RAFTAKİ OTO YERDEKİNDEN EVLAADIR

SICAKLIĞIYLA UÇURABİLDİĞİNİ YAPMANIN MUTLULUĞU


Bilgisayar yaşamımızın her anında olmasına karşın sanki tam kavramamış gibiyiz. “Bilgisayar bir takım inanılmaz işlere yarıyor işte…” tavırlarındayız. Aynı kullandığımız otomobil gibi yaklaşıyoruz bilgisayara da. Çalışıyor ve bizi bir yerlere götürüyor ya, bize ne kaputun içinde neler olduğundan, nasıl çalıştığından, marifetlerini nasıl gerçekleştirdiğinden diyoruz. Oysa aynı şey değil. Bilgisayarı kavrayıp anladıkça ufuklarımızı genişletebiliriz. Çünkü şimdiden yaşamımızın her şeyi olmuş bu alette çok büyük bir uçsuz bucaksızlık var. Otomobili anlamasak da olabilir, çünkü o yaşamımızın her yerinde her anında değil, olmayacak da, onun belli ve sınırlı bir işlevi var, oysa bilgisayar her yerde ve her şeyde…

Aslında çoğunlukla çok mucizevi işler bekleniyor bilgisayardan ve kapalı kapıların ardındaki bilginlerin araştırmacıların müthiş buluşlara yenilerini katmaları bekleniyor, bu yüzden de sıradan sayılabilecek sayısız iş gözden kaçırılabiliyor.

Bizdeki piyasa şartlarının yeterince oluşmaması yüzünden elektronik ticaret henüz yerine oturmamış durumda... Hatta uzakmış gibi gözüküyor... İnternet marketlerden alışveriş etmeyi seviyorum, hem de ilk günden beri… Ama ne yazık ki avantajlarından tam olarak yararlanabildiğimiz söylenemez. Çünkü mağaza fiyatından alabiliyorum, çünkü aynı mağazadan geliyor satın aldıklarım. Oysa elektronik ticaretin şehrin göbeğindeki bol personelli bol masraflı pahalı mağazalara ihtiyacı yok. Yalnızca e-ticaret amaçlı bir depo dağ başı sayılacak bir yerde bile kurulabilir, daha az personelle çok daha az masrafla çalıştırılabilir. Yeter ki ulaşım engel yaratmasın, rahat çalışılabilsin… Oysa bugünkü halinde masraflar düşmeyince, hatta buna bir de kapıya getirme maliyeti eklenince e-ticaretin yararını pek göremiyoruz.

Gıda ve temel ihtiyaç dışı alışverişlerde e-ticaret ucuzluğunun örneklerine rastlıyoruz artık. Çünkü depoya bile ihtiyaç duyulmuyor, bir bürodan yürütülüyor bütün işlemler. Aldığı siparişi doğrudan üreticiye tedarikçiye bildiriyor, teslimat işlemlerini takip ediyor… Veya kurulan bir merkezde üreticinin tedarikçinin gönderdiği ürünler paketlenip etiketlenerek müşterilere gönderiliyor… Böylece normal zincirdeki üretici, toptancı, perakendeci mağaza zincirindeki pek çok unsur aradan çıkartılmış ve ürünün fiyatı epeyce düşürülmüş oluyor. Tabii bunun gıda ve temel ihtiyaç maddelerinde uygulanması şimdilik zor gibi gözüküyor. Ne zamanki perakende mağazalarından bağımsız sadece elektronik ortamda satış yapan mağazalar kurulur o zaman düşebilir gibi gözüküyor fiyatlar.

Elektronik ticaretin bir diğer avantajı da insanları çarşı pazar dolaşmaktan kurtarması… İnsanlar oturduğu yerden farklı firmaların fiyatlarını kıyaslayarak en uygun şartlardakini bulup satın alırken ayaklarına kara sular inmesinden kurtuluyor. Hem de dörtte bir civarında düşük fiyatlarla…

Birkaç hafta önce bir televizyonda bilgisayarlı otopark haberinin çok yeni bir gelişmeymiş gibi sunulduğunu görünce gülümsemeden edemedim. Yabancı bir ülkedeydi habere konu olan otopark… Semtteki gezi parkının altına inşa edilmiş bilgisayarlı otoparkın toprak üstündeki bölümü tek araçlık garaj büyüklüğündeki küçük yapıydı. Otomobil içeri sokuluyor, algılayıcılar sürücünün dışarı çıktığını tespit ettikten sonra sistem kapıyı kapatıyor ve otomobili alıp raylı asansörlü bir mekanizmayla yeraltındaki raflardan birine yerleştiriyor. Sahibi arabası için geri döndüğünde, teslim ederken aldığı elektronik kartı bilgisayarlı sisteme takıyor ve birkaç saniye sonra yukarı çıkartılan arabasını alıp gidiyor. En az personelle hatta personelsiz çalışması bile mümkün tamamen otomatik çalışan bu sistemde arabalar raflara yerleştiriliyor. İçeri insan girmediği, sadece binek araçları alındığı için normal otoparklar gibi yüksek tavan ve giriş çıkış yolları merdivenler falan gerekmediğinden aynı hacme daha fazla otomobil sığdırılabiliyor.

Altı yedi yıl kadar önce bu sistemle çalışan bir otoparkla Bursa’da karşılaşmak çok şaşırtmıştı beni. Karşılaşmak diyorum, çünkü yetmişiki veya yetmişüç yılıydı sanırım bir arkadaşın elindeki Alman Hobby dergisinde görmüştüm bu sistemle çalışan otoparklarla ilgili haberi. Bilgisayar söz konusu bile değildi, ayrıca ihtiyaç da yok, elektrik kontrol sistemleriyle tıkır tıkır çalışıyor… Bilgisayar kontrollü olmayan Bursa’daki otoparkta, araba taşıma sisteminin girişine sokulup kapıları kapatılıyor. Görevlinin tek yaptığı duvardaki elektronik panodan bir plastik kart benzeri anahtarı çıkartıp araç sahibine vermek. Plastik kartı panodan çıkartmak sistemi harekete geçiriyor ve araba önce ileri gidiyor, sonra yukarı çıkartılıyor, kendi katına gelince artık yeri ne tarafaysa sağa ya da sola kaydırılmaya başlıyor, kendine ait raf bölümüne gelince de itilip yerine yerleştiriliyordu. Bütün bunları izleyebiliyordum, çünkü Bursa’daki otopark yeraltına değil yer üstüne çelik konstrüksiyonla yapılmıştı.

İstanbul gibi inim inim inleyen bir kente neden yapılmaz bu sistemler anlamak mümkün değil. Belediyeler inşaat ruhsatı verirken binasına otopark yapmayacak olanlardan otopark parası alır ama nedense bu amaçla aldığı ve başka yerde kullanamayacağı bu paralarla otopark yapmaz hiçbiri. İnsanlar da saç baş yolar, yine de kimsenin aklına belediyelerden hesap sormak gelmez, arada bir birileri çıkıp otopark parası konusunu gündeme getirse bile sesleri çok cılız kalır. Efendim rantabl değilmiş, o yüzden otopark yapmıyormuş belediyeler. Bu kafadakiler ellerinden gelse rantabl değil diye ne yol yapar ne de kaldırım. Şehirde yeşil alan mı bırakıldı ki altlarına otopark yapılsın diyenler de haklı… Kala kala bir tek mezarlıklar kaldı. Oralara da çoktan göz dikildi ya, fırsatı yakalandığında şartları oluşturulduğunda en alıveriş merkezinin en gökdeleninin en plazanın yapılacağından kuşku yok.

Burada bir hatırlatma yapmak gerekiyor raflı otopark sistemini tasarlayanlara: Özellikle Beyoğlu, Şişli taraflarında eski binaların altlarında kapalı otoparklar vardır. Gece kapıları kapatılır, kimse girip çıkamaz hani… Böyle bir otoparka gençten biri son model bir BMW bırakmış akşam vakti. Bekçi sorun görmemiş, ne sakıncası olabilir kapıları kapatılan bir otoparka yabancı birinin pahalı arabasını almanın demiş ve üç beş kuruş kazanmayı yeğlemiş. Ertesi sabah erkenden gelip almış BMW’yi bırakan. Diğer araç sahipleri birer ikişer gelmeye başlayınca anlaşılmış hepsinin soyulduğu, bütün teyplerin falan çalındığı. Meğerse BMW’nin bagajına gizlenmiş işbirlikçi ortalık sakinleşince çıkıp bütün teypleri söküp doldurmuş girdiği bagaja. Sabah da vııınnnn… Bu sistemi tasarlayanlar bagajdaki teyp hırsızı için nasıl bir algılayıcı düşünürler artık onlara kalmış.

Yine yıllar önce denk gelmiştim bir rulman mağazasının tamamen otomatik sistemle satış yaptığıyla ilgili bir habere. Neredeyse tek kişi işletiyordu koskoca mağazayı. İstenen rulmanın kodunu bilgisayara girdiğinde otopark sistemindeki gibi çalışan mekanizma o rulmanı raftan alıp tezgaahın üzerine bırakıyordu. Muhakkak ki pek çok kişinin bildiği şeyler bunlar ama neredeyse 35 yıl önce Almanya’da yapıldığını bildiğim, normal otoparktan çok daha düşük yapım ve işletim maliyetli böyle sistemlerin bunca kıvranmalara rağmen neden buralarda kurulmadığını bir türlü anlayamıyorum.

İnanılmaz bir komedi oynanıyor ve bir yandan da yakınılıyor. Hem gökdelen üstüne gökdelen, alışveriş merkezi üstüne alışveriş merkezi yapma izinleri verilip duruyor hem de ağlaşılıyor şehir trafiği tükendi diye. Trafikteki bu tıkanıklıktan hareket halindeki araçlar kadar park edilenlerin de sorumlu olduğu bilinmezmiş gibi davranılıyor. Sağlı sollu araçların park ettiği yollardan trafik akışı beklemek olacak iş mi? İstediği kadar geniş çevre yolları yapılsın, çıkışlar yetersiz kaldığı sürece, yani o gepgeniş yolların huninin geniş kısmı olmaktan başka işe yaramadığı, hatta daralan çıkışlarda sıkışmalara sebep olduğu görmezden gelindiği sürece çözüm için adım atılmıyor demektir. Sistem bütün olarak değerlendirilip ona göre çözüm üretilmelidir diyen uzmanlara kulak verilmedikçe, “Buraya köprü yaparım, şuraya da tünel, o yolu da çıkartırım 6 şeride, olmadı daha da genişletir çıkartırım 86 şeride, rahatlar trafik…” anlayışındaki kafaların çektirdiklerine katlanılacak ama daha da önemlisi kaynakların yeni yeni hunilerin yapımında kullanılmasına seyirci kalınacak demektir.

Bu yollar bu altyapı bu kadar çok sayıdaki büyük binayı kaldırmaz diyen uzmanlar, sifonlar aynı anda çekilirse kanalizasyonlar patlar uyarılarıyla tehlikeyi işaret ettiklerinde şaka yaptıkları sanılıyor.

Arada bir İstanbul’a haddini bildiren şiddetli yağışlardan birinin sonrasında yine bütün geçitleri su basmış saatlerce kilitlenmişti trafik. Hareket edebilmek, bir yere kımıldamak imkaansızdı. Yağmur öfkesini azaltıp soluk aldırdıktan sonra epeyce uğraşılmış sular tahliye edilip yollar açılmaya başlamıştı. Saraçhane’den aşağı inip Sahil Yolu’na ulaşmaya çalışıyordum. Gıdım gıdım ilerliyordu trafik… Aksaray Yeraltı Geçidine vardığımda görebildim tıkanıklığın nedenini. Altgecidin en düşük seviyedeki bölümü yol istikametinde dört beş metre boyunca kabarmıştı. Bir bir buçuk metre genişliğindeki kabarmanın yüksekliği kimi yerinde yarım metreden fazlaydı. Saraçhane yönünden ve her taraftan yokuş boyunca gelen suyun baskısı kanalizasyon borusunu patlatıp yolu şişirmişti ama kanal derinden geçiyor olmalıydı ki yine de yolu yaramamıştı. İşte bu kabartının daralttığı yol yüzünden zorlukla ilerleyebiliyorlardı araçlar. Ve bunu yapan hiç de yabancısı olmadığımız yağışlardan biriydi.

Teknolojiye sahip olmanın ondan yararlanabilmek anlamına gelmediğine iyi bir örnek olan çok enteresan bulduğum bir olay vardır. Beyazıt’taki kat otoparkının 4’üncü katına bıraktığımız arabamıza çıkıyorduk. Üçü kilolu dört kişi, küçük, modern görünüşlü, dijital göstergeli asansöre bindik, çıkacağımız katın düğmesine basar basmaz ortalığı düdük sesi kapladı, ışıklar yanıp sönmeye başladı. Anladık ki ağırlık fazlaydı asansör bu yüzden bağırıp çağırıyor ışıklarını yakıp söndürüyordu ama bu arada da 4’üncü kata çıkmayı sürdürüyordu. Biz paniklemiş halde ne yapacağız diye birbirimize bakınmaktan başka şey yapamazken asansör dördüncü kata geldi ve bir şey yapma fırsatı tanımayan çok kısa bir duraksamadan sonra gerisin geri aşağı inmeye başladı. Sonunda zemin kata dönüp durunca rahatladık ve akıbetimiz hakkındaki belirsizlikten kurtulduğumuza sevinerek kendimizi dışarı attık, koşarcasına merdivenlere saldırdık.

Yaptıkları asansörü dijital göstergeler son model elektronik kontrollerle bezeyenler, düdükler çaldırıp ışıkları yakıp söndüreceklerine, asansörün hareket etmesini engellemeyi nedense akıl edememişlerdi. Düdüğü yine çaldır, ışıkları yine yakıp söndür ama insanlara korku turları attıracağına asansörü hareketsiz kılsana. O düdüğü çaldıracak elektronik anahtarı kurma yetkinliği olan, sistemi durduracak yani devreyi kesecek elektronik anahtara da sahip demektir.

On yıl kadar önce bize bu macerayı yaşatan asansörün aynen duruyor olmasına hiç şaşırmam. Zira bunca zamandır pek çok kişiye anlattığım bu olayı kavrayan o kadar az kişiye rastladım ki… Herkes o olaydaki komikliği vurguladığımı sanıp durdu, neredeyse hiç kimse teknolojiyi algılayıştaki kullanıştaki yanlışı anlatmaya çalıştığıma kafa yormadı.

Elindekini anlamanın ve olumsuz sonuçlarından kurtulmanın tek yolu bilgi… Bilgisizliğin ürünleri ise yaldızlı cilalı boyalı kofluklar olarak çıkar insanların karşısına.

TV’de gördüğüm, insan bedeninden yükselen sıcaklıkla uçabilecek kadar hafif bir model uçak yapan Amerikalı gençten söz ettiğim bir uçak mühendisinin “Okulda hep metalleri alaşımları öğretip durmalarından bıkmıştım…” diye yakındığını görünce epeyce şaşırmıştım. “Bırak ısıyla uçabilen böyle bir model uçak tasarlamayı, ben plastik maket bile yapamam” diyecek kadar dürüsttü. Oysa zeki bir insandı, sadece, herkesin bildiği nedenlerle zekaa ve yeteneğine uygun düşen bir seçim yapamamış, yatkın olduğu konunun eğitimini alamamıştı. Haalbuki eğitim sisteminde yönlendirme mekanizması olsaydı hem kendi yıllarını böylesine harcamayacak, hem de orayı hak edenin yerini boş yere işgal etmeyecekti.

Parmak sayısı kadar mezun veren Uçak Mühendisliği’ni bitirmiş ama en önemli prensibi yakalayamamıştı. Bütün motorlu araçlarda hepsinden fazla da uçaklarda, mühendislerin en çok kafa yordukları güç ağırlık oranı prensibini öğrenmemiş olması imkaansız. Bilmesine çok iyi biliyordu güç ağırlık oranı prensibini, ancak güçlü ve hafif metaller ilgi alanına hiç mi hiç girmiyordu. Sadece, kendisine pek de uygun olmayan fazla ilgisini çekmeyen ufkunu daha ötelere taşıyamayacağı bir dalı seçmişti. Hepsi bu… Böylece enerjisini ve değerli yıllarını harcarken, zekaasına dolayısıyla da kendisine büyük haksızlık yapmıştı.

Ne mi yapıyor? Sadece uçaklarla ilgili bir iş yapmadığını söyleyebilirim…

Vücudundan yükselen sıcak havayla kimi zaman başının, kimi zaman da avuçlarının bir karış üstünde uçurduğu model uçağıyla sokakta dolaşan genç ise gülümsüyordu ve hiç kuşku yok ki aklından bile geçirmiyordu başka bir iş yapmayı.


Eyüp Şeker