaşırken fareyle hallediyoruz bütün işlerimizi. Şu anda adını çıkartamadığım bir yazardan (Sanırım Hürriyet’ten Şeref Oğuz) duymuştum “Eğer fareyi çok kullanıyorsanız tüketici, klavyeyi çok kullanıyorsanız üreticisiniz demektir” sözünü. Bilgisayarla değil, ancak internetle ilişkimizi bundan daha güzel anlatacak bir söz bulunamaz sanırım. Sıkı birer tüketici olduğumuz için, klavyemiz olmuş olmamış umurumuzda olmayacak gibi…
Vapurda trende internetten gazete okumanın tercih edilmemesinin nedeni, kullanılan aletin kullanışsız kaba saba olmasından… Teknolojinin geldiği bu noktada karmaşıklık da sorun olmaya başladı. Araştırmacıların tasarımcıların en çok kafa yordukları konulardan biri, geliştirdikleri aletlerin kullanışlı ve pratik olması gerektiği… Yeni aletler ne kadar çok iş yapıyorlarsa o kadar çok içinden çıkılmaz hale geliyorlar ve bu durum kullanıcının uzaklaşmasına sebep oluyor. Pratiklik basitlik için artık daha çok çaba harcanıyor. Yeni bir telefon veya fotoğraf makinesi aldığımızda, önceleri “Ne çok marifeti var…” deyip mutlu mesut kurcalarken, işlevlerini çözmek için uğraştıkça soğuyup uzaklaşabiliyoruz. Pratik çözümler getirilmediğinde, içinden çıkılmaz gibi gözüken aletlerle uğraşmaktansa tutup gazete almayı seçecektir insanlar ama eğer ceplerinde taşıdıkları kaleme benzer aletin yan tarafındaki tırnağı tutup çektiklerinde açılan bir perdede okuyabilirlerse günlük gazeteyi kimse parmakları mürekkebe bulansın istemeyecektir. O aletin internet üzerinden bilgi alması da şart değil, Akbil misali bir dokundurmayla günlük gazeteler yüklenebilirse keyfe dönüşecektir vapurdaki gazete okuma faslı. Özetle, gazeteler yine internette olacak ama büyük ihtimalle artık kaağıda basılmayacak, elektronik bayilerden yüklenecektir.
Şurası kesin ki gelecekteki tek taşınabilir bilgisayarımız telefonumuz olacak, bugünkü bilgisayarlarımız evlerimizdeki bürolarımızdaki başköşelerine iyice yerleşeceklerdir. Çünkü evimizdeki ısıtıcıdan buzdolabına her şeyi onlar idare ederken, cebimizdeki telefonların da en yakın dostları hatta her şeyi olacaklardır.
Aslında dizüstü bilgisayarlar taşınabilir olan ama taşınırken kullanılabilir olmayan aletlerdir. Çoğunluğun evden işe, işten eve taşıdığı dizüstülere, ilk örnekler oldukları için katlanılıyor. Bir de, artık pek kalmasa da hava atmak için açanlar oluyor kısa yolculuklarda. Yoksa kimse derdini çekmez dizüstü bilgisayarların.
Aslında gazete devrimi çoktan gerçekleşti ve kaağıt dönemi kapandı ama henüz algılayabilmiş değiliz. Kaağıt gazeteler, haber için bir gün bekleyecek okuyucuyu nereden bulacak sorusu bunun en önemli göstergesi sayılmalıdır. Kendi amacına yani haber verme mantığına uygun olmayan, hatta tamamen aykırı olan kaağıt gazeteler son baskılarını yapmakta.
Kaağıda gazete basımının sona ermesi kaçınılmaz. Aslında bunu tartışmak bile anlamsız. O kadar ki, yakın bir gelecekte kâğıt kullanımının yasaklanması bile gündeme gelecektir. Diğer yandan, hadi kitap neyse de, gazete neden kâğıda basılsın ki? Yazarları beklemek doğal da, haber için bir gün bekleyecek okuyucuyu nereden bulacak gazeteler? Bir ayrışma yaşanabilir ve gazeteler yalnızca yazarları yayınlayıp haberleri tamamen TV’lere bırakabilirler. Bu pek akla yatmıyor… Çünkü okuma güdüsünü TV’lerin doyurması imkânsız.
Büyük ihtimalle aletlerin ve sistemlerin piyasaya sürülmesi yine lider ülkelerden beklenecektir. Oysa çoktan geliştirilmeye başlanmalıydı elektronik gazete sistemleri. Vestel’i Aselsan’ı Beko’su Profilo’su ve daha nicesi varken bu fırsat kaçırılmamalı, elektronik gazetecilik en kısa sürede hayata geçirilmelidir. Zaten çok geçmeden sadece gazeteyle sınırlı olmadığı, ne kadar uçsuz bucaksız bir alan olduğu anlaşılacaktır.
Tasarımcılar, eksileni markete otomatik olarak sipariş veren buzdolapları üretmeye çalışırken, gazete internette yayınlanır mı tartışmaları yapmak abesle iştigal değilse nedir? Buzdolabım marketten alışverişini kendisi yapacak ama ben gidip bakkaldan gazete alacağım, olacak şey mi bu! Hem de o buzdolabımın kapağındaki ekrandan internette fink atma olanağım bile varken yapacağım bunu? Neyim ben, embesil mi?
Eyüp Şeker
NEREYE GİDİYOR ŞAPKA ?
NE GELİYOR ŞAPKA’NIN BAŞINA
Klavye silindir gibi geçiyor dilimizin üzerinden, dümdüz ediyor bütün sözcükleri. Türkçe konusunda çok önemli kayıplara sebep olacak bir aldırmazlık veya ihmal sergiliyoruz. TDK’nın ne işe yaradığına akıl erdirmek iyice zorlaştı. Bilgisayarın olmazsa olmaz hale geldiği yaşamda şapkaya (^) çözüm bulunamazsa kaybolacak sözcüklerin Dilimize ne büyük kayıp getireceğini neden göremiyorlar anlamak mümkün değil.
“Klavyede şapka var, kullanın…“ demenin veya “Şapkamı geri istiyorum…” kampanyaları düzenlemenin hiçbir işe yaramayacağının fark edilmesi gerekiyor. Çünkü pratik değil, çünkü zaman alıyor, çünkü eziyet verici… Kimse uğraşmaz şapka koymak için bilmem kaç tuşa birden basmayla falan… Hele de bilgisayar neslinin aklının ucundan bile geçmez şapka eklemek. Zaten büyük kısmının şapka’dan ve neye yaradığından haberi bile yoktur. Eğer bir çözüm üretilmezse halanın iki anlama geldiği yerleşecektir dilimize. Özetle, babamızın kız kardeşi sırra kadem mi basacak, yoksa “Şimdiye kadar” mı diyeceğiz babamızın kardeşine belli değil haalaa, oysa bildiğimiz haladır hala. Klavyenin yok ettiği/edeceği sözcük o kadar çok ki, halamızın lafını etmeye bile değmez ama iyi bir örnek…
Almancada olduğu gibi harf tekrarı iyi bir çözüm olarak gözüküyor… Yanılmıyorsam harfin üzerine koyulan iki nokta harf tekrarı anlamına geliyormuş Almancada. Aslında şapka ve iki nokta gibi işaretlerin el yazısı dönemlerinin pratiklik getirici çözümleri olduğu açık… Bilgisayarla birlikte karşımıza dikilen bu sorun daktiloda da vardı ama o kadar önemli bir sorun olarak görülmüyordu. Çünkü çoğunlukla yazı bittikten sonra kalemle ekleniveriyordu şapkalar. Oysa bilgisayar tamamen farklı, istenmedikçe kağıt yok ortalıkta… Ayrıca artık her şey çok hızlı olmak zorunda… İki adet a yazacağına bir tane yazıp iki nokta veya şapka koymak el yazısı için pratiktir, ama aynı yöntem klavyede pratik olmaktan çıkıp zor bir yöntemle yeni bir karakter üretme haline geliyor. İki üç tuşa falan basmak bile yetmiyor şapkayı görmeye, ardından bir tuşa daha basmak gerekiyor görünür hale gelmesi için. Türlü atraksiyonla koymaya çalıştığımız şapka da şapkaya benzese bari. Bildiğimiz şapka bile değil, çentiğin teki. Yani yazı yazı olalı görmemiştir böyle zulüm… Oysa aynı tuşa tekrar basmak çok daha pratik ve hızlı…
TDK’nun ve konuyla ilgili kişilerin vakit kaybetmeksizin konuya çözüm geliştirmeleri kaçınılmaz değil mi? Yoksa sözcüklerimizi kaybedeceğiz, hem de öyle onyıllarda falan değil, bir iki yıla kalmadan. Hatta kaybettik bile, sadece kaybetmemiş gibi davranıyoruz. Büyük gazeteler ve kitaplar sayesinde korunuyor ama internette çoktan kayboldu şapka. Yaşamın gazetelerden, kitaplardan ibaret olmadığını görmeli ve gecikmeden çözüm üretmeliyiz. Çünkü kullanılmayanın kaybolması kaçınılmaz.
Bu yazıyı yazdığım program gibi akıllı programlar şapka koymasam bile hatırlatıyor veya düzeltiyor ama bunun öğrenmeye fazla yararı olmazken çoğu durumda program uyaramıyor veya “Babanın kız kardeşi mi yoksa şimdiye kadar mı yazacaksınız?” diye belirtmiyor. Kolay bunun programa eklenmesi ama konuşan veya bilgisayardaki metinleri okuyan, o ses vurgusunu yapması gerekenler bizleriz. Eğer kullanıcı ikisi arasındaki farkı biliyorsa tercih yapabilir, bilmiyorsa “Ne diyor bu bilgisayar!” halleriyle bilmeden öylesine bir şeyler yapacaktır. Tıpkı, akıllı telefonların olmadığı eski dönemlerde bütün tanıdıklarımızın numaralarımızın ezberimizde olması gibi. Şimdi kimsenin telefonunu bilmez hale gelmedik mi? Çünkü akıllı makinelerimizin yaptığı bir işe kafa yormaya gerek duymuyoruz. Çok da doğal… İyice alıştık bu kolaylıklara fakat hafızaya iki tane Niyazi kaydetmemiz gerekse birine farklı bir işaret koymazsak telefon kabul etmiyor, biz de birini Niyazi2 yapıyoruz. Daha sonra bu Niyazi hangi Niyazi kararsızlığını yaşayabiliyoruz. Çünkü teknolojinin sunduğu rahatlıklar yüzünden unutup gittik. Oysa o iki Niyazi hafızamızdayken onlarla ilgili pek çok şeyi hatırlıyor, dolayısıyla kolayca ayırt edebiliyorduk. Teknoloji ise onları bir tuşa çevirdi, hafızamız da tuşa geldi.
Ayrıca, sözcükler söz konusu olduğunda şapka eklemeyi bilgisayar hatırlattığı sürece, konuşurken şapka vurgusu yapmak aklımıza bile gelmeyecektir. Çünkü öğrenmediğimiz bir şeyi kullanamayız, farkını bilmediğimizde seçim yapamayız, ancak kura çekebiliriz. Ayrıca, bilgisayar kullanırken hep akıllı programlarla çalışmıyoruz ki?
Şapka’nın bir süs olmadığı hatırlanıp çözüm üretilmesi gerekmiyor mu? Bilgisayara geçiş süreci değerlendirilmezse çok hayati bir fırsat kaçırılmış olmayacak mıdır? Geri dönüp bir tekini bile bulup alamayacağımız, tekrar kazanamayacağımız kayıplara öylece bakmaktan başka şey yapılmayacak mı?
Kaybettiğimiz öylesine bir şapka değil, seslerimiz, sözcüklerimiz, kelamlarımız…
Eyüp Şeker
Klavye silindir gibi geçiyor dilimizin üzerinden, dümdüz ediyor bütün sözcükleri. Türkçe konusunda çok önemli kayıplara sebep olacak bir aldırmazlık veya ihmal sergiliyoruz. TDK’nın ne işe yaradığına akıl erdirmek iyice zorlaştı. Bilgisayarın olmazsa olmaz hale geldiği yaşamda şapkaya (^) çözüm bulunamazsa kaybolacak sözcüklerin Dilimize ne büyük kayıp getireceğini neden göremiyorlar anlamak mümkün değil.
“Klavyede şapka var, kullanın…“ demenin veya “Şapkamı geri istiyorum…” kampanyaları düzenlemenin hiçbir işe yaramayacağının fark edilmesi gerekiyor. Çünkü pratik değil, çünkü zaman alıyor, çünkü eziyet verici… Kimse uğraşmaz şapka koymak için bilmem kaç tuşa birden basmayla falan… Hele de bilgisayar neslinin aklının ucundan bile geçmez şapka eklemek. Zaten büyük kısmının şapka’dan ve neye yaradığından haberi bile yoktur. Eğer bir çözüm üretilmezse halanın iki anlama geldiği yerleşecektir dilimize. Özetle, babamızın kız kardeşi sırra kadem mi basacak, yoksa “Şimdiye kadar” mı diyeceğiz babamızın kardeşine belli değil haalaa, oysa bildiğimiz haladır hala. Klavyenin yok ettiği/edeceği sözcük o kadar çok ki, halamızın lafını etmeye bile değmez ama iyi bir örnek…
Almancada olduğu gibi harf tekrarı iyi bir çözüm olarak gözüküyor… Yanılmıyorsam harfin üzerine koyulan iki nokta harf tekrarı anlamına geliyormuş Almancada. Aslında şapka ve iki nokta gibi işaretlerin el yazısı dönemlerinin pratiklik getirici çözümleri olduğu açık… Bilgisayarla birlikte karşımıza dikilen bu sorun daktiloda da vardı ama o kadar önemli bir sorun olarak görülmüyordu. Çünkü çoğunlukla yazı bittikten sonra kalemle ekleniveriyordu şapkalar. Oysa bilgisayar tamamen farklı, istenmedikçe kağıt yok ortalıkta… Ayrıca artık her şey çok hızlı olmak zorunda… İki adet a yazacağına bir tane yazıp iki nokta veya şapka koymak el yazısı için pratiktir, ama aynı yöntem klavyede pratik olmaktan çıkıp zor bir yöntemle yeni bir karakter üretme haline geliyor. İki üç tuşa falan basmak bile yetmiyor şapkayı görmeye, ardından bir tuşa daha basmak gerekiyor görünür hale gelmesi için. Türlü atraksiyonla koymaya çalıştığımız şapka da şapkaya benzese bari. Bildiğimiz şapka bile değil, çentiğin teki. Yani yazı yazı olalı görmemiştir böyle zulüm… Oysa aynı tuşa tekrar basmak çok daha pratik ve hızlı…
TDK’nun ve konuyla ilgili kişilerin vakit kaybetmeksizin konuya çözüm geliştirmeleri kaçınılmaz değil mi? Yoksa sözcüklerimizi kaybedeceğiz, hem de öyle onyıllarda falan değil, bir iki yıla kalmadan. Hatta kaybettik bile, sadece kaybetmemiş gibi davranıyoruz. Büyük gazeteler ve kitaplar sayesinde korunuyor ama internette çoktan kayboldu şapka. Yaşamın gazetelerden, kitaplardan ibaret olmadığını görmeli ve gecikmeden çözüm üretmeliyiz. Çünkü kullanılmayanın kaybolması kaçınılmaz.
Bu yazıyı yazdığım program gibi akıllı programlar şapka koymasam bile hatırlatıyor veya düzeltiyor ama bunun öğrenmeye fazla yararı olmazken çoğu durumda program uyaramıyor veya “Babanın kız kardeşi mi yoksa şimdiye kadar mı yazacaksınız?” diye belirtmiyor. Kolay bunun programa eklenmesi ama konuşan veya bilgisayardaki metinleri okuyan, o ses vurgusunu yapması gerekenler bizleriz. Eğer kullanıcı ikisi arasındaki farkı biliyorsa tercih yapabilir, bilmiyorsa “Ne diyor bu bilgisayar!” halleriyle bilmeden öylesine bir şeyler yapacaktır. Tıpkı, akıllı telefonların olmadığı eski dönemlerde bütün tanıdıklarımızın numaralarımızın ezberimizde olması gibi. Şimdi kimsenin telefonunu bilmez hale gelmedik mi? Çünkü akıllı makinelerimizin yaptığı bir işe kafa yormaya gerek duymuyoruz. Çok da doğal… İyice alıştık bu kolaylıklara fakat hafızaya iki tane Niyazi kaydetmemiz gerekse birine farklı bir işaret koymazsak telefon kabul etmiyor, biz de birini Niyazi2 yapıyoruz. Daha sonra bu Niyazi hangi Niyazi kararsızlığını yaşayabiliyoruz. Çünkü teknolojinin sunduğu rahatlıklar yüzünden unutup gittik. Oysa o iki Niyazi hafızamızdayken onlarla ilgili pek çok şeyi hatırlıyor, dolayısıyla kolayca ayırt edebiliyorduk. Teknoloji ise onları bir tuşa çevirdi, hafızamız da tuşa geldi.
Ayrıca, sözcükler söz konusu olduğunda şapka eklemeyi bilgisayar hatırlattığı sürece, konuşurken şapka vurgusu yapmak aklımıza bile gelmeyecektir. Çünkü öğrenmediğimiz bir şeyi kullanamayız, farkını bilmediğimizde seçim yapamayız, ancak kura çekebiliriz. Ayrıca, bilgisayar kullanırken hep akıllı programlarla çalışmıyoruz ki?
Şapka’nın bir süs olmadığı hatırlanıp çözüm üretilmesi gerekmiyor mu? Bilgisayara geçiş süreci değerlendirilmezse çok hayati bir fırsat kaçırılmış olmayacak mıdır? Geri dönüp bir tekini bile bulup alamayacağımız, tekrar kazanamayacağımız kayıplara öylece bakmaktan başka şey yapılmayacak mı?
Kaybettiğimiz öylesine bir şapka değil, seslerimiz, sözcüklerimiz, kelamlarımız…
Eyüp Şeker
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)