DENİZİN İÇİNE EDEN HAVUZ KEYFİ YAPAR
Büyükçekmece Gürpınar Dereağzı çok bilinen bir yer değildir. Buranın en önemli özelliği sakinliğidir. Çünkü ters sayılabilecek sapa bir burundadır. Çoğunluğu bahçe içindeki müstakil evler, şehre yakın en sakin yörelerden biri olarak kalmasının nedenlerindendir. Artık pek öyle değilse de…
Özetle, bugünlerde şehrin merkezindeymiş izlenimleriyle dairelerin satılmaya çalışıldığı Beylikdüzü’nün alt kısımlarındaki sözünü ettiğim bu yöre, o zamanlar sanki komşu ilin parçası köylük yermiş gibiydi.
B.Çekmece, Kumburgaz ve çok daha ötedeki yerler hengameye boğulmuşken fazlasıyla sakin bir yerdi Gürpınar ve tutup belediye yaptılar. Belediye olur da iş bitiricilik eksik kalır mı? Hele de iş bitiriciliğin köşe dönücülüğün yelkenleri iyice şişirdiği o seksen sonrası yıllarda iş bitirici olmamak mümkün müydü?
İlk kez, başka sefer olmadığı için sabahın köründe Topkapı’dan bindiğimiz külüstür bir otobüsle gitmiştik Gürpınar’a kadar. Ondan sonrası gittikçe daha yakıcılaşan sıcakta ha babam yürümekti… Canımız çıkmıştı o üç dört kilometreyi yürürken… Tamı tamına otuzüç sene önceydi…
Daha sonra bir de bisikletle gitmiştik çılgınlığı hiçe sayan bir çılgınla… Hadi benim üç vitesli kontra pedallı neyse de, bizim çılgının frenleri bile yoktu, çamurluksuz ön tekerleğe basardı ayağını. Yine de fena gitmedi Haramidere’ye kadarki yolculuk ama dün gibi aklımdadır bitmek bilmeyen bağırttıkça bağırtan Devebağırtan. Çıktık o yokuşu… Nasıl çıktık, sormasın kimse… Beylikdüzü’nde rahatladık, daha doğrusu ben rahatladım, çılgın arkadaşımın yaşayacak kaabusu vardı sırada. Beylikdüzü’nden sonrası daha çok iniş… Devebağırtan’ın intikamını alırcasına koy verdik kendimizi Gürpınar yokuşundan aşağı… Benim kontra pedalda fren derdi yoktu, fakat çok geçmeden bizim çılgının başının fena halde belada olduğunu gördük. Bastırdıkça bastırıyor tekerleğe yavaşlayabilmek için ama ne mümkün, aynı hızla devam. Ayakkabısı tutuştu tutuşacak, lastik kokuları yükseliyor, yine de yavaşlayamayınca Gürpınar yerine Büyükçekmece’yi yaptı mecburi istikamet. Haalaa gözümün önündedir yokuş dibinde tam karşıdaki eski taş binaya çarpmamak için yaptıkları, dar açılı sol yola sapmak yerine daha geniş açılı sağ tarafa mecburen dönüşü… Durmuş, birkaç saniye öncesinde “Kesin bindirir, un ufak olur kemikleri, ne kafa kalır ne de göz, bundan hayır gelmez artık…” gibi feci akıbetler uygun gördüğüm çılgının dönüp gelmesini beklemiştim.
İşte böylesine sapa, doğru düzgün sahili ve yolu olmayan, dolayısıyla da sakin bir yerdi Dereağzı. O kadar sapa o kadar kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdi ki, “Yağmur bile yağmıyor, her yeri sel götürse buraya tek damla düşmez” gevezelikleri yapardık kendi aramızda. Bir müddet sonra bizimkiler bir yer alıp ev yapmışlardı.
Bir veya iki katlı müstakil evlerin hepsi bahçe içindeydi. Daha geç gelenler Dereağzı’ndaki kısıtlı bölgede yer bulamayınca yamaçlardaki tarlaları köylülerden satın almaya başlayıp ortalarına evlerini kondurdukları için evler arasındaki mesafeler daha fazlaydı. Çıplak araziye serpiştirilmiş, aralarında epeyce mesafe olan müstakil evlerin her birinin su kuyusu fosseptik çukuru vardı. Bunlar ihtiyacı fazlasıyla karşılıyordu. Zaten apartman kılıklı üç dört katlılar dikilinceye kadar vidanjör kavramıyla tanışmamıştı bu sakin yöre.
Yazlıkçılar arasında sık konuşulurdu köylülerin bir alem olduğu, kafalarının çalışmadığı, yaptıklarını aklın almadığı… Nedeni şuydu: Köye ilk yerleşenler, sonradan gelenlere, damatlara falan, köye uzak sahildeki beğenmedikleri arazileri bırakmışlar. Yazlıkçılık furyasıyla birlikte, beğenmedikleri para etmez gözüyle baktıkları o araziler büyük paralar kazandırmaya başlamış sahiplerine. Köyün erkekleri bozulurmuş, damatların paraya konma durumlarına… Bu hikayeler dilindeydi Gürpınar Dereağzı yazlıkçılarının ve “Bu köylüler bir alem, zengin ettiler damatları…” denmesi bu yüzdendi.
Dereağzı’nın küçük koyunda geçerdi günümüz. Denizin temiz olduğu o günlerde birkaç metre derindeki taş duvarları görmek için dalardık bazen ama pek fazla kafa yormazdık küçük bir suru andıran duvarın neyin nesi olduğuna, suyun dibinde ne aradığına. Dereağzı’nda bir de taş duvarlı küçük bir evin kalıntıları vardı. O tarihlerde 17 Ağustos gibi bir deprem yaşasaydık bilmiyorum aklımıza gelir miydi sarsıntının eseri çöküntüyle denize gömüldüğü, yoksa yine “Heyelan bölgesi…” der geçer miydik, kestirmek güç doğrusu.
Herkes hemfikirdi güzelim deniz kıyısına özellikle de Dereağzı’na sırtını dönmüş köylülerin aptallığı konusunda. Tabii 17 Ağustos’a kadar… Daha doğrusu depremin ardından hepimiz birer deprem, epeyce de jeoloji uzmanı kesilirken geldi aklıma deniz dibindeki ve kıyıdaki eski yerleşimle ilgili o kalıntılar. Ancak deprem sonrası günlerde bir yerlere oturtmaya başladım köylülerin neden denizden uzak durmaya çalıştıklarına dair düşünceleri. Aslında yalnız Gürpınar değil, aynı kıyı boyundaki pek çok eski yerleşim yeri de içerlerdeydi. Muhtemelen Gelibolu’ya kadar aynı durum söz konusu…
Gürpınar Dereağzı’ndaki yerleşim biriminin önceki büyük depremlerden biriyle sulara gömüldüğünü düşünmek için konunun uzmanı veya tarihçi olmaya gerek yok sanırım. Bilemiyorum 1900 başındaki depremlerden birinin mi, yoksa daha eskilerden birinin mi sulara gömdüğünün kayıtlarda olup olmadığını ama şurası açık ki toplumsal bellek kayıtlarından silinip gitmiş oradaki yerleşimin akıbeti… Köylü sahilden uzak duruyor, oradaki tarlaları ekip biçmekle kim uğraşır deyip geçiyor, hiçbirinin de aklına gelmiyordu denize gömülmüş yerler ve bunlara dair hikaayeler. Hiç kimseden duymadım buna dair tek söz. Köye sonradan gelenlere damatlara kötü tarlalar kaldı falan denirken, parayı kapıp zengin olanların ne şanslı olduğu konuşulup duruyordu.
Diğer alternatifi göz ardı etmemek gerekir. Tam bilemiyorum hangi savaşın sonrasındaki mübadeleyle gelen muhacirlerdi köye yerleştirilenler. Büyük ihtimalle 1. Dünya Savaşının tarumar edip savurduklarındandı eski köye yerleşenler. Toplumsal belleklerinde depremle ilgili anılar olanlar ise mübadeleyle terk edip gitmişlerdi evlerini barklarını. Yerlerine yerleştirilenlerin belleklerinde Dereağzı’nın batıp gitmesiyle ilgili herhangi bir bilgi olmaması çok normaldi. Dolayısıyla bugünkü köy sakinlerine hiçbir şey anlatamaz, geçmişin bilgisini aktaramazlardı. Çünkü bilmiyorlardı… Gelenlerin tek yaptıkları kıyıdan çok uzaktaki yüksekçe yerde kurulu köyün evlerine yerleşmek, tarlaları ekip biçmek, kızlarına değersiz buldukları deniz kıyısındaki köye uzak tarlaları vererek, bilmeden damatlarını oğullarından daha zengin yapmaktı. Henüz haberleri yoktu güzellikten anlayan kıyı düşkünü yazlıkçılardan… Öğreneceklerdi… Yazlıkçılar da öğrenecekler…
Aslında benzer durumu Amerika’nın Pasifik sahilleri boyunca görmek mümkün. Kıtanın eski sakinleri deniz kıyısından o kadar korkuyorlardı ki dört beş bin metre yukarılara bile yerleşmişler. Yerlileri, yaşamanın adeta imkaansız sayıldığı yerlere yerleşmeye iten sebep depremle gelen çok büyük felaketler değilse neydi? Yanılıyorsam bir düzelten çıkacaktır… Yerlileri, And Dağlarının tepesindeki Nazca Düzlüklerinde yaşamaya iten istek değil korkuydu büyük ihtimalle. Bildiğim kadarıyla Pasifik kıyısında eski yerleşim birimi neredeyse hiç yok. Yalnızca bizim köylüler değil Amerika’nın aptal(!) yerlileri de uzak duruyorlarmış sahilden ama gelen kurnazlar, en hareketli yerlerin üstüne, en büyük en hareketli yerleşim yerlerini kuruverdiler. Ve şimdi de pür dikkat takibe aldılar izlemeye başladılar azmanlaşmış modern şehirlerin altlarında olup bitenleri.
Yoktu bataklığın ortasındaki Meksiko City’de saz kulübeden başkası, İspanyollar dikti katedrallerin her türde binanın en azmanını. Sonrası malum, Dünyanın en azman şehirlerinden birisi ortaya çıktı… Ve bu azman şehir, birkaç yüz kilometre ötede olan bir depremde, sarsıntı merkezinin yakınındaki yerleşim yerlerinden daha büyük hasar görüyor. Çünkü kurutulmuş göl üzerinde yükseliyor azman binalar. Şimdi ise Pasifik sahiline yerleştirilen algılayıcılarla birkaç saniye öncesinden uyarılmaya çalışılıyor şehrin ahalisi. Ya fayın yanı başındaki Acapulco sahilindekiler ne yapacak? Var mıydı acaba San Fransisko’da birkaç yerli çadırından başkası? O da tepelerde…
Güzelliğin kıymetini bilmez aptal yerliler, kurnaz akıllı güzelliği hemen keşfeden yeniler… Kuşkusuz Dünyanın dört bir yanında geçerli bir durum bu… Toplumsal bellek çok unutkan, jeolojik bellek çok iyi kayıt tutuyor, doğa ise ne unutuyor ne de affediyor…
Neyse, biz yine dönelim Gürpınar’ımıza. Gece yarısında jeneratörlerin birer ikişer kapatılmasıyla böcek ve rüzgar sesinin teslim aldığı Gürpınar’a, Elektrik 80’lerin ortasında su ise beş altı sene sonra gelmişti. Çoğunluğu bahçe içindeki evlere yalnızca elektrik su gelmemiş, komşu olarak dizi dizi siteler, blok blok apartmanlar da gelmeye başlamıştı.
Bu sitelerin ilki ve her şeyin başlangıcı Sunkent’ti. Birbirine bitişik villa pozlarındaki evler küçük araziye itiş tıkış inşa edildikten sonra insanın yok ediciliğiyle tanışmış oldu Gürpınar Dereağzı. Yirmi civarındaki ev için fosseptik çukuru kılıklı bir adet büyük depo yapıldı deniz kenarına ve bir taşma borusuyla hesapta açığa verildi fazla atıklar. Açık dediysem hepi topu otuz kırk metre. Birkaç yıl almadı gübrelenen küçücük Dereağzı koyunun yosunla dolması. Ardından denize girenlerde çeşitli hastalıklar özellikle de cilt rahatsızlıkları başladı. Şikaayetler tartışmalar sonrasında sözde bir arıtma sistemi yaptırdı Sunkent sakinleri. Sistem de sistem hani, hepi topu bir halta yaramaz göstermelik tank… Şikaayetler tartışmalar sürdü ama sonuç alınamadı ve insanlar bölgenin denize girmeye en uygun kumsalı Dereağzı koyundan denize girmeye son verdi.
Sağa sola açığa kayalıklara falan gitmek zordu. Sunkent sakinleri oturup karar verme zamanının geldiğini hissetmiş olmalılar ki yüzme havuzu yaptırmaya soyundular. Haklılar tabii, deniz bitmiş girilemez hale gelmişti, bir şeyler yapmak gerekiyordu. Kısa sürede inşa ettirdiler havuzu, güzel güzel bici bici yapmaya, güneş yağları sürünerek kenarcağızlarındaki şezlonglarında güneşlenmeye başladılar.
Dereağzı sakinleri ise, gelip denizlerinin içine ederek girilmez hale getirdikten sonra kendilerinden başkasının girmesine izin vermedikleri masmavi havuzlarında keyif yapmaya başlayan Sunkent sakinlerini kafaları iyice karışmış şekilde uzaktan izlemeye başladılar.
Denizin içine eden havuz keyfi yapar.
Tamam, diyelim ki o günkü şartlarda engel olunamadı Sunkent’e. Bilinçlenebildik mi? Hiç sanmıyorum…
Üç beş yıl önce sahil yolu yapılacağı söylentisinin duyulmasıyla Dereağzı’ndakilerde bir sevinç bir sevinç, havalara zıplıyor çoğu. “Buna neden seviniyorsunuz. Sahilden yol geçmesiyle buranın en önemli özelliği olan ve azıcık kalmış sakinliği sessizliği kaybolacak. Sahile inmek, kayığa tekneye gitmek mesele haline gelecek. Aksine karşı çıkmak, izin vermemek gerekir” dememin hiç yararı olmamıştı. Herkes “Aman ne güzel, şehre kolay gidip geleceğiz, hatta mülklerimiz değerlenecek” havalarındaydı. Neyse ki yol falan yapılmıyor…
Karadeniz Sahil Yolu yapıldı diye bugünlerde sevinçten havalara uçan Karadenizlilerin isyanlarıyla karşılaşmak kimseyi şaşırtmayacaktır.
Dün bir bugün iki, haberlerden öğreniyoruz şikaayetlerin başladığını. “Böyle otoyol olmaz. Adım başı ışık var, kavşak var, dur kalk dur kalk, illallah dedirtiyor…” diye yakınıyormuş sürücüler. Evlerinin işyerlerinin önünden Çin Seddi misali otoyol geçirilenler ise şaşkın şaşkın bakınmaktalar. Haklılar da, akıllar neredeydi… Mümtaz Soysal hoca ve birçok kişi yıllardan beri karşı görüştekilerin düşüncelerini yazıp duruyor ama ne fayda. Çok sağlam gerekçeleriyle otoyolun içerden geçmesi ve sık bağlantılarla sahil yerleşimlerine ulaşılması gerektiğini ne kadar söyleseler de yararı olmadı. Yani çevre yolu kavramını anlatmaya çalışıyorlardı… Bu yapılanın hem yerleşim birimlerine hem de sürücülere zarar vereceğini ve pek çok sakınca getireceğini anlatmak için çırpınıp durdu pek çok insan. Gözü paradan başka şey görmeyenler, aklı, bilimi ve deneyimi dinlemek yerine yine ceplerin doldurulmasını ve günü kurtarmayı, geleceği görmemeyi seçtikleri için, hep olduğu gibi bedelini yine konu hakkında fazla fikri ve bilgisi olmayan insanlar, yani Karadeniz sakinleri ödeyecek.
Haydi tatile deyip güneye uzanmaya karar vermiştik. Dört kişiydik… Acele etmiyor, denk geldiğimizde çekiyorduk kenara cumburlop deniz yaptıktan sonra devam ediyorduk yola. Akşamüzeri Aliağa’ya gelince “Şurada otel var, hadi burada kalalım, gece kıyıda bir yerde rakı balık yapar sabah yola devam ederiz” demiştik. Önce gidip otele yerleşelim halleriyle danışmaya dayandık. İçimizde en zeki olan benmişim ki, görevli arka taraftan oda vermeye kalkınca, derhal “Deniz gören oda lütfen…” diye atılmıştım. Otel anayol kenarındaydı… Öyle görülmeye değecek bir deniz de yoktu oralarda ve belki de bir kez bile dönüp bakmayacaktım. Tatile gidiyorduk ya, her yerde her şartta görmeliydik denizi. Hesap bu hesap… Gece rakı balık keyfinden döndükten sonra zekaamın başımıza neler sardığını, birkaç metre ötemizden geçen kamyonları otobüsleri sabaha kadar sayarak öğrendik. Kafalar dumanlı olmasına rağmen gözümüzü kırpamamıştık.
Karadenizliler, Karadeniz Otoyoluyla ne çok şey kaybedeceklerini önünde sonunda anlayacaklardır ama çoktan iş işten geçti. Oysa yapmaları gereken İstanbul sahil yoluna bakmaktı. İnsanların çok büyük çoğunluğunun gözü kesmez iki adım ötelerindeki sahile inmeyi. Çünkü çevre yolundan en küçük farkı olmayan arabaların vızır vızır geçtiği üçlü yolu aşmak kolay değildir. Sahildeki parklarda, yeşil alanlarda, sıcak yaz günlerinin en kalabalık zamanlarında bile büyük ihtimalle bu yüzden neredeyse hiç yaşlı insan olmaz. Sakatların yolun karşı tarafına geçmesi ise imkaansızdır. Ancak sağlıklı insanların geçebildiği uzak aralarla yapılmış üst geçitler, ne yaşlılara göredir ne de sakatlara… Çünkü her şey otomobiller içindir, hiç yaya yaşamaz bu diyarlarda. Denize su kenarına düşkün insanın önüne çekilmiş Çin Seddi’dir bu otoyollar.
Hadi diyelim başka çaremiz yok, İstanbul tıka basa dolmuş bir karış boşluğu kalmamış durumda, katlanacağız Yeşilyurt Sirkeci Sahil Yoluna… Oysa Karadenizliler, büyük bir budalalıktan başka şey olmayan bu Çin Seddi’ne izin vermeyip yolun içerden geçmesini sağlayabilirlerdi. Çevre yolu mantığıyla içerden geçirilecek yol, sık aralıklarla hem sahil yerleşimlerine bağlanacak, hem de Karadeniz’le doğru düzgün ilişkisi olmayan İç Anadolu kentlerine bağlantı yolları yapılmasına yarayacaktı. Kulakları tıkalıydı iş bitiricilerin, gözleri bağlanmıştı Karadenizlilerin…
Karadeniz Otoyolu’yla pek çok şey heba edilmesine rağmen içten geçecek bu yol yine de yapılacak, yapılması kaçınılmaz… Çekilenler, kaybedilenler, yitip giden güzellikler, çarçur edilenler kalacak insanların yanına…
Doğa en çok, kendisini en az anlayanı cezalandırır.
Ve Dereağzı’na sıçanlar asla havuza işemezler.
Eyüp Şeker